“Kürtlerle Türkiye Cumhuriyeti arasında yeni bir toplum sözleşmesine ihtiyaç var” (Hişyar ÖZSOY ile Söyleşi)

Mutlu ARSLAN: 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin elde ettiği başarı sonrasında, Türkiye’de kurumsallaşma aşamasında olan tek adam rejiminin yıkılacağı, onurlu bir barışa yönelik arzunun güçleneceği yönünde beklentiler oluşmuştu. Fakat seçimlerden çok kısa bir süre sonra ülke hızlıca savaş ortamına sürüklendi ve tek adam rejimi kurumsallaşmasını sürdürdü. Bu süreçte tam olarak ne oldu ve HDP neler yaptı?

Hişyar ÖZSOY: 7 Haziran seçimleri öncesinde HDP’nin meclise girişi iki açıdan büyük önem kazanmıştı: bir taraftan Kürt Sorununda devam eden barış sürecinin başarıya ulaşması için şans olarak değerlendiriliyordu, diğer taraftan da Recep Tayyip Erdoğan’ın “başkanlık” amacının gerçekleşmesini önleyecek bir güç olarak görülüyordu. Bu iki isteğin kesiştiği noktada HDP toplumda büyük bir sinerji yarattı. Seçim kampanyası dönemi boyunca yoğun baskılara maruz kalmamıza, seçim ofislerimizin bombalanmasına, çalışanlarımız ve arkadaşlarımızın öldürülmesine ve Diyarbakır mitingimize yönelik saldırıya rağmen, 7 Haziran seçimleri için genel anlamda bir festivale hazırlanır gibi çalıştık. Seçimde elde edilen başarı sonrasında hem Erdoğan durdurulmuştu, hem de Kürt Sorununun demokratik çözümü için meclisin daha güçlü olarak kullanılma ihtimali belirmişti.

Bu süreçte HDP’nin neler yapıp yapmadığını tartışırken biraz da öz eleştirel olarak şunun altını çizmek gerekli: Seçim süreci boyunca HDP etrafında yaratılan heyecan, HDP’nin barış sürecindeki rolünün de biraz abartılmasını beraberinde getirdi. Barajın aşılıp meclise girilmesiyle barışın geleceğine yönelik iyimser bir inanç vardı. Fakat seçimden takriben bir buçuk ay sonra Suruç Katliamının ardından savaş çok ciddi biçimde derinleşince HDP’nin bu süreçte her şeyi belirleyen bir rolü olmadığı ortaya çıktı.

Aslında bu savaşın geleceğini gösteren 2014 yılı Ekim ayındaki MGK toplantısı, İç Güvenlik Yasası gibi emareler vardı. Son zamanlarda ortaya çıkan çökertme planları ve yaşananlardan anlaşılıyor ki, devlet bir yandan çözüm sürecini yönetirken, diğer taraftan da alabildiğine savaşa hazırlanmış. Bazı arkadaşlar o dönemde yaşanan bu gelişmeleri barajı aşsak da aşmasak da kocaman bir savaşın kapıda olduğu biçiminde yorumluyorduk. Özellikle iç güvenlik yasasının hızlı ve sert biçimde meclisten geçirilmesi bunun önemli göstergelerinden biriydi. Öte yandan 7 Haziran seçimlerinde alınan sonucun savaş konseptini boşa çıkaracağı inancı da vardı.

Mutlu ARSLAN: İç Güvenlik Yasası tartışmaları Meclis’te devam ederken aynı günlerde Hükümet ile HDP arasında Dolmabahçe Mutabakatı olarak adlandırılan süreç yaşandı. Bu iki süreç nasıl bir arada yürüyebildi? Devlet bir yandan yeni bir savaş konsepti içine girerken nasıl oldu da bu mutabakat metninin duyurulmasına rıza gösterdi, seçimlere yönelik bir adım mıydı?

Hişyar ÖZSOY: Dolmabahçe Mutabakatı ve sonrasında yaşananlar, Erdoğan’ın çözüm sürecinden beklentisi ile Kürt Hareketinin çözüm sürecinden beklentisi arasındaki makasın ne denli geniş olduğunun en önemli göstergesi oldu. Erdoğan temel olarak çözüm sürecini süreci PKK’nin silahsızlandırılması olarak görüyordu ve seçim öncesinde sayın Abdullah Öcalan tarafından buna yönelik bir çağrı yapılacağı beklentisi içerisindeydi. Seçim kampanyasında bunu kullanmak istiyordu. Fakat Dolmabahçe Mutabakatında buna ilişkin açık çağrı yerine, müzakere sürecinin çerçevesini belirleyecek temel ilkeler ortaya konulunca bu beklenti boşa düşmüş oldu. Erdoğan, bu dönemdeki seçim anketlerinde AKP’nin yaşadığı oy kaybını, çözüm sürecinin seçimlerde kendilerini zora soktuğu biçiminde yorumlayarak çözüm sürecini “buzdolabına kaldırıp” meydanlara indi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla AKP’nin seçim kampanyasını fiilen yürüttü, ki bunun bu ülkenin tarihinde ya da parlamenter demokrasilerde bir örneği yok.

Çözüm sürecinden ve 7 Haziran Seçimlerinden beklenilen sonuçlar çıkmayınca, bir süredir hazırlıkları yürütülen savaş konsepti devreye sokuldu. Bu dönemde daha önce iktidar kavgası yaşadığı ordu ve ulusalcı kesimlerle Saray ve AKP arasında bir Türk iktidar bloku oluşturulmuş. Şu anda Kürdistan’da devam eden savaşta kullandıkları yöntemleri gözlemlediğimizde, 90’lardaki kirli savaşı yürüten yapılarla Erdoğan’ın net bir ittifak kurduğunu açık biçimde görüyoruz. Geçtiğimiz günlerde Doğu Perinçek’in yaptığı “muhafazakârlarla vatan savunması için ittifak yaptık” açıklaması bunu kanıtlar niteliktedir.

Peki bu süreçte HDP neler yapabildi? HDP seçimlerden hemen sonra barış sürecinin ivme kazanarak sürdürülmesi için bazı girişimlerde bulundu. O dönemde henüz ateşkes bitmemişti. Fakat, hükümeti bu konuda adım atacak bir noktaya çekemedik çünkü onların derdi erken seçimdi. Erdoğan’ın koalisyon kurulmasına müsaade etmeyeceği ilk günden belliydi. Belki bizler HDP olarak seçimden hemen sonra barış sürecinin ivme kazanması için yurt içinde ve dışında daha ciddi baskı yaratacak eylemler yapabilirdik. Her ne kadar hükümet buna cevap vermese de bu yönde inisiyatif geliştirebilirdik. Fakat ortada hükümet bile yoktu.

HDP barış sürecinin dinamikleri içinden çıkmış bir siyasal parti. Savaş gelişince, doğrusu HDP hazırlıksız yakalandı ve bu yeni siyasal sürece adaptasyon sorunu yaşadı. Bir yandan erken seçimlere hazırlanırken diğer yandan çatışmalı süreci anlama, buna yönelik söylem ve eylem geliştirme konusunda biraz geri kaldı. Devletin savaş konseptinin ne kadar derin ve planlı olduğunun ancak şimdi farkına varabiliyoruz. Erdoğan’ın barış sürecini askıya aldığı ilk dönemlerde bazı arkadaşlarımız daha iyimser biçimde çatışmalı sürecin geçici olacağını düşünüyor, kısa bir süre içerisinde siyasetin normalleşeceğini öngörüyordu. 1 Kasım seçimlerinden sonra AKP’nin oylarını arttırması biraz moral bozucu etki yarattı. O dönemde bile AKP tek başına iktidar olanağı yakalayınca Erdoğan çözüm sürecine belki geri döner diye beklentiler oldu. Bu, tam da Erdoğan’ın savaş konseptinin derinliğini iyi analiz edememekle ilgili bir durum. Dolayısıyla bu süreçteki kararsızlık, beklenti ve tereddütler nedeniyle Erdoğan’ın savaş politikalarına karşı istenilen oranda etkin ve hızlı pozisyon almakta zorlandık. Ancak 1 Kasım seçimlerinden sonra durumu tekrar analiz ederek daha kararlı bir tutum alabildik.

Tüm bunlara rağmen Kürdistan’da yürütülen saldırıları basitçe Erdoğan’ın seçim stratejisi olarak görmemek gerekiyor. Bu süreçte Rojava’da yaşananların da en az o kadar önemli ve etkili. Temmuz ayında YPG’nin Tel Abyad’ı IŞİD’den alarak iki kantonu birleştirmesi sonrasında Suruç katliamı yaşanmıştı. Saldırı sonrasında iki polisin öldürülmesini bahane eden devlet, Kandil’e yönelik çok sert bir saldırı başlattı. Bunların hepsi iç içe süreçler. Rojava’daki gelişmeler belli ki devletin Kürtleri en büyük ulusal güvenlik tehdidi olarak görme algısını pekiştirmiş. Özellikle de Şengal, Kobani ve sonrasındaki Kürt direnişi ile Kürtlerin bölgesel ve küresel güçler nezdinde meşru bir politik aktör olarak görülmeye başlanması Türk iktidar blokunun Kürtleri terörize etmeye endeksli politikalarının iflası anlamına geliyor. Şu an yaşadığımız savaşın temelinde bu vardır. Yoksa basitçe Erdoğan’ın aldığı oy oranıyla durumu açıklamak doğru değildir. Tam da bu yeni ulusal güvenlik algısı perspektifinde Erdoğan ve eski devlet unsurları arasında Kürt karşıtı bir ittifak oluşmuş durumdadır.

Mutlu ARSLAN: 7 Haziran ile 1 Kasım seçimleri arasındaki kısa dönemde tarihsel Kürt coğrafyası dışındaki bölgelerde HDP yüzde 3’e yakın oy kaybetti. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Hişyar ÖZSOY: 7 Haziran seçimlerinde hem Türkler hem de Kürtler çözüm sürecinin ilerlemesi ve Erdoğan’ın başkanlık isteğinin önlenmesi için HDP’nin meclise girmesini barış ve istikrarın koşulu olarak görmüşlerdi. 1 Kasım’da ise HDP’nin meclise girmesi ancak AKP’nin de tek parti olarak iktidar olmasının istikrar yaratacağı algısı oluştu. Her iki seçimde de istikrar vurgusunun önemli olduğunu düşünüyorum. Erdoğan sert bir şekilde savaşı başlatıp çatışma ve kaosu derinleştirerek kendisini istikrarın adresi olarak göstermek istedi. Militarist söylem ve pratiklerle ırkçı milliyetçi kesimlerden ciddi oy kopardı. Bu noktadan bakıldığında 1 Kasım öncesinde çok kirli, çok çirkin ama AKP için de “başarılı” bir seçim stratejisi izledi. HDP olarak bir seçim kampanyası bile yapamadık. Partimize yönelik yüzlerce saldırı, binlerce gözaltı ve tutuklama oldu. AKP seçim mitingleri yaparken, HDP morg kapılarında cenaze almaya çalışıyor, abluka altındaki ilçelere girme mücadelesi veriyor, adliye kapılarında gözaltı ve tutuklamalarla uğraşıyordu. Devlet kurumları ellerindeki tüm baskı araçları ile HDP’yi zapturapt altına almaya çalışırken, AKP tüm devlet kaynaklarını kullanarak rahat bir secim kampanyası yürüttü. Bunlar göz önüne alındığında, secim sonuçları HDP için moral bozucu olsa da başarısız değildi.

Mutlu ARSLAN: Kürt Hareketi’nin AKP’nin bu saldırılarına verdiği yanıt bizim alışık olduğumuz bir yanıt değildi. PKK alışılageldiği üzere dağlardaki çatışmayı merkezine alan bir strateji yerine, doğrudan kent merkezlerini üs olarak kullanan bir şehir savaşına yöneldi. Bu yeni yönelimi, devletin saldırılarını püskürtmeye yönelik bir savunma stratejisi mi, yoksa Kobani’de öğrenilen savaşma tarzını Türkiye’de hayata geçirmeye yönelik daha genel bir siyasal strateji olarak mı değerlendirmeliyiz?

Hişyar ÖZSOY: Bu sorunun gerçek muhatabı tabii ki PKK’nin kendisidir. Bir HDP milletvekili olarak öncelikle şunu vurgulamak istiyorum: barış süreci boyunca devlet ciddi biçimde savaş hazırlıkları yürüttü. PKK bu durumu gözlemleyerek süreç içerisinde ciddi eleştirilerde bulundu. Sivil halk da örneğin kalekolların yapımının durdurulması için eylemler yaptı. Hatırlarsınız Medeni Yıldırım 2013 yılında bu protestolar sırasında öldürülmüştü. PKK de barış sürecinin bitmesi ve olası bir savaş durumuna hazırlıksız yakalanmamak için hazırlık yapmış görünüyor.

Ancak sıklıkla dillendirildiği gibi hendekleri PKK tarafından ilan edilmiş planlı bir kent savaşı stratejisi olarak görmek doğru değil. Bu hendeklerin nasıl açıldığını hatırlayalım: Bu mekânsal protesto ve yer tutma formuyla ilk olarak 2014 Ekim ayında, Cizre’de karşılaştık. O zaman Cizreli gençler hendekleri sistematik mahalle baskınları ve gözaltı-tutuklamalara karşı bir savunma aracı olarak gerekçelendirmişlerdi. Bu araç, Suruç Katliamının ardından Özel Harekat Polisleri öncülüğünde yapılan mahalle baskınları ve keyfi, kitlesel gözaltı operasyonlarla birlikte tekrar protestocuların gündemine girdi. Suruç’un hemen ardından, daha önceden planlanmış gibi, HDP ve DBP yöneticilerini, belediye başkanları ve meclis üyelerini de hedefleyen çok geniş bir polis ve yargı terörü estirilmeye başladı. Sanırım Duran Kalkan’ın da o dönemde “Siz niye eliniz kolunuz bağlı olarak bekliyorsunuz, polisin elini kolunu sallayarak mahallelerde operasyon yürütmesine, istediği kişi alıp götürmesine izin veriyorsunuz” minvalinde bir açıklaması oldu. Ondan sonra hendeklerin daha yaygın biçimde kazılmaya başladığını gördük. O hendekler de zaman içerisinde bugünkü savunma savaşı şeklini aldı. Hendekler ilk başta planlı ve organize bir stratejik alan değilken zaman içerisinde savunma hattının merkezi haline geldiler. Burada söz konusu olan gençlerin kendi mahallelerini savunmaları, ki bunu bir savaş stratejisi olarak nitelemenin doğru olmadığını düşünüyorum. En nihayetinde hendek denilen şey aslında insanların kendi yaşam alanlarına yönelen keyfi polisiye ve askeri baskıya karşı koyma aracı. Tabi ki burada bir irade bildirimi de söz konusu: Hendekleri kazanların genel olarak legal Kürt siyasetine özelde de özerklik talep eden belediyelere kan kusturan Erdoğan’a karşı “madem sen bizim irademizi tanımıyorsun, biz de senin iradeni tanımıyoruz” gibi bir irade bildiriminde bulunma kasıtları da var. Ancak, sıklıkla bu konjonktürel faktörler dikkate alınmaksızın dile getirilen “PKK Rojava’daki deneyimden kent savaşını öğrendi, onu buraya taşıyor” ya da “böyle bir savaş üzerinden planlı bir stratejiyi hayata geçiriyor” türü değerlendirmelere katılmıyorum. Bu yeni durumu, Suruç Katliamından sonra Erdoğan’ın derinleştirdiği kaos ve savaş politikalarına cevaben şekillenen fiili bir direniş olarak görmek gerekiyor.

Mutlu ARSLAN: Konu Rojava’ya gelmişken şunu sormak istiyorum: Kürt gençleri Suriye’ye baktıklarında Rojava’yı, Kobani’yi ve demokratik özerkliği görüyorlar; özellikle sosyal medyada “Kobanileşme”yi bir ülkü olarak dillendiriyorlar. Türkiyeli devrimciler-sosyalistler ise Suriye’ye baktıklarında paramparça olmuş, acı dolu bir ülke görüyorlar ve “Suriyelileşme”yi ülkenin önündeki en büyük tehdit olarak görüyorlar. Bu iki farklı görme biçimi Gezi’den beri sıklıkla dile getirilen Kürt Özgürlük Hareketi ile Türkiye’deki diğer muhalefet güçlerinin arasındaki açı farkının ulaştığı en uç nokta gibi duruyor. Bunun sonu nereye varır?

Hişyar ÖZSOY: Türkiye’deki devrimci hareketler derken hangi grupları kastettiğinizi bilmiyorum, ancak Kürt Hareketi’nin Suriye’de yaşananlara ilişkin perspektifini ya da “Suriyelileşme” tehdidine yönelik endişe ve uyarılarını sosyal medya üzerinden tariflemenin isabetli olmadığını düşünüyorum. Bunun yanı sıra Suriyelileşme meselesi ile Kobanileşme meselesini birbirinden ayrı ele almak gerekir. Kobani sadece Ortadoğu’da IŞİD’e karşı direnebilen önemli bir odak olarak öne çıkmadı. Ortadoğu’da herkesin ihtiyaç duyduğu bir anda, sadece Kürtler için değil, dünyanın her yanında Ortadoğu’daki gelişmeleri izleyen halklar için direniş ve dönüşüm umudunun simgesi oldu. Böylesi bir simge olarak dünyanın her yanından dayanışma ve sahiplenmeye mazhar oldu, en yakınımızda Türkiyeli devrimci ve demokratlardan. Türkiye’den bazı devrimci örgütlerin Rojava’da ve Kobani’de aktif olarak savaştıklarını biliyoruz. Ben Kobani’ye baktığımda korkunç bir savaşta harap olmuş bir kent kadar, neredeyse her şeyin bittiğini düşündüğünüz bir noktada, birlikte yasamaya ve direnmeye dair umudun yeşerdiği bir kent görüyorum. “Kobanileşme” kavramını da böylesi bir umudun ifadesi olarak anlıyorum.

Bu açıdan Suriye ve Kobani meselesi üzerinden Türkiyeli sosyalistler ile Kürtler arasında ciddi bir mesafe açıldığı değerlendirmesine katılmıyorum. Şüphesiz, devam eden bu süreç içerisinde Türkiyeli sosyalistler ile Kürt hareketinin ayrı düştükleri noktalar da var. Örneğin, ABD’nin Kobani direnişine bombardımanlarla destek olması, Ortadoğu’da bir çok devrimci kesim için ilginç bir durumdu. Kürtler dahil devrimci güçlerin ideolojik olarak karsısında oldukları ve yıllardır eleştirdikleri emperyalist güçlerle pratik-politik ihtiyaçlar üzerinden yan yana gelmesi kolay anlaşılır bir durum değildi. Ancak olağanüstü durumlarda böylesi fiili ittifaklar zorunlu hale gelebiliyor. Bu formasyonların anlamlandırılmasının içinde bulunduğumuz dönemde Ortadoğu siyasetini kavrayabilmek ve müdahale edebilmek için elzem olduğunu düşünüyorum.

Şu anda da Türkiye’nin Kürt bölgesindeki yaşanan durumla ilgili olarak Türkiyeli kimi sol-sosyalist grup ve kişilerden eleştiriler duyuyoruz. Özellikle bölgede açılan hendekler ve şehir merkezlerinde yürütülen direniş konusunda. Eleştirilerin çoğunda “Erdoğan ne yaparsa yapsın Kürtlerin karşılık vermemesi gerekirdi”, “Kandil’in her ne pahasına olursa olsun Erdoğan’ın oyununa gelmemesi gerekirdi” yollu bir yaklaşım hakim. Sanki bu hendekler durup dururken açılmış ve ertesinde çatışmalar başlamış gibi bir denklem kuruluyor. Oysa, örneğin hendekler, başta da söylediğim gibi, birkaç yıldır sistematik olarak hazırlıkları yapılan ve Suruç katliamının ardından önce Kandil’e sonra da tüm bölgeye yönelen saldırı politikasına bir tepki olarak ortaya çıktığını unutmamak gerekir. Biz bir savaş nasıl yürütülür bilmiyoruz. Ben bir HDP’li milletvekili olarak savaş stratejileri konusunda bilgili değilim. Ama Erdoğan’ın Kandil’e bu kadar sert biçimde müdahale etmesi, barış sürecini tamamıyla rafa kaldırması, bölgede çatışmayı bu denli yaygınlaştırması sonrasında çatışmasızlığın sürdürülebilirliğinin kalmadığını görmek gerekir. Tüm bunlara rağmen HDP’nin de çağrılarıyla 10 Ekim’de PKK’nin tek taraflı bir ateşkes ilan edeceği medyaya yansıdığında, aynı gün Ankara’da Barış Mitingi’nde büyük bir katliam yaşandı. Bu da kesinlikle devletin içerisindeki bazı odakların PKK’nin tek taraflı ateşkesine verdiği cevaptı. Çift taraflı ateşkes olmadığı bir durumda çatışmasızlık sürdürülemiyor.

HDP olarak bizim düşüncemiz, gerek Türkiye’de gerekse Rojava’daki sorunları demokratik ilkeler çerçevesinde çözüme ulaştırmaya çalışmak. Devletin mevcut saldırganlığı büyük bir oranda Rojava’daki durumla ilgilidir. Kürtlerin IŞİD’e karşı Kobani’de, Tel Abyad’da, Şengal’de elde ettiği kazanımların intikamının Sur’da, Silopi’de ve Cizre’de alınmak istenmesi sonucu çatışmalar tırmandı. Kürtler IŞİD’e karşı başarı kazandıkça yurt içinde de farklı gelişmeler olabilir korkusuyla, devlet buradaki politik dinamikleri bastırıp yok etmeye, siyasal iradeyi kırmaya çalıştı. Kentlerde başta daha sivil itaatsizlik diyeceğimiz direniş, zaman içerisinde silahlı bir karakter kazandı. Görülüyor ki Erdoğan bu şiddet dalgasını devam ettirirse önümüzdeki bir iki ay içerisinde savaş alabildiğine şiddetlenecek. Herkes bölgede karların erimesinin ardından, Newroz ile birlikte, savaşın şiddetinin daha da artacağı görüşünde. Hem kentlerde, hem de dağlarda…

Erdoğan savaş ve çatışmalarla bir yandan Kürtlerin bölgedeki kazanımlarını geriletmeye çalışırken, diğer yandan da aslında kendisi için başkanlık sistemini tesis etmeye çalışıyor. Başkanlık sisteminden kastedilen şey, Erdoğan’ın bugün sürdürdüğü “ben her istediğimi yaparım” anlayışına anayasal bir kılıf hazırlanmasından başka bir şey değil. Tüm bu çerçevede, Kürt hareketi ile Türkiyeli sosyalist-devrimci çevreler arasındaki olası ittifak ve ayrı düşme alanları söz konusu olduğunda, yerelin bilgisi ve dinamiklerini daha fazla dikkate alan bir tartışma zeminine ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Mutlu ARSLAN: Hazır konu başkanlık sistemine gelmişken sorayım. HDP, Demirtaş’ın 7 Haziran seçimleri öncesinde dile getirdiği “Seni başkan yaptırmayacağız” çizgisini koruyor mu?

Hişyar ÖZSOY: HDP’nin Türkiye’deki siyasal sisteme dair net bir projesi var. Bu proje, “Güçlendirilmiş Parlamenter Yönetim” ve “Demokratik Özerklik” dediğimiz bir tür adem-i merkeziyetçi yapıdır. Eşbaşkanımız Selahattin Demirtaş da bunu defaten dile getirdi. “Seni başkan yaptırmayacağız” konusunu Erdoğan’la şahsileştirilmiş bir tartışma olarak görmemek lazım. Siyasal sisteme ilişkin HDP’nin dile getirdiği model ile Erdoğan’ın kastettiği başkanlık modeli taban tabana zıt. Biz iktidarın, kaynakların, karar alma yetkisinin bölge ve yerellere dağıtılmasını, yani özerkleştirilmesini, bir biçimde merkezsizleştirilmesini istiyoruz. Dolayısıyla bizim açımızdan, Erdoğan’ın dayattığı ve anayasa tartışmalarının merkezine oturttuğu bu başkanlık modelinin müzakere edilebilecek bir yanı yok.

Türkiye’de şöyle bir sıkıntı var: özerklik, başkanlık sistemi gibi ciddi mevzular tartışılmadan herkes bu konularda fikir sahibi oluyor. Erdoğan en başta “bizim parlamenter sistemimizde sorunlar var, bu sorunları mevcut yapıyla aşamıyoruz, bunu aşabilmek için Türkiye’de başkanlık sistemini tartışabilir miyiz?” biçiminde bir yaklaşımla muhalefetle, sivil toplum kuruluşlarıyla, siyaset bilimcilerle olağan bir tartışma başlatmış olsa, esasen bu verimli bir muhakeme ve müzakere sürecine evrilebilirdi. Bugün yaşanan tartışmada ise “başkanlık sisteminden ne kastediliyor, nasıl kurulacak”, “güçler ayrılığı nasıl olacak”, “senatosu veya parlamentosu nasıl olacak” gibi bir sürü temel konu hakkında hiçbir tartışma yok. Kimse bu konuları bilmiyor, AKP milletvekilleri bile canhıraş savundukları halde savundukları sistemin ne olduğunu bilmiyor. Dolayısıyla karşı çıkanlar da neye karşı çıktıklarını bilmiyor. Erdoğan’ın fiili olarak yürütmeye çalıştığı yönetim tarzının ötesinde başkanlık sistemi denen şeyin nasıl bir ucube olduğunu kimse bilmiyor. Bir siyasi parti siyasal sisteme dair hiçbir konuyu tartışılmaz göremez, başkanlık dahil, ama başkanlık sistemi konusunda ortada içeriği olan bir tartışma yok. Erdoğan’ın “illa ki benim istediğim olacak” dayatması karşısında, “senin istediğin olmayacak” direncinin gelişmesiyle herhangi bir tartışma gelişemedi.

Biz bu tartışmasız ortamda bile “güçlendirilmiş parlamenter sistem” ve “desantralize olmuş bir siyasal yapı” modelini her platformda dile getiriyoruz. Ama tartışma bu düzeydeyken, bizim söylediklerimizi pek kimse duymuyor. Birçok kesim demokratik özerklikle ilgili projemize karşı çıktığını söylüyor ama kimse neye karşı çıktığını bilmiyor. Farklı partilerden milletvekilleriyle yaptığımız sohbetlerde demokratik özerkliği anlattığımızda bir tane bile karşı çıkan olmuyor. “Güzel şeylerden bahsediyorsunuz ama bunun adına demokratik özerklik demeseniz, başka bir şey deseniz, mesela güçlendirilmiş yerel yönetim deseniz” gibi yanıtlar geliyor. Bu şunu gösteriyor: İnsanlar bilmeden tartışma pozisyonu alıyorlar. Türkiye’deki siyasal kutuplaşmanın artması ve meselenin şahsileşmiş olması tartışmaların da önüne geçiyor. Herkes net pozisyon alıyor ama hiç kimse meselenin esasını tartışmıyor.

Türkiye’de siyasal sistem ciddi bir kriz içinde, bu krizin çözümü olarak önerilen iki farklı model var: biri Erdoğan’ın dayattığı başkanlık sistemi diğeri de demokratik özerklik. Bunlar mevcut haliyle taban tabana zıt. Başkanlık sistemiyle Erdoğan ne istiyorsa, demokratik özerklik projesiyle biz karşıtını ister durumdayız. Ama Türkiye’de uzun süredir yaşanan siyasal rejim krizini aşmak için alternatifleri bir biçimde tartışmak gerekiyor. Bence acil olarak en kapsayıcı şekilde kimse dışarıda bırakılmadan derli toplu bir siyasal sistem tartışması yapmaya ihtiyacımız var. Biz, HDP olarak bu konuda olgun bir tartışma başlarsa demokratik özerklik ve güçlendirilmiş parlamenter yönetim esaslarına dayalı modelimizi her platforma savunup, tartıştıracağız.

Mutlu ARSLAN: Kürt Özgürlük hareketi uzun dönemden beri her düzeyde ciddi meclisleşme çalışmaları yürütüyor. Diğer yandan da bölgedeki belediyelerin tamamında açık bir HDP etkinliği var. Belediye hizmetleri ve meclis işleyişleri Kürt halkının gündelik sosyal hayatının demokratik özerklik doğrultusunda şekillenmesinde kurucu bir etkinliğe sahip mi? Yoksa demokratik özerklik dediğimiz şey belirli merkezi siyasal kazanımların ertesinde inşa edilecek bir model mi?

Hişyar ÖZSOY: Öncelikle bir düzeltme yapmama müsaade edin. Bölge belediyelerinin yürütücü erki HDP değil, ona kardeş ancak bağımsız bir siyasal parti olan Demokratik Bölgeler Partisi’dir. DBP belediyelerinde özerklik vizyonlu inşa faaliyetleri bir süredir devam ediyor. Ancak altını çizmek gerekiyor ki bölgedeki belediyeler DBP tarafından yönetilse de mali özerklikleri olmadığı için hâlihazırda merkezi hükümete bağımlılar. Merkezi hükümet bütçeyi bir gün kestiğinde, ikinci gün belediyeler işlevsiz duruma düşüyorlar. Demokratik Özerklik denildiğinde pek çok kişi yerel yönetimlerin özerkleşmesini anlasa da kastedilen şey bu değil, daha doğrusu esas olarak bu değil. Özerklik, bütün toplumsal kesimlerin kendi hayatları ile ilgili ve kamusal hayatı etkileyen karar alma süreçleri ve yürütme mekanizmalarına aktif olarak katılmasını öngören kapsayıcı, bütünlüklü bir yönetim modelidir, basitçe “belediyeler özerk olsun” isteği değil.

Diğer yandan sizin de bahsettiğiniz gibi, bölgede yaygın biçimde mahalle meclisleri, gençlik meclisleri, kadın meclisleri var. Bu doğrultuda inşa çalışmaları devam ediyor ama bu çalışmalar sürekli müdahale ve operasyonlarla sekteye uğratılıyor. Şu anda 25’i aşkın belediye başkanımız görevden alınmış durumda, yirmiye yakın belediye başkanımız şu an hapiste, yine meclis çalışması yürüten birçok arkadaşımıza saldırılar var. Yaz aylarından bu yana iki binden fazla arkadaşımız cezaevine gönderildi. Ortada böyle büyük bir saldırı dalgası varken inşa sürecinde istenilen aşamaya gelinmesi de mümkün değil. En nihayetinde bir inşa sürecinin kalıcılaşması, kurumsallaşması için bu iradenin devlet ile müzakere edilip bir yasal çerçeveye, bir mali altyapıya, idari sisteme kavuşması lazım. Mevcut anda devlet Kürtler’in en ivedi ve gündelik taleplerine dahi çok sert müdahalelerle karşılık verdiği için demokratik özerklik alanında da kurumsallaşmış bir yapı ortaya çıkmadı.

Kürtler bu yönlü bir kurumsallaşmayı Rojava’da yapabildiler. Çünkü oralara daha hakimler. Kurumlarını oluşturuyorlar, eğitimi düzenliyorlar, meclisleri çalıştırıyorlar, “azınlıkların” meclisleşmesini sağlıyorlar, toplumun tüm kesimlerini demokratik özerklik mantığıyla inşa etmeye çalışıyorlar.

Toplumu oluşturan tüm etnik, dinsel, sınıfsal, kültürel kesimlerin kendilerini özgürce ifade edebildikleri ve bu kesimlerin demokratik biçimde ilişkilenebildikleri hiyerarşik olmayan bu açıdan da biraz ütopik bir toplum modelinden bahsediyoruz. Mevcut çatışma ortamı nedeniyle istenilen düzeyde bir yapı yok ama en nihayetinde bir model ortaya çıkartılmaya çalışılıyor. Bu modelin tam olarak nasıl işleyeceği bir takım müzakereler sonucunda ortaya çıkacak. Daha devam eden dinamik bir süreç var önümüzde.

Mutlu ARSLAN: Rojava Deneyiminin en önemli yanlarından birisi de Abdullah Öcalan’ın 2000’li yılların başında dile getirdiği Demokratik Konfederalizm tartışması için ciddi bir sıçrama noktası yaratmak oldu. Farklı ülkelerdeki Kürt halklarının bir araya gelerek oluşturabilecekleri, devletsiz siyasal yapılanmaya ilişkin ilk kez ciddi bir deneyim ortaya çıkmış oldu. Rojava deneyimi bölgedeki Kürtler arasında konfederatif bir yapılanma sağlayabilmek için fırsat olabilir mi?

Hişyar ÖZSOY: Ortadoğu’da çok ciddi bir siyasal kriz var. Şu an krizde olan bizzat kolonyal modernleşme, ulusal modernleşme projeleridir. Ortadoğu’da ortaya çıkış ve işleyiş biçimi de oldukça tartışmalı olan katı merkeziyetçi ulus devlet modeli sürdürülemez duruma geldi. Irak darmadağın durumda, Suriye de öyle. Lübnan, Libya, Mısır, Yemen her yer paramparça. Türkiye’deki çatışmanın bir iç savaş boyutuna tırmandırılmasına yönelik endişelerimiz artıyor. İki dünya savaşının ertesinde ulus devlet sistemi üzerine inşa edilen bölgesel siyasal sistem her taraftan dökülüyor. Bu krize ne önerebiliyorsunuz? Doğrusu Abdullah Öcalan ve Kürt hareketi dışında bu duruma idari ve siyasi bir model olarak kimse bir şey önermiyor. Sosyalist bir devrim yapma iddianız olabilir ama bu nasıl bir idari-siyasi modelle olacak? Ulus devleti baz alarak mı gerçekleşecek bu devrim? Mevcut ulusal sınırların içerisinde bulunan halklarla mı yapılacak? Hemen her bölge ülkesinde mevcut iktidarlar gücü ellerinde tutmak, muhalefettekiler ise iktidarı ele geçirmek için sert mücadelelere girişmiş durumdalar. Fakat kimse Ortadoğu’daki diğer halklarla birlikte yaşama dair, insanların birbirini boğmadan-boğazlamadan yan yana gelebilecekleri bir toplumsal-yönetsel model geliştirmeye dair çaba gösteriyor gibi görünmüyor. Bu bağlamda, sayın Öcalan’ın geliştirdiği tartışmayı bu hayati meseleye dair bir fikir çalışması olarak görmek gerekir.

Demokratik Konfederalizm tartışmasında siyasal literatürde yaygın bilinen anlamıyla bir konfederasyon yapısından bahsedilmiyor. Bu daha ziyade Murray Bookchin’in Özgürlüğün Ekolojisi kitabında tarif ettiği tarzda yerel dinamiklere dayalı bir konfederalizm tartışması. Rojava’da şu anda inşa edilmeye çalışılan siyasal sisteme baktığımızda, kantonlara dayalı yapının Ortadoğu’da var olan farklı etno-dinsel, kültürel ve toplumsal grupların adil katılımcılık temelinde bir arada yaşayabileceği bir yönetim pratiği görüyoruz. Savaş koşulları içerisinde el yordamıyla oluşturulmuş ama mümkün mertebe toplumun tüm kesimlerini kapsayacak biçimde katılıma açık olan bir siyasal yapılanma yaratılmaya çalışılıyor. Kadınların, gençlerin ve baskın olmayan etnik-dinsel unsurların da etkin katılımıyla bir model oluşturuluyor. Eksiklikleri, aksaklıkları elbette var ama Ortadoğu’daki 20. yüzyıla hakim olmuş siyasal modele alternatif bir model olarak çıkıyor karşımıza.

Bu kadar güç kavgasının, reel siyasetin hakim olduğu bir coğrafyada böylesi bir özerk yönetim tahayyülünün ütopik kaldığı söylenebilir ama üzerine düşünülmesi, tartışılması, güçlendirilmesi gereken bir model bu. Hem HDP ve HDP içerisindeki Kürt hareketinin, hem de Rojava’daki siyasal oluşumun etrafı kesin hatlarla çizilmiş bir projesi yok, dinamik deneyimlerle geleceğe ilişkin bir model oluşturulmaya çalışılıyor. Bu deneyim özellikle dört ayrı devlet içerisinde yaşayan Kürtler açısından daha da önemli. Kürt hareketinin bir siyasi örgütlenme modeli olarak ulus devleti eleştirel, onun ötesine geçmeye çalışan bir arayışı var ve bunu önemsemek lazım.

Özellikle Turkiye ve Rojava’da örgütlü Kürt hareketi böyle bir arayışın peşinde olmakla beraber, yarın Güney Kürdistan bölgesinde bir bağımsız devlet ilan edildiğinde buna karşı çıkacaklarını düşünmüyorum. Ama öyle bir devletleşme durumunda bile, farklı yönetim modelleri arayışı içeride her zaman devam edecektir. Özerklik ve merkezsizlik bir siyasi ve idari model olarak gündemden düşmeyecektir.

Mutlu ARSLAN: Ortadoğu’daki tüm siyasal gelişmelerin bir tarafında daima Kürtler var fakat Kürtlerin uluslararası hukuk açısından bir statüleri bulunmuyor. Bu statü sorunu sıklıkla sorunlara yol açıyor. Örneğin bölgede IŞİD’e karşı en aktif mücadeleyi yürüten Kürtlerin Cenevre Görüşmelerinde siyasal bir taraf olarak yer almaması görüşmeleri daha başlamadan eksik kalmasına neden oldu. Bu sorunu düzeltmeye yönelik Birleşmiş Milletler nezdinde girişimleriniz oluyor mu?

Hişyar ÖZSOY: Hangi uluslararası toplantıya gidersek gidelim, Rojava’nın durumu ve oradaki Kürtlerin statüsü mutlaka gündeme geliyor. Ortadoğu’daki bütün Kürtlerin sorunları artık iç içe geçmiş durumda. Uluslararası toplum Türkiye’deki durumu Rojava’dan ayrı olarak ele almıyor Öyle görünüyor ki Cenevre Görüşmeleri, bu defa da Kürtler olmadan başladı ama bu sürecin bir yerinde Kürtler mutlaka o görüşmelerin tarafı haline gelecekler. Esasen Birleşmiş Milletler’deki aracıların da Kürtlerin orada olmasından yana olduklarını biliyoruz ama Türkiye’nin, Suudi Arabistan’ın ve Katar’ın veto tazyiklerini karşılarına almayı riske etmiyorlar. Bu durumun geçici olacağını düşünüyoruz. Hatırlarsanız bir önceki görüşmelere İran da çağrılmamıştı ama şu an İran görüşmelerin bir parçası.

Gerçekçi olmak gerekirse Suriye’deki ve genel olarak Ortadoğu’daki sorunlara çözüm bulmak istiyorsanız Kürtlerin orada olması şart. Sürecin o noktaya gideceğine inanıyorum. Belki Kürtler önce Cerablus’a girecek ardından da Cenevre görüşmelerine girecek. Cenevre Görüşmeleri daha uzun süre yapılır. Gerçek siyasal çözüm masası kurulduğunda Kürtler orada olacaktır. Bu süreç içerisinde Rojava’daki modeli derinleştirip, yaygınlaştırmak gerekiyor. Cenevre’de ABD ve Rusya arasında, onların bölgesel aktörleri aracılığıyla oldukça sert bir mücadele geçiyor. Kürtlerin yapması gereken şey bu güç mücadelesi arasında dengeli istikrarlı bir politika izleyip, bölgedeki tüm halkların çıkarını gözeten bir üçüncü yolda ısrarcı olmak. Reel politikanın kirli ilişkilerinin egemen olduğu bölgede, insani olandan yana bir yolun yaratılması için çaba harcanması gerekiyor.

Mutlu ARSLAN: Bölgede askeri operasyon düzenleyen tüm devletlerin ortak hedefinde IŞİD var ve IŞİD de askeri açıdan gerilemeye başladı. IŞİD sonrasında bölgeyi ne bekliyor?

Hişyar ÖZSOY: Bu konuda çok sayıda faklı senaryo üretmek mümkün. Ama şunu da görmek gerekiyor: IŞİD gökten zembille inmedi. Irak’ta ortaya çıkıp Suriye’de etkili oldu ve şu anda her iki ülkede de Sünni bölgelerde etkinliğini sürdürüyor. IŞİD sıradan bir örgüt olmanın ötesinde egemenlik sahaları olan devlet benzeri bir yapı hâlihazırda. Ortadoğu’daki gidişata göre tamamen tasfiyesi de söz konusu olabilir. Onları var eden güçler, onları ortadan kaldırma yoluna da gidebilirler. Çok sayıda ülkenin istihbarat örgütü, IŞİD’i Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesinde kullanıyor. Rakka’dan Felluce’ye kadar uzanan, Musul dahil geniş bir Sünni coğrafyada düzen inşa eden bir hareketten bahsediyoruz. Irak ve Suriye topraklarında kurulması muhtemel Sünni bir devletin sınırlarının belirlenmesi için araç olarak kullanılıyor.

Hem Suriye hem de Irak’taki Sünnilerin IŞİD’e sempatilerinin ve desteklerinin olduğu da bir gerçek. Bu yerel destek olmasa zaten bu kadar tutunamazdı. Belki IŞİD’in ideolojisine, İslam algısına değil ama mevcut rejimlere duydukları öfke ile IŞİD’e yakınlık besliyorlar. IŞİD’in nasıl ortaya çıktığını biliyoruz. Irak’ta, Ebu Garib’te, yani işgal coğrafyasında doğuyor. Bunu elbette durumu meşrulaştırmak için söylemiyorum ama IŞİD’in sosyolojik zeminini ortaya koymak açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da kurulan sistem Almanya’yı ve Alman halkını öyle bir aşağılamıştı ki, Hitler ortaya çıkıp onların gururunu okşadığı zaman geniş kesimleri etkisi altına alabildi. Solun, sosyal demokratların, sosyalistlerin tarihsel köklere sahip olduğu Almanya’da Hitler gibi birisinin ve Nazizm gibi bir ideolojinin nasıl hızla yaygınlaştığını biliyoruz. Bu noktadan baktığımızda Hitler’i ortaya çıkaran, İngilizler ve Fransızların Birinci Dünya Savaşı sonrasında Alman halkını mahkum ettikleri durumdur denilebilir. Hitler tüm siyasal söylemini bunun üzerinden kurarak canavarca bir rejim inşa etmişti. Hitler tarihe verilmiş yanlış bir cevaptı, tıpkı IŞİD gibi…

IŞİD’i gerçekten anlayabilmemiz için bütün o Sünni bölgede yıllar içerisinde olup bitenler, egemenlikleri altında yaşadıkları rejimlerin onlara karşı tutumları konusunda daha fazla bilgiye sahip olmamız gerekiyor. Anlaşılan o ki, IŞİD o bölgedeki halkın sorunlarına verilmiş son derece yanlış ve vahşi bir cevap. Var olan siyasal, sosyal, ekonomik sıkıntılara doğru ve insani yanıtları üretemediğimiz sürece bu tarz çarpık yapılar gelişecektir. Ortadoğu’da ne kadar emek, demokrasi, özgürlük yanlısı dinamik varsa bunlar son 50 yıldır planlı ve bilinçli biçimde ortadan kaldırıldı. Solcular, ilericiler, demokratlar kimi zaman vahşete varan yöntemlerle tasfiye edilerek, bölgede demokratik bir alternatif gelişmesinin önü kesildi. Batılı güçler, İran’daki Musaddık gibi liberal, ulusal kalkınmacı, nispeten demokrat bir aktörün bile varlığına tahammül edemedi. Bu biçimde bastırılmış, törpülenmiş bir coğrafyada uzun yıllar boyunca siyasal İslam ideolojisi ve örgütlenmesi gelişti.

Bugün yaşadığımız dönem post-siyasal İslam dönemi olarak adlandırılabilir. IŞİD de siyasal İslam sonrası dönemin aktörüdür. Siyasal modernliğe ait figürlerden ziyade, post modern öğelerin öne çıktığı bir vahşet örgütü olarak gelişti. Özellikle şiddetin pornografi düzeyinde kullanılarak internet üzerinden yayınlanması, inanılmaz bir post modern vahşet olarak kendini gösteriyor. Bu vahşetin üstesinden gelmemiz için öncelikle bunu yaratan sorunlara doğru tanımlar ve çözüm perspektifleri üretmemiz gerekli.

Mutlu ARSLAN: Daha önceki konuşmalarınızda sıklıkla dile getirdiğiniz şeylerden birisi, Kürt Sorunu’nun AKP ile başlamadığı, bilakis Cumhuriyetin kuruluşundan beri bu meselenin Türkiye’nin temel meselelerinden biri olduğu vurgusuydu. Tıpkı bugün AKP’nin yaptığı gibi Cumhuriyet tarihi boyunca bütün iktidar sahipleri Kürt sorununu toplumun geri kalanını birleştiren, mobilize eden bir unsur olarak kullandılar. Kürt karşıtlığı, Türkiye’deki egemen toplumsal kimliğin inşasında bu denli önemli bir kurucu unsurken, bu sorunun çözümü nasıl mümkün olacak?

Hişyar ÖZSOY: Kürt Sorununu tüm boyutlarıyla anlayabilmek için, meseleye mevcut siyasal sahne içinde bakmakla yetinmemek, daha tarihsel bir bakış açısıyla olayları değerlendirmek gerekiyor. Bu noktadan baktığımızda, Kürtler Ortadoğu’daki devletler sistemi içerisinde kendini bir halk olarak siyaseten tariflemek istiyorlar. 1900’lerin başından beri bu yönde bir çaba var. Dünyanın her yerinde ulusal bilincin geliştiği dönemlerde, Kürtlerde de bu doğrultuda bir olgunlaşma yaşanmış. Ama Kürtlerin bu çabasının, ulusal kimliğinin tanınmasına yönelik yaygın ve örgütlü bir güce dönüşmesi daha sonraki süreçte gelişmiştir. Tüm bu süreçlerin sonunda görüyoruz ki, sonuç olarak Kürtlerin Ortadoğu’daki siyasal sistemlerle bir halk olarak hukukları yok. Sorunun asıl kaynağı bu hukuksuzluk durumudur.

Kürtlerin bugün temel olarak iki talebi var: İlki halk olarak kolektif kültürel haklarını istiyorlar. En başta anadilde eğitim olmak üzere, anadilde hizmet alıp-verme ve diğer sosyal-kültürel haklarını hiçbir kısıtlama olmaksızın kullanmak istiyorlar. İkincisi -ve bana göre daha önemlisi – de Kürtlerin bu coğrafyada siyasal statü talebi var. Bunun da siyaset bilimindeki karşılığı, egemenlik kavramıdır. Yani Kürt Sorunu sadece bir kültürel haklar sorunu değildir. Aynı zamanda bir egemenlik sorunudur. Kürtler kendileri hakkında, ekonomileri, eğitimleri, sağlıkları, güvenlikleri, hukukları hakkında nereye kadar karar sahibi olacaklar? Egemenlikten kastım bu.

Bu iki durum da Kürtlerle Türkiye Cumhuriyeti arasında yeni bir toplumsal sözleşme yapılmasını mecbur kılıyor. Cumhuriyet dönemi boyunca Kürtlerle rızaya dayalı hiçbir siyasal sözleşme yapılmamıştır. Belki Birinci Meclis ve 1921 Anayasası ayrık bir örnek gibi öne sürülebilir ama o da savaş dönemine has, detaylarını toplumun büyük kesiminin bilmediği bir dönem. Zaten 1924 Anayasası, o döneme ilişkin tam bir düzeltme anayasasıdır. O günden bugüne Kürdistan bölgesi kanun hükmünde kararnamelerle, sıkıyönetimle, olağanüstü halle yönetilen bir coğrafyadır.

Bu sorun böyle ortaya çıkmışsa, bu sorunu çözmek için, geçmişi yok saymak yerine, sorunun kökenine inmek gerekir. Daha önce dediğim gibi, bu sorun en temel olarak Kürtlerin bir halk olarak, sadece Türkiye Cumhuriyeti devletiyle değil, Ortadoğu’da sorun yaşadığı diğer devletlerle de kuracağı hukukla ilgilidir. Şu an için Türkiye’deki Kürt Hareketi mevcut sınırlar içerisinde yaşamayı kabul etmiştir. Ama burada yaşayan bir halk olarak devletle hukukunu belirlemek istiyor. Bu da az önce sıraladığım kolektif kültürel haklar ve siyasal bir statünün sağlanmasıyla mümkün olacaktır. Bizim Demokratik Özerklik olarak dile getirdiğimiz siyasal model, esas olarak tüm boyutlarıyla bu sorunu çözüme kavuşturmayı hedeflemektedir. Bu model, yeni bir toplumsal sözleşmeyi yani yeni bir anayasayı bizim önümüze koymaktadır. Kürtler böylesi bir siyasal statü kazanana kadar bu sorun öyle ya da böyle devam edecektir.