AKP iktidarı süresince ve özellikle son birkaç yılda eğitim sisteminde, çocukları ilk ve orta öğretimde öğrenci olan ailelerin dahi takip etmekte zorlandıkları hızda ve yoğunlukta değişikliğe tanık olduk. 4+4+4’ün en belirgini olduğu bu değişikliklerin her biri AKP’nin milliyetçi muhafazakâr “yeni Türkiye’sinin” yaratılma sürecinin adımları olarak işlev gören irili ufaklı ama güçlü adımlar olarak okunabilir. Öte yandan AKP’nin başta Aleviler olmak üzere Sünni ve Türk olmayan gruplara yönelik asimilasyoncu, baskıcı ve yok sayan ya da yeniden tanımlayan politikaları da düşünüldüğünde eğitim alanındaki değişikliklerin ne denli önemli olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Çünkü AKP’nin makbul vatandaş yaratma süreci eğitim sistemindeki müdahale ve değişiklikler ile paralel ilerliyor. Alevi dernek ve gruplarının Türkiye’nin pek çok yerinden başlattıkları “eğitimde hak ihlallerine karşı” yürüyüşleri ve 12 Ekim’deki Ankara mitingiyle dikkat çekmek istedikleri nokta da varlık zeminini bu paralellikte buluyor. Biz de bu bağlamda eğitimde yaşanan Sünnileştirme politika ve uygulamalarının detaylarını Eğitim-sen uzmanı İlker Akçasoy’la konuştuk.
AYRINTI DERGİ: Son yıllarda eğitim alanına dair çok çarpıcı gelişmelere tanık oluyoruz. Bunların birçoğu ise eğitimin dinselleştirilmesi/Sünnileştirilmesi biçiminde karşımıza çıkıyor. En belirgin uygulaması 4+4+4 düzenlemesi olan bu dönüşümle en genel biçimiyle amaçlanan nedir?
İlker AKÇASOY: Eğitim, AKP’nin “Yeni Türkiye” projesinin yol haritasını anlamamız açısından çok kolaylaştırıcı bir ölçek aslında. Birçok tartışmanın merkezinde olmasını ise eğitime yüklenen ideolojik işlevlerde aramak gerek. Çünkü nasıl birey ve toplum yaratılmak istendiği sorusunun cevabı, öncelikle bu alanda vücut buluyor. 4+4+4 dönüşümü bu açıdan çok önemli bir kavşak. Öncelikle burayı biraz açmamız gerek diye düşünüyorum.
Malum, 4+4+4 düzenlemesi çok kapsamlı bir dönüşümün temelini attı. Bu dönüşümün bir ayağı mesleki eğitime dayanıyor. Yoksul, emekçi çocukları bugün meslek liselerine ya da açık liselere mahkum edilmek isteniyor. Diğer yandan da eğitim hizmetinin örgütlenmesinde “Sünni İslam” değerlerine temel bir rol veriliyor. Eğitim emekçileri ise performans değerlendirmesi, kariyer basamakları, angarya çalışma gibi uygulamalarla fiili olarak esnek ve güvencesiz istihdama zorlanıyor. Bu açılardan yaklaşıldığında 4+4+4 düzenlemesinin genel olarak eğitim hizmetini piyasacı-muhafazakar politikalar eşiliğinde dönüştürdüğünü ve bunu yaparken de otoriter tanımlamasının dahi naif kaldığı tahakküm ilişkilerini de yerleştirdiğini söyleyebiliriz.
Ayrıca 4+4+4 düzenlemesinin “işçileştirilmiş-dindar” nesiller yaratma gayesi de bilinen bir gerçek. Her iş cinayetinde duyar olduğumuz “fıtrat”, “kader” anlayışının topluma daha güçlü yerleşmesini amaç ediniyor. “Türkiye’yi Avrupa’nın Çin’i yapacağız” diyerek yoluna devam eden bir hükümetin, Çevre ve Şehircilik Bakanı “Müslüman ülkeden mucit çıkmaz, bize ara elemanı lazım” düşüncesini gençlerin ilke edinmesi isteniyor. En kısa ifadesiyle bireylerin gönüllü kulluğunu hedefliyor. Egemene sadakatle bağlı, itaati içselleştiren nesiller projesi. Elbette böylesi bir durumda, devletin inşa ettiği hakim din anlayışı içerisinde yer almayanların payına ise asimilasyona ve ayrımcı ugyulamalara maruz kalmak düşüyor.
AYRINTI DERGİ:Bu dinselleştirme/Sünnileştirme sürecinden önce de zorunlu din dersi uygulaması zaten mevcuttu. Ancak 4+4+4’le birlikte zorunlu din dersinin yanı sıra seçmeli din dersleri de müfredatlara eklendi. Bu dersler 4+4+4 sürecinin neresinde duruyor? Basından takip ettiğimiz kadarıyla bu yeni derslerin uygulamasında pek çok keyfi durum ortaya çıktı. Bunlardan da kısaca bahsetmeni isteyeceğim.
İlker AKÇASOY: Zorunlu din dersi kaldırılsın derken, karşımızda seçmeli adı altında üç tane ders daha bulduk. Bu dersler “ Kuran-ı Kerim”, “Hz. Muhammed’in Hayatı” ve “Temel Dini Bilgiler” dersleridir. Yeri gelmişken hatırlatayım, “Hz. Muhammed’in Hayatı” dersi 4+4+4’ün yasalaşması sürecinde “Peygamber Efendimizin Hayatı” olarak düzenlenmişti. Yani, farklı inanç grupları ve ateistler yok sayılmış ve tüm vatandaşlarının ortak bir peygamberi olduğu ilan edilmişti. Hatta “peygamberimin kim olduğunu öğrenebilir miyim?” sorusunun yöneltildiği bir dilekçe de o dönem Meclis kayıtlarına geçmişti. Bu kısa hatırlatmadan sonra asıl soruya dönecek olursak, seçmeli denen yeni dersler aslında fiilen zorunlu kılındı. Daha açık ifade etmek gerekirse, öncelikle en az on öğrencinin aynı dersi seçmesi halinde derslerin açılabileceği şartı getirildi. Ardından 4+4+4’ün ilk uygulamaya geçtiği 2012-2013 eğitim-öğretim yılı başlamadan okul müdürleri, öğretmenler tek tek velileri arayarak çocukları için yeni din derslerini seçmeleri telkin edildi. Drama veya medya okuryazarlığı gibi diğer dersleri seçenlere ise öğretmen olmadığı söylendi. Ancak din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni atamalarına daha 4+4+4 öncesinde ağırlık verildiği için bu alanda öğretmen eksiği haliyle duyulmadı. İhtiyaç olan kimi yerlerde ise imamların derse girdiği haberleri basında yer almaya başlamıştı bile.
Bu müdahalelerle birlikte asıl vurucu darbe, üniversiteye giriş sınavları olan YGS ve LYS’ye bu ders içeriklerinden soru sorulması olmuştur. YGS’de 5, LYS’de ise 8 soru bu derslerden sorulmuş, dolayısıyla dersler cazip kılınmış ve eğitim programındaki yeri güçlendirilmiştir. Liseye geçiş sınavı olarak düzenlenen TEOG’da da benzeri bir uygulamaya gidildi. Şöyle ifade edecek olursam, TEOG kapsamında 8. sınıf öğrencilerine 6 dersten belirli aralıklarla sınav yapılıyor ve bu derslerden birisi din kültürü ve ahlak bilgisi dersi. Yani Anadolu lisesine ya da Fen lisesine gidebilmenin yolu, din kültürü ve ahlak bilgisi dersinden “başarılı” olmaktan geçiyor. Böylelikle söz konusu dersler sadece eğitim programına girmekle kalmıyor, öğrencilerin geleceğini belirleyen önemli bir etkiye sahip kılınıyor.
Belirtmek istediğim bir diğer nokta ise 12 yıllık eğitim süreci içerisinde, imam hatip dışındaki okullarda okuyan bir öğrencinin istediğinde toplam 1476 saat din dersi alabilmesine karşılık, sadece 144 saat felsefe ve 72 saat de sosyoloji dersi görebilmesi mümkün kılınmıştır. Bu durum, eğitim programı içerisinde din derslerinin kapladığı yeri açıkça ifade etmesi açısından oldukça önemli. Dolayısıyla şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz: AKP, 12 Eylül cuntacılarını dahi geride bıraktı.
AYRINTI DERGİ: Bahsettiğimiz Sünnileştirme sürecinde 4+4+4, zorunlu ve seçmeli din dersleri hali hazırda belirgin uygulamalar olarak ortaya çıkıyor ancak pek çok uygulama da var ki çok fazla haberimiz olmuyor. Sen bu alanı takip ediyorsun. Buuygulamalardan kısaca bahsedebilir misin?
İlker AKÇASOY: Öncelikle şunu ifade etmekte yarar var. Eğitimin Sünni İslam doğrultusunda yapılandırılması sadece din derslerine indirgenebilecek bir konu değil. Öğretmen atamalarındaki branş dağılımından, eğitim programının oluşturulmasına; MEB teşkilatının yönetici kademelerindeki kadrolaşmadan, yandaş sendikacılığın güçlendirilmesine; öğrencilere ve öğretmenlere dayatılan disiplin mantığından, okulların mekansal ve mimari dönüşümlerine kadar birçok alanda bu müdahaleyi işaretleyebilmek mümkün. Örneğin MEB’in 2023 hedefleri doğrultusunda öğretmen ihtiyacının hangi alanda yoğunlaşması gerektiğine dair 2012 yılında yaptığı çalışmaya göre Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenliği üçüncü sırada, Felsefe ise sondan ikinci sıradadır. Ancak hemen bir uyarı yapmak gerekmekte; Felsefe dersi sanki bu sürecin dışındaymış gibi yanlış anlaşılmaya mahal vermemek gerekli. Unutmayalım ki artık Felsefe dersleri, “hikmet” kavramıyla başlamakta ve neredeyse kimi İslam düşünürlerinin “veciz” sözlerinden ibaret kılınmaktadır. Hal böyle olunca aslı varken taklidine pek iş düşmüyor tabi.
Aslında eğitimde yaşanan skandallara her gün basından tanık oluyoruz. Olup biten kimi örneklere baktığımızda vahametin ulaştığı boyutu görmek kolaylaşacaktır. Mersin Nevit Kodallı Anadolu Güzel Sanatlar ve Spor Lisesi’nde 2010-2011 eğitim öğretim yılında, okul müdürünün erkek ve kız öğrencileri sözlü uyararak, birbirlerine 45 santimetreden daha fazla yaklaşmamaları, yemekhanelerinin ayrılması, giriş kapısında kızların sağdan erkeklerin soldan girmesi gibi uygulamalar yaptığı iddiaları üzerine Valilik müdür hakkında soruşturma açmıştı. Soruşturmanın sonucu ne oldu bilmiyorum ama benzer örneklerin hızla arttığını söylemek mümkün. Bir başka örnek, Amasya`nın Gümüşhacıköy ilçesi Mehmet Paşa Ortaokulu`nda olmuştu. Din dersi öğretmeni olan Abdussamet Arslan`ın derste Alevileri hedef alarak “Bir Sünni Alevi ile evlenirse yüz kırk kırbaç cezası ile cezalandırılır, çocuk yaparsa ölür”, “Kurtuluş Savaşı`na yardım eden bayanların başı kapalı olduğu için biz bu savaşı kazandık, bugün olsa kazanamayız”, “Bugün eteğini kısaltan yarın lisede en değerli şeyini kaybeder” şeklindeki nefret dolu ve ayrımcı sözler sarfettiği yönündeki iddiaları da hatırlamakta yarar var. Elbette devletin en tepesindeki ismin, farklı inanç gruplarına, ateistlere, kısaca kendisinden olmayan herkese yönelttiği nefret söylemini ve ayrımcı, şiddet tehditli sözlerini düşününce bunların pek bir hükmü kalmıyor.
Ayrıca, izin verirsen öne çıkan birkaç örneğin de altını çizmek istiyorum.
Mesela geçtiğimiz eğitim-öğretim yılında, Hatay Kırıkhan Yatılı Bölge Okulu`nda İngilizce öğretmeni olan Eğitim Sen üyesi Eylem Bab`a öğrencilerini karma şekilde oturttuğu için idari soruşturma açıldı ve sınıfı elinden alındı. Ya da yakın zamanlarda çarpıcı bir örnek ise Batman’dan geldi. Sason Kaymakamlığı’na bağlı İlçe Müftülüğü “camiler ve din görevlileri haftasında anasınıfı öğrencilerinin camilerle buluşturulması” için İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü`ne yazılı talepte bulundu. Sason`da anasınıfı öğrencileri cami gezisine götürülmek istenirken, “Erzincan İmam Hatip Mensupları ve Mezunları Derneği” tarafından, MEB`e bağlı okulların 5. sınıfta okuyan öğrencilerin velilerine bir anket uygulanarak, çocuklarının okudukları okullarda imam hatip sınıfları açılmasını onaylayıp onaylamadıkları sorularak talep yaratılmaya çalışıldı. MEB, İmam Hatip okullarına beklenen talep olmaması sonrasında, İmam Hatip olmayan ortaokulların bünyesinde de İmam Hatip sınıfları açmaya başladı. Örneğin İstanbul Beykoz`da, hiçbir yasal dayanağı bulunmamasına rağmen ilçedeki 30 ortaokulun 11`inde fiilen İmam Hatip sınıfları açıldı. 4 Temmuz 2014 tarihli yazıyla Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü, İlçe Milli Eğitim Müdürlüklerinden TEOG sınavlarında başarılı olan öğrencilerin İmam Hatip liselerini tercih etmelerinin sağlanması için azami çaba gösterilmesini ve bu konuda yapılan çalışmaların raporlandırılarak Ankara Milli Eğitim Müdürlüğü`ne gönderilmesini talep etti.
AYRINTI DERGİ: Okullarda ibadethane (mescit demek daha doğru olur sanırım) açılmasına ilişkin de son dönem yeni düzenlemeler yapıldı. Bu düzenleme hakkında ne söylemek istersin?
İlker AKÇASOY: Düzenleme yapılmadan hemen önce Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’nın 1977 tarihli bir genelgesi kamuoyunda tartışılmaya başlandı. Yeri gelmişken dikkat çekmek istediğim bir nokta var. 1977 ve bugünkü düzenleme arasında ortak bir yan olduğunu düşünüyorum. Dikkat edersek her iki dönemde de devlet aklı sokağı baskı altına almaya ve “dindar nesiller” yetiştirmeye odaklanmış durumda. Bu benzerlik, devlet aklının gönüllü kullar yetiştirme gayesiyle İslam’a atfettiği rolü işaret etmesi açısından önemli. Kaldı ki AKP, bu aklın sınırlarını her geçen gün daha fazla ileri görütüyor. Bu noktaya değindikten sonra tekrar konuya dönecek olursak, genelge, ibadet etmek isteyen öğrencilere okul müdürlüklerince gerekli kolaylığın sağlanmasını düzenliyordu. Bu genelge üzerinden okullarda mescit açılması önünde bir engel olmadığı ve talep edildiği taktirde okul müdürlerinin ibadethane açabileceği belirtildi. Ancak okulların mekansal durumları gözetildiğinde mescitler genellikle okulların bodrum katlarında ya da depolarda açılıyordu. İşte bu sorunu engellemek için MEB Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği`nde değişiklik yapıldı ve ortaöğretim kurumlarında “ibadet ihtiyacı için doğal aydınlatmalı uygun mekan ayrılacağı” hükmü getirildi. Dolayısıyla ibadethanenin doğal olarak aydınlatmalı olması amaçlanarak okullardaki sınıf, laboratuar gibi alanların “ibadethaneye” çevrilmesinin önü açılmış oldu.
Soru sorarken de belirttiğin üzere ibadethaneden kastın mescit olduğu çok açık. Buna karşı da şöylesi argümanlar ileri sürdüler tabi. İbadethane içerisinde bir dinin simgesi olmasın, farklı inanç grupları da burada ibadetlerini yerine getirebilsin gibi. Öncelikle belirtmek gerekir ki “cemevi ibadethane değildir kültür evidir” diyebilen bir Başbakan’ın olduğu, insanların cemevi bahçesinde polis tarafından vurulup öldürüldüğü bir ülkede böylesi argümanların hiçbir karşılığı yok. Kaldı ki 12 yılda tek bir Alevi hakimin atanmadığı, İzmir İl Milli Eğitim Müdürü’nün “Ateist ve komünistlerin defterini dürün” diyerek talimatlar yağdırdığı, muhaliflerin etnik kimlikleri, siyasi görüşleri ve inançları nedeniyle fişlendiği, katledilebildiği bir ülkede okullarda açılan mescitlerin fişleme, denetim ve baskı aracı olacağı da çok açık.
AYRINTI DERGİ: Son günlerde eğitim alanındaki tartışmalardan birisini de “Karma eğitim” oluşturdu. Özellikle kız öğrenciler açısından karma eğitim tartışmaları nasıl ele alınmalı?
İlker AKÇASOY: Aslında bir süredir bu konu kısık sesle dillendiriliyordu. Özellikle AKP’nin iktidara gelmesi sonrasında eğitim alanında hızla büyüyen (2002 yılında yaklaşık 18 bin üyesi bulunurken, bugün yaklaşık 279 bin üyesi bulunmaktadır) ve AKP’ye yakınlığıyla bilinen Eğitim Bir Sen karma eğitime son verilmesi önerisini gündeme getiriyordu. Dillendirdikleri gerekçeler ise kız çocuklarının okullaşma oranının artacağı, taciz vakalarının son bulacağı, öğrencilerin başarısının artıracağı; örneğin kızlar erkeklerin dikkatini dağıtmazsa erkekler de başarılı olur gibi cinsiyetçi bir argüman dahi var! vb. safsatalar. Açıktan dillendirilmeyen gerekçe ise karma eğitimin İslami değerlere ve kurallara aykırı olması. Kamuoyunun, “paraları sıfırla” talimatı karşısındaki heyecanıyla tanıdığı Bilal Erdoğan’ın MEB bürokratlarıyla yaptığı konuşmanın tapelerinin yayınlanması ise karma eğitime son verilmesi yönündeki taleplerin daha güçlü dillendirilmesini beraberinde getirdi. Örneğin Eğitim-Bir-Sen, sözüm ona karma eğitimin sakıncalarına dair akademik çalışmalara ağırlık verdiği bir bülten yayınladı. Bu gelişmeler sonrasında, eğitim politikalarının belirlendiği ve birkaç ay sonra yapılacak olan Milli Eğitim Şurası’nın bu konuya kilitleneceği gün gibi ortada.
Karma eğitime dair bu müdahaleyi yapanların, kız çocuklarını şehvet objesi olarak gördükleri ise açıkça ortada. Dillerinden her namus kelimesi döküldüğünde sokak ortasında kadınların öldürüldüğü, televizyon kanallarındaki spikerlere dekolte uyarısı yapma haddini kendinde görenlerin iktidar sahibi olduğu bir ülkede tacizin ileri sürülmesi bile çok ironik. Üstelik karma eğitim, cinsiyet farklılıklarının bir eşitsizlik gerekçesi olamayacağı bilincinin verilmesi açısından çok önemli bir zemin sunmaktadır. Ancak karma eğitimi kaldırmak isteyenler, çocukları toplumsal cinsiyet rolleri içerisine hapsetmek istemektedir. Cinsiyet rejiminin eşitsizlikçi yapısı göz önünde bulundurulduğunda, bu tartışmaların kadınlar üzerindeki farklı tahakküm biçimlerini daha fazla güçlendireceği ve kadın hareketinin eşitlik, özgürlük mücadelesine ciddi bir darbe indireceği ortadadır.
AYRINTI DERGİ: Başörtüsü serbestisi, kılık kıyafet yönetmeliğindeki bir değişiklikle artık ortaokulları da kapsıyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyorsun?
İlker AKÇASOY: Bu düzenleme karma eğitimi kaldırmayı amaçlayan sürecin zemin taşlarından biri. İlkokul son sınıfta, yani 9 yaşından sonra kız çocuklarına başörtüsü taktırılabilmesi önünde bir engel kalmadı. Özellikle taktırılabilmesi diyorum. Çünkü bu düzenleme çocuk haklarını açıktan yok sayan bir düzenleme. 2012 yılında benzeri bir yaklaşımı Kur’an kurslarındaki 12 yaş sınırının kaldırılması konusunda da görmüştük. Dönemin Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ yaptığı değerlendirmede, yaş sınırının insan haklarına aykırı olduğunu söylemişti. Bu perspektifle ilerlediğimizde kaçınılmaz olarak ailenin çocuk üzerindeki tasarruflarının sınırı konusu gündeme geliyor. Yani aile istediğinde 12 yaşındaki bir çocuğu evlendirebilir ya da sokakta dilendirebilir mi? Böylesi durumlarda çocuk haklarını hatırlamak zorunda kalan devletin, mesele başörtüsü olduğunda çocuk haklarını değil de ailenin haklarını vurgulaması, üstelik bunu yaparken altına imza attığı uluslar arası sözleşmelerin ve anayasanın kendisine yüklediği ödevleri yok sayması başka bir gerçeği imliyor. Çocuk Hakları Sözleşmesi`nin 14. maddesinin 1. fıkrasında, “Taraf Devletler, çocuğun düşünce, vicdan ve din özgürlükleri hakkına saygı gösterirler” ifadesi yer aldığı hatırlanacak olursa, sözleşmeye taraf devletlerin, çocukların din özgürlüklerine saygılı olmakla birlikte, çocuklara bir din öğretisinin dayatılmasını engelleme görevi ile de sorumluluk altına girdiğini görebiliriz. Ancak çocuğu hakları olan birey olarak değil de toplum mühendisliğinin nesnesi olarak gören bir siyasal iktidardan başka bir şey beklemek de kelimenin en naif haliyle saflık olurdu zaten.
AYRINTI DERGİ: Liselere yerleştirme sınavı TEOG’un okullara yerleştirme sonuçlarının açıklanmasının ardından pek çok traji-komik vaka haberi okuduk. Gerek Alevi gerekse gayrimüslim ailelerin çocuklarının imam hatip liselerine yerleştirildiği ortaya çıktı. Bu aileler için herhangi bir çözüm bulunabildi mi? Bu bağlamda özel okullar bir seçenek olarak ailelerin önünde ve bu da eğitim sistemindeki başka bir aksaklığa tekabül ediyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsun.
İlker AKÇASOY: Daha önce de, TEOG sonrasında öğrencilerin imam hatipleri tercih etmeleri yönünde baskı olduğunu söylemiştim. Bu durum açıkça devlet-parti bütünleşmesinin geldiği noktayı bize gösteriyor. Dolayısıyla ortada sistematik bir politika var. Yeni ortaöğretim sistemi öğrencileri zorla özel okullara, meslek liselerine ya da imam hatip liselerine yönlendirme amacı gütmektedir. Örneğin bu yılın başında TEOG sonuçlarıyla tercih yapmayan 155 bin 305 öğrencinin 134 bin 788’inin kayıtları otomatik olarak yapıldı. Dolayısıyla İstanbul’un Avrupa yakasındaki öğrencilerin Anadolu yakasındaki okullara, Alevi öğrencilerin İmam Hatip liselerine ya da Hahambaşının torununun İmam Hatip lisesine zorla yerleştirilmesi bu esnada oldu. Burada çok çarpıcı bir veri karşımıza çıkıyor, zorla kayıtları yaptırılan 134 bin öğrencinin 40 bini imam hatip liselerine, 94 bini ise meslek liselerine kaydedildi. 155 bin öğrenciden 20 bin öğrenciye ise açık lise dışında tercih imkanı kalmadı. Ek kontenjan süreci de internet üzerinden yapıldığı için kimsenin ne olup bittiğine dair sağlıklı bilgisi olamadı. O dönemde birçok ailenin çocuğunu İmam Hatip lisesine yerleştirmektense meslek lisesine göndermeye çalıştığını sıklıkla gözlemledim. Parası olan aileler ise özel liselere yöneliyor. Zaten bunu da yapamayanlara tek yol kalıyor, çocuğunu açık liseye göndermek. Nitekim MEB, çocuğu tercih etmediği halde imam hatip lisesine zorla yerleştirilen bir aileye “Okuturlarsa okutsunlar, okutmazlarsa açık liseden devam etsinler” şeklinde yanıt verdi. Sonuç olarak bu süreçte yaşananlar eğitim hakkının ihlali, mağduriyet ya da eşitsizlikçi bir durum olarak algılanmıyor. Belirttiğim gibi AKP’nin eğitim politikasının istendik sonuçları.
AYRINTI DERGİ: 4+4+4’ün kapsamı dışında olmasına rağmen üniversitelerde ortaya çıkan pek çok uygulama/tutum ve tavır da söz konusu Sünnileştirme sürecinin devamı olarak işlev görüyor peki üniversitelerde neler oluyor?
İlker AKÇASOY: Üniversiteler veya genel olarak yükseköğretim alanı da eğitimin diğer kademelerinde yaşananlardan çok farklı bir tablo çizmiyor. Araştırma konularına getirilen kısıtlamalardan, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına kadar bilgi üretim süreçleri sıkı bir denetim içerisinde. Bilimsel etkinliklerin yapılması engellenirken üniversitelerin tüm olanakları İslami etkinliklerin hizmetine sunuluyor. Sadece etkinlikler açısından da değil, başka türlü bir yaşam örgütlenmek isteniyor. Geçen yıl yapılan Eğitim Sen Üniversite Temsilciler Kurulu’nda bu konuya dair çarpıcı veriler sunuldu. Örneğin Kredi Yurtlar Kurumu karma yurtları kapattı. 347 yurttan 161’i karma olan yurtların, 153 tanesi erkek ve kadın yurdu olarak ayrıldı. Öte yandan yurtlarda Kur’an kursu dersleri açılması için yöneticiler tarafından baskı uygulanıyor. 12 öğrencinin talebi ile yurtlarda Kur’an kursu dersleri başlatılabilmesine, KYK Genel Müdürlüğü’nün yazılı talimatı ile başlanmış olup yurtlarda bu kursların yaygınlaştırılmasına uğraşılıyor. Yine birçok yurtta “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri düzenlenebiliyor. Ya da kurban bayramı öncesinde Fatih Üniversitesi yönetiminin, öğretim üyelerini kurban bağışına zorladıkları iddia ediliyor. En çok karşılaşılan örneklerden biri ise Sosyoloji ve Felsefe alanlarına ilahiyat kökenli öğretim elemanlarının alınması. Tabi unutmadan şunu da eklemek isterim. Artık üniversitelerin muhalif öğretim elemanlarına ve öğrencilere soruşturma açmak dışında birbirleriyle rekabet ettikleri önemli bir konu daha var: Kampüslere yapılan camilerin büyüklüğü! Örneğin Dersim’de öğrenciler, yurt sayılarının yetersiz olması gibi barınma sorunları nedeniyle kayıt dondurmak zorunda kalırken Tunceli Üniversitesi yönetimi kampüs içerisine cami-cemevi projesi yapmak istiyor. Üstelik yanlış bilmiyorsam caminin finansmanı Diyanet’ten, cemevininki ise ildeki “yardımseverlerden” karşılanmak isteniyor! Makbul Alevilik inşasına soyunan AKP, bunun faturasını bile Alevilere kesmek istiyor!
AYRINTI DERGİ: Son olarak tartışmalı bir kavram olan laikliğin AKP’nin eğitim alanında yürüttüğü bu Sünnileştirici politika ve uygulamalarla mücadele etmek açısından nasıl ele alınması gerektiğine değinmeni isteyeceğim.
İlker AKÇASOY: Öncelikle şunu belirtmek isterim, Türkiye’de üzerine en çok konuşulan kavramlardan biri laiklik. Çok farklı tanımlar yapılabiliyor. Ama tarihin belirli bir momentinde ortaya çıkmış ve orada sabitlenmişçesine bu kavramı ele almak sorunlu geliyor bana. Devletin dini her zaman elinde tutacağını, sadece devletin dini toplumsal, siyasal ve ekonomik alan üzerine seferber etme yoğunluğunun değişebileceğini düşünüyorum. Dolayısıyla laikliği, sınıf mücadelesi, yurttaşlık ilişkisi ya da cinsiyet rejimi açısından eşitlik talebinin zeminini kuran ve aynı zamanda bu talebin sahibi mücadele biçimlerinin aracı olarak ele almak gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla laiklik, din derslerinden muaf tutulan gayrimüslimlerin; dini muktedirlerin elinde oyuncağa dönüşen Sünnilerin; din, dil, etnik kimlik gibi farklılıklarımızla birlikte fakat eşitçe yaşayabileceğimiz bir yaşamı savunan, dolayısıyla eşit yurttaşlık ilkesini talep eden tüm kesimlerin, emek sömürüsüne karşı çıkan sosyalistlerin ve özellikle de cinsiyet rejimine ve kadın üzerindeki tahakküm biçimlerine karşı mücadele yürüten kadın hareketinin omuzlarına ciddi bir sorumluluk yüklüyor.
Dolayısıyla çocuk emeği sömürüsünün arttığı, okulların şirketleştirildiği; eğitim emekçilerinin güvencesizleştirme ve disiplin yönetmelikleriyle baskı altında alınmak istendiği; eğitimin içeriğinin bilimsel değil, hakim din kavrayışıyla biçimlendirildiği bir dönemde Sünnileştirme/dinselleştirme politikaları karşısında laiklik, farklı inanç gruplarının kendi kimliklerini koruyarak ve herhangi bir ayrımcılığa maruz kalmadan eşit yurttaşlar olarak yaşayabilmesinin en önemli güvencesini oluşturuyor.