Marksizm ve Frankfurt Okulu İlişkisi

1968 hareketinin sonuçlarından biri de, görece Marksizm dışına çıkmış radikal bir kesimin kendisini bağımsız bir özne olarak inşa etmesi ve siyaset sahnesine belirgin şekilde çıkarmış olmasıdır. Bu kesimin birçok sözcüğün yanı sıra “yeni sol” ifadesiyle de anıldığı bilinmektedir. ‘68’e kadar daha çok kendine akademi içinde ya da dışında, entelektüel alanda yer bulabilen yeni solun sokağa çıkışı, önemli tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Bu tartışmaların başında ise mevcut Marksist yapıların kucaklayamadığı, radikal bir toplamın neden ve nasıl ortaya çıktığı soruları bulunmaktadır. Bu çalışmada söz konusu tartışma bakımından kimi teorik belirlemeler yapılması amaçlanmaktadır. Bu amaç çerçevesinde Frankfurt Okulu ile Marksizm arasındaki ilişki ele alınacak ve bu ilişkinin ‘68 hareketi ile bağlantısı üzerinden yeni solun düşünce dünyasının en azından bir kısmı sergilenmiş olacaktır.

Frankfurt Okulu’nun ana hatlarını oluşturan fikirler, eleştirel kuram ifadesi altında anılır. Özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısında etkili olmuş olan yeni solun dayandığı zeminin başlıca renklerinden birinin de eleştirel kuram olduğu ileri sürülebilir. Bu durum eleştirel kuram geleneği içinde yer alan ilk kuşak filozofların ‘68’e doğrudan katılımlarının ötesinde, kimi zaman dolaylı kimi zaman da dolaysız şekilde Marksist felsefeye ve onun temsilcilerine yönelik eleştirilerine ve bu eleştirilerin siyasi pratik dâhilinde belirli bir taban bulmasına dayanmaktadır. Bahsi geçen eleştirilerin yeni solun oluşumunda önemli bir yeri olduğu söylenebilir. Öyle ki söz konusu eleştirileri sunan Frankfurt Okulu’nun Marksizm ile ilişkisini sergileyerek bir örneklem oluşturmak ve ‘yeni sol’un ‘68’deki yükselişine ve sönümlenişine dair bir fikir edinebilmek mümkündür.

Marksizm ve Frankfurt Okulu

Frankfurt Okulu çatısında anılan isimleri düşünürken, örneğin Hegel gibi filozofların çalışılması sırasında benimsenen biçimden farklı bir yöntem izlenmelidir. Bu yöntem eleştirel kuram filozoflarının düşünce dünyalarındaki değişimlerin nasıl gözetileceği ve düşünce dünyalarında nasıl bir fikir bütünlüğü yakalanabileceği gibi sorunların çözümünde anahtar bir içeriğe sahiptir. Öyle ki eleştirel kuram filozoflarının alışılagelen sistem filozofları gibi ele alınmaları, söz konusu isimleri anlama uğraşı sırasında yaşanabilmesi muhtemel sorunlara zemin hazırlar. Örneğin Hegel gibi bir sistem filozofu, felsefe tarihine dair hesaplaşmasını tamamlamış ve ardından kendisine özgü düşünsel zemini, eleştirilerinin ötesinde inşa etmiştir. Bu bağlamda Hegel, felsefe tarihinde kendi ismiyle anılırken, onu anlamaya çalışmak da, bir başka isimden önce Hegel’in kendisine odaklanmak marifetiyle mümkündür. Frankfurt Okulu temsilcileri içinse durum biraz farklıdır.

Frankfurt Okulu temsilcileri ne tam anlamıyla bir felsefi akımın parçası olagelmişler, ne de bütünüyle ayrı bir düşünsel zemin inşa etme yoluna girmişlerdir.[1] Bu noktada eleştirel kuram, bünyesinde bulunan eleştirel sözcüğüne bağlı kalarak, farklı sistemlere (örneğin Hegel Felsefesi, Marksizm…) yönelik olumlu ya da olumsuz eleştiriler üstünden gelişen felsefi bir bütünlük oluşturmaya yönelmiştir. Frankfurt Okulu’nun felsefi tavrı, ortaya koyduğu eleştirilerin ötesinde oluşturulan yeni bir sisteme dayalı değildir. Aksine, ortaya koyduğu eleştirilerin kendisi başlı başına bir felsefi tavır sergilemektedir. Bu durumda eleştirel kuram, alışılagelen kategorilere sığmayarak, felsefe tarihinde bir “istisna hali” meydana getirir. Bu istisna haline bağlı olarak, Frankfurt Okulu temsilcilerini anlamaya çalışmak, farklı bir yöntem olması itibarıyla, öncelikle eleştirel kuram temsilcilerinin düşünce dünyalarında pay sahibi olan isimler hakkında bilgi sahibi olmayı gerektirir.

Frankfurt Okulu’nun kuruluşunu ilan ettiği ve çalışmalarını sürdürmeye başladığı tarihlerde, Marx’ın felsefesinin gelişimi üstüne oldukça şiddetli tartışmalar yaşanmaktaydı. II. Enternasyonal’in çöküşü,[2] Sovyetler Birliği’nin varlığı ve karşılaştığı sorunlar, Almanya ve Macaristan’da vuku bulan devrimlerin yenilgileri[3] gibi güncel konuların tetiklediği kimi önemli teorik hesaplaşmalar, bu tartışmaların şiddetini daha da arttıran unsurlar olmuşlardır. Bu hesaplaşmalar sırasında öne çıkan görüş ayrılıkları, Marx’ın fikirlerini savunan anlayışların felsefi kamplaşmalarıyla doğrudan doğruya ilişkiliydi. Bu taraflardan biri pozitivist Marksizmdir.[4] Bu kesim, doğrudan doğruya ilişkisi olsun olmasın, Kautsky’nin fikirlerine benzer ve paralel düşünceler ortaya koyarak, her türlü eleştirel gelişim olanağını dışlayan bir anlayışı temsil eder. Bu kesimden ayrı hareket eden ve Marx’ın fikirlerinin ana doğrultusunu savunan diğer taraf, ana-akım Marksizm[5] savunucuları ise, sınırlı sayıda ürün vermenin neticesi olarak, o günün teorik gelişiminde belirli bir durağanlığın ortaya çıkmasına neden olmuşlardı. Buna bağlı olarak, ürün veren taraf olarak pozitivist Marksizm, teorik alanda ciddi bir hâkimiyet kurarak, her türlü eleştirel gelişimi gölgesi altına almıştır.[6] Bu duruma karşı önce yükselen sesler olmuş, ardından teorik başkaldırılar kendini göstermiştir. Bu başkaldırıların sonucu olarak, iki farklı yol[7] takip edilmiştir.

Birinci yolun[8] temel düşüncesi şudur: Marksist teorinin sorunları, ancak Marksist teorinin ana doğrultusu üstünden ve kendi yöntemleri aracılığıyla çözüme kavuşturulabilir. Bu yol, Lenin’in Kautsky ile olan tartışması sonrası, Lenin’in elde ettiği teorik yengi ve sonraki süreçle koşut olarak düşünülebilir.[9]

Diğer yol ise, Bernstein ve Bogdanov’un yaptığı gibi, Marksizm dışından düşünürlere ait fikirlerin Marksizm ile birleştirilmesi çabasıdır. Bu anlayışın savunucuları Marksist argümanları Immanuel Kant, Georg W. F. Hegel, Max Weber gibi kimi filozoflarla birleştirmeye çalışırlar.

Bunlardan sonuncusu bir bakıma Frankfurt Okulu temsilcilerinin tutumunu da açıklamaktadır. Hareket noktası olarak Marx’ı almış olsalar da, eleştirel kuram filozofları, “Marksizmi geliştirme savunusu”yla düşünce tarihinden farklı isimlere başvurmuşlardır. Bu noktada “dışarıdan” alınan fikirlerin eleştirel bir hesaplaşma sonrası Marksizme taşınmasından çok, düşüncelerin doğrudan doğruya Marksist argümanlarla birleştirilmesi ya da uzlaştırılması söz konusudur. Bu çabanın arkasında başlıca iki itkinin bulunduğu görülebilir. Bunlardan ilki Marksist felsefe dışında aldıkları eğitim ve bu dönemde çalıştıkları isimleri Marksizme katma düşüncesi ya da bu isimlerle -Marksizm açısından- yeterince hesaplaşmak yerine etkilerini doğrudan Marksizme yansıtma eğilimidir. Diğeri ise Karl Korsch ve György Lukacs’tan önemli ölçüde katkı almalarının bir sonucu olarak, söz konusu düşünürler aracılığıyla Marksizm dışından filozofların eleştirel kuram nezdinde etkili olmaları şeklinde düşünülebilir.

Bu sonuncusu Marx’ın Frankfurt Okulu üstündeki etkisini görmek bakımından bilhassa önemlidir. Öyle ki, Korsch ve Lukacs dolayımı, Frankfurt Okulu ve Marx arasında bir köprü olarak düşünülebilir. Bunun anlamı, Frankfurt Okulu’na dair Marx etkisinin önemli bir kısmının Korsch ve Lukacs’ın Marx yorumlarını içermesidir. Bunun yanı sıra Lukacs’ın Max Weber, Georg Simmel ve Wilhelm Dilthey’dan aldığı çeşitli fikirlerin de eleştirel kurama taşınmış olduğu görülebilir. Bu isimler eleştirel kuram filozoflarının etkilendikleri Friedrich Nietzsche, Henri Bergson ve Martin Heidegger gibi isimlerle de uyumlu bir zemin oluştururlar. Bu noktada akla gelen başlıca örneklerden biri, tüm bu filozofların bilgi nesnesi olması bakımından tam ya da görece physei (doğa) ve thesei (toplum) ilişkisizliğini savunmalarıdır. Bu ve benzeri düşünce uyumları eleştirel kuramın ana hatlarını oluşturmak bakımından önemli birer etken teşkil etmiştir.

Frankfurt Okulu temsilcileri üstündeki farklı etkilenimleri tespit etmek, eleştirel kuramın anlaşılabilmesinde önemli bir adımdır. Bu adım akabinde, eleştirel kuram filozoflarının savunularında karşılaşılan kimi değişimlerin gözetilmesini de beraberinde getirmektedir. Öyle ki söz konusu değişimlerin zaman zaman derinlemesine olması, okurun eleştirel kuramda bazı temel kavramlarda bütünsel bir içerik yakalamasını zorlaştırmaktadır. Bu nedenle eleştirel kuram filozoflarının düşüncelerinde karşılaşılan değişimleri gözetmeden, fikirlerine yönelik bütünsel bir yaklaşım oluşturmak doğru değildir. Bu açıdan düşünülebilecek en iyi örnek, toplumsal değişme, eşdeyişle toplumsal değişim kavramına ilişkindir.

Frankfurt Okulu ve Siyasi Pratik

Frankfurt Okulu temsilcilerinin Marx’a yönelik birçok eleştirisi bulunur. Bunlardan ikisi, özellikle öne çıkar. Bunun nedeni söz konusu eleştirilerin Marx’ın felsefesinin en temel noktalarını hedef almalarıdır.

Birinci eleştiri, ekonomi ve siyaset, hukuk, kültür, din gibi toplumsal bilinç biçimleri arasındaki ilişkiye, başka bir deyişle altyapı-üstyapı ilişkisine dairdir. Marx altyapının başat olduğunu, üstyapının ondan türediğini ve bir temel oluşturduğunu savunur. Bu savunusu ikisi arasındaki ilişkinin çok yönlü ve karşılıklı olduğu, altyapının son tahlilde baskın olmasıyla birlikte, her iki sürecin de birbirini belirlediği içerikleriyle tamamlanır. Bu noktada eleştirel kuram filozofları, “son tahlilde ekonominin belirleyici” olmasına itiraz eder ve Weber’in düşüncelerine yaklaşırlar. Weber gibi toplumda ekonomi, siyaset, din, hukuk gibi farklı kurumların belirleyici olabileceklerini savunarak, hiçbir yapıya/kuruma süreklilik arz eden bir belirleyicilik verilemeyeceğini söz konusu ederler. Bu iddia bir tür Marksizmin yapıbozuma uğratılması ve kültürel ve estetik çalışmaların yapısal dönüşüm adına ön plana çıkarılması çabasıdır.

Diğer eleştiri ise Marx’ın tarih felsefesine ilişkindir. Marx toplumların hareketinin bir neticesi olarak sınıflı toplumların aşılacağını düşünür. Frankfurt Okulu temsilcileri ve bilhassa Adorno, bunun olumlu bir evrensel vurgusu olduğunu belirtirler. Ne var ki eleştirel kuram filozoflarına göre, Avrupa’yı, hatta tüm Yerküre’yi etkisi altına almış ve geride izler bırakmış olan “faşizm”, SSCB ve Doğu Avrupa ülkeleri deneyimlerinin kimi bakımlardan aksamış olması, günümüzde kapitalizmin bir “tüketim hastalığı”na dönüşmesi, tarihin olumlu değil olumsuz bir evrensel, eşdeyişle bir totalite oluşturduğunu göstermiştir. Belki süreç başka şekilde, olumlu bir yönde de gelişebilirdi. Ancak mevcut durumda, eleştirel kuram filozofları, Marx’ın söz konusu fikrinin artık geçerli olamayacağını savunurlar. Dahası işçi sınıfının hiç de Marx’ın iddia ettiği gibi insanlığın kurtuluşunu gerçekleştirebilecek bir durumda olmadığını öne sürerler. Öyle ki Marx’ın hayal bile edemeyeceği büyük engeller, yaygın şekilde edinilmesi beklenen sınıf bilincinin önünde durmaktadır. Bu engellerden biri örneğin kültür endüstrisidir. Bu noktada eleştirel kuram filozofları, Weber ve Simmel’den yararlanarak rasyonalizasyon fikrini öne çıkarırlar.

Frankfurt Okulu temsilcilerinin sıraladığı eleştirilerin büyük kısmı yanıtlanabilir ve Marx yararına değillenebilir eleştirilerdir. Diğer yandan eleştirel kuramın Marksist teori için önemli katkıları da bulunmaktadır. Bunların başında ise kültür endüstrisi ve rasyonalizasyon fikri gelmektedir. Bu iki katkı, Marx’ın fikirlerinin ana doğrultusuna eleştirel bir okuma marifetiyle eklemlenebilmektedir.

Frankfurt Okulu’nun günün sorunlarını anlamak bakımından önemli birtakım fikirlere sahip olduğu gözden kaçırılamaz. Ancak Marx’ın “on birinci tezde[10] dile getirdiği eleştiri, özellikle son dönem fikirleri gözetildiğinde, Frankfurt Okulu temsilcileri için de geçerlidir. Frankfurt Okulu, günün sorunlarını anlamanın ötesine, çözüm önerileri sunma uğrağına gelindiğinde, birçok açmaz sergiler. Bu noktada, ilk olarak, Horkheimer’ın son röportajları akla gelebilir. Örneğin Horkheimer, Der Spiegel ile olan bir röportajında[11], Marx’ın toplumsal değişme fikrine büsbütün katılmadığını ifade eder. Horkheimer, mevcut olan toplumsal ilişkiler karşısında ancak kimi eleştirel ilkelerin gerçekleştirilmesi için çalışılabileceğini söyler. Bu ilkelerin içeriklerini belirlemede yüzünü klasik liberalizme ve kimi eleştirel teolojik anlayışlara dönmekten de çekinmez. Buradaki düşünceleri herhangi radikal bir çözüm önermediği gibi, olası devrimci çözüm yollarını da dışlamaktadır. Marcuse ise bir yandan Marksçı anlamda bir toplumsal değişme olanağını dışlarken, diğer yandan bu seçeneğin karşısına içeriği belirlenmemiş bir alternatif çıkarır. Bu “alternatif”in ekonomiden toplumsal bilinç biçimlerine, nasıl ve hangi koşullar altında içerik kazanacağı gibi sorular ise Marcuse tarafından yeterince yanıtlanamamıştır. Adorno, Marcuse’nin aksine, her ne kadar daha güçlü bir ütopya fikrini korusa da, olası bir değişim için pek de umutlu değildir. Burada Fromm’un değişim konusunda diğer eleştirel kuram filozoflarına göre daha umutlu bir isim olduğu belirtilebilir. Bu doğru olmakla beraber, Fromm siyasi pratik için mevcut ilişkilerin çizdiği sınırların dışına çıkma noktasında pek istekli ve ısrarcı değildir.[12] Bu durum Fromm’u köklü bir değişim iddiasından bir anlamda uzaklaştırmaktadır.

Marx’ın fikirlerinin olmazsa olmazı, toplumsal bir değişme olanağının gözetilmesi, eleştirel kuram filozofları için, görece düzeyde, bir kenara atılmıştır. Bu anlamıyla Frankfurt Okulu temsilcilerinin Marx ile olan bağları sorgulanacak bir hal almıştır.[13] Buna karşın eleştirel kuram filozoflarının kapitalist toplum karşısında bireysel ya da küçük topluluklar anlamında bir alternatifi oluşturma ve temsil etme ve çeşitli dışavurumlar olarak kimi toplumsal tepkilerde bulunma gibi olanakları göz ardı ettikleri de söylenemez. Ne var ki bu olanakların birey ve toplulukları siyaseten ne kadar ileri taşıyabileceği oldukça belirsiz bir içeriğe sahiptir. Bunun en somut örneğine ‘68’de rastlanmıştır.

Frankfurt Okulu’nun açmazları, fikirlerini benimsemiş yeni solun parçası olan çevreler tarafından da paylaşılmıştır. Bu noktada bireylerin kendilerini kapitalist toplum karşısında alternatif birer özne olarak ortaya koymaları ve söz konusu öznelerin biraradalığından, verili düzene karşıtlık halinin özneler tarafından beyan edilmesinden ve bu beyanla beraber çeşitli pratik dışavurumlarından bahsedilebilir. Burada kurucu bir içerik olarak ancak bireylerin kendisi ve bir araya gelinen bir mecranın değişimi gözetilmiş, ötesinde düzeni ya da düzenin en azından önemli bir yapısal bileşenini değiştirme iddiası bakımından etkisiz kalmıştır. Bu etkisiz kalma halinin en büyük nedeni, kuşatıcı bir alternatif sunmaktan ya da savunmaktan uzak olmaktır.[14]

Marksist hareketler, ‘68 sonrasında, bu tecrübeden çeşitli dersler çıkarırlarken, yeni sol doğrudan varlığını sorgulamaya başlamış ve yeni solun içinden önemli bir kesim siyaseten, pratik bakımdan sönümlenmiştir. Bu hiç değilse Frankfurt Okulu ve ona koşut fikirler savunan toplam bakımından gözlemlenebilir. Öyle ki söz konusu çevrelerin büyük kesimi yeniden entelektüel alana geri çekilmişlerdir. Bu durum yeni sol akımların önemli unsurları için bile söz konusu edilebilir.

‘68 sonrası yeni solun bir kısmı, açık ya da örtük şekilde mevcut düzenin yanında saf tutan düşüncelere yönelirken, görece az sayıda bir kısım da çeşitli eleştiriler ve katkılar eşliğinde yüzünü yeniden ana-akım Marksizme dönmüştür. Ayrıca ‘68 hareketinin bir bölümünün de, 80’ler sonrasında radikal demokrasi fikrine bağlanacak şekilde, kendini kültürel araştırmalar ve yaşam tarzları alanına çektiği de belirtilebilir.

DİPNOTLAR

[1] Bu durum eleştirel kuramın eklektik bir anlayışa sahip olduğu ya da kendisine özgü bir felsefi sentez oluşturamadığı anlamında yorumlanamaz.

[2] II. Enternasyonal’in dağılışı, Lenin ve Kautsky arasındaki tartışmalar, Ekim Devrimi ve III. Enternasyonal’in kurulmasıyla adım adım gerçekleşmiştir. Sonrasında II. Enternasyonal adım adım, günümüzde sosyal-demokrat partilerin içerisinde yer aldıkları Sosyalist Enternasyonal’e dönüşmeye başlamıştır.

[3] Ekim Devrimi sonrası Almanya ve Macaristan’da 1918 yıllarında gerçekleşen devrimler başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

[4] Pozitivist Marksizmin ilk örnekleri Kautsky’de görülebilir. Bu anlayış Comte’un felsefesine yakın önermelerle Marx’ın felsefesini yapılandırmaya çalışır. Örneğin Marksizmi, Comte’un felsefesinde olduğu gibi “öznesiz” biçimde düşünme eğilimindedir.

[5] Kimi anlayışlara göre Marksizm denildiğinde ya pozitivist-Marksizm ya da Batı Marksizmi akla gelmelidir. Bu doğru değildir. Bahsi geçen düşüncelerden birincisi, Marx’ın fikirlerinden koparak felsefesini pozitivist bir bakış açısıyla yeniden yapılandırmaya çalışırken, ikincisi, Marx’ın felsefesini Marksizm dışından filozoflarla doğrudan birleştirme çabası içindedir. Her iki düşünce de Marx’ın felsefesinden şu veya bu biçimde bir kopuşu içerir. Oysa ana-akım olarak tanımlanabilecek Marksizm, Marx’ın felsefesini ana doğrultu üstünden sürdürmeyi ve geliştirmeyi savunmaktadır.

[6] Kuşkusuz pozitivist Marksizmin siyasi yapıların içerisine sızması ve etkili olması da bu olanakların varlığı açısından önemlidir.

[7] Bu noktada Batı Marksizmi tarihi üzerine bir çalışma için bkz. Perry Anderson, Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler, çev. Bülent Aksoy, İstanbul: Birikim Yayınları, 2007.

[8] Ana-akım Marksizm.

[9] Kautsky mevcut tarihsel koşulların -örneğin Almanya ve Rusya için- olası bir sosyalist devrime uygun olmadığını savunmuştur. Bunun nedeni olarak ise, Almanya ve Rusya’da henüz gerçekleşmemiş olan burjuva devrimlerini göstermektedir. Bu şu şekilde de düşünülebilir: Özneyi saran nesnel koşullar sosyalist bir devrim için olanak vermemektir. Bundan dolayı sosyalist devrim için mücadele olanakları yoktur. Kautsky’ye göre, ancak nesnel koşullar uygun olduğunda, yani burjuva devrimi gerçekleştiğinde sosyalist bir devrim gerçekleşebilecektir. Bu noktada Lenin, Kautsky’nin savunduğunun aksine rekabetçi dönem kapitalizmiyle emperyalist dönem kapitalizmini birbirlerinden ayırır; ve Lenin, mevcut toplumsal gerçekliğin özneye daha fazla olanak sağladığını düşünür. Bu bağlamda Kautsky’nin aksine toplumsal gerçekliğin değişime uygun olup olmadığını, sadece nesnel koşullara bakarak değil, aynı zamanda öznel koşullara bakarak da değerlendirir. Bunun sonucunda hem nesnel koşulların hem de öznel koşulların olası bir toplumsal devrime uygun olduğunu savunur. Böylece Kautsky “nereden ve nasıl geleceği belli olmayan” bir burjuva devrimi beklerken, işçiler, Rusya İmparatorluğu’nda, önce Şubat Devrimi’ni ardından Ekim Devrimi’ni gerçekleştirdiler.

[10] Karl Marx, “Thesis on Feuerbach”, Selected Writings içinde, ed. David McLellan, Oxford: Oxford University Press, 2010, s. 175.

[11] Max Horkheimer, “War Wir ‘Sinn’ Nennen, Wird Verschwinden” , Der Spiegel, 05.01.1970.

http://www.spiegel.de/spiegel/print/d-45226214.html

[12] Bu durum siyasi pratiğin niceliğiyle değil niteliğiyle ilgilidir. Öyle ki Fromm siyasi pratik bakımından etkin bir isimdir. Ne var ki ortaya koyduğu etkinlik köklü bir toplumsal değişme olanağından çok verili ilişkileri kimi zaman zorlayan kimi zaman da aşan bir haklar ve özgürlükler mücadelesi çerçevesine odaklanmaktadır.

[13] Bu noktada olası bir eleştiri öncelikle Korsch ve Lukacs’ın Marx yorumlarının eleştirel kuram üstündeki etkisini gözetmelidir.

[14] Son kuşak Frankfurt Okulu düşünürlerinde de bu durum zaman zaman gözlemlenebilmektedir. Okul’un son kuşak temsilcilerinden öne çıkanları Jürgen Habermas ve Axel Honneth’tir. Habermas iletişim ve iktidar alanlarını ayırmış, bu ayrım üzerinden insan haklarına dayalı bir hukuk teorisi ve kamusallik fikri eşliğinde müzakereci demokratik siyaset modeli ortaya koymuş; Honneth ise Habermas’ı eleştirerek birinci kuşak eleştirel kuram çizgisinin (özellikle Adorno) sosyal ontolojisine uygun şekilde sosyal patolojilerin iletişimsel eylem alanında da yer aldığını, bu bağlamda da adalet temasını merkeze alan bir tanınma mücadelesinin her alana yayılması gerektiğini vurgulayan bir felsefi pozisyon inşa etmiştir.