Marksizm ve Teoloji

Siyasetin büyük kitlelerle birlikte düşünülmeye çalışıldığı ilk çağ olarak 20. yüzyılı kabul etmek mümkün gibi görünüyor. Marksizmin ve onun devrimci siyasetinin yarattığı pratik etkiler, kitlesel siyasetin oluşmasında büyük paya sahip. Bu paydaki haklılığın kanıtlarını Marksist devrimci hareketlerin yükseliş ve düşüşüne paralel gelişen kitlesel siyasetlere bakarak anlamak kısmen mümkün. Sosyal devlet ve demokrasinin geliştiği dönemler bu paralelliğin klasik olarak okunduğu dönemlerin başında gelir. Yine, hak ve özgürlük arayışındaki hareketlerin patladığı ve yükselişe geçtiği dönemler bu minvalde sayılabilir. Yeni toplumsal hareketler kendilerini en azından bir yanıyla ya da tamamıyla Marksizm ve onun devrimci ifadesiyle ilişkili kurmaktadırlar. Dolayısıyla sokağın, kitlenin ve kamunun diliyle tarihsel bir tecrübe olarak Marksizmin büyük yığınların içinde yer edinmekte zorlanmadığı hatta onu hak mücadelesinde harekete geçirdiği söylenebilir. Bu bağlamda işin en ilginç yanı Marksizmin sadece modern kamusal siyasete değil, daha kadim siyasete de yol gösteriyor olmasıdır. Mesele şu ki dinsel cemaatler gibi geleneksel kültürel yapılar da, siyasal itiraz ve varoluşlarını gerçekleştirirken Marksist terminoloji ve onu eleştirel kavram setlerine yakınlık kurmak zorunda kalıyorlar. Özellikle kurtuluş teolojileri (liberation theology) ve siyasal ilahiyat (political theology) hareketleri gibi hareketler bu işin öncülüğünü yapıyorlar.

Kimi dini cemaatler acımasızlaşan kapitalist sömürüye karşı ahlaki başkaldırıdan daha fazla yanıt üretmek istediklerinde, Marksist hareketlerin dolayımı ile kendi kökensel ve ilksel kamusal başkaldırılarını formüle ediyorlar. Marksist hareketlerin kapitalist sömürü karşısındaki temel öncülünü; “insanın insana kulluğunu son veren bir yeryüzü cenneti yaratılabilir ve bu yaratılana değin mücadele kaçınılmazdır”ı bir başka açıdan haklı çıkarmaya çalışıyorlar. Bu yüzden Latin Amerika’da yoksulluğa ve yolsuzluğa karşı savaş açan kimi Katolik Kiliseleri Marksist hareketlerle birlikte hareket etmekten çekinmiyor, aynı şekilde şimdilerde Türkiye’de giderek daha fazla görünürlük kazanan Devrimci Müslümanlar hareketi de aynı tutumu sergiliyor.

Tam da bu ortak mücadele çabası bir kez daha Marksist/sosyalist solun din ve teoloji yaklaşımlarının yeniden ele alınmasına neden oluyor. Adeta bu yeniden sorgulama çabaları, Marksizmin sık sık din ve teoloji ile ilişkisinin, düşünsel temasının, pratik çözümlemesinin nasıl kurulduğu ve kurulacağı üzerine büyük bir literatürün gelişmesine de yol açıyor. Roland Boer söz konusu sorgulamayı yapan çağdaşlarımızın başında geliyor.

Boer’in Cennetin Eleştirisi: Marksizm ve Teoloji kitabı kısa bir süre önce Ayrıntı Yayınları’ndan Melih Pekdemir çevirisiyle Türkçe’ye kazandırıldı. Bu kitapta Boer, Ernst Bloch, Walter Benjamin, Louis Althusser, Henri Lefebvre, Antonio Gramsci, Terry Eagleton, Slavoj Zizek, Theodor W. Adorno gibi 20. yüzyılın önemli Marksistleri aracılığıyla Marksizmin din ve teoloji ile kurduğu ilişkiyi serimliyor. Kitabın her bölümü bir düşünürün görüşlerini enikonu işliyor. İncil, inanç, iman, kurtuluş, eskataloji, din, dinin kurumsallaşması ve kurulması, kötülük, kilise, mezhepler, gündelik hayat, inayet, günah, kurban gibi temalar hem düşünürlerin kendi düşünsel çabaları bağlamında hem de birbiri ile uyumlu olarak teolojinin kavram ve iman yaklaşımı açısından Marksist kavram setleriyle ele alınıyor. Boer’in Historical Materialism Book Series’in Criticism Theology başlıklı çalışmalarından ilki Cennetin Eleştirisi: Marksizm ve Teoloji-I (2009). Bu kitabı sırasıyla Dinin Eleştirisi: Marksizm ve Teoloji-II (2011), Teolojinin Eleştirisi: Marksizm ve Teoloji-III (2012), Dünyanın Eleştirisi: Marx, Engels ve Teoloji-IV (2013) çalışmaları takip ediyor. Aynı seriye yakında V.I.Lenin ve Sovyet deneyimi üzerine bir incelemeyle devam edileceği Boer tarafından müjdeleniyor. Gerçi Boer’in Marksizm dışında din ve teolojiyle ilgili çalışmaları da bulunuyor. Bunlar İncil ve teoloji konularına odaklanan çok sayıda makale ve kitaptan oluşan bir külliyata dönüşmüş durumda. Fakat yine de Boer’in son yıllarda “dinin eşitlikçi özü” üzerine daha çok araştırmalarını yoğunlaştırmış durumda olduğu görünüyor. Boer’in güncel konularla ilgili görüşlerini merak edenler “Stalin’in Bıyığı” manasına gelen ilginç bloguna (stalinsmoustache.wordpress.com) bakabilirler. Bu esnada Boer, komünist kalvinist olarak kendini tanımlıyor ve öyle tanınıyor.

Boer Cennetin Eleştirisi’ndeki serimlemesinin üç bölüme ayrılmasının mümkün olduğunu ifade ediyor fakat fiziki olarak bu ayrımı kitabında yapmıyor: i) “İncil’le ilgili Marksizm” başlığı altında Bloch ve Benjamin, ii) “Katolik Marksizm” başlığı altında Althusser, Lefebvre, Gramsci, Eagleton, iii) “Protestan Sapması” başlığı altında Zizek ve Adorno. Bu bölümleme bir başka şekilde şöyle ifade edilebilir: i) Marksizm ile ilişki içinde İncil’in devrimci özünü referans alarak hareket etmekten vaz geçmeyenler, ii) Roman-Katolik Kilisesi ya da kültürü karşısında aldığı tutuma göre birarada düşünülebilecekler ve son olarak da iii) inayetin Protestanlık bağlamında ele alınışını referans alan çağdaş filozoflar.

Bloch’un İncil ve teolojiyle kurduğu ilişki aşikardır. Onun Hıristiyanlıktaki Ateizm (çev. Veysel Atayman, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2012) çalışması doğrudan ve Umut İlkesi I-II (çev. Tanıl Bora, İstanbul: İletişim Yayınları, 2009-2012) çalışması ise dolaylı olarak dinin devrimci potansiyelini açığa çıkarmaya çalışır. Boer’e göre Bloch’un bu tutkulu çabası çok önemli bir nitelik taşımakla birlikte İncil ve teoloji arasında bir ayrıştırmaya gitmemesi nedeniyle oldukça sorunlu ilerler. Benjamin ise Bloch’un aksine İncil’e ve teolojiye ilgisini aşikar bir şekilde ortaya koymaz. Onun ilgisi alegori ve mit çözümlemesi bağlamında kapitalist toplumun eleştirisine yönelir ve bu yüzden kurtuluş düşüncesi ve ütopya ile ilgisini kaybetmeyen bir Benjamin vardır karşımızda. Boer, Benjamin’in mitten kurtulmak isterken bizzat miti ürettiğini iddia ederek, onun İncil’le ilgisinin sorunlu yapısını tartışmaya çalışıyor.

Boer’e göre Roman-Katolik Kilisesi ve kültürünün egemen olduğu İtalya, Fransa, İspanya gibi memleketlerdeki Marksistlerin; Althusser, Lefebvre, Gramsci’nin işi hem oldukça zordur hem de oldukça kolay. Onlar geleneksel bir şekilde büyüdükleri toplumun kültürel kodlarını ya da formasyonları genel bir çerçeve olarak bilmektedirler. Kaldı ki toplumcu özel ilgileri de bu çerçeveye sahip olmaktan öte onları bu kültürle yüzleşmeye itmektedir. Dolayısıyla katoliklikle ilgili giriştikleri felsefi yapısökümlerde İncil ve teoloji incelemelerine yönelmek zorunda kalırlar. Althusser’in ideoloji çözümlemesi ve maddeci felsefi temeller ile ilgili yorumları, Lefebvre’nin Gündelik Yaşamın Eleştirisi I-II (çev. Işık Ergüden, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2012-2013) çalışmasında hayat, mekân, kadın temel kategorileri bağlamında dine yönelen eleştirisi, Gramsci’in Hapishane Defterleri I-II-III (çev. E.Ekici-B.Baysal, İstanbul: Kalkedon, 2012) boyunca kilisesinin evrensellik arayışı ve entelektüellerin kültür fenomenleri ve olayları arasındaki ilişkisine yönelen makaleleri hep bu bağlamda değerlendirilebilir. Boer tek tek bu çalışmaları sorguluyor. Bu grubun içinde bir diğer isim İrlanda asıllı Eagleton. Eagleton katolik kültürün “kısmi” olarak egemen olduğu ada Avrupasındandır. O da diğerleri gibi katolik geçmişine dayalı olarak edebiyat, inanç ve kilise bağlamında teoloji sorgulamasını sürdürür. Boer bütün bu Marksist düşünürlerin sorgulamasından Zizek ve Adorno’nun teoloji çalışmalarını ayrıştırmak durumunda kalır. Çünkü ilk gruptakiler dindeki soyut ve dilsel özden bir başkaldırı ve kuruculuk için imkan aralayanlardırlar, ikinci gruptakiler gündelik hayat ve sağduyu çemberine karşı tamamen bir çıkış alanı yaratırken din ve teoloji ilgisini çözümlerler. Oysa üçüncü gruptakilerin ilgisi tamamen filozofçadır ve pratik ilgilerden daha çok teorik ilgilerle birlikte yeniden kurulmak istenen tarihsel ilgiler ile gelişmektedir.

Zizek, Marx ve Lenin arasındaki bağın İsa ve Pavlus arasında da olduğunu düşünür. Alain Badiou’nun çözümlemeleri, Judith Butler ve Ernosto Laclau’nun eleştirel katkıları ile Jacques Lacan’ın teorik zemininde inayetin maddeci yönünü açığa çıkarır. Adorno ise Sören Kierkegaard üzerine yaptığı çalışmalarda “teolojik kuşku” ile “sekülerleşmiş teolojinin eleştirisini” ortaya koyar. Doğal olarak her ikisi de Hıristiyan teolojisindeki sevgi, aşk gibi inayet unsurları ile etik arasındaki bağı tartışmaya çalışmış olur. Boer, Zizek’in ve Adorno’nun çalışmalarını “Protestan Sapma” olarak değerlendirmesinin nedeni, tam Zizek ve Adorno’nun işte bu etik fazlayı nasıl çözümledikleri ile ilgilidir. Protestanlar kapitalizm ile çalışma arasında yer değiştirir ve çalışma etiğini dinin özüne dönüştürülür. Bu, kapitalizm eleştirisinden veya teolojinin eleştirisinden yeni etik düzene geçişi sağlar.

Boer kitaba bir sonuç yazmadığı için aslında Boer’in tek tek eleştirel konumlarını görmek için kitaptaki her bölüm bağımsız bir okumaya tabii tutulabilir. Yine de okuru uyarmak gerek, Ayrıntı Yayınları bu kitabın çevirisine girmekle zor bir ihaleye gönül indirmiş. Çünkü bu kitap zor. Bir başka deyişle özellikle Marksizm, din ve teoloji konuları ile toplumsal hareketler arasındaki ilişkiyi tartışmak, açıklamak isteyenler için hem bir ders kitabı niteliğinde hem de daha fazlası. Dolayısıyla söz konusu edilen filozoflar hakkında bilgi sahibi olmadan, İncil’i ve tarihsel olarak Hıristiyanlığı kaba hatlarıyla da olsa bilmeden okumak bu kitabı okurun takip etmesini zorlaştırıyor, çözümlemelerin nasıl bir sentezlenmeyle kanıtlamalara dönüştüğünü anlamayı imkansızlaştırıyor. Çoğu zaman okur yolunu kaybedebilir. İtiraf ediyorum ben de kaybettim. Fakat ısrarcı olup okumak ve kitlesel siyasetin oluşmasında büyük paya sahip olan Marksizmi siyaseten doğru konumlardan üretmek için bu gerekli. O halde Boer’in ısrarlı bir okuru olarak kitabın Türkçe baskısı hakkında birkaç kişisel gözlemimi ifade etmek istiyorum.

Türkçe’de ya da tüm dünyada “yanlış da olsa” ortaklaşılmış kitap isimleri vardır ve öylece kullanılırlar. Buna çok sık olarak Platon’un Republic’i örnek verilir. Boer’in kitabında da The Arcades Project ismi verilebilir.Yani Platon’un Devlet’i vardır, Cumhuriyet’i değil, biri çıkarda bu kitabın adı Republic, yani Cumhuriyet’tir derse haklı olur ama belirli bir ortaklaşmayı bozmuş olur. Niyeyse Avrupalılar bu bozgunculuğu benimsemiyorlar. Örneğin bizde bu tür bir uzlaşı neden oluşmuyor bilmiyorum: Sahi Immanuel Kant’ın The Critique of Pure Reason’ın Türkçe adı nedir? Üç kelimeden oluşan bu kitap adını şimdiye kadar o ya da bu kadar Türkçe’ye aktaranlar ne diyor mesela? Nejat Bozkurt, Afşar Timuçin, Aziz Yardımlı, Uluğ Nutku, Aydoğan Yavaşlı, Ionna Kuçuradi, Yusuf Örnek, Oruç Ouroba vd. Sayalım Birinci Kritik, Birinci Eleştiri, Saf Aklın Eleştirisi, Katıksız Aklın Eleştirisi, Pure Aklın Eleştirisi, Saf Aklın Kritiği, Saf Usun Eleştirisi ve daha neler neler… Acaba hangisi doğru kullanım? Bu konuya birde kavramların Türkçe karşılanmasını ekleyelim mi?.. Neyse konumuza dönelim Boer’in kastettiği kitap Pasajlar Projesi’dir, kısaca Pasajlar’dır başka bir şey değil.

Roland Boer, Cennetin Eleştirisi: Marksizm ve Teoloji, çev. Melih Pekdemir, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013.