Türk ordusunun son dönemlerde, Suriye’nin kuzeyi ve Irak’ta Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ve DAEŞ’e (ya da “İD” “IŞİD”) karşı gerçekleştirdiği operasyonlar, birbirinden farklı, çok sayıda tepki aldı. Batıdakilerin birçoğu Kürtleri, özellikle de Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) Kuzey Suriye’deki silahlı kolu olan YPG’yi, Vahhabi ideolojisinden ilham alan gerici bir faşist hareketle mücadele eden seküler ilerici bir güç olarak görmektedir. Aynı zamanda ABD de, trajedi içindeki Suriye’deki öncelikli hedefi olan “İslam Devleti” karşısında, “onların” rejim-karşıtı olan, arazideki seküler güçler olarak gördükleri YPG’ye önemli bir hava desteği vermektedir. Öte yandan YPG’nin toprak kazanımları, ABD’nin bölgedeki eski müttefiki Türkiye’yi ciddi biçimde rahatsız etmektedir. PYD, kendi kontrolü altındaki bölgelerde doğrudan demokrasi, cinsiyet eşitliği, çevrecilik ya da “toplumsal ekoloji”yi amaçlayan radikal demokrasi ya da “Özgürlükçü Belediyecilik” biçimleri önerirken, Kürt askerî gücünün ve bölgesel (teritoryal) denetiminin sağlamlaşmasına büyük bir şüphe ile yaklaşılmaktadır. Bunlar tümüyle devrimci nitelikte olmakla birlikte, PYD’nin bazı Batılı müttefiklerini, muhafazakâr Kürt güçlerini, özellikle de komşu Kuzey Irak Kürt liderliğini (Kürdistan Bölgesel Yönetimi) ise rahatsız etmektedir. Sınırın kuzeyinde, Kürt sorunu temelli ve benzer şekilde toplumsal olarak ilerici Halkların Demokratik Partisi (HDP) 7 Haziran seçimlerinin ardından Türkiye’nin yeni meclisinde 80 koltuk kazanmış, böylece AKP’nin çoğunluğu alarak hükümeti yeniden kurmasını önlemiş, hem bir Kürt Baharı kavramının hem de buna karşı muhtemel tepkilerin ortaya çıkmasına yol açmıştır (Tanchum 2015).
Tüm bu oldukça karmaşık etkileşimler, bölgesel çatışmanın boyutları ve Türk siyaseti arasındaki ilişki bu kısa paragrafta anlatılamaz. Yine de bu kısa göz atış, Uluslararası İlişkiler disiplininin temelini oluşturan iç/dış ayrımının giderek artan gereksizliğini tartışmaya yetecektir. Bu çok yönlü ve gerçek anlamıyla jeopolitik durum, geleneksel Uluslararası İlişkiler teorisi için birçok açık uçlu soru bırakan devrimci, temsili (parlamenter) ve askerî faktörlerin bir karışımını içermektedir. Geleneksel olarak teritoryal, etno-dilsel ve siyasal açılardan açıkça tanımlanmış devletler (ki bunlar “toplumları” da kapsar) arasındaki çatışma ve işbirliği örneklerini anlama ve özetlemeye odaklanan uluslararası ilişkiler teorileri, bu toplumların etrafında örgütlendikleri derin siyasal ilkeleri genellikle araştırmamaktadırlar. Ünlü bir uluslararası ilişkiler teorisyeninin dünya siyaseti kavramsallaştırması yorumlanırsa: Devletler ve toplumlar “birim”dirler. Burkina Faso’dan ABD’ye kadar hepsi birbirine benzer. Bunlar arasındaki kapasiteler değiştiğinde farklılık oluşur. Bunların ilişkilerini düzenleyen bir dünya hükümetinin olmamasının yapısal kaçınılmazlığı hepsinin güç elde etmeye çalışacağı anlamına gelir ki, bunun sonucu bir güç dengesinin kurulmasıdır (ya da kurulması olmalıdır – Waltz 1979). Son dönemlerdeki olayların ve küresel ölçekte giderek karışık hâle gelen doğal yaşamın ışığında, geleneksel Uluslararası İlişkiler analizlerinin yalnızca oldukça basit değil, aynı zamanda “uluslararası” boyutu da içeren toplumsal hayatı anlamakta gereksiz hâle geldiği iddia edilebilir.
Bu gereksiz hâle gelme potansiyeli, diğer Uluslararası İlişkiler teorilerine kıyasla, özellikle Marksist yaklaşımlar için geçerlidir. Kapitalizmin toplumsal çelişkilerini anlamamıza ve nihayetinde bunun üstesinden gelmemize yardım etmek, kriz, dönüşüm ve değişimi, yani şu anki konjonktürde mevcut olan her şeyi çalışmak tüm Marksist entelektüel projenin vaadidir. Ne yani, Marksizm ana akım Uluslararası İlişkiler teorisinin bu “sefalet”ine son vermeyi önerebilir mi? Marx’ın toplumsal ilişkiler, kapitalizmin toplumsal çelişkileri ve değişim hakkındaki derin anlayışı, nasıl genellikle muhafazakâr teorilerin ağırlığının bulunduğu bir alanı anlamak için seferber edilebilir? Kişisel zenginleşmeleri için “perde arkasından” çatışmaları yönlendiren kâr arayışındaki ulus-ötesi burjuvazinin odağındakilerden “sermaye birikiminin yapısal zorunluluklarına kadar basit cevaplar çekici (ve popüler) olsa da dünya gerçekleriyle uyuşmamaktadır. Marx’ı uyumlaştırmanın/uygun hâle getirmenin bir diğer yolu kapitalizmin tarihsel özgünlüğünü ve önceki tüm toplumsal formları, özellikle de feodalizmi vurgulamaktır. Muhtemelen tarihsellik, Marksçı toplumsal düşünce için yapısal belirleyicilerden daha merkezi bir önemdedir. Neo-realizm ve diğer geleneksel Uluslararası İlişkiler teorilerine benzer şekilde, dünya siyasetinin iç yapısal “mantığını” ortaya çıkaran tarih ötesi genelleştirmeler ya da genel soyutlamalar, her ne kadar birçok uyarlama tam da şimdi Marx’la ilişkilendirilen bu yapısalcılığa yol açmışsa da, Marx’ın tarihselci okumasına tezat oluşturmaktadır.
Bu tarihselci tutum insan unsurunu yapının üstünde tutarken bu durum, Marx’ın Uluslararası İlişkiler çalışmalarına, bu ilişkiler devletler arasındaki ilişkiler ve bu etkileşimlerin ürettiği sistemin “tamamı” olarak anlaşıldığı takdirde, uygunluğunun sorgulanmasına yol açmaktadır. Buna karşılık, Marksist kapitalizm çözümlemeleri ve onun çelişkileri sıklıkla sınıf ilişkilerini belirli düzenlemeler içerisinde kendi tarihsel somut göstergelerinde sorunsallaştırmaktadırlar. Bu nedenle, uluslararası ilişkiler ya da hatta devlet yönetimlerinin değil, sınıf failinin (sınıf mücadelesi) tarihin motoru olduğu düşünülmektedir. “Ulusal” tarih adeta ulus-ötesidir, ulusal tarihte değişim nihayetinde küresel çapta olur. Diğer bir deyişle ulusal politika ve dış politika ilgili iseler bile yalnızca kesintili aşamalardır. Sonunda burjuvazinin küresel erişimine benzer şekilde küresel bir devrim tarafından alt edileceklerdir.
Marx her ne kadar, özellikle Yahudi Sorunu’ndaki (Marx 1844) derinlemesine düşünüşünde farklılık üzerine yazmışsa da hiçbir zaman toplumlar ya da uluslar arasındaki ilişkileri ve bunların devrimci proje ile ilişkilerini, kendi toplumsal düşüncesine sistematik olarak dahil etmemiştir.[1] Diğer bir deyişle, Marx’ın bu tarihsel olarak özgün toplumsal çelişkiler, kapitalizmin yayılması ve krizleri hakkındaki çalışması hiçbir zaman doğal jeopolitik boyutlar hakkında özel bir fikir (reflection) içermemiştir. Onun tahmini, sonrasında devrimin sınırları aşarak küresel bir boyut kazanacağı ve hem kapitalizmi, hem de hanedan devletlerarası politikayı yok edeceği Almanya’daki eski rejimin yıkılmasına dayanmıştır. Jeopolitik ve ekonomi politik gerçeklerin ise biraz daha farklı olduğu ortaya çıkmıştır: Birden fazla devletten oluşan önceden beri var olan sistem içerisinde, bir küresel pazar gelişmiştir.
Bu durum, Marksist teorinin, küresel ekonomi politiğin ötesinde jeopolitiği ve dünya politikasını anlamak için, eğer bu mümkünse, nasıl seferber edilebileceği sorusunu ortaya çıkarmaktadır. Diğer bir deyişle, Marx ve Marksist düşünce burada nasıl, geleneksel olarak toplumsal hayatın durağan, tekrar eden ve bu nedenle insanın ve onun niyet ve eylemlerinin kontrolünün dışında bir alan olarak kabul edilen uluslararası ilişkilerin anlaşılması ile ilgili olarak pratik (praksis) ve dönüşümün tarihselci teorisi (Teschke and Cemgil 2015) şeklinde anlaşılmıştır? Bu soru geçmiş yıllarda birçok tartışmanın konusunu oluşturmuştur (örn. Callinicos, Rosenberg, Teschke ve Lacher, Davenport, Ponzo ve Colas) ve bu makalenin de konusunu oluşturmaktadır. Burada ilk olarak Marksist Uluslararası İlişkiler Teorisi üzerindeki mevcut tartışmalar hakkında kısa, seçici ve eleştirel bir bakış sunulacaktır. Bu (bakış), devletler arası ilişkilerde sınıf eşitsizliklerini yansıtan kapalı bir “sistem” şeklindeki geleneksel anlayışlardan, uluslararası ilişkileri sistemli bir devridaim olarak değil, tarihsel olarak yerleşmiş dinamik toplum ve sınıf ilişkileri olarak anlayan daha önce bahsi geçen tarihselci praksis felsefesine kadar uzanmaktadır. Bu felsefî anlayış temelinde (çalışma); toplumsal dönüşüm, milliyetçilik ve modern jeopolitik arasındaki karmaşık bağlantıyı göz önünde bulunduran daha deneysel bir argüman sunarak devam edecektir. Son olarak bu tartışma güncel jeopolitik konjonktür içerisinde yeniden ele alınacaktır.
Marksist Uluslararası İlişkiler: Literatür İncelemesi
Ünlü Uluslararası İlişkiler teorisyeni Kenneth Waltz tarafından “indirgemeci” olarak tanımlanan (yaftalanan) Marksist uluslararası ilişkiler düşüncesi (Waltz 1979: 18f), ya Sovyet diplomasi pratiği ve onun teorik temelleri ile ilişkilendirilmiş ya da Waltz’un da atıfta bulunduğu gibi, sıklıkla Marx’ın, özellikle tarihin ekonomik bir “temeli” olduğunu varsaydığı, bir ekonomik yapısalcı okuması olarak görülmüştür. Tarihsel materyalizm bu nedenle, uluslararası politikayı üst yapılara indirgemek ve jeopolitiği, bunun yalnızca tarihi yönlendiren doğal ulus ötesi burjuvazinin çıkarına olduğu gerekçesiyle, anlamsız hâle getirmekle suçlanmıştır. Burjuvazi doğası gereği hem ulus ötesi hem de güçlü idiyse, neden çıkarlarını hâlâ çoğunlukla ulusal düzeyde ifade etmekteydi?
Bunun ilk olarak, sonraları Ferdinand Braudel’in Fransız Annales Okulu (Braudel 1972) ile birleşen Latin Amerikalı ekonomistler André Gunder Frank ve Paul Prebisch’in (Prebisch 1986; Frank 1989) “Bağımlılık Okulu” tarafından verilen cevabı, kapitalizmin eşit olmayan bir mübadele (exchange) ve uluslararası işbölümünün olduğu bir “dünya sistemi” (Wallerstein, 1980) ürettiği şeklindeydi. Bu sistem, birikmiş fazlanın (sermaye-üretim fazlası) jeopolitik güce dönüştürüldüğü “çevreler”, “yarı çevreler” ve eski sömürge merkezlerinin kozmopolit çekirdeklerini ortaya çıkarmıştır. Kısacası sınıf eşitsizlikleri, post-kolonyal jeopolitik gerçeklikler içerisinde yansıtılmıştır. Bu temel varsayımlar, Türkiye’de de popülerlik kazanan (ve) “Dünya Sistemleri Teorisi” (DST) olarak adlandırılan daha geniş bir araştırma konusuna dönüşmüştür. DST, ulusal farklılıkları yalnızca küresel işbölümü ile ilgili olarak görmekle kalmamış, aynı zamanda devletler arası sistemin tarihsel olarak kapitalist yayılma tarafından oluşturulduğunu iddia etmiştir. Devletler arası sistem bu nedenle yalnızca modernitenin daha geniş bir kavramına değil, aynı zamanda kapitalizmin üretim ilişkilerinden ziyade açık pazarlar ve eşit olmayan mübadele ilişkileri olarak tanımlandığı kapitalist Uluslararası İlişkilere de özgü olarak anlaşılmıştır. Pazarların aşama aşama yayılmasıyla devletler ya da devlet grupları, toplumsal mücadeleler için temel bir alan sağlamaktansa sınıf çıkarlarını -burjuva ya da işçi- temsil eder hâle gelmişlerdir. Sınıf çatışmaları bu nedenle jeopolitize olmuştur. Bu nedenle bu yaklaşım “sistemik” kalmaya devam etmektedir: Kapitalist mübadele ilişkileri Uluslararası İlişkilerin eşit olmayan doğasını belirlemektedir.
Bu yaklaşım Soğuk Savaş koşulları ve post-kolonyal politikaların yükselişi altında güvenilirlik ve önem kazandı. Bu yaklaşımın küresel ekonomi politik anlayışı özü itibariyle yararlı kalmaya devam etmişse de, onun ikinciyi devletler arası sistemle eşitlemesi, ekonomik olarak belirlenmeyebilecek jeopolitik mücadelelere yer bırakmamaktadır. Gerçekte bu, neo-realizme benzer şekilde değişim için dış etkileri yerel etkilere ve hatta ulusal faillere önceleyen bir “dıştan içe” mantığı kullanmaktadır. Şaşırtıcı olmayan bir biçimde DST sıklıkla üstyapı temelli modeli etkili şekilde somutlaştırmakla suçlanmıştır. Bu eleştiri çoğunlukla Marksizmin içinden gelmekle birlikte (Brenner 1977; Denemark and Thomas 1988), aynı zamanda “devlet biçimleri ve ‘gücünün’ (örn. merkezîleşme ve bürokratikleşme); toplumların sınıf yapılarının ve bunların dünya kapitalist ekonomik işbölümündeki yerlerinin basit fonksiyonları” (Skocpol 1973: 31) olarak görülmesine karşı çıkan Weberyen araştırmacılardan da gelmektedir. Aslında tarihsel materyalist perspektiften bakıldığında DST’nin, çelişkili tarihsel bir süreçten ziyade doğrusal genişleme olarak yorumladığı kapitalist kalkınmanın kendisinin diyalektik ve çelişkili doğasını fark etmekte başarısız olduğu (Cox 1981) iddia edilebilir. Dünya sistemleri tarihçiliği mübadele ilişkilerinin toplum içi ve toplum dışındaki aşamalı evrimini, bu ilişkileri açıklama gerektiren özgün bir tarihsel kalkınmanın bir parçası olarak anlamak yerine, genel(leyici) açıklayıcı bir yönteme götürmektedir. Kimin, neden yayıldığı sorusu ise varlığını sürdürmektedir. Kapitalizm, ulusal burjuvaziler ve devletler bir uluslararası sistemin içerisinde nasıl bağlantılıdır?
Soğuk Savaşın sona ermesi Uluslararası İlişkiler üzerindeki ve Uluslararası İlişkiler içindeki yapısal, tekrar eden ve durağan düşüncede birçok açılımı teşvik etmiştir. Çağdaş teorilerde bu çoğunlukla, post-yapısal, feminist, konstrüktivist ve post-kolonyal teoriler gibi Soğuk Savaş sonrası artış gösteren ve hepsi birbirine benzer şekilde, uluslararası sistemin jeopolitik yapıları ve nasıl açıklanabileceğinden ziyade toplumsal olanla ilgilenen “eleştirel” teorilere de yansımaktadır. Tarihi ve onunla birlikte politikayı (ve özellikle sosyalist politikaları) sona erdirme yönündeki uluslararası eğilime karşı çıkan Marksist Uluslararası İlişkiler teorileri de bir rönesans yaşamıştır. Bu daha çok küreselleşme çağının başlangıcında neo-liberalizmin zaferi olarak algılanışına bağlı olarak, Marksist Uluslararası Politik Ekonomide bir dalgalanma yaratmak ve jeopolitik ilişkiler yerine ulus ötesi ve küresel ilişkileri çalışmak gibi kendini göstermiştir. Her türlü ulusal denetim girişiminden kaçan Atlantik ötesi yönetici sınıflar ve “İmparatorluk” biçimleri, sermaye piyasasının, Uluslararası Finansal Kuruluşlarının ve Çok Uluslu Şirketlerin rollerine yönelik bir dikkat uyandırmıştır. Tarihsel düşünceler 1970 sonrasında ekonomi politiğin yeniden düzenlenmesi ve finansallaşması konusundaki uzlaşısına odaklanmıştır. Bu nedenle “tarihin sonu”, en azından ilk başlarda “jeopolitiğin sonu”nu ima etmiştir.
Bir süre için küresel pazarlar, ulus devletlerin kendilerini denetleme yetilerinden tamamen kurtulamamış olsalar da tek düzen koyucu olarak görünmekteydiler. Bundan itibaren tüm mücadeleler ulus ötesi ve küresel düzeyde ve sınıflar arasında yaşanacaktı. Ve devletler tümüyle yok olmamışlarsa da, bunlar arasındaki çatışma küresel kapitalizm içerisinde gittikçe anlamsız bir hâl almaya başlamıştır. Liberal ve yeni muhafazakâr düşünürler derhal dünyanın rasyonel ile irrasyonel arasında bölünmesi konusunda hemfikir olmuşlardır. Bu ikincisi (irrasyonel olan) “arta kalan” resmî hükümetler olup çabucak anormal olarak belirlendi. “Haydut devlet”ten “şer ekseni” ve “başarısız devlet”e kadar adlandırmalar basitçe, kapitalizmi ve kapitalizmin içinde hayatta kalabilmek için gerekenleri almayan devletler için kullanılmıştır. Liberaller böylece, “demokrasilerin birbirlerine saldırmayacakları” yönündeki utanç verici varsayıma dayanan kendi demokratik barışlarını oluşturmuş ve övmüşlerdir. Marksistler de aynı ağzı kullanmışlar, küresel pazar entegrasyonundaki kârları görmüşlerse de kesinlikle demokrasiyi bir “kapitalist barış”ın altında yatan ilke olarak (Wood 1995) görmemişlerdir. Her iki örnekte de Pazar çıkarları ve küresel birikim rejimleri jeopolitiği gereksiz kılmıştır. [2]
Neo-realizmin etkilerini pasifize etme yönündeki bu tek tip odaklanma, 11 Eylül ile birlikte son bulmuştur. Küresel finansal kurumlar tarafından kolaylaştırılan kapitalist yayılmanın en son ve iddiaya göre o zamana kadarki en barışçı dönemi şiddetli biçimde kalbinden vurulmuştu. İçteki gittikçe artan otoriteryen ve antidemokratik “güvenlik önlemleri” ile çakışan “terörle mücadele” ve Afganistan ve Irak’ın işgali benzer şekilde şiddetli karşılıklardı. Saldırıların ve reaksiyonun merkez üssünün ABD olması, daha “derinlikli” bir bakış açısını teşvik etmiş ve emperyalizm teorilerinin yeniden yükselmesine yol açmıştır.
Yirminci yüzyılın başlarındaki sömürgeci yayılma ve artan imparatorluklar arası rekabetlerin ışığında emperyalizm teorileri uzun süre boyunca, Avrupa yayılmasının temelini oluşturan sermaye birikiminin altında yatan çelişkilerin anlaşılmasında etkili olmuştur. Burada, rekabetin dayatılan dış koşullarından ziyade kapitalizmin içsel krizleri çatışmayı yönlendirmektedir: Temel iddiasına indirgenen bu tartışma, devletlerin kendi içsel krizlerinden ötürü jeopolitik rekabetlere müdahil oldukları şeklindedir. Bu; (a) yeni pazar ve ham madde arayışlarını mecbur kılan aşırı üretim krizini, (b) ulusal tekelci kapitalizmin oluşturulması “eski” devlet elitleri ile burjuvazi arasında yayılma ihtiyacından kaynaklanan bir ittifakın oluşturulmasının sağlanmasını, (c) bastırılmış işçi sınıfının devrimci potansiyelinin en iyi olarak dış savaşlara yönlendirilmesini içerir (Mayer). Kapitalizmin “mantığı” ve onun (saldırgan) yayılmacılığının kaçınılmazlığı hakkındaki tümevarımcı nedenselleştirmeye dayandırılmış olmakla birlikte bu teoriler, tümünün Avrupa’nın yirminci yüzyılın başlarındaki emperyal yayılması ve savaşla çökmesi hakkındaki aynı zaman dilimine ait gözlemlerden oluştuklarından, tarihselci yönteme yabancı değildirler. Bu, Lenin’e göre, emperyaller arası çatışmalar yoluyla yıkıcı bir savaş sonunda yok olmasına sebep olacak olan “kapitalizmin en yüksek aşaması”nı meydana getirmektedir (Lenin 1973). Bununla birlikte, kapitalist yeniden üretimin ve onun dünya politikasındaki sonuçlarının genel sorunlarına işaret etmekle birlikte bu teoriler bütünden ziyade “birim” düzeyinde uygulanabilir olarak kalmıştır. Ve, belirli bir dönemin tarihselleştirilmesiyle “sistem”in soyut doğası ya da bir bütün olarak “jeopolitik”le ilgili iddialar geliştirmekten çok tarihsel ve coğrafî olarak sınırlı olguları tartışmıştır.
Özellikle bu sınırlamalar göz önünde bulundurulduğunda, “emperyalizm”in etrafındaki tartışmalardan esinlenen birçok olgu ve teorizasyon ortaya çıkmıştır. Bir yanda ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dünya iktidarı için “Faustvari bedeli” (Gowan) ve diğer yanda küresel gücün gittikçe artan soyut yapısı göz önüne alındığında, “emperyalizm”den çok “İmparatorluk” anlayışı daha kapsamlı bir teorik alan sunar gibi görünmektedir. Pratikte bu anlayış, Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında Rusya, Çin, Avusturya-Macaristan gibi sözde pre-modern, teritoryal ya da çok uluslu imparatorluklardan Gallagher ve Robinson’ın resmî ve gayrı-resmî İmparatorluk ayrımına (Gallagher ve Robinson 1953) ve Hardt ve Negri’nin herkesi kapsayan küresel sermaye İmparatorluklarına (Hardt ve Negri 2000)[3] kadar çeşitli anlamları beraberinde getirmektedir. Tüm bunlar kapitalizmle bağlantılı kalsalar da, büyük olasılıkla kapitalizmin doğasının, Soğuk Savaş döneminde baskın olan daha basitleştirici kavramlardan uzak, güncel karmaşıklığı ve çelişkilerinin bir yansıması olarak Uluslararası İlişkilerden tek bir resmî teoriyi çekip almak zordur.
2001 yılından bu yana “kapitalist barışın” ve çoğu Batılı Uluslararası İlişkiler araştırmasının “güvenlikçileştirilmesi” ve “askerîleştirilmesi” artarken jeopolitiğin “eski” ve soyut güvenlik tehditleri ve asimetrik savaştan farklı bir biçimi ortaya çıkmıştır: Merkez Batı dışındaki güçlerin, özellikle Çin ve BRICS’in yükselişi, rekabetin yeni “karışık” biçimleri ile ilgili sorular doğrumuştur. Tüm eğilim ve amaçlar kapitalist ve hatta çoğunlukla devletçi bir “kalkınmacılığın” parçası olarak kapitalist dünya piyasasına daha fazla entegre olma çabaları mevcut iken bu güçlerin bazıları Batı’ya ve ABD’ye askerî açıdan meydan okumaktadır. Hem Çin’in Doğu Çin Denizi’ndeki saldırgan tutumu, hem de Rusya’nın Ukrayna üzerinden NATO’yla doğrudan karşı karşıya gelmesi, ya eski jeopolitik öğretisinin devamı, ya da tüm farklılıkların dengelenmesi ve ortadan kaldırılması şeklindeki basit mantığa meydan okur görünmektedir.
Yeni Bir Yönelim: Materyalizmi Yeniden Tarihsicileştirmek
Özellikle bu ve diğer yeni gerçekliklerden dolayı, Soğuk Savaş dönemi Uluslararası İlişkiler teorisi ve bunun dünya siyasetinin iki kutupluluğunun görünen zorluklarını belirlemekteki baskın girişimleri gittikçe artan şekilde eleştirilmiştir. Bu eleştirel açılımlar arasında en ünlü olanlar konstrüktivizm ve post-yapısalcılıktır. Bununla birlikte, artık Sovyet devlet ideolojisini desteklediği yönündeki iddialar karşısında daha az hassas olan Marksist girişimler de artış göstermiştir. İçteki yapısal sınırlarını, özellikle de o zamana kadar baskın olan bağımlılık ve Dünya Sistemleri teorilerinin uyarlamalarını aşarak jeopolitiğin toplumsal değişmedeki rolünün farkına varırken Marx’ın kendi tarihsel materyalizmine benzer bir tarihselcilik geliştirmiştir. Diğer eleştirel ve tarihsel yaklaşımlara, özellikle İngiliz Okulu’na benzer şekilde, uluslararası politik ekonominin ve jeopolitiğin genel doğasına dair yapısal, tarih ötesi soyutlamalara; coğrafî olarak belirli toplumsal oluşumları Uluslararası İlişkilerin değişen doğasını anlamaya olanak sağlayacak biçimde tarihselleştirerek tepki vermiştir.
En ünlü ve günümüzde bile iyi bilinen yaklaşımlardan biri, Antonio Gramsci’nin Hapishane Defterleri’ne dayanan Uluslararası İlişkiler okuludur. Burada geliştirilen “tarihsel blok”, “mevzi ve manevra savaşı” ve en meşhuru olan “hegemonya” gibi kavramlar UPE ve Uluslararası İlişkiler araştırmacıları tarafından, arzularının arkasında sistemsel bir iç mantık bulunduğunu varsaymaktan ziyade, üretimin toplumsal güçlerini dünya gücünün yeniden üretiminin gerisinde konumlandırmak amacıyla kullanılmıştır. Daha da önemlisi bu, ABD’nin ağırlığının bulunduğu ama çoğunluğun çıkarına olan iktidar kurumları oluşturarak baskı ve rıza aracılığıyla yönettiği ABD öncülüğündeki savaş sonrası uluslararası düzende (Cox 1987, Gill 1993) uygulanmıştır. Başlangıçta Faşist İtalya’yı tanımlamak için geliştirilmiş olmasına rağmen, daha sonra farklı bölgeler ve yöreler için kullanılır hâle gelen bu Gramşiyan “hegemonya”, daha yakın dönemlerde ise AKP’nin Türkiye toplumu (Tugal) üzerindeki hegemonyası şeklindeki bir iddiayı ifade etmek için de kullanılmaya başlanmıştır. Ancak bu yaklaşımın temeli, kendileri tarihsel olarak oluşturulmuş olan kavramsal araçların esnek kullanımında yatmaktadır. Tarihsel olarak konumlandırılmış kavramların Uluslararası İlişkilerin geniş alanına bu nakli dolayısıyla Gramsciciler, sık sık, görünüşe göre ham olan bu iç politika/uluslararası politika analojisine başvurulmasını eleştirmişlerdir (Morton). Bu eleştirilerin bazıları gayet haklı olmakla birlikte tarihsel metodun kendisi önemli bir sıçrama taşı olmaya devam etmiştir. Neo-Gramşiyan Uluslararası İlişkiler, yapısalcı dünya siyaseti tanımı içerisinde düzenlemeksizin birçok uygun kavramsal araç sunmuştur. Bu ilk tarihselci dönüş aynı zamanda jeopolitik ve kapitalist küresel politik ekonomi arasındaki ilişkiye dair muhtemel tarihsel olarak daha hassas çalışmaya olanak veren Marksist düşüncenin yapısalcı uyarlaması üzerinde önemli bir ilerleme sağlamıştır (van der Pijl 2006). Bunun en büyük avantajı, aynı zamanda bir dereceye kadar dezavantaj da içermektedir. Bir dizi tarihsel olarak üretilmiş kavramı, Gramsci’nin niyetlendiği gibi, güncel olaylar ışığında yeniden formüle etmeksizin bırakmak. Bunun yerine, yeni, güncel kavramlar üretmeden özgün kavramların sınırlarında bir genişlemeye yol açmıştır.
Öte yandan “Siyasal Marksizm” tarihsel yöntemle daha da bütünleşmeye çalışmıştır. Kuzey Amerikalı sosyal tarihçi Robert Brenner’ın çalışması temelinde PM, “modern” ya da “kapitalist” Uluslararası İlişkilerin kökenlerini ortaya çıkarmak amacıyla kapitalizmin yükselişini tarihselleştirmekle başlamıştır. Somut toplumsal refah ilişkilerine bakarak feodalizmden mutlakıyetçiliğe, kapitalizme kadar toplumsal yeniden üretimin tarihsel olarak belirli biçimlerinin jeopolitik içeriklerini anlamaya çalışmıştır (Teschke 2003). Burada kapitalizm aslında aynı zamanda toprak üzerindeki denetimden bağımsız bir yeniden üretim sistemidir. Ancak, bahsedilen tüm eski Avrupalı (toplumsal) biçimlerden farklı olarak, devletlerarası sistem, mutlakiyetçi “kalıntı” kapitalizmle mükemmel bir uyum içinde olmuştur.
Politik Marksizmin tarihsel özgüllüğe yaptığı vurgu, Uluslararası İlişkilerin doğası hakkındaki tüm tarih ötesi soyutlama olasılıklarını inkâr ederken, Troçki’nin Rus Devrimi üzerindeki çalışmasına dayandırdığı Eşitsiz ve Bileşik Gelişme teorisi (EBG), “denetlenmeyen” ve keyfi tarihselcilik olarak görülen bazı şeyleri yeniden sistematize etmeye girişmektedir. Kimi zaman pozitivist olmakla suçlanan ve bununla Soğuk Savaş’ın yapısal realizmine yakın olan (Teschke 2014) EBG derin bir sosyolojik anlatım olma iddiasındadır. (a) Tüm insanların hayatta kalma mücadelelerinde farklı toplumlar içerisinde geliştiği (“toplumsal çeşitlilik”), (b) tüm toplumların farklı geliştiği (eşitsizlik) ve bunun sonucu olan etkileşimlerin bu nedenle (c) birtakım yeni biçimler (birleşim) ve gelişmelere yol açacağı varsayımıyla başlamaktadır. Toplumsal değişim, devrim ve ilerlemenin yer aldığı, insanlığın devamının yapısal koşullarını sağlayan bu birleşim momentleridir. (Rosenberg 2006). Realizme karşıt olmamasına ve yukarıda bahsedilen genel soyutlamalarla birlikte çalışmasına karşın Eşitsiz ve birleşik gelişme, pozitivist olduğu iddialarına, kendisinin olması yakın olaylardaki uygulamasının her zaman daha derin tarihselleştirme gerektirdiği yönünde karşı çıkmaktadır. Troçki’nin kendi iddiasının aksine Uluslararası İlişkilerdeki çağdaş Eşitsiz ve Birleşik Gelişme teorisyenleri, Troçki’nin teorisinin yalnızca kapitalizmin tarihine uygulanabilir olmadığını, aynı zamanda jeopolitiğin tarihsel olarak özgün biçiminin tüm aşamalarının izlenmesi suretiyle, tüm insanlık tarihi için bir düzenleyici yöntem olduğunu iddia etmektedirler. Bu “düzenleyici yöntem” evrensel olarak uygulanabilirdir. Ancak bu iddia, diğer taraftan, insan eylemlerinin kolektif ya da bireysel motivasyonu konusundaki soruları yanıtsız bırakmasından dolayı, teorinin bundan fazlası olmadığını da ima etmektedir.
Praksis: Devrim, Milliyetçilik, Dekarbonizasyon
Yalnızca günümüzdeki olayların ışığında değil her zaman önemli görünen jeopolitik çevrenin fırsat sağlaması ve sınırlandırması ile ilişkili olan, tam da insan eylemlerinin motivasyonu hakkındaki bu sorudur. Devrimci tarih (ve yalnızca Bolşevik Devrimi değil), kısıtlayıcı ve fırsat sağlayıcı jeopolitik koşul ve sonuçlarla doludur. Özellikle Dış Politika Analizlerinde başvurulan şekilde toplumsal değişimi, bir toplumun “iç dinamik”leriyle şekillenen “iç” olaylar olarak değerlendirmek, metodolojik milliyetçiliği ve basit “içten dışa” rasyonelleştirmesi dolayısıyla uzun süredir eleştirilmektedir. Diğer taraf olan jeopolitik determinizm de benzer şekilde, kimi zaman bu tartışmaların baskın politik boyutlarını susturan bir bilmece bırakmakla eleştirilmektedir.
Uluslararası tarihsel materyalizm içindeki çağdaş soyutlamalar ve historiyografik tartışmalar içerisinde cinsiyet eşitliği, ırkçılık, LGBTİ hakları, kültürel ve dilsel azınlıklar ya da doğanın korunması çalışmalarına fazla yer kalmamaktadır. Bununla birlikte, solun içindeki aktivistlerin olduğu kadar solun oldukça dışında yer alanların da gittikçe artan bir şekilde temel ilgi alanlarını oluşturmaya başlayan şey, çoğu toplumsal eşitsizlik soru(n)larıyla sıkıca ilişkili olan tam da bu sorulardır. Şu anki durumunda Marksist Uluslararası İlişkiler, krizlerin karmaşık çeşitliliğine, şayet gösterirse çok yavaş tepki göstermekte ve benzer baskı biçimleri sınırlı görünmektedir. Bunlar, çoğunlukla, Thomson-Reuters indeksli akademik dergilerin üretiminin akademik sosyo-ekonomik yeniden üretimin mecburiyeti olduğu fildişi kulelerinin ötesinde, aktivizmin entelektüel ve teorik olmayan özel biçimlerine sürgün edilmiş görünmektedir.
Jeopolitik, aktivizmin bu özel biçimlerinden ayrı bir alan muamelesi görür gibi görünmektedir. Görünen o ki, bu bize “Rusya ve Çin’in de en nihayetinde kapitalist olduğunu” hatırlatmaya yeterli görünmekte, bu nedenle ABD ile karşı karşıya gelmek ve diğer jeopolitik çatışmalar ikincil gerçeklikler olarak görülmektedir. Günlük olarak birçok Suriyeli ve Ukraynalının yaşamına mal olan, bu ilgisizliktir. Benzer şekilde ABD’nin kendisindeki hastalıklı ırk ilişkileri özünde sınıf bağlantılı olarak düşünülmektedir. Sınıf ile ırk arasındaki ilişkiler önemli olmakla birlikte bu, Avrupa’da kapitalizmin ve onun yayılması çalışmalarının sınırlarını aşan sömürgeci yayılma ve köle ticareti gibi uluslararası baskı tarihine rağmen henüz Uluslararası İlişkilerin gündemine oturmamıştır.
Marksist Uluslararası İlişkilerin temel sorunu, dikey sınıf ilişkileri ve çatışmalarını yatay toplumlar arası veya jeopolitik ilişkilerle uzlaştırmanın yalnızca onto-epistemolojik bir sorun olmamasıdır. Bunun aynı zamanda belirgin siyasal boyutları da bulunmaktadır: Liberalizm gibi Marksizm de evrensel arzuları izleyerek bağımsızlık, özgürleştirme ve ilerleme konusunda güçlü bir normatif gündem gerektirmektedir. Ancak bu tartışmaların çoğu, kapitalizmin tarihinin “doğru” soyutlanışına, kapitalizmin yayılmasının etkisine, kapitalizme yapılan Avrupa dışı katkılara (Hobson 2004) ve son olarak ABD’nin merkez bölgesinde (heartland) konumlanmış olarak kapitalizmin güncel doğasına odaklanmaktadırlar (örn. Panitch ve Gindin 2014). Bu, öncelikle, tarihselleştirilmesi ve açıklanması gerekenin kapitalizm mi olduğu, yoksa bunun dünyayı açıklamaya yardım eden bir soyutlama mı olduğu konusunu kısmen açıklanmamış bırakmıştır. Diğer bir deyişle, “kapitalist” jeopolitik bizim Marksist teori ve metodolojik araçları kullanarak hâlâ tam olarak anlamaya çalıştığımız bir şey midir, yoksa o çağdaş kapitalizmi anlamamıza yardım eden şey “kapitalizm” kavramı mıdır? Daha da önemlisi, bu hâlâ değişim, devrim ve jeopolitik arasındaki ilişki hakkında cevaplanması gereken sorular bırakmaktadır. Bolşevik Devrimi’nden İran Devrimi’ne devrimin tarihi, devrimsel çabaların pekişmesinin, aksine katiyen “sınıf mücadelesi”ne başvurularak açıklanamayan karmaşık jeopolitik boyutları içerme eğiliminde olduğunu göstermiştir. Nihayetinde gerici (reactionary) Alman eski rejimi neyse ki devrimci Lenin’i Rusya’ya geri göndermiştir. Bu, Brest-Litovsk’daki ümit edilen “ucuz” barışı satın almalarını sağlamışsa da aynı zamanda Almanya’nın kendisinde de, sonradan faşizmi besleyen devrimi teşvik etmiştir. Bu, yönetim sistemlerinin tarihsel evrimi, kapitalizmin yükselişi, onun iç çelişkileri, devrimci tehditlerin ışığında ulusal projelerin ulusal konsolidasyonu ve bu değişikliklerin jeopolitik boyutları arasındaki ilişkinin birçok örneğinden birisidir.
Uluslararası İlişkilerin içindeki bu tarihselci tartışma, “uluslararası sistem”in sosyo-tarihsel kökenleri, onun modern kapitalist jeopolitiği ile ilişkili birçok faydalı soru sormuş ve daha yakın dönemlerde ise bu sisteme “Doğu”nun yaptığı katkının üzerinde durmaya çalışmıştır. Bugünkü şekliyle “farklılığın”, yani tarihsel olarak özgül “toplumsal çeşitliliğin”, nasıl “sistem”in çeşitli tarihsel olarak özgül örneklerini oluşturduğu konusu tam olarak açıklanamamıştır. Bağlantılı Weberyen ontolojiler “bağımlılık”, homojenlik ve iç teritoryal konsolidasyon, Marksistlerce sık sık, sermayenin içte tutarlı ve kendiliğinden büyüyen mantığı içerisinde verili olarak anlaşılmaktadır. Milliyetçilik, kapitalizmin yanında, kapitalizmin ürettiği özgül bir politik biçimdir. Şaşırtıcı olmayan biçimde tarihsel materyalist araştırmacıların çoğu, bu evrensel ve hâlâ bölünmüş olgu üzerindeki tartışmayı gündem dışı bırakmaktadır.
Milliyetçiliğin tüm öteki siyasal kolektif farklılıklar karşısındaki özgüllüğü, onun kapitalist modernite tarafından “üretilmiş” olmasıdır. Bu kestirme sonuç, karşılıklı ihmalin garip bir örneğini yansıtmaktadır: Tarihsel sosyolojinin yanında tarihsel materyalizmden de haberdar olanları içeren Uluslararası İlişkiler tartışmaları milliyetçiliğin somut tarihsel toplumsal kökenlerinin ayrıntılarına girer görünmemektedir. Uluslararası İlişkiler, ulus devletlerin oluşturduğu bir sistemin “tümüyle tarihsel ve oldukça muhtemel yeniliğini” (Davis 2015) ihmal etmektedir. Bu durumda tarihsel materyalizm milliyetçiliği, tüm kapitalist modernitenin bir sonucu olmaya indirgemektedir. Milliyetçiliğin yükselişinin gerçek tarihleri, “yerli” metodolojik milliyetçilere bırakılmakta, tarih yazımları “uluslararası” boyutların eksikliğinden ötürü haklı olarak eleştirilmektedir. Sözün kısası, karşıt bir eleştiri, yani, farklılığın aldığı çağdaş biçim olarak “milli”nin toplumsal kökenleri üzerine kavramsal ve tarihsel yansımanın eksikliğine yönelik karşıt bir eleştiri, genel olarak Uluslararası İlişkiler ile, fakat bundan daha çok ise Marksist uluslararası tarihsel sosyoloji ile ilişkili olarak yapılabilir.
Milliyetçiliğin kökeni gibi toplumsal mücadeleler üzerine böylesi tarihsel materyalist düşünceler kaçınılmaz olarak jeopolitik mücadeleleri de içerecektir. Kendileri yapısal olarak belirlenmekten ziyade toplumsal olarak üretilen “milliyetçiliğin cari ücreti, millî kimliğin üretilmiş yanılsaması tarafından oluşturulan ve sunulan çıkarlar” (Davis 2015) böylece, jeopolitik temelleri göz önünde bulundurulmadan düşünüldüğünde eksik kalmaktadırlar. Bu, bireysel ya da toplu çıkarların müellifliği ve failliğinin, kimliklerin ötesinde, bu bağlantılı toplumsal olarak jeopolitik mücadeleler tarafından üretilmiş olduğu anlaşılan diğer sonuçlar açısından da hayatî önemdedir. Son olarak, özgüllüğe yaptığı tüm vurgu ile beraber tarihsel materyalis Uluslararası İlişkiler teorileri, 20. ve 21. yüzyıllar boyunca kapitalizmde hidrokarbon ekonomisinin ağırlığı ve bunun küresel ekolojik krizler anlamında beraberinde getirdiği tüm etkileri henüz daha doğrudan yansıtmamaktadır. Kısacası kapitalizmin yalnızca insanlar ve onların kurumlarıyla ilişkileri değil, aynı zamanda insan dışındaki dünyayla ilişkileri de Marksist Uluslararası İlişkiler perspektifiyle doldurulmaya değer bir eksiklik barındırmaktadır.
Sonuç: Marksist Uluslararası İlişkiler, Tarih ve Toplumsal Dönüşüm
Sınıf ilişkilerini devletler ya da toplumlar arası ilişkilere öncelemek toplumsal hayatın bir bölümünü gereksiz hale getirmek üzereyken Marx ve Engels cevaplanmamış birçok soru bırakmışlardır. Bunlar şimdi gittikçe artan şekilde, Marx ve Engels’in yazdıklarını eleştirel politik ekonomilerinin ötesinde mobilize etmeye çalışan tartışmalarla doldurulmaya çalışılmaktadır. Yeni tarihsici Marksist yaklaşımlar ve tartışmalar hiçbir şekilde eleştirisiz değildir. Post-kolonyalizm ve ırk konularındaki sözde “sağır edici sessizliklerinden” (Tansel 2014) realist, apolitik bir yazgıya mahkûm (Davenport 2011) olmalarına, teorik eksikliklerine kadar (Rioux 2014), tartışmalar sona ermekten çok uzaktır. Bu tartışmalar, Uluslararası İlişkileri yapısal determinizmin ötesinde anlamak için Marx’ı ve Marksizmi, araç olarak görme olanağı sağlamıştır. Şimdiye kadar yapılan çalışmaların çoğu, Marksist Uluslararası İlişkileri, uluslararası ilişkilerin, evrensel küresel pazar ile onun jeopolitik koşulları arasındaki uyumsuzluğu çözmeye çok az katkı sağlayabilecek yapısal, ekonomik ve nihayetinde modası geçmiş anlayışıyla ilişkilendiren haklı eleştirel seslere cevap vermektedir. “Tarihselci bir praksis felsefesi” olarak anlaşılan bu tartışmalar, yalnızca Marksizmin değil, tüm Uluslararası İlişkiler Teorisinin birçok eksikliğinden bazılarını gidermeye uygundur.
Devrim ve jeopolitik arasında yukarıda tanımlanan ilişki toplumsal değişimi, jeopolitik gerçeklikleri hesaba katarak, ancak bu ikincisini (jeopolitiği) yapısal zorunluluklara indirgemeden inceleme ihtiyacını göstermektedir. Tüm iç çelişkilere ve kendi disiplini içerisindeki dış etkilerin eksikliğine rağmen Marksist Uluslararası İlişkileri geliştirmek ve yaymak gerçekten tam zamanında bir çaba gibi görünmektedir. Güncel karmaşıklıkların, krizlerin, çeşitli baskı biçimlerinin ışığında bu, yalnızca Uluslararası İlişkiler disiplinini zenginleştirmeye yaramayacaktır. Ayrıca, günümüzdeki Ortadoğu gibi karmaşık durumları anlamak için bir olmazsa olmaz oluşturacaktır. Basit, tutucu ve politik açıdan tehlikeli açıklamalara boyun eğmek yerine, disiplinin geleneksel sınırlarını aşarak giderek karmaşıklaşan bir dünyayı anlamamıza yardım edecek düşünsel yollar bulmamız ve geliştirmemiz gerekmektedir. Tüm zengin farklılık ve tartışmaları içinde Marksist Uluslararası İlişkiler, Marksist düşüncenin özünü oluşturan toplumsal değişimi teorize etmeyi sağlayamayacak olan yapısalcı determinist ve ekonomik açıklamalara başvurmaktan kaçındığı sürece böyle bir yöntem sağlayabilir. İnsan yapımı ekolojiyi içeren jeopolitik koşullar Rojava’dan Yunanistan’a, Filistin’den Zapatista’ya, toplumsal dönüşümü hem zorlaştırmakta hem de mümkün kılmaktadır. Bu jeo-eko-politik gerçeklikler “praksis felsefesi” tartışılırken yapısal belirleyicilere dönüştürülmeksizin dikkate alındığında, toplumsal değişim, tarihsel materyalizm, Uluslararası İlişkiler ve daha genel olarak toplumsal düşünce açısından zor, fakat önemli bir görev olmaya devam etmektedir.
Çeviri: Menekşe SÖZBİLİR
KAYNAKÇA
Ashley, R. K. (1984). The poverty of neorealism. International Organization, 38(02), 225-286.
Braudel, F. (1972). The Mediterranean and the Mediterranean world in the age of Philip 2, Collins.
Brenner, R. (1977). ‘The Origins of Capitalist Development: A Critique of Neo-Smithian Marxism.’ New Left Review I(104), 25-92.
Brewer, T. (2002). Marxist theories of imperialism: a critical survey. London, Routledge.
Bukharin, N., & Lenin, V. I. I. (1929). Imperialism and world economy (Vol. 4). New York, International Publishers.
Callinicos, A., and Rosenberg, J. (2008). Uneven and combined development: The social-relational substratum of ‘the international’? An exchange of letters. Cambridge Review of International Affairs, 21(1), 77-112.
Colás , A. (2007). Empire. Cambridge, Polity.
Colás, A. and Pozo, G. (2011). ‘The value of territory: Towards a Marxist geopolitics’. Geopolitics, 16(1), 211-220.
Cox, R. W. (1981). ‘Social Forces, States and World Orders: Beyond International Relations Theory.’ Millennium – Journal of International Studies 10(2): 126-155.
Cox, R. W. (1987). Production, power, and world order: Social forces in the making of history. Vol. 1. New York: Columbia University Press.
Davenport, A. (2013). Marxism in IR: Condemned to a Realist fate?. European Journal of International Relations, 19(1), 27-48.
Davis, M. (2015). ‘Marx’s Lost Theory’, New Left Review 93
Denemark, R. A. and Kenneth P. T. (1988). ‘The Brenner-Wallerstein Debate.’ International Studies Quarterly 32(1): 47-65
Frank, A. G. (1989). ‘The Development of Underdevelopment’, (Reprinted from Mr, Vol 18, 1966). Monthly Review-an Independent Socialist Magazine 41(2), 37-51.
Gallagher, John and Ronald Robinson (1953). ‘The Imperialism of Free Trade.’ The Economic History Review 6(1): 1-15.
Gill, S. (1993). Gramsci, historical materialism and international relations (Vol. 26). Cambridge University Press.
Gowan, P. (1999). The global gamble: Washington’s Faustian bid for world dominance. London, Verso.
Hardt, M. and A. Negri (2000). Empire. Cambridge, Mass.; London, Harvard University Press.
Hobson, J. (2004). The Eastern Origins of Western Civilization. Oxford, Oxford University Press
Marx, K. (1843). ‘On the Jewish Question’, Marx and Engels Collected Works, Vol. 3.
Münkler, H. (2005). Imperien: Die Logik der Weltherrschaft: vom alten Rom bis zu den Vereinigten Staaten. Berlin, Rowohlt.
Overbeek, H. (2000). ‘Transnational historical materialism’. In: Palan, R (ed). Global political economy: Contemporary theories. London: Routledge, 168-183
Panitch, L., and Gindin, S. (2012). The Making of Global Capitalism. London, Verso Books.
Prebisch, R. (1986). ‘Economic-Development in Latin-America and Some of Its Principal Problems.’ Desarrollo Economico-Revista De Ciencias Sociales 26(103): 479-502
Rioux, S. (2014). Mind the (Theoretical) Gap: On the Poverty of International Relations Theorising of Uneven and Combined Development. Global Society, (ahead-of-print), 1-29.
Rosenberg, J. (2006). Why is there no international historical sociology?. European Journal of International Relations, 12(3), 307-340.
Schweller, RL. (1999). Managing the rise of great powers. In: Johnston AI and Ross RS (eds) Engaging China: The Management of an Emerging Power. London: Routledge, 1–31
Skocpol, T. (1973). “A Critical Review of Barrington Moore’s Social Origins of Dictatorship and Democracy.” Politics and Society 4(1): 1-34.
Tanchum, M. (2015). ‘The Kurdish Consolidation: Amassing Power at Ballot Box and on the Battlefield’. Foreign Affairs. June 29.
Tansel, C. B. (2015). Deafening silence? Marxism, international historical sociology and the spectre of Eurocentrism. European Journal of International Relations, 21(1), 76-100.
Teschke, B. (2003). The myth of 1648: class, geopolitics, and the making of modern international relations. London, Verso.
Teschke, B., and Lacher, H. (2007). ‘The changing ‘logics’ of capitalist competition.’ Cambridge Review of International Affairs, 20(4), 565-580.
Teschke, B. (2014). ‘IR Theory, Historical Materialism and the False Promise of International Historical Sociology’, Spectrum Journal of Global Studies 6(1), 1-66.
Teschke, B., and Cemgil, C. (2014). The dialectic of the concrete: Reconsidering dialectic for IR and foreign policy analysis. Globalizations, 11(5), 605-625.
Tuğal, C. (2009). Passive revolution: Absorbing the Islamic challenge to capitalism. Stanford, Stanford University Press
van der Pijl, K. (2006). Global rivalries: from the Cold War to Iraq. Pluto Press.
van der Pijl, K, (2007). Nomads, empires, states: modes of foreign relations and political economy. London, Pluto Press.
Wallerstein, I. (1980). The modern world-system Volume 2, Mercantilism and the consolidation of the European world-economy, 1600-1750. New York, Academic P.
Waltz, K. (1979). Theory of International Politics. Reading/Mass, Addison-Wesley
Wood, E. M. (1995). Democracy against capitalism: renewing historical materialism. Cambridge, Cambridge University Press.
DİPNOTLAR
[1] Bunun yalnızca Marx’ın kendisi için geçerli olduğunu not etmek gerek. Marksist düşünce, daha genel olarak, jeopolitik sorunu ve en çok da emperyalizm üzerine Marksizm içi tartışmalara epeyce mesai harcadı (Örn. Bewer). Aşağıdaki tartışmaya bakınız.
[2] Only very few analysts understood the ‘rise of China’ (or the BRICS for that matter), firmly within the current structures of capitalism, to represent a challenge (e.g. Schweller 1999).
[3] İmparatorluk kavramına dair tarihsel bir anlayış konusuna giriş için bkz. Colás, 2007: 5-17.