Sosyolojinin kurucularından E. Durkheim (1962) her toplumsal faaliyetin bir ahlâki (etik) disiplin gerektirdiğini ve toplumun çıkarı açısından her mesleğin bir standardı ve kurallar bütünü olması gerektiğini söyler. Eğer gazeteciliği de bir meslek kabul ediyorsak, bu konuda bir istisna olmaması gerekir. Her meslek sosyolojik olarak bir güven ilişkisidir ve gazeteciliğe dair yaygın kabullerden biri de onun “doğruyu söyleme mesleği” olduğudur.
Öte yandan, gazetecilik söz konusu olduğunda “olan” ve “olması gereken” ayrımını sürekli göz önünde bulundurmak gerekir. “Doğruyu söyleme mesleği” olarak gazetecilik, liberal-çoğulcu kuramların idealize ettiği ve “olması gereken”e dair bir tanım olarak dururken, “olan” haliyle gazeteciliğin doğruyu söylemekten epey uzak olduğu gittikçe daha belirginleşmiştir. Bu nedenle, son yıllarda gazeteciliğe olan güven dibe vurmuştur.
Mesleği bir “güven ilişkisi”, gazeteciliği de “doğruyu söyleme mesleği” olarak tanımladığımız durumda, gazetecinin doğruyu söylediğine olan güvenin bittiği yerde bir meslek olarak gazetecilik de fiilen bitmiş demektir, her ne kadar hâlâ “gazeteci” denilen ve bu kimliğiyle para ve şöhret sahibi olanlar olsa da.
Hekimliği düşünün; hastalara sağlık verdiğine güvenilmeyen ve inanılmayan biri hekim sayılabilir mi?
“Olan” haliyle gazeteciliğin, özellikle 1980’lerden sonra “yeni medya sahiplik yapısı”nın sektöre hâkim olmasıyla birlikte, liberal-çoğulcu kuramların “olması gereken”inin alabildiğine uzağına düşmesi, Marksist medya kuramlarının liberal kuramlar karşısında ezici bir üstünlük sağlamasına da yol açmıştır. “Olan” haliyle gazetecilik, liberal kuramların tanımladığından epey ters bir noktaya düşüp; “doğruyu söyleme”, “tarafsızlık”, “nesnellik”, “olup biteni olduğu gibi yansıtan bir ayna”, “yasama, yürütme ve yargı erklerini kamu adına denetleyen dördüncü kuvvet”, “adil olma” gibi kendinden beklenen işlevleri yerine getirmez olduğu görüldükçe, liberal-çoğulcu kuramlar da köşeye sıkışmaya başladılar. Etik, bu sıkışmışlık içindeki liberal kuramlar için bir son sığınak oldu: Medya bütün bu işlevlerini yerine getirebilecekti ama ah bir gazeteciler mesleğin etik kurallarına uysalardı!
Gazeteciler üzerine yapılan araştırmalarda, dünyanın farklı yerlerinde, onlardan samimi yanıtlar alınabildiğinde “mevcut gazetecilik pratiğinde etikten söz etmenin olanaksız olduğunu” itiraf ettikleri görüldü (Tılıç, 1998:341). Gerek bu türden gazeteci ifadeleri gerekse de kimi akademik çalışmalara dayanarak, “medya ve etik” kavramlarını birlikte anmanın bir oksimoron olduğu ileri sürülebilir.
“Medya etik olabilir mi?” sorusuna, “doğası gereği asla etik olamayacağı” ve “aslında hiçbir zaman da etik olmadığı” yanıtını verenler vardır.“Etik adil olmaksa ve adil olmak da ancak yorumların çeşitliliğinde mümkünse; o vakit ‘medya ve etik’ ifadesi sadece bir oksimorondur” (Demir, 2011: 241) saptaması yabana atılamaz.
Öte yandan, gazetecilik etiği tartışmalarının önemli kaynaklarından “Medya ve Gazetecilikte Etik Sorunlar” kitabında, A.Belsey ve R.Chadwick (2011: 13-14), “İdeolojik eğilimleri ne olursa olsun, hükümetlerin çoğu, basına açıkça müdahale etmedikleri zamanlarda bile sansür ve denetim uygulamaya çalışır ve bunu da genellikle başarırlar. Gazete sahipleri, büyüklük hastalıklarını bir kenara bırakalım, basını kendi iktidar ve zenginlik arayışlarını tatmin edecek bir araç olarak kullanırlar. Gazetecilerin ise şakayla karışık söylediği gibi etik dışı davranmak için rüşvet almaya bile ihtiyaçları yoktur. Hatta ‘tüketiciler’ de saçmalığa ve bayağılığa prim verip, berbat standartları kural kabul ederek gazeteciliğin hizmet dışı kalması için ellerinden geleni yapmaktadırlar” dedikten sonra, “Yine de gazetecilik onurlu bir meslektir; çünkü haber, yorum ve görüşleri içeren bilginin dolaşımını sağlamak gibi onurlu bir amacı vardır. Bu, onurlu bir amaçtır; çünkü toplumun – özellikle demokratik olma iddiaları bulunan bir toplumun – sağlıklı olması buna bağlıdır” diye ilave ederler.
Bu açıdan bakılınca, medya ve etik tartışmasının yararsız bir tartışma olmadığı, tersine medyanın da bir mücadele alanı olduğu düşünüldüğünde “olan” gazeteciliğin “olması gereken”e doğru zorlanmasında etiğin yararlı bir araç olduğu görülür.
Etik/Ahlâk: Eylem ve Özgürlük
Etiğin, özellikle de “ahlâk” olarak ifade edildiğinde, din ile ilişkili, dine bağlı bir kavram olduğunu savlayanlar çoktur. Bu yaklaşımın, hem genel olarak ama özellikle de meslek etiği tartışmaları çerçevesinde hiçbir geçerliliği yoktur. Felsefi olarak bir ahlâk tartışması yapıldığında; “Kant, Fichte, Spinoza gibi ahlakiliğin entelektüel kahramanlarının” din dışında durdukları görülür. Marx da, “ahlâkın dine tâbi olmayan bağımsız ve özerk bir alan olabileceği ve olması gerektiği anlayışı”nı savunur (Peffer, 2001: 47).
Ahlâkı dine bağlı bir kavram olarak tartışanlar “niyet”e vurgu yaparlar. Oysa ahlakın niyetlerle değil, insanın eylemi ile ilgili olduğu ve bireyin eyleminin diğerleri üzerindeki etkilerini sorguladığı, meslek etikleri bağlamında son derece nettir. Her mesleğin de ontolojisi, kurallar ve ilkeler bütünü, o mesleki pratiğin insanlara zarar değil yarar sağlamasını garanti altına almaya çalışır. Dolayısıyla ahlâk, özellikle de meslek ahlâkı, niyetlerle ilgilenmez, eylemcidir.
Ahlâkın bireye içkinliğini de, medya etiği tartışmaları içinde paradoksal bir durum olduğunun altını çizerek, vurgulamak gerekir. Ahlâk iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, güzel ile çirkinin ayrımını ortaya koyar ve bireyin eylemini, diğerleri üzerindeki etkisine bakarak iyi ya da kötü olarak değerlendirir. Eyleminden ve sonucundan bireyi sorumlu tutar.
Eyleminden sorumlu bir birey tartışma konusu olduğunda, özgürlük, ahlâkla ilişkili son derece önemli bir kavram olarak tartışma alanına girecektir. Özgür olmayan bireyler, kendi iradeleriyle belirlemedikleri eylemlerinin sonuçlarından sorumlu tutulabilirler mi? Hukuk bunun yanıtını vermiş ve eylemlerini sağlıklı bir akılla kontrol edemeyen “akıl hastaları”nı cezai sorumluluktan muaf tutmuştur.
Ancak ahlâk, dinden bağımsız olduğu kadar hukuktan da bağımsızdır. Hiçbir yasa neyin etik olduğuna karar veremez.
Ahlâkın bireye içkin olduğunu, bireyin eylemlerini başkaları üzerindeki sonuçlarına bakarak değerlendiğini ve hem dinden hem de hukuktan ayrı olduğunu saptamak, ahlâk ve özgürlük ilişkisini çok daha yaşamsal kılmaktadır. Her türden eylemi tümüyle efendisi tarafından belirlenen ve özgürlüğün kırıntısına bile sahip olmayan bir kölenin ahlâken sorumlu tutulması mümkün müdür?
“Varoluşçu gazetecilik” savunucuları, gazeteciliğin bir “özgürlük davranışı, (mesleki değerlere) bağlılık, isyan ve sorumluluk” olduğunu ileri sürerler. Onu, pek çok gazetecinin yüz yüze kaldığı koşullara teslim olma ve konformizm halinin reddi olarak görürler. Bu yaklaşımın temelinde, Sartre’ın “İnsan kendi özgün projesinden başka bir şey değildir. Sadece kendini gerçekleştirebildiği oranda vardır; o halde eylemlerinin toplamından başka bir şey değildir, yaşamından başka bir şey değildir” (Aktaran Holt, 2012: 7) saptaması vardır.
Kısacası gazeteci, mesleki değerlere bağlı, onların çiğnenmesine isyan eden ve kendini gerçekleştiren bir özgürlüğe sahip olduğunda gazetecidir. Bu, bireye içkin ahlâki sorumluluğu daha da pekiştiren bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımla, gazeteciliğin mevcut pratiğini rahatlıkla eleştirebilir ve “çağdaş gazeteci” kolaylıkla “beyinsiz, cahil, eğlence açlığının yarattığı bir anlamsızlık, tembel ve düşüncesiz” (a.g.e: 8) olarak damgalanabilir.
Bireyin varolmasının kendini gerçekleştirmesi olduğunu kabullendiğimizde, ahlâkın özgürlükle ilişkisi daha da anlam kazanır. Özgürlük, Marx tarafından da vurgulandığı gibi (Peffer, 2011), son derece ahlâka ilişkin bir kavramdır. Özgürlüğü, büyük ölçüde “insanın kendi kendisini belirlemesi ve kendini gerçekleştirme araçlarına, olanaklarına sahip olması” şeklinde tanımlamak mümkündür.
Yapmak istediklerini yapmanı engelleyen yasal sınırlar olmaması, yapmak istediklerini yapamaman için zincirlere vurulmamış olman (negatif özgürlük), özgür sayılmak için yetmez. Yapmak istediklerini yapabilmenin araç ve olanaklarına da sahip olman gerekir ki, bu türden bir (pozitif) özgürlük anlayışı politik hak taleplerinin ve o talepler için mücadelenin de önünü açar.
Şimdi şu soruları sormak gerek: Gazeteci kendini gerçekleştirme, yani “doğruyu söyleme” noktasında özgür mü? Doğruyu söylemenin olanak ve araçlarına sahip mi? Eğer değilse, yaptıklarının/eylemlerinin ahlâki sorumluluğundan muaf mı sayılır? Bu durumda ahlâkın bireye içkinliğinin ne anlamı kalır?
Çürümüşlüğün Yapısı ya da Yapının Çürütücülüğü
Gazetecilik doğruyu söyleme mesleği olarak kabul edildiğinde, doğruyu söylemek önüne dikilen her engelin etik problemler ürettiğini de kabul edilmelidir.
Ayrıntı’nın geçen sayısında, “AKP Döneminde Medya”yı (Tılıç; 2015) tartışırken, gazeteciliğin nasıl bir medya yapısı ve işleyişi içinde yapıldığını da uzun uzadıya anlatmıştım:
Gazeteciliğin karşı karşıya olduğu temel sorunlar ve nedenleri ancak medyanın ekonomi-politiğine odaklanılarak saptanabilir. Bunu yaptığımızda, dünden bugüne yaşanan sorunların temelinde iki ana etkenin yattığını görebiliriz: Medya sahiplik yapısı ve devlet/iktidar. Sahiplik yapısı ve devlet/iktidar faktörlerinin bu mesleğin doğuşundan beri “doğruyu söyleme” önünde, belli dönemlerde artan veya azalan oranlarda, engel olduğunu, doğruyu söylemeyi zorlaştırdığını, hatta olanaksızlaştırdığını görürsünüz.
Medya alanında, 1980’li yıllarda, küresel düzeyde, neo-liberalizm salgınına paralel olarak önemli yapısal değişimler yaşandı. “Asıl işi gazetecilik olan” geleneksel medya sahiplerinin hâkim olduğu bir yapıdan, asıl işleri gazetecilikten başka herşey olan yeni medya sahiplerinin hâkim olduğu bir yapıya geçildi. Türkiye’de bu dönüşüm 90’ların ortasında tamamlandı.
Bankacılık, turizm, inşaat, otomotiv, enerji, ticaret gibi ekonominin gazetecilik dışında her alanında faaliyet gösteren patronlar, bu faaliyet alanlarının yanına gazeteciliği de eklediler. Prof. Ben Bagdikian (2004), gazetecilik alanındaki önemli çalışmalardan biri olan “Yeni Medya Tekeli” kitabının 1983’te yapılan ilk baskısında ABD medyasının durumunu anlatırken, Amerikan medya pazarını yönlendiren 50 şirket olduğunu söyler. Medya patronlarının sayısını, “büyük bir otelin salonunu dolduracak kadar” diye tanımlar. Kitabın sonraki yıllarda yapılan baskılarına yazdığı önsözlerde bu medya patronlarının sayısı sürekli azalır. 1987’de 29’a, 1990’da 23’e, 1997’de 10’a, 2000’de 6’ya ve nihayet 2004’teki son baskıda da 5’e iner. Buna “The Big Five” der Bagdikian, “Beş Büyük”.
Önemli ölçüde iç içe geçen bu beş dev korporasyon arasında artık klasik kapitalist rekabet de yoktur. 25 yılda medya sektöründe öyle muazzam bir yoğunlaşma yaşanmıştır ki, 1983’te büyük bir otel salonunu dolduran medya patronları, 2004’te, Bagdikian’a göre, bir telefon kulübesine sığacak kadar azalmıştır.
Bu “beş büyük”, yerel ortaklık, işbirlikleri ve satın almalarla dünyanın her yerine uzanmış, adeta ahtapotun kolları gibi beş kıtayı da sarmıştır. Yeni medya sahiplerinin medyası, girdiği her yerde iktidarları neo-liberal politikalara, özelleştirme ve kuralsızlığa (deregülasyon) zorlamış, bu zorlamanın sonuçlarını da almışlardır.
Medya patronlarının asıl olarak ekonominin farklı sektörlerinde faaliyet göstermelerinin, küresel düzeyde yol açtığı sorunlara işaret eden Belsey ve Chadwick (2011: 18), her biri kendi yanıtını da içinde taşıyan şu soruları sorarlar: “Bilgiyi kim sağlayacak, üretecek, kontrol edecek ve dağıtacak? … Küresel tekeller yapacaksa, yalnızca kâr amacı gütmek yerine gönüllü olarak biraz daha sorumlu davranmaları nasıl sağlanabilir?”
Eğer bilgiyi üreten ve dağıtanlar, ekonominin gazetecilik dışında her alanında at oynatan kâr ve küresel hegemonya amaçlı çok uluslu korporasyonlarsa, onların sağladığı bilgiye nasıl güvenebiliriz? Onların hâkim olduğu ve kurguladığı bir medya yapısı içinde doğruyu söylemek mümkün müdür?
Yapısal olarak, yoksulların, işçilerin, emekçilerin ve onların sorunlarının görülmesine izin vermeyen, toplumun ezen ve ezilenlerinin adil bir şekilde temsil edilmediği, kamusal yararı değil kamu kaynaklarının çarçur edilmesine yol açan özelleştirmeleri, deregülasyonları, zenginin daha da zengin olmasına yol açan bir düzeni savunan medyadan etik/ahlâki davranış beklenebilir mi? Böyle bir yapı içinde, bir patronun ücretli işçisi olarak çalışan gazeteci kendini ve doğruyu söyleme mesleğini ne kadar gerçekleştirebilir? İş güvencesinden yoksun oldukları için korkak ve ürkek bir habercilik yapan, her türlü baskıya açık hale gelmiş gazetecilerin, mesleğin etik ilkelerine bağlılıkları ne kadar sağlanabilir? Bu koşullarda, gazeteciliğin etik ilkelere bağlı olarak yapılabilmesinin önemli koşullarından editoryal bağımsızlık ne ölçüde var olabilir? Patron çıkarlarının, “doğru”dan çok daha önemli olduğu bir medya yapısı içinde, gazetecinin kimi haber kaynaklarıyla mesafesini tümüyle yitirip onların sözcüsü olması ne kadar engellenebilir?
Dün Türkiye’de ansiklopedi savaşları, tencere tava, nevresim savaşları ile, hatta promosyon olarak bir “kadınla çıkmak” veya “mezar yeri vermek” gibi medya etiğinden en bihaber okuru bile tiksindiren biçimlerde sürdürülen; dünyada en saygın medya kuruluşlarının Irak işgaline giderken bile bile yalanlar söylemesi biçiminde yapılan gazetecilik, işte bu sorulara yol açan medya yapısının ürünüdür. İktidar ve muktedire karşı yalakalığı soru sormak sayan gazeteciler, mesleğin etik ilkelerini bilmediklerinden değil, bu medya yapısına uygun davranmayı yeğlediklerinden varolur ve yükselirler.
Küreselleşme ve Etik
A.H.Arsenault ve M. Castells (2008), Bagdikian’dan da epeyce yararlandıkları, “Küresel Multi-Medya İş Ağlarının Yapısı ve Dinamikleri” makalelerinde, bütün dünyayı bir ağ gibi saran yedi büyük multi-medya korporasyonu sayar. (Time Warner, Disney, Murdock’un News Corporation’ı, Bertelsmann, NBC – General Electric, CBS ve Viacom). Bu multi-medya korporasyonları yalnızca haber üretimini değil; kitap, sinema, müzik gibi kültürel üretimin tüm alanlarını kontrol ederler. Arsenault ve Castells, bu dev uluslararası korporasyonların girdikleri her ülkede deregülasyonları ve özelleştirmeleri savunarak ve farklı yollarla iktidarlara dayanarak kendilerine yol açtıklarını da saptarlar.
Çürümenin temelinde de asıl olarak medyanın bu sahiplik yapısı vardır. Buna karşın, Castells dâhil, küreselleşme kuramcıları yeni iletişim teknolojilerinin, bu arada internetin, iletişim düzenine devletin ve ticarileşmenin getirdiği baskıları sınırlayıcı etkileri olduğunu ileri sürerek iyimserlik sergilerler.“Castells siyasi elitler ve korporasyonlar kamuoyunu etkilemek için hangi yöntemi kullanırlarsa kullansınlar, onlar yeni teknolojik mantık tarafından reddedilirler iddiasına kadar gider: ‘İnternet çağında enformasyon ağları bütünüyle kontrol dışıdır’ ve ‘ağ toplumunda akımların gücü güçlerin akımına baskın çıkar’” der (Aktaran Ampuja, 2011: 290)
Ancak, ne interneti ne de onun “bağımsız bloglar”ını başlı başına bir özgürlük ortamı, siyasi elitlerin ve korporasyonların müdahalesinden azade bir mecra olarak görmek mümkündür (Morozov, 2011). Bizde twitter âleminin AKP trollerini, Fuat Avni’nin kimliğini ve etkisini, başka otoriter rejimlerde diktatörlerin hizmetindeki “ücretli bloggerlar”ı göz önüne getirdiğimizde, internetin ya da yeni iletişim teknolojilerin, arkasındaki ideoloji ve politik güçten bağımsız olarak pek de etkili olamadığını görürüz.
1980’lerden, özellikle de 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından bu yana, dünyaya Reagan ve Thatcher’ın şahıslarında somutlaşan ekonomik ve politik bir dogma olarak neoliberalizm hâkim oldu. “Neoliberalizmin ideolojik çekim merkezinde güçlü özel mülkiyet savunusu, rekabetçi Pazar ve devlet müdahalesine saldırıyla desteklenmiş bir ‘bireysel özgürlük’ yatar. Deregülasyon politika ve prensipleri, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, mali ihtiyat, zenginler için vergi indirimi, kamu sektörünün özel sektörde geliştirilen yöntemlerle idare edilmesi, insanları daha ‘çalışkan’ kılmak adına refah devleti kazanımlarının ortadan kaldırılması ve serbest sermaye hareketliliğinin cazibesine inanç neoliberal ortodoxluğun manifestolarıdır” (Harvey, 2005: 23’den aktaran Ampuja: 296).
Medya, küresel olarak, bir tür ordu gibi, neoliberal ortdodoxluğun manifestosunun savunma ve saldırısında kullanılmaktadır. Etiğinin ya da etik dışılığının ürediği yer de burasıdır.
Yine de, yaşanan tüm yapısal değişimlere karşın gazetecilik etiğinin bir geleceği olduğu ve bunun da mesleğin doğruyu söyleme, özgürlük, kamu yararına çalışma ve hesap verebilirlik gibi temel ilkelerine sahip çıkılarak gerçekleşebileceğini savunanlar vardır (Singer, 2010: 89-99).
Küresel ya da evrensel bir gazetecilik etiğinin olabilirliğini savunanlar, bu savunularını medyanın ve gazetecilik pratiğinin gittikçe küresel bir nitelik kazanmasına dayandırırlar. Gazetecilerin küresel kamusal alanda “küresel ajanlar” gibi davranmaları, dünya vatandaşlarına hizmet etmeleri, bölgesel/ulusal/dargörüşlü olamayan anlayışların yaygınlaşması için çalışmaları bu küresel etiğin sacayağı olarak görülür (Ward, 2005: 3-21).
Oysa ulusal ölçekli pek çok araştırma, yeni medya merkezleri olarak öne çıkan Güney Afrika ve Hindistan’da yapılan çalışmalar, evrensel bir medya etiğinin gelişip hâkim olmakta olduğu düşüncesini hiç desteklememektedir (Wasserman&Rao, 2008).
UNESCO’nun uzun yıllar boyu sürdürdüğü evrensel bir mesleki ilkeler bütünü – evrensel gazetecilik etik ilkeleri – oluşturma çabalarının sınırlı bir başarısından söz edilebilir. Elimizde gazetecilik mesleğinde nelerin yapılıp nelerin yapılmaması gerektiğine dair bir ilkeler bütünü olsa da, onun olduğu gibi tüm ülkelerdeki gazeteciler tarafından benimsenmesi söz konusu değildir.
Aslında, çok farklı kültürler ve o kültürlerin “doğruyu söyleme” temel ilkesini destekleyecek değerlerinden hareketle bir evrensel gazetecilik ilkeleri bütününe gidilebilecekken (Christians&Traber: 1997), Batı-merkezli bir etik ilkeler yazımı ve bunun yukarıdan aşağı dünyanın diğer bölgelerine aktarılma çabası da sorunludur. Bu, küresel bir gazetecilik ilkeler bütünü yaratılması önündeki bir başka engel sayılabilir
Ahlâk ya da etik denildiğinde yerellik hâlâ son derece önemli bir etkendir; Arap gazetecinin Arap çıkarlarını, Afrikalı gazetecinin Afrika’nın çıkarlarını savunması bir erdem olarak görülebilmektedir.
Bir mesleki pratiğin farklı coğrafyalarda farklı olmaması gerektiği, evrensel ilkelerin pekâlâ olabileceği, başka bazı meslekler özelinde ve gazetecilik için kuramsal olarak kolaylıkla savunulabilir. Hekimlik, söz gelimi, bir hayat kurtarma ve insanı yaşatma mesleğidir. Dünyanın neresinde olursa olsun, diline, dinine, rengine bakmadan insanı yaşatmaya çabalayan kişiye hekim denir. Ancak, Çeçenistan’ın bir dağ köyünde ilkel koşullarda yaralı bir Çeçen komutanın hayatını kurtaran genç Çeçen doktor, bu eyleminden dolayı bir anda kahraman ilan edilirken; aynı yerde bu kez bölgeyi ele geçiren Rus askerlerinden birini tedavi ettiği için vatan haini ilan edilebilmektedir. O doktor, ne bir kahraman ne de vatan hainidir; yalnızca iyi bir doktordur. Bir meslek etiği ilkesi ışığında rahatlıkla yapacağımız bu saptama, gerçek yaşamda ulusal duyarlılıklar duvarına çarpınca kolaylıkla parçalanabilmektedir.
Ahlâkın bireye içkinliği ve özgürlüğün bireyin kendisini gerçekleştirebilmesi olduğunu anımsayarak, o genç doktorun davranışını “iyi doktorluk” ve hekimliğin etik ilkelerine uymak olarak değerlendirip, gazeteciyi de “ulusal çıkar”ın söz konusu olduğu durumlarda benzer şekilde davranmaya özendirmek gerekir; her ne kadar zor olsa da.
Öte yandan, her ülkenin kendi özel durumu olduğu, bu özelliklerin farklı etik ilkeleri öne çıkarmayı gerektirdiği görülmelidir. Son derece karmaşık ve birbirinden farklı özellikler gösteren ülkeler dünyasında tek ve mutlak bir etiği dayatmanın anlamı da olanağı da yoktur (Kunczik, 1999: 6).
Sonuç
Medya ve etik tartışmasında işin kolayı, gazetecilik mesleğinin yapılması ve yapılmaması gerekenlerini sıralamak, denetleyici kurum ve kuralları saymak ve gerek medya kuruluşlarının gerekse de birey olarak gazetecilerin bu ilkeler doğrultusunda davranmasını beklemektir.
Sorunu böyle çerçevelediğimizde, gazetecilik öğrencilerine etik ilkeleri öğretmek, ezberletmek, gazetecileri belli aralıklarla etik ilkelerden sınava tutup mesleğin kurallarını unutmamalarını sağlamak yeterli olurdu.
Keşke etik öğretilebilir ve öğrenildiğinde de mutlaka ona uygun davranılabilen bir şey olsaydı. Bu durumda, ilkelere uygun davranmayanları âhlaksız ilan eder, dışlar ve vatandaşları doğru bilgilendirerek demokrasinin işleyişine katkıda bulunan bir medyaya sahip olabilirdik.
Ne yazık ki, gazetecilik etiği eğitiminde sağlanan gelişmelere ve yeniliklere karşın etik sorunlarda en küçük bir azalma gözlenemiyor. Başlangıçta, daha soyut, felsefi ve ilkelerin aktarılması biçiminde verilen etik eğitimi, son yıllarda dünyanın pek çok gazetecilik okulunda “örnek olay”ların tartışılması şeklinde yürütülmeye başlandı. Böylece benzer olaylarla karşılaşabilecek geleceğin gazetecilerinin doğru davranışı bir refleks haline getirebilmeleri amaçlandı. Bu yöntem son derece anlamlı ve doğru olsa da, sonuç pek değişmiş değil.
Gazetecinin neyi yapıp neyi yapmaması gerektiği; meslek ilkeleri, davranış kodları, Türkiye özelinde, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin, tüm dünya örneklerini kapsamlı bir şekilde irdeleyerek oluşturduğu Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi ile ortaya kondu (http://www.tgc.org.tr/bildirge.asp). Mesleki pratiğe dair doğrudan bir medya ve etik tartışması için ekteki linkten Bildirge’yi okumak yararlı olacaktır.
Böyle kapsamlı bir Bildirge’nin varlığına karşın, Türkiye gazeteciliği her türden etik ilkenin her gün kolayca çiğnendiği, kendi etik ilkelerini ilan eden medya kuruluşlarının bile ilan ettikleri ilkelere uymadıkları, gazetelerin ombudsmanlarının ya gazetelerinin etik dışı davranışlarını meşrulaştırmak ya da etik ilkeleri kendi çalışanlarına kabul ettirebilmek için çırpındıkları bir pratikle maluldür.
Medyanın yukarıda işaret edilen yapısı, yeni sahipliğin karakteri, medya dışı alanlarda yürütülen faaliyetler, denetimsiz ticarileşme, vb. bir mesleki çürümeye yol açarken, böyle bir yapı içerisinde birey olarak gazetecinin doğruyu söyleyebileceğini düşünmek naif bir yaklaşım olur. Yapının bu çürüten etkisi karşısında, bireysel erdemin direnmesi son derece zordur. Ayrıca, sorunu yalnızca bireysel düzeyde ele alıp, yapıya radikal müdahaleyi akla getirmedikçe, mevcut medya yapısının alternatiflerini yaratmadan etik sorunlara çözüm aradıkça, en iyimser ihtimalle zaman zaman bir iki gazeteci ve medya kurumu tu kaka ilan edilse de, bataklık sivrisinek üretmeye devam edecektir. O bataklık içinde, en basit etik ilkeye uygun davranış bile kahramanlık olarak görülecektir. Kahramanlar, hayatın sağlıklı ve olağan akış içinde yaşandığı toplumlarda değil, yalnızca krizlerle boğuşan sorunlu toplumlarda ortaya çıkarlar.
Etik tartışmasında medyanın yapısını vurgulayan bu yazıdan pek çok sonuç çıkarılabilir. Çıkarılmaması gereken tek sonuç ise, ar damarını çoktan çatlatmış “gazeteciler”in, yaptıklarının bu medya yapısı nedeniyle mazur görülebileceğini düşünmeleridir. Etik ya da ahlâk, eninde sonunda, bireye içkindir ve en zor koşullarda dahi, delilik raporuna sahip olmayan her gazeteci davranışlarından sorumludur.
Patronların ücretli işçileri olan gazeteciler, ücret aldıkları yere sadakati değil de mesleki ilkeleri önceleyerek örgütlenebildiklerinde ve örgütlü güçleriyle yapıyı zorladıklarında, verili koşullar içinde olsa da kendi tarihlerini kendileri yazabileceklerdir.
Kaynakça:
Andrew Belsey ve RuthChadwick, 2011, Medya ve Gazetecilikte Etik Sorunlar (2. Basım), İstanbul: Ayrıntı.
H. Arsenault&M. Castells, 2008, The Structure and Dynamics of Global Multi-Media Business Networks, International Journal of Communication 2, 707-748.
Ben Bagdikian, 2004, The New Media Monopole,
Clifford Christians&Michael Traber, 1997, Communication Ethics and Universal Values, London: SAGE Publications.
Emile Durkheim, 1962, Meslek Ahlâkı, (Çev. M. Karasan), İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
Evgeny Morozov, 2011, The Dark Side of Internet Freedom: The Net Delusion, New York: Public Affairs.
Hermann Wasserman&Shakuntala Rao, 2008, The glocalisation of journalism ethics, Journalism, Vol. 9(2), 163-181.
Gökhan Y. Demir, 2011, “Medya”, “Ve”, “Etik”: Bir Oksimoron Analizi, U.Ü. FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİSOSYAL BİLİMLER DERGİSİ, Yıl: 12, Sayı: 21, 2011/2.
Michael Kunczik, (Ed.), 1999, Ethics in Journalism, Bonn: Friedrich Ebert Stiftung.
Stephen J. A.Ward, 2005, Philosophical Foundations for Global Journalism Ethics, Journal of Mass Media Ethics, 20(1), 3–21.
Jane B. Singer, 2010, Journalism ethics amid structural change, Dædalus, Spring.
Kristoffer Holt, 2012, Authentic Journalism? A Critical Discussion about Existential Authenticity in Journalism Ethics, Journal of Mass Media Ethics, 27:2–14.
L. Doğan Tılıç, 1998, Utanıyorum ama Gazeteciyim, İstanbul: İletişim Yayınevi.
——-, 2015, AKP Döneminde Medya: Tape Tape kullanılan gazetecilik, Ayrıntı Dergi, Sayı 10: 82-90.
Marko Ampuja, 2011,Globalization Theory, Media-Centrism and Neoliberalism: A Critique of Recent Intellectual Trends, Critical Sociology, 38(2) 281–301.
R. G. Peffer, 2001, Marksizm, Ahlâk ve Toplumsal Adalet, İstanbul: Ayrıntı.
TGC, Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluklar Bildirgesi, http://www.tgc.org.tr/bildirge.asp