Modernleşme Ekseninde İki Kadın Karakter: Feride ve Bihter

Tarihin en etkileyici edebi kadın karakteri kimdir? “Şu kısacık yaşamda dirilere yaranmaya değer mi?” diye haykırarak biricik ağabeyinin ölüsünü gömebilmek için erke(ğe) karşı tek başına onurlu mücadelesini veren yalnız kadın Antigone mi? Yoksa “bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”  gibi eşsiz bir cümleyle başlayan romanın, aşkıyla toplumun acımasız yargıları arasına sıkışmış karakteri Anna Karenina mı?  İçimize işlemiş örnekleri alabildiğince çoğaltabiliriz. Şimdi ise daha mütevazı bir çaba içerisine girerek kişisel anlamda içime işlemiş, Türk edebiyatının iki etkileyici kadın karakterinden bahsedeceğim.  -Biraz da klişeye sığınarak- genç Cumhuriyet’in yaratmak istediği örnek kadın, idealist öğretmen yüceliğine sıkıştırılmış, ama belki sadece aşkından yansa da gidebilme cesaretini gösteren Feride ile karşılık geldiği dönemde gerçek bir aristokrasi ya da palazlanmış bir burjuvaziye doğmasa da öyle bir sınıf kültürüne kurulmuş bir romanın, biraz da annesinin yaşamındaki etkisi sebebiyle asalak olmaya mahkûm edilmiş, gelgitleri ve acılarıyla bu toprakların Anna Karenina’sı Bihter iki ana aktristimiz olacak bu yazıda.

Biri 1900’lü yılların başında yayınlanmış, bir diğeri 1922’de okuyucuyla buluşmuş bu iki eser Türk modernleşmesinin içine doğmuştur. İki romanın arka planında da modernleşme ve değişime dair birçok noktayı görürüz. Özellikle Reşat Nuri Güntekin’in yarattığı Feride karakteri yaratılmak istenen Cumhuriyet kadınının edebiyatta can bulmuş hali gibidir. Batı eğitimi almış, ayakları üzerinde durabilen, tek başına Anadolu’ya gidip öğretmenlik yapabilme ülküsünü taşıyan, hem hayatla hem de taşranın karanlık yüzüyle mücadele edebilecek cesarette bir kadındır. Taşranın karanlığıyla mücadele edecek cesareti kendinde görse de Anadolu onun hayalindeki, kendisini kucaklayan yer olmayacaktır. Jale Parla kadın karakterlerin mekân değişimiyle özgürlüğe kavuşacakları tahayyülüne dair şunları söyler: “Mekân ikircikli bir koza haline gelmiştir; hem kuşatır, hem korur. Hem hapseder, hem de özgürleştirir. Ama bu özgürleşme ölüm ya da delilik biçiminde geliyorsa, kadın karakterlerin kozalarından çıkabildiklerini mi, yoksa çıkamadıklarını mı düşüneceğiz”[1] Aşk-ı Memnu’nun Bihter’iyse Feride’den uzak bir noktadır. Sınıfsal ve maddi kaygıların da etkisiyle yaptığı evlilikte bir süre sonra gerçek bir mutsuzluğun ve duygusal boşluğun içine düşer. Bu ruh haline bir de aynı çatı altında yaşadığı yasak aşk da eklenince karşımıza acıları, hırsları ve gelgitleriyle yalnız başına mücadele eden öfkeli ve öfkeli olduğu kadar da kederli bir kadının hikâyesi çıkar. Birbirlerine yakın dönemlerde yaşamış olsalar da kişilik özellikleri pek benzemeyen bu iki roman karakterinin ortak özelliği “gerçek” olmalarıdır. “Gerçeklik nedir ki?” gibi bir soruyu da beraberinde getirebilir böyle bir tespit. Siyah ve beyazdan ibaret değildir iki kadın da; zaafları, korkuları, kontrol altında tutamadıkları öfkeleri, hevesleri ve yalnızlıkları vardır. Bu yüzden de gerçektirler. Yazarları tarafından vitrinlerin en tepesine konulan ve sakınılması gereken kusursuz biblolar gibi sunulmazlar okuyucuya.

Modernleşme sürecinde ve ulus-devlet inşasında, toplumsal değişim ve dönüşümlerde kilit rolü oynayan ideal kadın kimliğinin yaratılmasını yerel ölçekte değerlendirmenin önemli olacağını düşünüyorum. Cumhuriyet’in kurulmasıyla yaşanan kopuşun ortaya çıkardığı kaygıların ve heveslerin sembolik olarak cinsel kimlikler alanına, özellikle de kadın kimliğinin kurgulanmasına yansıtılmış[2] olmasını Feride’de görebiliriz. Feride her ne kadar kendi kişisel dünyasında insanı kavuran gururun ve hayal kırıklığının etkisiyle gidebilme-bırakabilme cesaretini göstermiş olsa da eser bize bu gidişle ‘ideal cumhuriyet kadını nasıl olmalıdır?’ı da resmetmektedir. Taşrayla, İstanbullu kimliğiyle ve kendiyle savaşı kadar başına bela olan güzelliği sebebiyle erkeklerle de mücadele etmektedir Feride. Entelektüel meziyetleri, güzelliği, zekâsı ve cesareti kadar erkeklere karşı göstermiş olduğu iradeyle de modernleşse bile ataerkilliğine halel getirmeyen erkek dünyasının yeni koşullara uygun biçimde ürettiği yeni kadın tipinin bir örneğidir. Feride sadece modernleşme sürecindeki örnek bir kadın figür olmasıyla değil, Anadolu’da yalnız bir kadın olmasıyla, özellikle o dönem içerisinde hem kamusal alanda hem de özel alanda var olmasıyla önem arz eder.  Ortadoğu toplumlarında kadının durumundan bahsedilirken yapılan biz/öteki[3] ayrışmasını Feride’nin bilhassa Anadolu’da geçen yıllarında sıklıkla görürüz. Modernleşme ekseninde Arap Yarımadası’nda başlayıp İstanbul’da palazlanan ve taşra sıkıntısında devam eden ve sonunda bir Trakya şehrinde nihayete eren bir kadının hikâyesini teorik katkıların da yardımıyla kadınlık halleri üzerinden anlatmayı deneyeceğim bu yazıda ilk olarak. Sonrasında ise, Cumhuriyet öncesinde ‘birey’ temasını bu kadar öne çıkaran Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu adlı eserindeki trajik hikâyenin kederli karakteri Bihter’ine yine kadınlık halleriyle bakmanın bize önemli bir karşılaştırma imkânı sunacağını düşünüyorum. Aşk-ı Memnu kadının dönüşen toplumsal statü rollerini didaktik bir yazın diliyle bizlere iletmese de kültürel olarak Batı’nın değerlerinin yavaş yavaş ve ekseriyetle yüzeysel olarak nasıl alındığını resmetmektedir. Bu çekingen çabanın bir nedeni de Batı’dan alınmaya çalışılan bu yeni tür ve Osmanlı’dan devralınan geleneksel düşünce tarzının aynı paralellikte devam etmesidir. Modernleşmenin bu romanda öne çıkardığı, daha çok Batı kültüründe karşılaştığımız ‘birey’, ‘trajedi’, ‘trajik kahraman’ gibi kültürümüze henüz girmekte olan kavramlardır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Bihter bir kadının olabilecek en gerçek hallerinden biriyle, geleneksel tiplerin dışında çok katmanlı bir karakter olarak karşımızdadır. Trajik hatasını hayatta benzemekten en çok korktuğu insana yani annesine benzemeye yol açacak kararları öngörmeden vererek yapan Bihter, tıpkı Oidipus gibi kaderden kaçarken kadere daha da yaklaşmıştır. Yaşanılan toplumsal dönüşümü anlatma kaygısı taşımasa da altı çizilen yaşam pratikleri ve alışkanlıkları doğrultusunda dönüşümün dinamiklerini bize satır aralarında veren bir hikâyenin yalnız, kederli kahramanı Bihter de döneme bakma açısından önemli bir yerde durmaktadır.

CUMHURİYET’İN İDEAL KADINI MI, ÂŞIK KADIN MI?

Reşat Nuri Güntekin’in yazıldığı zamanı aşan eseri Çalıkuşu 1922 yılında “milli uyanış”ın en canlı olduğu zamanın içine doğmuştur. Roman yaşam tarzlarından eğitime kadar modernleşmenin tüm nüvelerini bize iletmektedir. Türk modernleşme tarihini analiz etme iddiasında bulunursak bu tarihsel süreci Osmanlı geçmişini hesaba katmadan incelemek olanaksız olacaktır. Cumhuriyet’in ilanıyla yaşanan radikal kırılmayı aynı zamanda modernleşmenin başlangıcı olarak varsaymak ciddi bir tarihsel yanılgıdır. Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti’yle birlikte oluşan siyasal yapılanma Osmanlı İmparatorluğu’ndan gelen modernleşme mirasını çoğu zaman sahiplenmese ve aynı şekilde 19. yüzyıl Osmanlısı kendini, doğacak ve yönetim şekli cumhuriyet olacak yeni devletin gelişme aşamasının bir parçası olarak görmese de[4] Türk modernleşmesini geç dönem Osmanlı’dan başlayarak değerlendirmek yerinde olacaktır. Bu noktada Çalıkuşu romanı hem geçmişi barındırır hem de ideal cumhuriyet kadını figürüyle geleceği de inşa eder. Feride’nin öyküsünde de görüleceği gibi Türk modernleşmesinde kadına hem Batılılaşma ve modernleşmenin taşıyıcı rolü verilmiş hem de bu rolün sınırları bizzat erkekler tarafından çizilmiştir.[5] Bu durumu doğrudan Bihter karakteri üzerinden de okumak mümkündür. Belki Feride gibi eğitim ve entelektüel kıstaslar üzerinden modernleşmenin simgesel özellikleri Bihter’e yüklenmese de burada da batılılaşmanın daha çok yüzeysel özelliklerinin öne çıktığını görmek mümkündür. Bu da kıyafetler, gündelik alışkanlıklar, eğlence tarzı, yeni meraklar gibi yönelişlerle kendini göstermektedir. Fakat çeperleri erkekler tarafından çizilmiş tüm bu yönelişlerde erkek egemen ideolojinin belirlediği sınırlar geçildiğinde kadın “hafifmeşrep”, “iffetsiz” gibi sıfatlarla anılmaktadır.

Romanın ana karakteri olan Feride’nin hikâyesi Fransız öğretmenlerinin onlardan hayatlarına dair ilk anılarını yazmalarını istemesiyle başlar. Bu bellek zorlaması iyi bir “hayat temrini” olacaktır onlar için. Daha başından, Musul’da başlayan hikâyesinden başka yaradılışlı biri olduğunu anlarız Feride’nin. Annesini, sonrasında babasını kaybedişinde bile saklamayı iyi becerdiği hüznüyle, dirayetli ve sabırlı duruşuyla ve yalnızlıkla baş edişiyle kendisine hayran bırakan bir karakterdir. Babası Nizamettin Bey o dönem içerisinde radikal bir tutum olarak değerlendirilebilecek kararla kızını Fransız okuluna yatılı olarak yazdırır. Bu kararında Feride’nin evin diğer çocuklarından ayrılmasa dahi sığıntı muamelesi görebileceği ihtimali kadar kızını ileride kendi ayakları üzerinde duran, eğitimli genç bir kadın olarak görme isteği de yatmaktadır. Roman bu zemin aracılığıyla modernleşme projesinde kadınların geleneksel rollerden modern rollere geçişini de işaret etmiş olur.[6] Özellikle erken modernleşme dönemi edebiyatçılarının toplumsal değişime katkıda bulunmasını[7] bize bu değişimi hikâyelerini oturttukları olay dizgisi içerisinde iletmeleriyle görürüz. Taner Timur’un da belirttiği üzere edebiyatçılar yaşadıkları dönemin toplumsal hayatını zaman zaman tarihçilerden daha gerçekçi olarak yansıtmışlardır, bu eser içerisinde deneyimlediğimiz de budur. Aşk-ı Memnu adlı eserde de son Osmanlı döneminde özellikle “burjuva”ymışçasına sunulan aile ve gruplar içerisinde modernleşme ve batılılaşmanın çoğunlukla nasıl yanlış anlaşılıp yorumlandığı ve yüzeyselliğin ailelere nasıl sirayet ettiği başarılı bir şekilde aktarılmaktadır.

Burada öne çıkan bir diğer önemli nokta ise bu güçlü iki roman karakterinin annelerine atfettikleri anlamlardır.  Annesinin ölümü sebebiyle Feride aslında hayatı boyunca bitmeyecek ve dinmeyecek bir yalnızlığa mahkûm edilmiştir. Satır aralarında anılarında yaşattığı ve yalnızlığının içerisinde sığındığı bir karakter olarak sunulur anne figürü Çalıkuşu’nda. Eyüp’teki evde Anadolu’ya çıkmadan evvel annesine dair ağlayışı da, ondan son kalan kolyeyi satarken hissettikleri de güzel metaforlardır; annesine her seferinde bir kez daha veda etmektedir. Bununla beraber Bihter ve annesi arasında bitmek bilmeyen sürtüşme, Bihter’in annesine beslediği öfke ve zaman zaman bu öfkenin nefrete dönüşebilirliği Feride ve Bihter karşılaştırmasında değişik bir paradoks oluşturmaktadır. Bihter babası yerine annesini kaybetse ve kızgınlığını babasına yöneltmiş olsa muhtemelen hayatta daha farklı seçimler yapacaktır. Her kız çocuğunun annesiyle arasındaki gelgitli ve zaman zaman patolojik olabilen ilişkisi bu iki karakter üzerinden çok açık bir şekilde okunabilir. Feride hayatta olmayan annesini kullanarak ideal anne figürü yaratırken, Bihter ise yaşam içerisinde olduramadığı her şeyin faturasını annesine yüklemektedir.

Feride’nin çocukluğu ve ilk gençliği yatılı okuduğu Fransız okulunda ve okul tatillerinde gittiği teyzesinin Kozyatağı’ndaki köşkünde geçer. Feride hiçbir zaman alışılageldik “öksüz” rolünü üstlenmez. Uçarıdır ve yaşanılması gereken hüznü mahreminde yaşar. “Besbelli sıkı zamanlarda kendi kendimle, kendi fikirlerimle yalnız kalmak için gözlerimle dünya arasında, bu saçlardan bir perde koymaya çalışıyordum.”der çocukluk anılarını anlattığı bir yerde. Feride’nin acı karşısında gösterdiği hoyrat ve umursamaz tavır aslında bir kaçış olarak değerlendirilebilir. Yıllar sonra da kaçmayı seçecektir yaşadığı gönül kırıklığı karşısında. Feride’nin acılar karşısında gösterdiği tepkiler güçlü ve dirayetli ve bu nedenle “erkeksi”dir. Roman boyunca hayal kırıklığı ve kaos karşısında “zayıf” olmayan ve dayanma gücü gösteren Feride’nin bu özellikleri “erkek gibi” olma üzerinden kurgulanmış ve bu durum daimi bir şekilde olumlanmıştır. Erken modernleşme dönemi romanlarında karşımıza en temel ideolojik öğe olarak çıkan kurucu seçkinlerin “yeni kadın” şekillendirme arzusu[8] burada erkek refleksleri gösteren bu yüzden de makbul olan kadın yaratma şeklinde karşımıza çıkmıştır. Nurdan Gürbilek bu dönem romanlarında kadınların hep kitap okuduğunu, erkeklerin ise genelde yazdığını belirtir.[9] Çalıkuşu’nda eser bir noktaya kadar Feride’nin yazdığı günlükler üzerinden ilerler ve bu durum da Feride’nin erkekleştirilme çabasına bir örnek olarak gösterilebilir. Bihter karakteriyle ise giyinişiyle, söyleyişiyle, hatta bazı anlarda “femme-fatale” halleriyle bir kadın yaratılmaktadır. Karakterin cinsiyeti yine modernleşmenin cinsiyeti üzerinden yönlendirilmektedir, Bihter’in aciziyetlerinin ve “yanlış” yönelimlerinin faturası kadınlığına çıkarılmaktadır.

Feride zaman içerisinde büyür, güzel bir genç kadına dönüşür ve daha görünür olur. Çocukluğundan beri hırs, öfke ve zaman zaman nefretle karışık hayranlık beslediği kuzeni Kamran’la arasında bir aşk filizlenir. Feride bu ilişki içerisinde de hislerine ve cinsel arzularına gem vurmasını bilir, “serbest kızlar” gibi bunları açık açık yaşamayan bir karakter olarak makbullük mertebesini yine hak eder. Çünkü eril modernleşme edebiyat aracılığıyla da yaratılmak istenen “yeni kadın”a takip etmemesi gereken yaşam biçimlerini ve yanlış rotaları, romandaki olay dizgisini ve karakterleri kullanarak iletmektedir.[10] Serpil Sancar durumu şu şekilde değerlendirmektedir: “Bu tasvir esas olarak topluma karşı görevler anlatılırken kadın ve erkek ilişkisinde geçerli olması gereken cinsel ahlaka ilişkin ilkeler ve öğretiler ile ilgilidir.”[11] Bihter ise duygularına ket vurmayacaktır. Adnan Bey ile arasında tutkunun var olmaması onu tatmin edemediği cinsel arzularıyla baş başa bırakmaz.

Erken modernleşme dönemi romanlarında çoğunlukla karşımıza çıkan akrabalar ve yine çoğunlukla aynı haneyi paylaşan bireyler arasında yeşeren aşk durumuna Çalıkuşu romanında da rastlarız. Aşkın evin sınırları içerisinde başlayıp bittiği ve evliliğin son derece ekonomik nedenlere dayandığı ilişkiler olarak tanımlar bu durumu Serpil Sancar. Genellikle kuzenler arasında olan bu aşkın sınıfsal saflığın bozulmasını önlemek adına da önemli olduğunu belirtir.[12] Bu durum gizli olarak varlığını sürdürse de Aşk-ı Memnu adlı eserde de karşımıza çıkar. Kamusal alanda kadınların daha az var olması ve tabii daha az görünür olması bakımından bir anlamda karşılaşmalar sınırlıdır. Bu noktada Bihter ve Behlül arasında gelişen ilişki ekonomik-politikten ziyade kültüreldir.

Feride nişanlılığının ilk dönemlerinde duygularını içinde yaşar ve kendi tasvirine göre hissettiği o yakıcı aşka rağmen hoyrat bir âşık gibi davranır, hislerini belli etmez. Oysa Kamran’ın da belirttiği üzere nişanlı bir kadın olarak “erkek”e karşı bazı “vazife”leri vardır. Feride ise hırçın, şımarık bir kız çocuğu gibi davranmayı tercih eder ve zaman zaman bu durum Kamran’ın Feride’nin ona olan hislerini sorgulamasına neden olmaktadır. Feride ve Kamran bu durum üzerinden yüzleştikleri bir diyalogda Feride hislerine ve Kamran’a masumane bir şekilde teslim olur; hırçınlığı ve inatçılığıyla aşkına dair yaratmış olduğu tüm belirsizlikleri ortadan kaldırır. Belki de burada tasvir edilen âşık kadının bu denli hayranlık uyandırmasının nedeni bu ölçülülük hali ve erkeğe tam teslimiyet hali içerisinde olmamasıdır. İletilmek istenen de aslında tam olarak budur. Bihter ise toplumun ona dayatmış olduğu bu normları ve sınırlamaları kabul etmez, nasıl biliyorsa öyle yaşar. Bu yönelim bilinçli bir tercih midir yoksa yoksunluğun bir sonucu mudur ayrı bir tartışma konusu olsa gerek. Ve fakat hislerini hem kendinden hem de karşı taraftan gizlemediği ve sonuna kadar yaşadığı aşikârdır.

Kamran’ın hariciye görevi sebebiyle dışarıda geçirdiği dört sene içerisinde Feride de okulunu bitirmiştir. Kamran bu görevi Feride’ye açıklarken “madem ki erkeğin illa bir meslek edinmesi gerekiyor, benim de sana karşı sorumluluklarım var” der. Feride o dönem bağlamında değerlendirecek olursak öncül sayılacak bir noktada genellikle gayrimüslim kızların okuduğu bir Fransız okulunda eğitim görmüştür. Medeniyet öğrenme, erkeklerin devlet yönetmeyi öğrenmesi, kadınların da iyi bir eş bulmasına vesile olmasıdır diye belirtmektedir Serpil Sancar.[13] Feride’ye Anadolu’nun kapılarını açan olaylar olmasa Feride’nin diploması da bir kenarda sararmaktan başka bir işe yaramayacaktır belki de. Kamran İstanbul’a döndüğü ve Feride’nin de okulu bitirdiği vakit, evleneceklerine üç gün kala “küçük hanım bakar mısınız” diye seslenen bir yabancı bütün hikâyeyi alt üst eder ve Feride Kamran’ın kendini aldatmış olduğunu, aralarına bir “sarıçiçek” hikâyesinin girmiş olduğunu öğrenir. O dönem kadınları için ya da her zaman için- doğal bir refleks olarak görülecek olan sineye çekip affetmek yerine gitmeyi seçer Feride ve asıl mücadelesi burada başlar.

Feride uzun seneler sürecek Anadolu macerasında birçok şehir değiştirir. Öğretmenlik yaptığı farklı kentlerde ve kasabalarda taşranın hep aynı acımasızlığına ve ikiyüzlülüğüne maruz kalır. “Bir başına” yaşayan ve öğretmenlik yapan genç kadın figürü hem kadınlar için hem de erkekler için tehlikedir çünkü. Pazar ekonomisinin gelişmesi ve kapitalizmin yükselişi ile kadınlar kamusal alanda daha görünür hale gelmeye başlamışlardır. Çoğu zaman bu durum eril dünyada şöyle bir ayrıma yol açmıştır; kültürlü orta-üst sınıf kadın “hanım”, doğaya daha yatkın olanlar ise sadece “kadın”.[14] Feride her ne kadar taşrada görünürlüğüyle bir “tehlike” yaratmış olsa da İstanbullu olması, taşıdığı sınıfsal özellikleri ve çoğu zaman “kutsal” sayılan eğitimci kimliğiyle yine de bir saygınlık arz etmektedir. Yani kendinde hem “kadınlık” hem de “hanımlık” özellikleri vücut bulmaktadır. Feride’nin farklı kentlerde deneyimlediği benzer tecrübeler sayesinde özellikle Anadolu kentlerindeki yalnız yaşayan kadının hem emeği sömürülen hem de cinsel obje olarak algılanan kadın olduğunu görebiliriz. [15]

Feride ilerleyen hikâyesinde zengin bir ailenin köşkünde evin iki kızı için mürebbiyelik görevi üstlendiği vakit elkızı-ev kızı karşıtlığında ötekileştirilen[16] hem emeği hem de cinselliği sömürülmeye açık olma durumuna maruz kalır. Hikâyesinin İzmir ayağında maddi sıkıntılar içerisinde çıkmaza girdiğinde böyle bir işi kabul eder. Fakat bu iş ona teklif edildiğinde Feride’nin kendisi de başkasının evinde ikamet edilerek yapılan mürebbiyelik mesleği hakkında ne düşündüğünü şu cümlelerle ortaya koyar: “Bu, adeta mürebbiyelikti. Herhalde benim muallimliğimden daha rahat ve kârlı bir iş olacaktı. Ne çare ki, ben, bu mesleği öteden beri sevmem, hizmetçilik kabilinden bir şey addederdim.”[17] Feride geçmişte, başka bir şehirde, kendisinden fazla emin bir mürebbiye ile karşılaştığı vakit benzer hissiyatını defterine yazdığı şu cümlelerle de belli etmiştir: “ (…) gülünç Fransızcasıyla övünen Beyoğlu kokonasını dünyaya geldiğine pişman ettim. O bir mürebbiye, ben bir mektep hocası olduğum için kendisini benimle kapı yoldaşı farz ediyordu. Benimle gizli bir mücadeleye girişmeyi, bir meslek mecburiyeti bildi. Fakat bu maskarayı öyle bozdum ki. (…)”[18] Bu görevi kabul ettiğinde evin oğlunun cüretkâr hareketleriyle karşılaşır. Fakat Feride “ahlaklı” ve “oturaklı” çizgisiyle bu durumu da savuşturmayı bilir. Çünkü kendisine uygun görülen modern kadın kimliğinde haklarının bilincinde olan “kurtulmuş” kadındır ve bu kadın “iffetli”dir.[19] Ferhunde Özbay ev içerisine dışarıdan katılan ve marjinal bir kimlik olarak konumlandırılan “el kızları”nın Türk edebiyatında marjinalize edilmenin yanında aynı zamanda ötekileştirildiği ve evin küçük beylerinin uğraş ve ihtiyaç alanları olarak başvurulacak nesne olarak görüldüğünü belirtmiştir.[20] Feride’nin hikâyesine bir bütün şeklinde baktığımız vakit onun sadece ev içerisinde öğretmenlik yaptığı dönemde değil kamusal alanın bir parçası olarak okullarda çalıştığı dönemlerde de eril dünyanın cinsel istismarına uğradığını görürüz. Çünkü Feride batılı, eğitimli, genç ve yalnız kadın kimliğiyle Anadolu’ya “dışarı”dan sızmış İstanbullu bir “elkızı”dır. Anadolu evin içerisiyken, İstanbul ve onun kazandırdığı Batı kodlu tüm kültürel kimlikler evin dışındadır.

Feride yaşadığı tüm acı deneyimler sonrasında “Doktorum” diye adlandırdığı ve babası olarak gördüğü kendisinden epey büyük bir askeri-hekimle evlenir. Bu evlilik sadece formaliteden ibaret; Feride’yi “dışarı”dan ve onun tehlikelerinden korumak amacıyla yapılmış bir evliliktir. Bu evliliğin formalite bir evlilik olduğunun altı iyice çizilir ve Doktor Hayrullah Bey Kamran’a yazdığı mektupta Feride’yi ona “zambaklardan bile temiz bir şekilde” yolladığını söyler. Arka planda geçmekte olan Kurtuluş Savaşı aracılığıyla vatanın, namusu korunması ve kurtarılması gereken bir kadın olduğu metaforunu görürüz. Fatmagül Berktay’ın da belirttiği üzere yeni ulus devletin ataerkilliği, kadınlık metaforundan hem modernleşme amacıyla hem de milli birlik ve düzenin istikrarının sağlanması için simgesel bir öğe olarak yararlanır.[21] Feride ve Kamran araya giren onca kederli ve acı yıla rağmen kavuştuklarında da birçok meselenin içerisinde Feride’nin Kamran’a hiçbir cinsel tecrübe edinmemiş ve “tertemiz” olarak gelmiş olduğu vurgulanır ve öne çıkarılır.[22] Feride’nin her zorluğa göğüs germesi ve genç bir kadın olarak taşrada ayakta kalmasından ziyade bu durumun öne çıkarılması modernleşme projesinde dahi erillikten sıyrılamayan toplumun kadınlara atfettiği geleneksel rollerin[23] ve görevleri modern biçimlerde devam ettiğini görmemizi sağlar. Burada yine Aşk-ı Memnu ve onun birincil karakteri Bihter üzerinden bir karşılaştırma yapacak olursak Bihter evliliği boyunca eşine ihanet etmesi ve cinsel anlamda tutkularının bilinciyle hareket etmesi noktasında eril iradenin yarattığı dünya için bir tehdit oluşturmaktadır. Ve bu aslında sadece hane içi bir tehditten ibaret değildir. Çünkü yaşamını arzuları ve tutkularıyla yönlendiren bir kadın kamusal alanda da düşmanın ta kendisidir.

Feride’nin hikâyesinde batılı, Anadolu gerçeklerinden uzak kadının dönüşümüne şahit oluruz. Çünkü eril modernleşmenin romanları yaratılan bu “yeni kadın” aracılığıyla köye giden, toplum için çalışan ve emeğini ortaya koyan bireyi resmeder. Serpil Sancar bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Hem batılı tarzda eğitim görmüş, hem Anadolu’nun saf ve temiz kızı olabilmiş ve aynı zamanda kurucu erkeklerin dünyası olan kamusal alanda aseksüel olmayı bilen kadınlar…”

Kendi coğrafyamızda bazen yarattığı aşk hikâyesindeki kırgın ama mağrur genç kadın resmiyle bazen de Anadolu’ya hizmet etmek için hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen cengâver ve güçlü kadın figürüyle birçok kadına dokunmayı bilmiştir roman. Bu yüzden de bazıları için modernleşme projesi içerisinde realist bir romanken çoğu kadın için sadece naif bir aşk hikâyesidir.

Feride’nin hikâyesinden sonra Bihter’e baktığımızda, kederli, yalnız ve hatalarıyla sonunu hazırlayan trajik bir karakter görürüz. Bihter karakterinin can bulduğu Aşk-ı Memnu eseri Servet-i Fünun dönemine ait romandır. Bu dönemin,  modern edebiyatın özellikle roman türü üzerinden temellendirilmeye başlandığı bir dönem olarak değerlendirilmesi Cumhuriyet dönemi öncesinde “birey” teması üzerinden bu denli ilerleyen bir akımla karşılaşılmamış olmasından ileri gelmektedir.

Hikâyemizin başkahramanı Bihter -daha evvel de ilettiğim üzere- yaşadığı dönem gerçek bir aristokrasi ya da güçlenmiş bir burjuvaziye sahne olmasa da öyle bir sınıf kültürüne kurulmuş romanın birincil karakteridir. Annesinin hem toplumsal anlamda hem de Bihter’in kendi benliği içersinde yaratmış olduğu “iffetsiz” imaj, Bihter’i hayata karşı hırslı ve hırçın hale getirmiştir. Firdevs Hanım’ın babasını aldatması ve babasının bunun üzüntüsüne dayanamayıp ölmesinden ötürü annesine yapılan tüm yakıştırmaların ötesinde ona duyduğu bir kız çocuğu öfkesidir, üstelik bu “kadın” dolaylı ya da dolaysız olarak babasını elinden almıştır. Dönem içerisinde değerlendirildiğinde Tanzimat yazarları kadın ve aileyi neredeyse aynı paralellikte kullanmaktadır. Kadınların erkeklere olan sadakati bir anlamda “milli dava”ya eş görülmektedir. Kadın hiçbir durum içerisinde kendinden azade ve kendisi için bir varlık değildir, “ana”, “sadık eş” ve erkek için bir varlık olarak kurgulanmıştır.[24] Bu durumda Firdevs Hanım’ın iffetsiz ve “hafifmeşrep” duruşu iki yönlü bir tehlike yaratmaktadır. Cemil Meriç’in de belirttiği üzere idealize olan kadın yararcı ve modernist bir yaklaşım içerisinde başkaları için var olan, fedakâr ve tamamlayıcı bir unsur olarak tanımlanmaktadır ve Firdevs Hanım bu çerçevenin dışında konumlanarak ötekileştirilmiş ve marjinalize edilmiştir. Firdevs Hanım çocukları dünyaya geldiğinde kocasına “Benim ömrüm sana çocuk yetiştirmekle mi geçecek?” diye isyan etmiştir. Eril dünyada olması gerekenin dışına çıkmıştır, çünkü kadının varlık nedeni “annelik”tir, doğa kadını tek bir amaç içerisinde, doğurmak amacıyla yaratmıştır.

Bihter’in hayatta en çok korktuğu şey annesine benzemektir, bunun hem toplumsal hem de psikolojik birçok nedeni vardır. Annesinin yarattığı kötü şöhret sebebiyle bir yuva kuramayacağı kaygısı taşımaktadır. Bununla beraber ailesinde özellikle annesinin etkisiyle kazanılmış olan yaşam pratiklerini, alışkanlıkları ve zevkleri daha da yukarı bir noktaya taşımak istemektedir. Bu yüzden yaşça kendinden epey büyük Adnan Bey’in evlilik teklifini kabul eder. Bu evlilik ona toplumsal çerçevede ihtiyacı olan saygınlığı kazandıracak olmasının yanında aynı zamanda maddesel anlamda zenginlik de getirecektir. Sıkışmışlık içindeyken verdiği bu kararda kendince haklı nedenleri vardır. “Sadık bir eş” ve “iyi bir anne” rolünü üstlenmek istemektedir. İyi kötü karşıtlığı içerisinde kadını ve özellikle Bihter karakterini inceleyecek olursak karakterimiz iyi olana öykünmeye çalışmaktadır. “İyi kadın” fedakâr eş ve annedir; iyiliğinin esas nedeni de doğaya aykırı davranmamasıdır der Fatmagül Berktay.[25] Bihter, annesi ve Bihter’in annesine benzememek için kaçtığı kişilik bağlamında yaratılan sarmala dair Fatmagül Berktay’ın şu yorumunu da aktarmak yerinde olacaktır: “ ‘Kötü kadın’ doğaya aykırı davranarak analık rolünü reddeden, çapkın, sefih, haz peşinde koşan –ama aynı zamanda gizemli ve çekici- fettan kadındır.”[26] “Batı” özentisi ruh halleriyle ve zevk düşkünü olması haliyle Firdevs Hanım tam da bu resmin içine oturmaktadır.

Bihter bir kadın olarak duygusal ve cinsel anlamda yaşama ihtimali olan tatminsizlikleri düşünmeden verdiği bu evlilik kararında istemeden korktuğu kaderin kendisine doğru ilerleyecektir. İşte trajik hatasını tüm bunları öngörmeden Adnan Bey’le evlilik kararı vererek yapmıştır. Bihter yalıda geçen bir sene ardından kendini ve evliliğini sorgulamaya başlar. Bihter’in Adnan Bey’e olan sevgisi tutku dolu bir sevgi değildir. Gençliğinin ve tatmin edemediği tutkularının da etkisiyle Adnan Bey’in yeğeni olan ve yalıya sık sık gelip gitmekte olan Behlül’le arasında yasak bir aşk başlar. Kitabın özellikle bu noktadan sonrasında Bihter’in tüm gelgitleri ve sancıları çok iyi resmedilmiştir. Bihter salt kötülükten vücuda gelmez ama çelişkileri çoktur, Feride’yle kıyaslandığında grisi daha bol bir karakterdir. Yaptığı şeyi sorgulama halindedir. Behlül’le olan yakınlaşmasından ötürü ilk başlarda çok vicdan azabı çeker fakat Adnan Bey’le yaşamadığı birçok duyguyu Behlül’le olan birlikteliğinde bulmuştur. Bir noktadan sonra küçük bir kaçamak ya da kafa karışıklığından çok daha fazlası olmaya başlar aralarında yaşananlar. Bihter Behlül’e gün geçtikçe bağlanırken Behlül de ilk başlarda bir maceradan fazlası olarak görmediği bu ilişkide Bihter’e âşık olduğunu düşünmektedir. Bihter ise içinde olduğu durumdan ötürü birbirine zıt birçok duyguyu aynı anda yaşamaktadır. Karakter çelişkileri ve gelgitleriyle var olur.  Romanı bu kadar öne çıkaran ve özel yapan noktalardan en önemlisi bireyin tüm ruh halini ayrıntılı bir şekilde işlemesidir. Berna Moran bu durumla alakalı olarak bu coğrafyada da Batı’da olduğu gibi feodaliteden kapitalizme geçiş döneminde burjuva sınıfının doğuşu ve bireyciliğin gelişiminin etkisiyle ortaya çıkan bir anlatı şekli olarak bahseder roman[27] türünden ve Halit Ziya Uşaklıgil de bu noktada bireyi öne çıkararak bu tasvire gerçek bir örnek sunmuştur.

Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu ya da diğer eserlerinde yarattığı kadın tipleri dönem içerisinde yükselmekte olan kadın hareketinden çok da fazla izler taşıyan karakterler değildir. Bihter’de de bunu görürüz. En büyük erdemleri iffetleri olan yüksek tabaka ailelerin “namuslu” kadınları ve bu ailelere katılmayı bir şekilde başarmış olan erdemsiz, hafifmeşrep kadınlar ve bunun yanında hülyalı, romantik genç kızlar vardır eserlerde. Adnan Bey’in kızı Nihal karakteriyle çizilen de kederli, romantik, babasına düşkün, hülyalı kadın figürüdür. Ayşegül Yaraman Nihal’in babasına roman sonunda tekrar kavuşmasına dair şöyle bir yorum yapmaktadır: “Nihal’in babasını tekrar elde etmesiyle kazandığını düşündüğü başarının ataerkil düzenin doğurduğu geleneksel kadınlar arası rekabeti ve çatışmayı göstermekle, toplumsal bir dönüşümü anlatmak kaygısı taşımamaktadır.”[28] Didaktik dilden uzak olması yönüyle kadınlar dünyasını daha psikolojik bir noktadan görmemizi sağlar roman. Feride karakterine ise modernleşmenin istediği rol yüklenir. Hem aldığı eğitim hem de tartışmalı olsa da yüksek idealler üzerinden bu eğitimi taşraya aktarma isteğiyle daha toplumcu bir tablo çıkar. Çalıkuşu romanına haksızlık etmek istemesek de bu bağlamda Feride Bihter’e nazaran daha mekanik bir karakterdir.

Zaman içerisinde Behlül’ün Bihter’le olan ilişkisinden sıkılması ve Nihal’le olan evlilik kararı Bihter’i bir buhrana sürükler. Adnan Bey’e her şey anlatmayı bile göze almıştır içine düştüğü kıskançlık ve hırsla. Olayların gidişatı sonucu tüm gerçeklerin ortaya çıkmasıyla Bihter hayatta en çok korktuğu noktaya kendi elleriyle vardığı için yani annesine benzediğini düşündüğü için Adnan Bey’in tabancasıyla intihar eder.

Aşk-ı Memnu bireyi öne çıkarıp bir karakter üzerinden bir insanın tüm inişlerini çıkışlarını ve gelgitlerini gösterirken bir diğer yandan Osmanlı son döneminin yozlaşmış aile yapısını da eleştirir.[29] Okuyucu olarak böyle bir trajediyi okuduğumuzda katharsis olarak adlandırılan bir arınma yaşarız.  İlginç olan şudur ki günümüze yaklaştıkça trajik karakterler romanların sayfasında saklanmaz, günlük hayatın içinde daha sık karşımıza çıkarlar. Belki de bu yüzdendir ki yakın dönemde uyarlanarak modern versiyonuyla televizyon karşısına çıkan Aşk-ı Memnu büyük ilgi görmüştür.

SONUÇ YERİNE     

Aynı dönemin eserleri olması ve modernleşme çabalarının aynı oranda olmasa da üzerlerine yükledikleri anlamlar açısından bu iki romanı beraber incelemek kayda değer bir noktaya işaret etmektedir. Feride ve Bihter birbirine zıt denecek kadar ayrı kişilik özelliklerinden vücuda gelmektedir. Feride hayatın ona sunduğu güzellikler ve yoksunluklar arasında gidip gelirken ve cesaretli bir kadın olma örneğini sergilerken çoğu zaman bu gücünü hayatta olmayan annesine yüklediği anlamdan almaktadır. Tek başınadır ama bu tek başınalık aslında kendi yarattığı anne figürüne dayanarak ilerleyebileceği için onu güçlü kılar. Bihter ise tam tersine somut anlamda ulaşabilir bir annesi olmasına rağmen soyut bir yalnızlığa mahkûm edilmiştir. Hayatında olduramadığını düşündüğü her şeyde biraz da annesinin günahlarını ve seçimlerini görür. Bu noktada şu soruyu sormak değerlendirmemizi daha anlamlı bir noktaya taşıyacaktır; Feride’nin annesi hayatta olsaydı, o da zaman içerisinde işleri zorlaştıran bir figüre mi dönüşecekti? Ya da tersinden sormamız gerekirse Bihter’in annesinin hayatta olmaması durumunda Bihter kendini daha fazla gözeten ve koruyan kararlarla mı yaşamda ilerleyecekti? Yani Bihter bir bakımdan Feride’nin öncülü olma rolünü mü üstlenmiştir?

Modernleşme ekseninde değerlendirdiğimizde bu iki roman karakteri satır aralarında iletilenlerle o döneme dair birçok şey anlatır okuyucuya. Eril iradenin hâkim olduğu modernleşme süreci bir noktada kadının toplumda nasıl var olması gerektiğine karar veren tek mercidir. Bu modernleşme kadının kamusal alanda var olmasını sanki kendi lütfuymuş gibi sunar ve aslında bu lütfu da çizdiği sınırlarla daraltır. Kadının hissettiklerine gem vurması ve eril modernleşmenin kurduğu sınırlarda yaşaması onu hem hane içinde hem de “vatan” içinde doğru ve “iffetli” kadın yapacaktır. Tüm bu paradoksları görebilmemiz açısından ve birbirinden farklı karakterler çizmesi yönünden modernleşmenin bu iki önemli kadın karakterini incelemek önemlidir. Bitirirken Türk edebiyatına damgasını vurmuş bu önemli kadın karakterlerin ikisinin de yaratıcısının erkek olmasının yine bir paradoks olarak karşımız çıktığının altını çizmek gerek.

 

DİPNOTLAR

[1]Jale Parla, “Tarihçem Kâbusumdur! Kadın Romancılarda, Rüya, Kabus, Oda, Yazı”,  Kadınlar Dile Düşünce, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s.195.

[2] Fatmagül Berktay, “Doğu ile Batının Birleştiği Yer : Kadın İmgesinin Kurgulanışı”, Tarihin Cinsiyeti, İstanbul:Metis Yayınları, 2012, s.150.

[3] Ferhunde Özbay, “Evlerde El Kızları:Cariyeler, Evlatlıklar, Gelinler”, Feminist Tarihyazımında Sınıf ve Cinsiyet, Ed. Ayşe Durakbaşa, İstanbul:İletişim yayınları, s. 15.

[4] Eric Jan Zurcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2007 s.20.

[5]  Fatmagül Berktay, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Feminizm”, Tarihin Cinsiyeti, İstanbul: Metis Yayınları, 2012, s.106.

[6]Fatmagül Berktay, Doğu ile Batının Birleştiği Yer : Kadın İmgesinin Kurgulanışı…,  s.154

[7] Ayşegül Yaraman, Resmi Tarihten Kadın Tarihine,  İstanbul: Bağlam Yayınları, 2001, s. 57.

[8] Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti, İstanbul: İletişim Yayınları, 2013,s. 129.

[9] Nurdan Gürbilek, “Erkek Yazar Kadın Okur”, Kör Ayna, Kayıp Şark, İstanbul: Metis Yayınları, İstanbul, 2004, ss.17-54.

[10] Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti…, s.129.

[11] Ibid., s.129.

[12] Ibid.

[13] Ibid., s.145.

[14] Ferhunde Özbay, Evlerde El Kızları:Cariyeler, Evlatlıklar, Gelinler…, s.14

[15] Ibid.

[16] Ibid.

[17] Reşat Nuri Güntekin, Çalıkuşu, İstanbul: İnkılap Yayınları, 1995, s. 305.

[18] Ibid., s. 276.

[19] Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti…, s.138

[20] Ferhunde Özbay, Evlerde El Kızları:Cariyeler, Evlatlıklar, Gelinler…, s.35.

[21] Fatmagül Berktay, Doğu ile Batının Birleştiği Yer : Kadın İmgesinin Kurgulanışı…,  s.153.

[22] Ibid.

[23] Ibıd., s.154

[24] Ibid., s.157

[25] Ibid., s.160

[26] Ibid.

[27] Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış Cilt:1, İstanbul:İletişim Yayınları, 1983 s.9

[28] Ayşegül Yaraman, Resmi Tarihten Kadın Tarihine…, s. 61.

[29] Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti…, s. 130.

 

KAYNAKÇA

Berktay, Fatmagül,  Tarihin Cinsiyeti, İstanbul:Metis Yayınları, 2012.

Davidoff Leonore, Feminist Tarihyazımında Sınıf ve Cinsiyet, İstanbul:İletişim Yayınları, 2007.

Güntekin Reşat Nuri, Çalıkuşu, İstanbul: İnkılap Yayınları, 1995,

Gürbilek Nurdan, Kör Ayna, Kayıp Şark, İstanbul: Metis Yayınları, 2004.

Moran Berna, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış Cilt:1, İstanbul:İletişim Yayınları, 1983.

Parla Jale, Kadınlar Dile Düşünce, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s.195.

Sancar Serpil, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti, İstanbul: İletişim Yayınları, 2013.

Yaraman Ayşegül, Resmi Tarihten Kadın Tarihine,  İstanbul: Bağlam Yayınları, 2001.

Zurcher Eric Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2007.