Cumhurbaşkanlığı seçiminin neticelenmesinden bu yana yeni bir Türkiye’de yaşadığımız söylenegelmekte. Siyasal iktidar ve sözcüleri cumhurbaşkanın halk tarafından seçildiği ilk seçimlerin öncesinde bir vaat olarak ve ardından bir bildirim olarak, Türkiye’nin yeni bir döneme girdiğine dair bir söylemsel hat üzerinden ilerlemekteler. Seçim öncesinde Recep Tayyip Erdoğan’nın seçim kampanyasının tanıtıcı belgesi olarak sunulan ‘Yeni Türkiye Vizyonu’ adlı seçim beyannamesi ve seçim sonrasında Erdoğan’ın başkanlığı kazanması ile birlikte girilen yeni dönemin ‘bir milat’, ‘vesayet rejiminin sonu’, ‘bir tarih periyodunun kapandığı, yeni bir tarihin başladığı bir moment’ olarak adlandırıldığı görüşler birlikte düşünüldüğünde; siyasal iktidarın öz sunumunun bir kurucu unsuru olarak yer bulan bu yeni rejim vurgusunun içeriğine dair eleştirel bir perspektif geliştirmenin zorunluluğu ortaya çıkmakta.[1] Bunu yaparken yenilik söylemini, siyasal iktidarının kendine dair anlatısının ya da hegemonik dilinin bir unsuru olmanın ötesinde, siyasal işleyişin içindeki rolü üzerinden düşünmek ve Türkiye’nin yeni siyasal rejimini gerçekten yeni kılanın (eğer var ise) ne olduğuna ve bu yenilik söyleminin iktidarın siyasal projesinde ne gibi bir işleve sahip olduğuna dair bir anlayış geliştirmek, bu yeni rejime itirazın olasılıklarını ortaya serebilir. İktidarın seçim sonuçlarından yola çıkarak bir mutabakat olarak resmettiği Türkiye’nin bu yeni rejiminin hangi toplumsal ayrımlara dayandığı, hangi idari mantıklar üzerinden işlediği ve nasıl bir ideolojik anlatı üzerinden kendi hegemonik dilini kurguladığını bilmeye dair bir çaba ile beraber, karşı-hegemonik pratiklerin doğrudan içinde yaşanan rejimden türeyen itirazlar ile biçimlenmesini sağlayabiliriz. Bir siyasal rejimi var eden farklı mantıkların tanımlanması ile birlikte sadece yeni rejimin içinde işler halde olan mekanizmalara ve bunlara eşlik eden iktidar pratiklerine dair bilgimizi genişletmek ile kalmaz, aynı zamanda bu rejime dair itiraz halinde olan siyasal öznelerin imkân ve olasılıklarını da göz önüne serebiliriz. Bu Fransız düşünür Jacques Ranciere’nin ‘bireysel ve kolektifin verili dağılımının bulanıklaştığı an’ olarak tanımladığı siyasal anı mümkün kılan ve eşitlik talebini yükseltecek olan siyasal öznelerin görünür olacağı siyasal pratikleri önceleyen, yeterli olmasa da, gerekli bir çabadır. [2]
Bu bağlamda gerçekleşecek ‘siyasal’ bir rejim analizi cumhurbaşkanlığı seçimleri esnasında yoğunlaşmış başkanlık sistemi ve parlamenter sistem tartışmaların ötesinde, 2002 yılından bugüne AKP iktidarı altından yaşanan dönüşümlerin geneline dair bir anlayış geliştirmemizi gerekli kılar. Buna geçmeden önce kısaca siyasal rejim ile ne kast edildiğini açıklığa kavuşturmamız gerekirse, bir siyasal rejimi, sistemleşen veya kurumsallaşan sosyal ve siyasal pratikler bütünlüğü ve buna eşlik eden bir ideolojik anlatı olarak düşünebiliriz.[3] Bu düşünüş tarzı siyasal rejimleri homojen bütünlüğe sahip yasal düzenler olarak algılayan legalist anlayışlara karşı, siyasal rejimlerin heterojen, tamamlanmamış ve içkin olarak aksak bir pratikler bütünlüğü olarak kavranmasına imkân verir. Bunun önemi ise legalist anlayışların üzerini örttüğü aksaklık, eksiklik ve imkanların görünür hale getirilmesidir.
Bir örnek ile açıklamak gerekirse, 12 Eylül Darbesi’nin izleyen askeri rejimin sona erdiği ve sivil-parlamenter düzene geçildiği 1983 yılından sonraki siyasal rejimin demokratik karakteri üzerine yasal bir perspektiften geliştirilen bakış açısının, siyasal eylemi muktedir tarafından şekil verilen kurumsallık içine sıkıştıran dili, bu konudaki siyasal kavrayışın gerekliliğine bir işarettir. Özellikle demokrasiye geçiş kavramsallaştırması üzerinden ilerleyen bir sosyal bilim literatürü, sivil-parlamenter düzenin demokratik karakterine dair kısmen güzelleme kısmen de eleştirel bir değerlendirme olarak yorumlanabilecek bir bakış açısı ile askeri rejim sonrası sivil rejimi, parlamenter-demokratik bir rejim olarak adlandırdı.[4] 1980’ler boyunca askeri rejimin otoriterliğinin kurumsal mirasçısı olan Milli Güvenlik Konseyi’nin yanı sıra, başta anayasa olmak üzere askeri rejim tarafından elden geçirilmiş diğer yasal metinler, Türkiye’nin siyasal alanını muhafazakâr-milliyetçi Türk-İslam sentezi ideolojisinin dışına düşen herkese kapatırken, ‘demokratikleşme’ literatürünün sivil niteliğinden dolayı ‘demokratik’ olarak kodladığı 1983 sonrası rejim, bu yasal bakış açısından ötürü siyasal alan dışına itilen unsurların görünmez kılındığı bir nitelik kazandı. Seçimler ve işler halde bir meclisi bir demokratik rejim için kafi gören bu anlayış ile birlikte, siyasal iktidarın türlü otoriter pratikleri, yani yasal parlamenter düzeni mümkün kılan kurucu dışlamalar, görünmez hale getirildi. Kısaca, siyasal rejimlerin yasal veya siyasal karakterinden hareketle tanımlanması meselesi, doğrudan siyasal iktidarın işleyişine dair alınacak tutum ile ilişkilidir denilebilir. Siyasal rejimleri, iktidarın verili ve görünür yüzlerinin ötesinde okumalara tabii tutmak, eleştirel ve devrimci bilgi üretme pratiğinin önemli bileşenlerinden biridir. Bu anlamda cumhurbaşkanlığı seçimi etrafında dönen rejim tartışmalarına (başkanlık rejimi / parlamenter rejim) siyasal bir müdahalede bulunmak adına, Türkiye’nin Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı altında geçirdiği dönüşümü bir siyasal okumaya tabii tutma ve siyasal rejim mevzusuna dair bu perspektiften söz söylemenin önemi ortaya çıkmaktadır.
Buradan hareketle siyasal rejimlerin, siyasal analizinin akılda tutması gereken önemli noktalardan biri rejim ile tabir edilen düzenliliğin tutarlı, homojen ve tamamlanmış siyasal kuruluma denk gelmediğidir. Rejime kimliğini veren düzenlilik sınırlı bir düzenliliktir. Bu sınırlılığın emarelerinden ilki rejimin düzenliliğinin devamı için gerekli olan iktidar müdahalesine duyulan sürekli ihtiyaç ise (ör. her türlü toplumsal itiraza karşı teyakkuza geçen baskı aygıtları), ikincisi de bu sınırlı düzenliliğin müdahaleye ve itiraza açtığı olanaklardır (ör. farklı toplumsal mağduriyetlerin iktidar karşısındaki biraradalığın açtığı bir olanak olarak Gezi Ayaklanması). Her siyasal rejim eksiklik ve aksaklık ile maluldür. Bu eksiklik, vaat edilenin gerçekleştirilmemesinden değil; her vaadin bir eksik sayım ile şekil almasından ortaya çıkar.[5] Toplumunun yarısından azının onay verdiği bir siyasal iktidarı, mutabakat olarak sunma ilkesi üzerine var olan rejim, bu eksikliğin normalleştirilmesi ve sistemleştirilmesi üzerinden tanımlanabilir. Ranciere’in izinden giderek söylersek, devrimci siyasal özne de, bu eksikliği talep haline dönüştüren öznedir.
Hem AKP’nin kendini önceleyen siyasal düzen ile kurduğu ilişkiyi (devamlılıklar ve kopuşlar), hem de AKP’nin iktidarının kurumsallaştığı bir dönemde ortaya çıkan yeni sistematik pratikler toplamı olarak yeni rejimi, bu eksiklik halini akılda tutarak ele aldığımızda, siyasal rejimlerin farklı yüzlerini kavramsallaştırmaya yarayan farklı kavramsal araçlara duyduğumuz ihtiyaç ortaya çıkar. Bu ihtiyaca cevaben bir siyasal rejimin idari, siyasal ve ideolojik mantıkları üzerinden okunmasının, AKP iktidarı altında şekil alan siyasal rejimin detaylı şekilde kavranması açısından uygun olduğunu düşünüyorum.[6] Bu şema içinde idari mantıklar, iktidarın idari işleyişe dair öngördüğü düzenlilikler ve mekanizmalara tekabül ederken, siyasal mantıklar bir rejimin kimliğinin ve sınırlarının belirlendiği kurucu pratikler ve bu sınırların olumsal niteliğinin görünür olduğu kriz anlarına tekabül eder. İdeolojik mantıklardan ise, bir rejimin eksikliğinin ve tamamlanmamışlığının üstünü örtmeye yarayan ideolojik söylemi yani yukarıda bahsettiğim eksiklik halinin üzerini kapayacak imgesel anlatıları anlayabiliriz. Buradan hareketle de AKP’nin iktidarı altında şekil alan yeni siyasal rejimin karakterini tartışmaya başlamak mümkün olur.
2002 yılında iktidara gelen AKP iktidarının kendisinden önceki siyasal düzen ile kurduğu ilişkiyi ne siyasal rejim değişimine tekabül edecek tam bir kopuş, ne de siyasal aktörler dışında bir değişimin yaşanmadığı bir devamlılık olarak göremeyiz. Yeni rejim (AKP’nin Muhafazakâr-Demokrat rejimi) ile eski rejim (2002 öncesi Türkiye’nin siyasal rejimi) arasındaki ilişki zaman içinde dönüşen, çeşitli mücadeleler ve çatışmalar içinde şeklini alan bir ilişki oldu. Bunun en önemli kanıtlarından biri, AKP’nin ekonomiden Kürt sorununa kadar pek çok alanda zaman içinde dönüşüme uğrayan, yukarıda idari mantıklar olarak adlandırdığımız, siyasal iktidar olarak hayatın işleyişini düzenlediği pratikleridir. AKP, 2002 yılı Kasım ayından iktidara geldiğinde Muhafazakar-Demokrasi adını verdiği siyasal projesini, kendisinden önceki idari pratiklerin korunması ile kendi siyasal mantığı doğrultusunda yeni idari pratiklerin örgütlenmesinin bir birleşimi olarak kurguladı. Örnek olarak ekonomide Kemal Derviş tarafından oluşturulan neoliberal programa sadık kalan AKP, Kürt sorununda da 2004 yılında çıkardığı Pişmanlık Yasası gibi daha önce denenmiş ve sonuç vermemiş idari pratikleri tekrarlarken; 1990’ların sonu 2000’lerin başında sermayenin büyük bir kesiminin yanı sıra işçi sendikaları da dâhil olmak üzere pek çok toplumsal grubu kapsayan hegemonik bir söylem haline gelmiş Avrupa Birliği entegrasyonunda kendisinden önceki siyasal iktidarların çizgisinden pek farklılaşmayan bir yol izledi.
AKP iktidarının erken yıllarındaki bu durum ilerleyen dönemde kendi idari mantıklarını daha görünür kılınması ve bunları yeni siyasal rejim içinde sistemleştirilmesi yönünde değişti. Özellikle AKP iktidarının ikinci döneminin başladığı 2007 senesi itibari ile Muhafazakâr-Demokratik proje hem ekonominin idaresinde, hem Kürt sorununun idaresinde hem de özelde AB ile olan ilişkiler genelde dış ilişkiler de yeni idari mantıkları kullanıma soktu. Ekonomi de hatları Kemal Derviş tarafından çizilen programdan büyük ölçüde sapmalar gerçekleşmiş olmasa bile, IMF ile yapılan anlaşmaların yenilenmemesi, AKP için IMF’nin dayattığı sıkı mali politikalardan kurtuluş anlamına geldi ve bu Türkiye devletine uzun sürelerdir finansal doğrultusunu veren bir aktör ile ilişkilerin kesilmesi adına bir başarı olarak sunuldu. Buna ilaveten kamu ihale kanununda yapılan değişiklikler, TOKİ projeciliği etrafından örgütlenen rant dağıtma mekanizmaları, genişleyen ve derinleşen bir taşeronluk sistemi ile AKP ekonominin idaresi hususunda kendi rejimine rengini veren mantıkları öne çıkarmış oldu. Kürt sorununda iktidarının erken döneminde uygulamaya çalıştığı pişmanlık yasası gibi araçların sonuç vermeyeceğinin anlaşılmasını, AKP’nin bir yandan sorunu bir güvenlik sorunu olarak kodlayan söylemi ve KCK tutuklamaları gibi baskıcı yöntemleri izlerken, bir yandan da AKP iktidarı, Kürt siyasal aktörleri ile ilk olarak ‘Demokratik Açılım’ adı altında piyasaya sürülen sonrasında ise ‘Milli Birlik ve Beraberlik Projesi’ adını alan bir müzakere süreci içine girdi. Devletin daha önce Kürt halkının siyasal temsilcileri ile görüşmesine dair örnekler olsa da, AKP iktidarının bu görüşmeleri Abdullah Öcalan’ı da dahil ederek, içerik olarak olmasa bile şeklen kamuya açık bir şekilde yürütmesi AKP iktidarının kayda değer siyasal hamlelerinden biri oldu. Son olarak AKP’nin genel bir demokratikleşme programı olarak sunduğu AB entegrasyon süreci giderek yavaşlarken, bu yavaşlama genel olarak ülkenin dış siyasetinde bir dönüşüme de tekabül etti. AB ile entegrasyonun Muhafazakar-Demokratik rejim için önemi bu ‘demokratikleşme’ projesine destek olan ve dâhil olmayı talep eden grupların AKP’ye siyasal desteğini sunmalarını sağlaması iken, bu sürecin yavaşlaması ile birlikte Ortadoğululuk, İslamcılık ve mezhepçilik söylemleri üzerinden şekillenen bir dış siyaset ve buna paralel olarak işler hale gelen yeni bir hegemonik söylem yürürlüğe sokuldu.
Burada sınırlı ve kısaca değindiğimiz bu pratikleri bir arada tutan, onlara söylemsel bir düzenlilik kazandıran siyasal mantıklar, AKP’nin Muhafazakâr-Demokratik rejiminin temel kimliğinin oluşturmaktaydılar. AKP’nin özellikle ilk yıllarında bir siyasal kimlik olarak şekil vermeye çalıştığı Muhafazakâr-Demokrasi, temel de 1990’ların “İslamcılar” ve “laikler” olarak bölünmüş siyasal alanına bir müdahale olarak kurgulandı. AKP kurmaylarının özellikle iktidarının erken yıllarında sıkça İslamcı bir parti olmadıklarını vurgulamaları ve partilerini Türkiye’nin siyasal İslam geleneğinin ötesinde, Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Anavatan Partisi imgeleri kullanılarak oluşturulan bir muhafazakârlık anlatısı içinde tanımlamaları, bu çabanın sonuçlarından biriydi. Bu dönemde AKP’nin muhafazakâr kimliği, Avrupa’nın Hristiyan-Demokrat partileri ile karşılaştırılırken, AKP’nin sözcüleri İslamcılığın yerine muhafazakârlığı ikame etme konusundaki ısrarlarını sürdürdüler. Bunun temel amacı özellikle 28 Şubat sürecinde hegemonik siyasetinin sınırları ortaya çıkan Refah Partisi gibi, eski rejimin kurumları ile çatışma içine girmeden, Refah Partisi’nde temsil edilen İslami siyasal söylemin ötesine geçen ve daha fazla toplumsal talep ile ilişki kurabilen muhafazakârlık ekseninde bir hegemonik dil örgütlemekti. Bu şekilde AKP’nin Muhafazakâr-Demokrat siyasal kimliği tanımlarken çizdiği ilk siyasal sınır İslamcılar ile iken, bunu takip eden şekilde Muhafazakâr-Demokrasi “laik”, “devletçi” ve “otoriter” olarak tanımladığı bir diğer imgesel ötekini kurguluyor ve zaman zaman “bürokratik oligarşi” gibi adlar ile tanımlanan bu imgeyi Muhafazakâr-Demokrat kimlik ile antagonistik bir ilişki içinde tanımlıyordu. İttihatçılık, tek parti dönemi ve askeri darbeler gibi tarihsel referanslar ile kurulan bu öteki, “muhafazakâr-sivil-demokratik güçler” ile “laik, otoriter devlet bürokrasisi ve elitler” arasında bir söylemsel sınır çizerek; Muhafazakâr-Demokrasinin kendini tanımlama çabalarını tamamlıyordu. Öyle denilebilir ki bu iki siyasal çizgi ile belirginleşen Muhafazakâr-Demokratik kimlik, 1990’ların sonunda iyice kristalleşen İslamcılık-laiklik ayrımı üzerinden biçimlenen bir siyasal alanı yeniden kurgulama hedefi ile yola başlamıştı. Siyasal sınırları yeniden çizmek olarak tanımlanabilecek bu hegemonik pratik, Muhafazakâr-Demokrasi’nin dışarısını çizdiği sınırlar aracılığıyla belirlemenin yanı sıra, Muhafazakâr-Demokratik dil içinde temsil edilebilecek taleplerin de sınırını koyuyordu.
Kendini hem ‘İslamcılık’dan hem de ‘otoriter-laik devletçilik’ den ayrıştırarak tanımlayan Muhafazakâr-Demokratik kimlik, bu siyasal mantığı pek çok uygulamasına şekil veren bir kurucu mantık olarak benimsedi. AKP iktidarının erken yıllarında çıkan Avrupa Birliği Uyum Yasaları etrafında şekillenen demokratik söylem, Muhafazakâr-Demokrasi’nin bir ‘demokratlar’ koalisyonu olarak kurgulanmasına imkân verirken, başta sermaye olmak üzere Avrupa Birliği projesini kabul etmiş pek çok toplumsal grup bu anlamda taleplerini Muhafazakâr-Demokratik dile eklemleyebildiler. Avrupa Birliği uyum yasaları üzerinden oluşturulan bu demokratik dil AKP’nin temsil ettiği “demokratik” kampın söylemsel araçlarından biri olurken; Avrupa Birliği entegrasyonuna karşıtlık hem Muhafazakâr-Demokratik kimliğe hem de demokratik siyasete karşıtlık olarak resmedildi. Ekonomide ise 2001 krizinin ardından, uluslararası konjonktürde yaşanan finansal genişleme ile beraber ortaya çıkan büyüme oranları, Muhafazakâr-Demokrasi’nin bir ‘zenginleşme’ veya ‘kalkınma’ koalisyonu olarak kurgulanmasına izin verirken, bu süreçte özelleştirmelerden taşeronlaşmaya karşı pek çok noktaya itiraz eden siyasal özneler, “kalkınma karşıtı”, “devletçi”, “rantçı” gibi gösterenler ile kodlandılar. Kısaca, Muhafazakâr-Demokratik kimliğin siyasal mantıkları farklı alanlarda kendini üretip toplumu demokratlar-demokratik olmayanlar, kalkınma isteyenler-devletçi zihniyete sahipler gibi ikilikler üzerinden bölüştürebilen hegemonik bir dile imkân verdiler. AKP iktidarı altındaki yıllarda zaman içinde şeklini alan siyasi rejimin en önemli niteliklerinden biri bu siyasal mantığın hegemonik işleyişi oldu. AKP’nin siyasal söylemi, yukarıda kısaca tanımladığım siyasal mantıkların ve bu mantıklar üzerinden çizilen siyasal sınırların işler hale getirilmesi ile kendine hegemonik üstünlük sağlayan ikilikler üretme pratiğini farklı bağlamlar içinde mükerrer defa gerçekleştirdi.
Bu siyasal mantıkların belki de en görünür olduğu anlar, AKP’nin kendisinden önceki rejimin siyasal mantıklarını savunma konusunda direnç gösteren kurumlar ile girdiği çatışma anlarıydı. İki tür meşruiyet iddiasının –AKP’nin plebisiter metotlara dayalı çoğunlukçu meşruiyet iddiası ile 12 Eylül sonrasının otoriter rejimi içinde şekillenmiş kendinden menkul meşruiyet iddiası– çatışması şeklinde var olan bu karşıtlık hali; 27 Nisan Elektronik Muhtıra’sı, AKP’ye açılan kapatma davası, 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı gibi olaylarda örnekleri görüldüğü üzere, siyasal iktidarın söylemi tarafından kolaylıkla bir demokrasi mücadelesi olarak inşa edilmiş ve AKP’nin yukarıda bahsettiğim toplumu ikiye ayırarak demokratik kimliğini üretme şeklinde işleyen hegemonik pratiklerinin yeniden üretilmesine neden olmuştu.
Toplumu ikiye bölen sınırların çizilmesi ve bu sınırların işletilmesi ile kazanılan hegemonik pozisyonlar üzerinden işleyen Muhafazakâr-Demokratik siyasal mantıklar, toplumu bölen bu imgesel sınırların üzerinin örtüldüğü bir ideolojik anlatı ile beraber varoldular. Bu seçim sonrası yapılan balkon konuşmalarında verilen kapsayıcılık mesajından farklı olarak, Muhafazakâr-Demokratik rejimin nesnelerinin imgesel olarak bir bütün olarak kurulduğu bir ideolojik anlatıya tekabül ediyordu. AKP’nin siyasal mantıkları ‘demokratikleşme’ ya da ‘kalkınma’ gibi siyasal söylemler üzerinden tanımladığı kimliği ile içerisi ve dışarısı arasındaki sınırları netleştirirken, bu söylemlere eşlik eden ‘güçlü Türkiye’, ‘Ortadoğu’nun lideri’ gibi gösterenler ile beraber de toplumun bu taksimlerinin ötesinde var olan bir tamlık halini imgesel olarak yapılandırıyordu.
Bu ideolojik anlatı bir yandan bu tamlık halinin rejime içkin eksikliklerin üstünü örtmesinden türeyen hazlar üretirken; diğer yandan da bu imgesel tamlık haline karşı bir tehdit oluşturması mümkün unsurlara karşı bir teyakkuz halini yaratıyordu. Muhafazakâr-Demokratik rejimin ideolojik mantıkları bir yandan öznelerin bu imgesel anlatıda sunulan iktidar pozisyonu ile ilişki kurmasına ve bu ilişki itibari ile de rejimin kendisine kurduğu özne pozisyonuna daha güçlü bir duygulanımsal bağ ile bağlanmasına neden olurken, diğer yandan ise bu tamlık anlatısı ile kurulan duygulanımsal bağın gücü oranında bu bağın engellenmesi ihtimalini bir tehdit olarak kodlanmasını sağlıyordu. Bir örneği, Recep Tayyip Erdoğan ile İsrail Başkanı Simon Peres arasında İsviçre’nin Davos kentinde yaşanan gerilimin ardından yurda dönen Erdoğan’ı karşılamak üzere hava alanında toplanan kitlelerin duygulanma halinde görülebilecek tamlık anlatısı yani Erdoğan’ın şahsında somutlaşan bir tamlık haline bağlanmaları olan bu ideolojik mantıklar, bir yandan da Gezi Protestoları boyunca göstericileri türlü komplo teorileri ile ilişkilendiren anlatıları benimseyen öznelerin bu tamlık haline gelebilecek olası zararlara karşı tepki göstermesini mümkün kılıyordu.
Kaba hatları ile ve kısaca bu mantıklar üzerinden tanımlanabilecek Muhafazakâr-Demokrat rejim, Türkiye’nin gördüğü en büyük toplumsal ayaklanma olan 2013 yılı yazı Gezi Ayaklanması ile beraber kendine içkin itiraz potansiyellerinin ortaya çıkışına tanıklık etti. Rejimin eksik sayılanları; toplumun muhafazakarlık ile tanımlamasını kabul etmeyenler, türlü rant politikası ve sömürü mekanizmalarına itirazı olanlar ve farklı toplumsal muhalefet biçimlerinin maruz kaldığı devlet şiddetini kabul etmeyenler, Gezi Ayaklanması esnasında taleplerini bir araya getirdiler. AKP’nin siyasal mantıkları olarak yukarıda tanımlamaya çalıştığım hegemonik pratiklerin işlevini yitirdiği bu an içinde, toplumun siyasal iktidarın öngördüğü ayrımlarının iptali ve baskıcı siyasal iktidar ile buna karşı duran bir bir aradalık olarak yeni bir ‘Halk’ın siyasal özneliği ihtimali görünür oldu. Siyasal iktidar karşısında izole olarak var olan farklı toplumsal taleplerin, bu tecritten sıyrılıp bir ortaklık halini geliştirmesi olarak tanımlanabilecek bu siyasal durum, AKP’nin siyasal rejimine kendi sistemleşmiş pratiklerini sürdüremez hale götüren bir kriz anını yaşattı.
Gezi Ayaklanması ile beraber ortaya çıkan bu siyasal müdahale imkânının önce 30 Mart yerel seçimleri daha sonrasında ise Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile beraber tekrar kurumsal ve prosedürel itiraz mekanizmalarına yönlendirildiği ve rejimin ideolojik mantıklarının işlerliğini korumayı başardığı tespiti ile beraber akılda tutulması gereken nokta doğrudan içinde yaşadığımız rejim içinden türeyen bir siyasal mantığın –rejimin farklı muarızlarının bir aradalığı hali- olasılıkları ve müdahale imkânları idi. Muhafazakâr-Demokrasi’nin ideolojik anlatısı içinde bir tamlık olarak tasvir edilenin aslında kurucu ayrımlar üzerinden şekillenen ve bir eksik sayıma dayanan zorunlu ve imgesel bir birlik olduğu Gezi sürecinde yaşananlar ile birlikte hafızalara kazındı.
Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında içine girdiğimiz süreçte Türkiye’nin siyasal rejimi ile ilgili tartışmaları yürütürken, bu tarihsel anın bize öğrettikleri ile beraber düşündüğümüzde, siyasal rejimlere dair yasal tanımların üzerini örttükleri ve ancak siyasal bir bakış açısından görünür kılan bu imkânı unutmamalıyız. İçinde yaşadığımız rejim, toplumu kendi iktidarının dili ile beraber tanımlarken, kendi mantıkları uyarınca düzenlerken ve kendi tamlık anlatısı ile muhafaza ederken, bu rejimin mağdurları da görünmez kılınanların ve sayılmayanların bir siyasal özne olarak eşitlik ve özgürlük talebini yükseltmeleri için gerekli olan muarız çoğulluğun ortaklaşabileceği siyasal mantıkları inşa etmelidir. Bu inşanın de görünür en olası yollarından biri rejim ile farklı nedenler üzerinden uyuşmazlık halinde olan siyasal öznelerin, kendine benzer diğerleri ile ortak bir talebi dile getirebileceği siyasal program ve söylemlerin yaratılması olacaktır.
DİPNOTLAR
[1] Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında bu söylemler siyasal iktidara yakın duran türlü yorumcu, analist ve gazeteci tarafından dile getirildi. Bu söylemlerin vurgulu bir örneği için bakınız, İbrahim Karagül, ‘Hayırlı Olsun Türkiye’, Yeni Şafak, 11 Ağustos 2014.
[2] Jacques Ranciere, Hatred of Democracy (Demokrasi Nefreti), (Londra, Verso, 2006), s.84.
[3] Burada kullanılan siyasal rejim anlayışı, siyasal rejimlerin üzerine kuruldukları olumsal düzenlilikleri ve bunu mümkün kılan hegemonya siyasetini, yasallığın dışında bir siyasal bakış açısı ile görmenin gerekliliğini tartışan David Howarth ve Jason Glynos’tan alınmıştır. David Howarth ve Jason Glynos, Logics of Critical Explanation in Social and Political Theory (Sosyal ve Siyasal Kuramda Eleştirel Açıklamanın Mantıkları), (Londra, Routledge, 2007), s.106.
[4] Bu literatüre örnek olarak Ergun Özbudun, Metin Heper ve Ahmet Evin gibi akademisyenlerin bu dönemde yazdıklarına bakılabilir. Ergun Ozbudun Contemporary Turkish Politics: Challenges to Democratic Consolidation (Güncel Türkiye Siyaseti: Demokratik Konsolidasyona Engeller), ( London, Lynne Rienner,2000), Metin Heper and Ahmet Evin (der.), State, Democracy and Military: Turkey in the 1980s (Devlet, Demokrasi ve Ordu: 1980lerde Türkiye) (New York, Walter De Gruyter, 1988).
[5] Ranciere’in siyasal rejimlerin üzerine kuruldukları ‘eksik sayım’ ı tartıştığı eseri için bakınız, Jacques Ranciere, Dissensus: On Politics And Aesthetics (Uyuşmazlık: siyaset ve Estetik Üzerine), (London, Continuum, 2010)
[6] Howarth ve Glynos’un eserlerinde social (toplumsal), political (siyasal) ve fantasmatic (fantazmatik) mantıklar olarak tanımladığı bu üçlü kavram setini ben analitik gerekçeler ile idari, siyasal ve ideolojik mantıklar olarak kullanıyorum.