Farhad Daftary Müslümanların entelektüel geleneğinin büyük ölçüde yeni neslin önceki nesillerin eserlerine bakmaları ve onları dikkate almalarını adeta zorunlu kılan bir gelenek olduğunu hatırlatır ve Kur’an’daki herhangi bir anlamın değerlendirilmesinin ümmetçe yapılmış ilk ifadeleri dikkate alınarak yapıldığını da ekler.
Kur’an aslında yeni bir sözü söylediğini iddia etmekten çok İbrahimi Sözü hatırlattığını vurgulaması açısından daha önemlidir. Metnin mutlak hakimiyeti üzerine kurulu olan Ortodoks anlayışta Kur’an, Müslümanlar için tartışmasız bir kaynaktır ve Kuran’ın yol göstericiliğinden başka peygamberin yol göstericiliği de Müslümanlar için ikinci büyük kaynağı oluşturmaktadır. Ancak kuşkusuz Ortodoks geleneğin ana gövdesini İbrahimi Sözün kendisi oluştursa da Müslüman toplulukların çağlar içerisinde yaşadığı, karşılaştığı, ürettiği ya da maruz kaldığı sorunlar ve değişen konjonktür nedeniyle İbrahimi Söz yeni şartlara uygun olarak yeniden yorumlanmak üzere ele alınmıştır. Kuşkusuz bu yeniden ele alışın kendisi de İslam’ın içerisindedir. Hadislerin sahihliği üzerine değerlendirme yapan cerh ve ta’dil kitapları, İslam teolojisi (kelam), İslam hukuku (Fıkh) ve Kur’an yorumları (Tefsir) kitapları da devasa bir külliyat ve geleneğin oluşmasına katkıda bulunurken Müslümanlar arasındaki yorum farklarının ve giderek toplumsal farklılaşmanın da temelini atmıştır. Tam da bu nedenle zorunluluğun ve şartların ürettiği bu gelenek ve külliyatın kendisi daha sonra kimileri tarafından bizzat İslam dünyasının içerisine düştüğü problemlerin nedeni olarak da gösterilecek ve özellikle Ortodoks yorumlardan sapmalar sıklıkla “sapkınlıkla” eş değer bile tutulabilecekti. İslam içerisindeki bu muazzam entropi üretkenliğe, çeşitliliğe ve tam da farklı toplumsal yapılarda bulunan Müslümanlar için bir yol açarken bir yandan da çözülmelere yol açtı. Bu farklılaşmanın İslam ümmetine vermiş olduğu ya da verebileceği “zararlardan” dolayı ortodoksinin tepkisi sert oldu.
Ancak asıl kopuş ve karmaşa kuşkusuz modern dönemle birlikte gerçekleşti. Modern dünyanın insanların önüne koyduğu zorunlu göç, savaş, kimlik sorunları ve ekonomi-politiğinin yakıcı bir hal alması vb. durumlar nedeniyle değişen koşullar, yeni ortaya çıkan meseleler ve daha önce üzerine hüküm bulunmayan ya da yorum yapılmamış yeni sorunlar için var olan külliyatı inceleyerek hüküm oluşturan müçtehidler IX. yüzyıl ortalarında kapandığı söylenen içtihad kapılarını yeniden zorlanmaya başladı. Çünkü modern döneme kadar ortaya çıkan herhangi bir mesele hakkında geleneksel içtihadi bilgi yeterliydi ve genel kabule dönüşmüş bilgi ve verilerle gündelik yaşam ve hatta siyaset yorumlanabiliyordu. Ancak artık başka ve yalnızca İslam dünyasının değil aynı zamanda bütün ideolojilerin ve hareketlerin karşı karşıya kaldığı sorunlar nedeniyle içtihad kapılarının yeniden ve ardına kadar açılması İslam dünyasında baş gösteren bunalımın son bulmasına yaramayacaktı. Modern hayatın ilk dönemlerinde İslam dünyası Tönnies’nin terimleriyle ifade etmek gerekirse cemaatten (Gemeinschaft) cemiyete (Gesellschaft) geçmenin sancılarını yaşamaya başlamıştı. İslam ümmeti büyük bir cemaatti ve modern döneme kadar bu özelliğini korumayı az çok başarmıştı. Ancak artık hem geleneksel hinterlandı açık biçimde parçalanmış hem de “Hıristiyan Batı”nın sosyo-ekonomik gelişimi karşısında ciddi bir travma yaşamıştı. Parçalanan “cemaat ruhu” ve bu dönemde (özellikle I. Dünya Savaşı Sonrası) İslam dünyasından Batı ülkelerine doğru başlayan göç, Batı’da eğitim almış İslam entelektüellerinin taşıdıkları geleneksel İslami bilgiyle Batı’da edindiklerini harmanlayarak yeni nesil bir entelektüel kesiminin oluşmasına neden oldu. Hasan el Benna, Mevdudi, Seyid Kutb ve Ali Şeriati gibi isimler bu halkaya dahil edilebilir. Ancak etnik kimlik, feminizm, ekoloji ve modern döneme özgü diğer bir çok soruna yanıt arayışlarının da Müslüman toplulukların yaşadığı krizi derinleştirdiği ve özellikle Batı’da büyük bir nüfusa ulaşan Müslümanların içinde bulundukları ülke ve toplumlarla yaşadıkları sorunların içtihad kapısının açılmasına karşın daha da fazlalaştığı görüldü.
Bugün Müslümanlar ontolojik ve epistemolojik bir krizin içerisindedir ve bu kriz her geçen gün daha da derinleşmektedir. Kendi kökenleriyle, içinde bulunduğu seküler iktidarlar ya da kendi iktidar alanlarında bulunan seküler yapılarla olan ilişkiler ve bu ilişkilerin nasıl bir siyasi zemine oturması gerektiği yeniden anlamlandırılmaya başlanmıştır. Bu, söz konusu epistemolojik krizdir. Ontolojik kriz ise kendi varlığına ve var oluş biçimine ilişkin sorgulamadır. Sıklıkla şiddet dini olarak anılmaya başlanan bir dinin modern dünyanın değerleri olan “insan hakları”, “demokrasi” ve “yurttaşlık” gibi kavramlara sığınarak kendisine yöneltilmeye başlanılan “Şiddet Dini” algısından kurtulmaya çalışmakta, kimi çevreler ise İslam’ın şiddeti de içerdiğini, cihadın meşru bir şiddet olduğunu vurgulayarak aslında var olan çelişki ve krizin niteliğini göstermektedir.
Müslümanlar dünyanın geri kalanının yaşadığı krizin benzerini daha derin yaşamakta ve dünya genelinde cemaatten cemiyete geçişin başarısız girişiminin sancılarını bünyelerinde daha fazla hissetmektedirler. Yaşanan ontolojik ve epistemolojik krize Müslümanlar tarafından verilen yanıt geleneğe atıfların ve kökene dönme ihtiyacının artması, cemaatleşmenin ise derinleşmesidir. Bu “yanıt” Siyasal İslam denilen ve sanki siyasal olmayan bir İslam varmış gibi bir algı yaratan yapay bir ayrımın ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Kamusal alanı mutlak suretle düzenlemeye çalışan, onun da ötesinde kişinin dünyayla ve diğerleriyle olan ilişkisini düzenlemek isteyen İslam’ın siyasi ve siyasi olmayan türlerinin olduğunu söylemek ancak safdillik olacaktır. İslam siyasaldır ve aksini iddia etmek gerçeği görmemektir. Mesele dünyanın içerisine girdiği krizin bir parçası olan Müslümanların bu krize yeni dönemde nasıl tepki verecekleridir.
Daha önce de belirttiğim gibi verilen tepki yaklaşık bir yüzyıldır “yeniden cemaatleşmedir”. Bu cemaatleşme pratiği başarısız siyasal girişimlerin ardından son 30 yılda bir kez daha alevlenmiş görünüyor. Peki İslam kendi varlıksal bilgisini -dünyaya gönderilme nedeni üzerine kurduğu bu “ilahi bilgiyi”- siyasal alana ne şekilde taşıyacak ve bu sırada Müslüman bireyin durumu ne olacaktır? Modern dünyanın açığa çıkardığı sorunların üstesinden nasıl gelinecektir? Işid, Boko Haram ve El Kaide gibi ulusaşırı İslami örgütlenmelerin karşılaşılan sorunlara verdiği şiddet kökenli tepki İslam dünyasını nereye götürmektedir?
Kuşkusuz Işid ve benzerlerinin şiddeti temel alan siyasi yaklaşımlarının giderek karşı çıktıklarını söyledikleri sisteme benzeştirdiğini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bunun karşısında olan “ılımlı İslam” taraftarlarının seküler ve modern yaşamla birlikte olabilme için orta yol bulma denemeleri de sonuç vermemiştir. Onlar da siyasal alanda mutlak iktidar olanların sözcüsü gibi davranmaktan öteye gidememiştir. Bir çatışma ve katliamdan sonra ilgili hükümetin/devletin sözcüsü gibi olaylar kınanmakta ve çıkış yolu olarak “kardeşlik”, “birlik”, “barış” mesajları verilmektedir. Ancak bugüne kadar hiçbir mesaj ne olayların gelişimini engellemiş ne de Müslümanların içerisine girdiği krize derman olamamıştır. Çünkü kriz ve onun gerçek kaynağı hakkında yorulan kafa eksiktir ve sorumluluktan kaçılmaktadır.
Türkiye
Türkiye’de ise İslam’ın ve İslamcılığın seyri daha farklı gelişme göstermiştir. Bunun en önemli nedeni Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyeti altında bulunan İslam hinterlandının Osmanlı’dan sonra hem ciddi bir milliyetçilik hem de kolonizasyon sürecine girmiş olmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti ise Osmanlı hinterlandında gelişen milliyetçi ve seküler dönüşümü bağımsız bir ülke ve hatta rol model bir ülke olarak gerçekleştirme yoluna gitmiştir. Yeni Türkiye Cumhuriyeti İslam’ı Osmanlı’dan devraldığı şekliyle devletin kontrolü altında tutmaya çaba göstermiş ve bunda da kısmen başarılı olmuştur. Bunun yanı sıra Türk milliyetçiliğinin kurucu unsur olarak baskın olması Türklüğe bağlı bir İslam anlayışını da hakim kılmıştır. Kabaca bu nedenlerle Arap ülkelerinin bir çoğunda etkin bir örgütlülüğe sahip İhvan/ Müslüman Kardeşler benzeri bağımsız İslami bir hareket Türkiye’de oluşamamıştır. Dahası Türkiye’de İslami hareket olarak tanımlanabilecek -örneğin Milli Görüş- hareket ya da siyasi oluşumlar da yine bağımsız bir entelektüel kesim yetiştirememiş, ortaya çıkan entelektüel hareketler genel olarak muhafazakarlıkla sulandırılmış ve dahası sağ iktidarların sığ politikalarına eklemlenmiştir.
Fakat Tek Parti Dönemi boyunca merkezin kontrolünün zayıf olduğu yerlerde ve özellikle de Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı coğrafyada, din, merkezi iktidarın istediği anlayışın dışında yaşama olanağını bulmuştur. Özellikle Kürtlerin ve Kürt dilinin geleneksel olarak yaşamasına da neden olmuş olan medreseler, şehirlerde “görmezden gelinen” ve Demokrat Parti iktidarıyla birlikte açık bir şekilde desteklenmeye başlanan diğer cemaat örgütlenmeleri siyasal alanda daha fazla yer bulmaya başlamıştır. Türkiye’de İslami akımlar bir yandan kendisine yeni cumhuriyette yer bulmaya çalışırken diğer yandan “seküler” iktidarlar da iktidarlarını pekiştirebilmenin aracı olarak dine sarılmışlardır. İrili ufaklı bir çok tarikat ve cemaatin varlığı bilinmesine karşın Türkiye’de siyasal alanda en güçlü cemaat/tarikat yapılanmalarından birisi kuşkusuz Nakşibendilik diğeri ise Nurculuktur. Türk Nurcularıyla Kürt Nurcularının özellikle son 30-40 yıl içerisinde muazzam derin bir ayrışmaya girdikleri göz önüne alınsa bile Türkler arasında da Kürtler arasında da en güçlü iki akım olarak Nakşilik ve Nurculuk ön plana çıkmaktadır. Bugün Kürtlerin yaşadığı bölgelerde ve Türkiye genelinde bu iki akımın etkisi ve gücü tartışılmazdır. Nakşibendiliğin Halidiye kolunun kurucusu olan Halid-i Bağdadi’ye bağlı dört büyük dergah/tekke bulunmaktadır ve Türkiye siyasetine yön vermiş insanların önemli bir bölümünün buralardan yetiştiği görülmektedir. Benzer şekilde Nurculuğun kurucusu Said Nursi’nin de (Kürtler arasında Said Kürdi) Van’daki Nakşibendi Arvasi tekkesinde eğitim aldığı söylenmektedir. Bu iki damarın alt dallarını oluşturan ya da dışında kalan cemaatlerden Kırkıncı Hoca Grubu, Galibiler, Kadiriler, İcmalciler, Cerrahiler, Uşşakiler, Menzilciler, Hazneviler, Gülen Cemaati, Süleymancılar, İskender Paşa Cemaati, İsmail Ağa Cemaati ve daha birçoğu da Türkiye siyasi tarihinin içerisinde önemli bir yer kaplamaya devam etmektedir. Kuşkusuz bunlar arasında yıllardır en fazla tartışılanı Gülen Cemaati olmuştur. 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleştirilmeye çalışılan askeri darbenin ardındaki güç olan Gülen Cemaati aslında Türkiye’de yıllardır yaşanmakta olan bir gerçeğin acı biçimde ve yüzlerce insanın canları pahasına ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Cemaatler her şeyden önce “kabul etme” ve “kapsama” esasına dayanmakta ve her kabul ve kapsama da bir “dışarıda bırakmayı”/ “dışlamayı” içermektedir. Fakat mesele tam da dışarıda bırakılanla ilgilidir ve cemaat yapısının içerisindeki herhangi bir bireyin “dışarıda bırakılanla” olan ilişkisiyle, “içerideki bir başkasıyla” olan ilişkisi arasındaki fark cemaat yapılarının daha büyük toplumlarda birlikte yaşama imkanını yok eden en önemli özellikleridir. Dışarıyla içerisi arasında kurulacak eşitlik/hakkaniyet/adalet ilişkisi cemaatin varlık nedenini ortadan kaldıracak ve fakat bu eşitlik kurulmazsa bu defa toplumsal birlikte yaşamın varlık nedeni tehdit altına girecektir.
Bir cemaatin illegal bir yapı haline gelmesinin ilk basamağını ise devletin, hükümet edenlerin, iktidarın kamu kaynaklarını söz konusu cemaat lehine ve yararına kullanması oluşturur. Ve benzer şekilde bir cemaat üyesinin toplumsal yaşamda kendi cemaati dışındaki biriyle, kendi cemaati içerisindeki birisine -örneğin hüküm uygularken- adaletsiz davranabilme ihtimalinin kendisi bile toplumdaki adalet algısının zedelenmesi için yeterli bir örnek olabilecektir. Bunların örnekleri çoktur ve yaklaşık kırk yıldır devlet içerisinde örgütlendiği –söylenen değil- bilinen ve göz yumulan Gülen cemaatinin sınavlarda, kamuya eleman alımlarında ve diğer bir çok meselede nasıl bir cemaatçi refleksle davrandığı bizzat zamanında söz konusu cemaatle birlikte hareket ettiklerini söyleyenlerce de telaffuz edilmiştir.
Ancak mesele tam da budur. Yani bir cemaatin bir darbe planlayıp, kendi ülkesinin parlamentosunu bombalayacak, halkını öldürebilecek kadar pervasız bir hale gelebilmesindeki saikin gerçekten anlaşılıp anlaşılamadığıdır. Bunu ancak sınırları belirli bir toprak parçasında yaşayan tüm yurttaşları temsil ettiğini iddia eden devletin ve hükümetin diğer cemaatlerle olan ilişkisine bakarak anlamak mümkün olacaktır.
Türkiye bir cemaatler “cennetidir” ve cemaatler bu haliyle siyaset edenlerin işlerini kolaylaştıran alanlar açmaktadır. Peki bir gerçeklik olarak karşımızda duran cemaat ve tarikatları ve bunların siyasal alanda var olma, yasal zeminde siyaset yapma isteklerini ne yapacağız? Kuşkusuz siyaset bilimi ve siyaset felsefesi demokrasi üzerine hala kafa yormakta ve çözüm yolları aramaktadır. Ancak siyaset kurumunun kendisinin ve kullanılan kavramların çözüm yolları için yeterli olmayacağı açıktır. Müslümanların içerisine düştüğü ontolojik ve epistemolojik krize verdikleri yanıtın cemaatler ve onların siyaset kurumuyla özellikle Türkiye örneğinde kurmuş olduğu ilişki biçimi olmadığı açıktır. Ancak bir gerçeklik olarak önümüzde duran cemaatleşme “eğilimi” ve cemaatlerin varlığının söz konusu krizin hem parçası, hem nedeni hem de sonucu olduğunu da vurgulamak gerekmektedir.
Liberal bakışın cemaatleri siyaset alanına “sivil toplum” başlığı altında çekme çabaları sorunun çözümü olmayacağı gibi demokrasi paradoksu adını verebileceğimiz “demokrasiyi kullanarak demokrasiyi yok etmeyi istemenin” de İslami hareketlere kazandırabileceği herhangi bir mevzi artık kalmamıştır. Ancak görünen o ki Batı’nın demokrasi anlayışıyla İslami hareketlerin demokrasiye bakışı ve kendi siyasal-toplumsal tasavvurları özgürlük ortamı yerine daralmayı ve otoriterleşmeyi ortaya koymaktan başka alternatif yaratmamaktadırlar. Çünkü magazinleşen “Batı Demokrasisi” ontolojik alanı terk etmiştir. Terk ettiği yerle olan ilişkisi de “Pazar Şekerleri” modunun ötesine geçmemektedir. Böylesi bir durumda Batı’da özgürlük, insan hakları ve diğer kavramların tamamı magazinleştirilip, hümanizm sosuna bulanarak kamuoyuna yeniden sunulmaktadır.
Bugün dünya bütünüyle bir kriz içerisindedir ve yüzlerce trilyon dolarlık bir rantın üzerinde oturan İslam coğrafyasında gerçekleşen katliamlar ve insanların yüzer yüzer ölmesinin bu rantın peşinde koşanlarca herhangi bir önemi bulunmamaktadır, bulunmayacaktır da. Batı’nın gelişmiş demokrasilerinden, Suudi şeriatına kadar her türden, dinden, inançtan ve milliyetten meydana gelen büyük ittifakın ne ontoloji ne de epistemoloji sorunu yoktur. O nedenle konumum gereği ben değişime demokrasiden başlanması gerektiğini düşünüyorum. Ranciére’in dediklerini bu bağlamda önemsiyorum: “Demokrasiyi karakterize eden, kura çekilişidir, yönetmek için sıfat bulunmamasıdır. Hiçbir karşıtlar çiftinin, hiçbir rol paylaşımı ilkesinin işlemediği istisna durumudur. O halde “hükmetme ve hükmedilme olgularında pay sahibi olmak”, bir karşılıklılık meselesinden bambaşka bir şeydir. Bu ilişkinin istisnai doğasını teşkil eden şey, tam tersine, karşılıklılığın yokluğudur ve bu karşılıklılık yokluğu bir paradoksa dayanır: sıfat yokluğunun bir sıfat olması. Demokrasi, arkhe’yi uygulama hakkı sıfatının, sıfat yokluğu tarafından verildiği özgül durumdur. Demokrasi başlangıcı olmayan başlangıçtır, hükmetmeyenin hakimiyetidir. Bunun sonucunda, tahrip olan arkhe’ye has olan şeydir: arkhe’yi bir yatkınlık ve bu yatkınlığın uygulanması döngüsü içinde daima kendi kendini önceler kılan kendi kendini katlama özelliği; ama bu istisna durumu, genelde siyasetin özgüllük koşulunun ta kendisidir.”
Bugün gelinen noktada örneğin İslamcı örgütlerin şiddet eylemlerini, Müslüman toplulukların gittikçe cemaatleşen ve otoriterleşerek siyasi iktidarlara yanaşan tavırlarını yalnızca Müslümanların epistemolojik ve ontolojik krizinde değil aynı zamanda küresel siyasetin üzerine kurulduğu siyasal alanın formasyonunda da aramak doğru olacaktır.