Bu makalenin görünürde memleket meseleleriyle hiçbir ilgisi yok. Üstelik burada, esas itibariyle, yeni bir şey önermiyor, sadece mevcut olanı yorumlamaya çalışıyorum. Ama mevcut her halükârda ben öyle söyledim diye değişmeyeceğine göre, bu yorumlamanın da pratiğe doğrudan bir etkisi olmayacak.
Makale, bu anlamda, yazarının diğer çalışmalarının hazırlığı yolunda birkaç yıl önceki entelektüel merakının sonucu, bir zihin aydınlığının aracı olmaktan pek öteye gitmiyor. Ama yazar, bilginin temini için her tür zahmete değeceğini ve, yanlış anlaşılmalardan kurtulmuş, tarihi çerçeveye oturmuş bilginin en azından ufuk açıcı olması itibariyle pratiğe faydası dokunacağını düşünüyor. Zira, birincisi, marksizm söz konusu olduğunda entelektüel merak hiçbir zaman yararsız değildir; ikincisi de, bilgi ancak böylelikle önyargılardan kurtulabilir ve başkalarının söylediklerine daha nesnel bir gözle bakmamızın yolunu açabilir. Aksi takdirde, tam da bu makalede konu edilen anlamda “ideolojik” kalmaya mahkûmdur.
İkincisi, bu makale, birilerinin ideolojiyle ilgili görüşlerini, tasarımlarını, modellerini olumsuzlamak ya da çürütmek amacını da taşımıyor. Matematikte, fizikte olduğu gibi sosyal bilimlerde de modeller, hakikati açıklamanın muhtelif yollarıdır. Kimisi daha iyi açıklar, kimisi daha kötü. Kimisi belli problemlere (toplumlara) daha uygundur, kimisi uygun düşmez. Ama her halükârda, ister kullanın ister kullanmayın, modeller oradadır, istediğinizde kullanımınıza açıktır ve yararlıdır.
Makaledeki sonuçlar, her ne kadar bunları etraflıca temellendirmeye çalışsam da, özetten ibaret değil ve elbette bütünüyle bana ait.
* * *
Bazı kavramların belirsizliği ebedidir; bunların dört başı mamur tanımlarını bulamazsınız, genellikle tek bildiğiniz ne olmadıklarıdır ve bu bilgiye de, ancak bu olumsuzlamalarla karşılaştıkça varırsınız. İdeoloji de ilk bakışta böyle bir şey gibi görünüyor: onunla ilgili bir araba laf edebiliriz, ama dosdoğru “şudur” demek, pek mümkün değil. Marksizm üzerine kafa yoran bir dolu insan için de böyledir bu: çoğunun ideoloji tanımı, birbiriyle tamamen örtüşmez.
Eagleton’ın kitabı,[1] bütün bu ideoloji tanımlarının en derli toplu şekilde ele alındığı önemli bir eser; bu nedenle, ondan başlayıp geriye doğru gitmek daha doğru olacak. Başlı başına ayrıca ele alınması gereken Lenin’i dışında tutarak şu sırayı takip edeceğim: Eagleton, Althusser, Gramsci ve Marx ile Engels.
* * *
Eagleton’a göre, “… siyaset ille de ideolojik olması gerekmeyen türden bir anlamlandırma alanına sahiptir. Britanya’da anayasal monarşi olduğunu belirtmek siyasi bir önermedir; buna karşılık ancak bazı inançlar içermeye başladığında—örneğin ‘ve bu da iyi bir şeydir’ gibisinden örtük bir ima taşıdığında—ideolojik bir önerme olur.” (32) Ama bu önerme fazla gevşektir, zira siyaset biliminin kendisi, yöntemi ve önermeleri, zaten genel olarak, bu tür “örtük” imalar taşırlar. Dolayısıyla, siyaset bilimi denen şey, bilimden ziyade bir disiplindir ve bu disiplinin temel öğeleri de ideolojiktir. Eagleton’ın biraz ileride söyleyeceği gibi, Ortadoğu’yla ilgili bir doktora çalışması yapmak, çalışmanın sonuçları bir tarafa, sırf niyet etmiş olmakla bile, ideolojik bir tavra, bir “örtük” imaya dayanır: çalışmayı yapanın Ortadoğu’daki durumla ilgili zaten belli bir fikri vardır, yoksa bu konuyu seçmezdi. Siyaset, siyaset “bilimindeki” temel bazı önermelerden ibaret değildir. Siyaset, kamusal ve özel alanda uygulanan bir şey olarak ideolojinin alanıdır, çünkü hayatın tersine çevrilmiş kavrayışı üzerinde yükselir ve siyaset biliminden anlaşılan şey de, esas itibariyle bundan ibarettir.
Buna birazdan Gramsci’den söz ederken döneceğiz, ama şimdilik şu kadarını söylemekte fayda var: Frankfurt okulu, yapısalcılık, post-modernizm ve post-marksizm (marksizmin inkârı üzerine kurulmuş bir şeyin nasıl olup da başına-berisine sıfatlar konulup gene marksizm diye adlandırılabildiği başka mesele) özellikle dilbilim meseleleriyle birlikte marksizme öyle nüfuz etmiştir ki, onların kullandığı kavramlar da, kök-marksist kavramların yerini almaya başlamıştır. Eagleton, sağlıklı bir nefes olmasına rağmen gene de (belki de muhtelif akımların, ve özellikle yapısalcı, post-modernist ve post-marksist akımların görüşlerinin etraflıca ele alınıp değerlendirilmesini amaçladığı için) bu kavram erozyonuna kapılıyor. Yapısalcıların söylem meselesi, dolayısıyla üslûp, ifade, dil; ideoloji meselelerinde çoğu zaman ideolojinin kendisinden daha fazla önem kazanıyor, yani ideolojik olan ideolojinin önüne geçiyor; önermeler, Marx’ın hukuk, estetik, felsefe, din, vb.ni saydığı genel ideoloji anlayışından daha önemli gibi görülüp ideolojinin en önemli uğraklarıymış gibi tartışılıyor, ama bu arada ideolojinin, bütün bu önermelerin sistematiği olduğu, bu önermeler silsilesi ancak kendi özgül zihinsel hayatlarına sahiplerse ve bu hayat, maddi hayatın başaşağı halinden ibaretse ideoloji sayılabileceği gözden kaçıyor.[2]
Eagleton’a göre, Alman İdeolojisi, “kuşkusuz, yeni-Hegelci idealizmin özel bir kolu olan Alman İdeolojisi’ni incelemektedir.” Yani Alman İdeolojisi’nde varılan sonuçlar, esas itibariyle bu özel kol ile ilgilidir. Ama ona göre, Marx ve Engels, bu sonuçları “fazla genelleştirme” eğilimindedirler. Oysa, “Marx ve Engels’in başka ruh hallerindeyken gayet iyi bildikleri gibi, buna verilebilecek bariz yanıt, her ideolojinin idealist olmadığıdır.” (119) Bana öyle geliyor ki, Eagleton tamamen yanlış olan bu ifadeyi kullanırken, metafizik ile idealizmi birbirine karıştırıyor. Oysa zaten, bu eleştiriye temel teşkil eden metnin başlığı, “Alman İdeolojisi. I. Feuerbach”tır. Marx ve Engels, Feuerbach’ın (materyalistliği kuşku götürmeyecek) felsefesini de ideoloji, dahası Alman ideolojisi olarak görüyorlardı. Öyle görüyorlardı, çünkü Feuerbach materyalizmi, tarihsellikten yoksundu, dolayısıyla “başaşağı” idi—ve bu, idealizm değil, metafizik demektir. Bütün ideolojiler metafiziktir, ama bu, hepsinin idealist olduğu anlamına gelmez. Öte yandan, ideolojinin epistemolojik kavranışıyla, “egemen sınıfın fikirleri, tarihin her döneminde egemen olan fikirler olmuştur” önermesi arasında bir çelişki bulma çabası da, metafizik ile idealizmin birbirine karıştırılmasından kaynaklanır. Gerçekte çelişki yoktur: “kendi toplumsal kökenini unutmuş düşünce olarak ideoloji” ile “egemen sınıfın silahı” (120) olarak ideoloji, bir ve aynı şeydir. Ne var ki öyle diye bu rolün ideolojiye verildiği, dikte edildiği söylenemez; tersine, ideoloji doğası gereği böyledir.
Eagleton, Alman İdeolojisi eleştirilerine devam ederken, ideolojinin “yanlış bilinç” (tersine çevrilmiş bilinç?) olduğu düşüncesinin, mutlak bir doğru bilinç olabileceği ön-kabulünde bulunduğu iddiasıyla, günümüzde geçerliliğini yitirdiğini söylüyor ki, bu da doğru değil; zira bir “doğru bilinç” (ayakları üzerinde bilinç) her zaman vardır ama bu, doğru bilincin her zaman doğru teorik önermelerde bulunacağı anlamına gelmez, çünkü doğrunun bütün veçheleri derhal kavranabilir değildir; doğru, gelişen bir şeydir ve ancak bu dinamik gelişmesi içinde kavranabilir.
Eagleton’ın incelemesinde bir diğer sorunlu nokta, şudur: o, Alman İdeolojisi’nde (bir metafizik anlayış, yöntem, düşünce sistematiği ve bu sistematiğin ürünü olan hukuk, felsefe, estetik, ahlak gibi ideoloji alanlarında / ideolojilerde maddi dünyanın tepetaklak kavranışı olarak) yerden yere vurulan ideoloji ile, Katkı’nın Önsöz’ündeki “yasal, siyasi, dini, estetik ya da felsefi—kısacası, içlerinde insanların bu ekonomik çatışmanın bilincine vardıkları ve onunla savaştıkları, ideolojik kalıplar” olarak ideoloji arasında da bir fark görüyor; birincisinde “yansımalar ve yankılar sözcüklerinin fena halde mekanik materyalizm koktuğunu”[3] idda ediyor (112) (tıpkı Althusser’nin Alman İdeolojisi için pozitivist-historisist deyişine benziyor bu). Bu, doğru değil. İnsanlar “bu ekonomik çatışmanın bilincine” ideolojik kalıplar içinde varırlar, ama bu farkına varışı sağlayan şey, ideolojik mücadeledir. Öyle, çünkü Marx ve Engels’te ideolojik mücadele, ideolojilerin mücadelesi değildir, ideolojilere karşı mücadeledir. Bu durum, soyutlamalarla karşılaştırılabilir: diyalektikte soyutlama, en soyuta ulaşmak için değil, en rafine haliyle somut kavramlara ulaşmak için yapılır.
Eagleton, Alman İdeolojisi’nden (ve “Marx’ın ekonomiye ilişkin daha sonraki yazıları” hariç, diğer yazılarından) yola çıkarak, “Marx düşüncesinde ideolojinin, aralarındaki karşılıklı ilişki hakkında net bir fikrimizin olmadığı, en az üç anlama geldiğini saptamış gibiyiz,” diyor. Ona göre bunlar, (1) “kendilerini tarihin temeli olarak gören ve insanların ilgisini … fiili toplumsal koşullardan başka yöne çekerek baskıcı bir siyasi iktidarın ayakta kalmasına hizmet eden yanıltıcı veya toplumsal bağları kopartılmış inançlar”; (2) “egemen toplumsal sınıfın maddi çıkarlarını doğrudan doğruya dile getiren ve onun yönetimini desteklemeye yarayan fikirler”; (3) “içinde bir bütün olarak sınıf mücadelesinin verildiği ve kuvvetli ihtimalle, siyasi açıdan devrimci güçlerin doğru bilincini de içeren kavramsal formların tamamı” olabilir. (126) Ne var ki burada, yuvarlak ve müphem “fikirler, inançlar, kavramsal formlar” vb. dışında, somut bir şey yoktur: nedir bu ideoloji; söz konusu fikir, inanç, formlar ne tür şeylerdir? Bunlar kendi başlarına ideoloji değil, ama ideolojiktirler; ideoloji olmak için disipline edilmiş olmaları gerekir; ve bu anlamda ancak gerçek hayatın başaşağı kavranışı olarak hukuk, siyaset, ilahiyat, estetik, ahlak kodeksi, vb. ideoloji olabilir, bunlara dayanarak üretilmiş söylemler ise ancak ideolojiktir.
Marx (ve Engels) düşüncesinde, ideolojinin bu bozulmuş, çarpıtılmış, başaşağı çevrilmiş yansıtılma dışında bir anlamı yoktur.
Kavramın anlamını kaybedip sadece o kavramla ilintili şeyleri niteleyen bir sıfat haline geldiği pek az kelime vardır; ideoloji de bunlardan biridir. İdeoloji, genellikle ideolojik anlamında kullanılır olmuştur. Başka bir deyişle, ideoloji, sistematik bir bilgi birikimi, özgül zihinsel disiplinler anlamını kaybediyor, bunun yerine öznenin çevresi-toplumla olan ilişkilerinin düşünsel çerçevesini oluşturan genel bir kültürel-sosyal izlek haline geliyor. “İdeoloji, sahip olageldiğim bakış açıları kümesidir, ancak bu ‘olagelme’ hali muhtemelen … sırf rastlantısal olmaktan daha öte bir şeydir. Çoğu kez, kişisel olmayan, öznesiz, kalıplaşmış deyim ve özlü sözlerle dolu bir eskici torbası gibi görünür; oysa rafta tozlanmış bu kalıp sözler, kişisel kimliğin köklerini, bizi zaman zaman adam öldürmeye veya şehit olmaya itecek ölçüde derinlemesine çepeçevre saran şeylerdir.” (43) Bize bunları yaptıran, o eskici torbasındaki bölük pörçük şeyler mi, yoksa onların türediği, veya onların evrildiği sistemli ideolojiler (islam, milliyetçilik, “marksist-leninist devrimci siyasi ideoloji”?) ve alt ideolojiler midir? Bizim ideolojilerle ilişkimiz bilinç dışı olabilir, ama ideolojiler kesinlikle sistemli bilinç ürünleri, örüntüleridir.
Bu başaşağı dönüş, burjuva toplumunda en çıplak (veya en müphem, gizli) biçimde, meta fetişizminde görülür. Meta fetişizminin kendisi ideoloji değildir, ama ideolojik bir durumdur. Dahası, tam da bu anlamda, bütün ideolojiler gibi, bir burjuva icadı değil (burjuvanın, St. Thomas’nın dediği türden bir ex fine olduğu görüşü yaygın, ama yanlıştır; nihayetinde burjuvazinin kendisi de burjuva toplumunun yeniden ve yeniden ürettiği bir sonuçtur) burjuva toplumunun “icadı”, ürünüdür. Eagleton, Alman İdeolojisi’nde ideoloji “şeyleri gerçekte oldukları gibi görmeme meselesi iken, Kapital’de, gerçekliğin kendisinin ikiyüzlü ve aldatıcı olması meselesidir” (130) der ki, bu da hiç ikna edici görünmüyor; zira Alman İdeolojisi’nde de görmek değil, kavramak söz konusudur ve kavramak, ancak analitik bir çabanın sonucu olabilir. Meta fetişizminin gerçek, maddi bir süreç olmasıyla çarpık olması arasında çelişki yoktur; ama fetişizmin gerçek, maddi bir süreç olduğu halde bu çarpıklığın çarpıtılarak kavranması ve düşünce süreçlerimize de sistematik şekilde hâkim olması arasında, bir çelişki vardır. Bu çelişkinin nedeni, mevzubahis olanın fetişizm oluşudur.
Eagleton, onun iddiasına göre, Marx ve Engels’in ideolojiyle ilgili “daraltıcı”, kaynağını Napoléon’da bulan, epistemolojik olarak ideolojiyi gerçek hayatın çarpık bir yansıması olarak gören anlayışını, “genç Marx”a özgü bir şey olarak değerlendirir. Oysa bunun yanlışlığı aşikâr.[4] Zira Marx ve Engels’in ideolojiye dair görüşü, en azından Marx’ın 1842’de Odun Hırsızlığı makalesinden Engels’in 1893’te Mehring’e yazdığı mektuba kadar hiç değişmemiştir. Eagleton, Engels’in bu mektubunu zikreder, hatta iktibas eder; ama bu mektubu yerleştirdiği bağlam epeyce şaşırtıcı: tamamen farklı bir bağlamda, “yanlış bilinç” ile ilişkilendirir; oysa bu ilintilendirmenin yapılmasındaki tuhaflık kadar (zira Engels, yanlış bilinç demez; sadece “yanlış ve görünüşte kalan güdüler”den ve “yapay bilinç”ten söz eder ki, yarım asır öncesine göre yeni bir şey yoktur), daha da önemlisi, ideolojik analizde “hakiki kuvvetlerin meçhul kalmasının” ideolojiyi ideoloji yapan şey olduğunu söyler—yani 1842’de söyleneni tekrar etmektedir. Bu durumda Eagleton için Marx’ın ideolojiye bakışını değerlendirirken, bu bakışın marksist olmadığını söylemekten başka bir yol yoktur.
* * *
İşte Althusser tam da bunu yapar: görünürde “genç Marx”ı kastederek (yoksa bütün bir Marx’ı mı? Zira Althusser’ye göre, Marx bu ideoloji teorisini 1844 Elyazmaları ve Alman İdeolojisi zamanında kurmaya çalışır, ve bir kenara bırakır; zaten Kapital de, bu “ideoloji teorisinin … kendisini içermemektedir”), Alman İdeolojisi de dahil, Marx’ın bu sırada bir ideoloji teorisi kurmaya çalıştığını ileri sürer ve ekler: “bu teori marksist değildir.”[5] (47)
Althusser’nin Alman İdeolojisi (ve Marx’ın ideoloji anlayışı) ile ilgili söylediklerinde korkunç bir abartı var. Ona göre, “Alman İdeolojisi’nde … ideoloji katıksız yanılsama, katıksız rüya, yani hiçlik olarak tasarlanmıştır. Tüm gerçekliği kendinin dışındadır.” (48) Aslında, hiç de öyle değildir; “katıksız” değildir, “düş” olması ancak maddi dünyanın çarpıtılmış bir yansıması olduğu kadardır, “hiçlik” hiç değildir; kuşkusuz hakikatin tepetaklak edilmesidir ve gene de hakikatten kaynaklanır ama, “tüm gerçekliğinin kendi dışında” olması, bu maddi gerçeklikten uzaklaşıp kendi başüstü gerçekliğini kurduğu anlamına gelir, vb.
Alman İdeolojisi’nin, “genç Marx”ın pozitivist savrulmalarını yansıttığı düşüncesi, bana her zaman anlaşılmaz, hatta saçma gelmiştir. Marx ve Engels, artık “olgunlaştıktan” sonra da birçok defa Alman İdeolojisi’ne, “farelerin eleştirel kemirişine” terk etmiş olsalar da felsefi görüşlerinin orada netleştiğini söyleyerek gönderme yapmışlardı.
Ne var ki, Althusser’nin ideolojiyle ilgili görüşleri, Alman İdeolojisi’ne “pozitivist-historisist” diyor olsa da, “bu teori marksist değildir” dese de, bana öyle geliyor ki, aslında tam da Alman İdeolojisi’nin çizdiği çerçeve içindedir ve doğrusu, böyle yapmakla pek iyi eder. Mesela, şöyle der: “… kuramcılarımız … [y]anlış bilgiyle doğru bilgi, ideoloji ile bilim diye bir şey yokmuş gibi, yalnızca ‘bilgi’den söz ediyorlar.” (İthaki, 88) İdeoloji burada açıkça yanlış bilgiyle ilintili ve bilimin karşısında bir şey olarak görülür ki, bu, Alman İdeolojisi’ndeki yaklaşımın tıpatıp aynısıdır. Bu dipnotun hemen arkasından şöyle yazar: “… baskıcı-otoriter bilgiden bambaşka bir ‘bilgi’ [mevcut olabilir], bu bilgi ise Marx ve Lenin’den itibaren devrimci olduğu için kurtarıcı … olan bilimsel bilgidir.” (İthaki, 88.) Bu durumda, ideoloji yanlış bilgiyle ilintili bir şey olduğundan, her sınıf yanlışlık (maddi dünyanın çarpık kavranması) yoğurdunu kendine has bir tarzda yiyebilir (ve öyle de olmalıdır zaten); dolayısıyla, proletarya ideolojisi de, maddi gerçekliğin proletaryaya has çarpıtılmış bir formu olacaktır. Ne var ki tam burada marksizm tenzil-i rütbeye uğrar ve aslında tabiatı gereği her ideoloji gibi bir ideoloji olan proletarya ideolojisini terbiye etme göreviyle donanır: “… devrimci örgütler de ideoloji ile ‘işlerler’, ama marksist-leninist örgütler söz konusuysa, bu örgütler proletaryanın (her şeyden önce siyasal, ama ahlaki de) ideolojisi ile işlerler ve bu proletarya ideolojisi, marksist-leninist bilimin kapitalist üretim biçimi, yani kapitalist toplumsal formasyonlar, yani devrimci sınıf mücadeleleri ve sosyalist devrim konusunda sebatla verdiği eğitim sayesinde dönüşüme uğramıştır.” (88-89)
Althusser’nin ideoloji teorisi, ayakları yere çok sağlam basan bir teoridir (“İdeoloji bireylerin gerçek var oluş koşullarıyla kurdukları imgesel ilişkiyi gösterir”; “ideoloji maddi bir varoluşa sahiptir”; “özne kategorisi her tür ideolojinin kurucu kategorisidir” vb.), ama tıkandığı yer de, tam burası. Zira ideolojiyle söylenen her şey, olumlanan bir proletarya ideolojisinin (“marksist-leninist devrimci siyasi ideoloji”) varlığını tanıdığı andan itibaren yerle yeksan olur—ideolojinin kaçınılmaz bir silah olması başka şeydir, onun devrimci olduğunun tanınması, başka bir şey. Bu kaçınılmaz silah, ancak onu tutanın elinde işlev kazanır, hedefi tutturur.
Althusser’ye göre, dinsel ideoloji, hukuki ideoloji, ahlaki ideoloji, siyasal ideoloji, vb.nin “büyük ölçüde imgesel olduklarını ve ‘gerçekliğe denk düşmediklerini’” dolayısıyla, bunların “bir yanılsama olduklarını” kabul ederiz. Bununla birlikte, “gündelik dilde dünya görüşü olduklarını söylediğimiz bu ideolojilerin” “gerçekliği anıştırdıklarını ve sundukları hayali dünya tasarımlamalarının altında bu dünyanın gerçekliğini bulmak için bunları ‘yorumlamanın’ yeterli olacağını da kabul ederiz (ideoloji = yanılsama/anıştırma).”[6] Aslında, yorumlamanın yeterli olacağını hiç de kabul etmeyiz (zira, hemen altında verdiği örnekte dediği gibi, bu yorumlamanın mekanist, yorumbilimsel, teolojik vb. türleri vardır ve bunlar maddi dünyanın çarpık kavranmasına devam etmek demektir); ama buna girmeyelim, zira mesele, esas itibariyle, Alman İdeolojisi’ne paralel olarak, doğru konulmuştur.
Buna karşılık, Althusser’nin sorusu yerindedir: “İnsanlar neden gerçek varoluş koşullarını ‘kendi kendilerine tasarımlamak’ için gerçek varoluş koşullarının hayali yer değiştirmesine gerek gerek duyuyorlar?” (52) Cevap: “… ideolojide, bireylerin varoluşunu yöneten gerçek ilişkiler sistemi değil, fakat bu bireylerin içinde yaşadıkları gerçek ilişkilerle hayali ilişkisi temsil edilir.” (54) Demek ki ideoloji çift katmanlı hayali bir temsildir: birinci katmanında, insanın maddi dünyayla (“üretim ilişkileri ve bu ilişkilerden türeyen ilişkilerle”) kurduğu hayali ilişki vardır; ikinci katmanda, ilk katmandaki hayalilik, maddi dünyanın temsilindeki (ideolojideki) hayaliliği ortaya çıkartır. (Yukarıdaki eşitlik şimdi yeniden formüle edilecektir: “ideoloji = gerçek ilişkilerle olan hayali ilişki.”) Yani ideoloji, insanlar maddi dünyayı çarpık bir şekilde kavradıkları için, bu kavrayışın temsili olarak, ister istemez çarpıktır. Tekrar etmek gerekirse: bu ideoloji teorisi, Althusser’nin “pozitivist-historisist” dediği Alman İdeolojisi’ndeki teorinin ta kendisidir.
İdeolojinin maddiliği ise, devletin ideolojik aygıtlarının işlevi içinde anlam kazanır: “Bir ideoloji her zaman hem bir aygıtta, hem de (aygıtın) pratiğinde veya pratiklerinde varolur. Bu varoluş maddidir.” (56) Açıkça belli ki, bu maddilik anlayışı, ideolojilerin sınıf mücadelesinin bir alanını teşkil ettiği görüşüne temel olması için ortaya atılmıştır, ama büsbütün tutarlı da değildir. “Tek bir özneyi … ele almak için, inancının, fikirlerinin varlığının maddi olduğunu söyleyeceğiz, şöyle ki fikirleri, bu öznenin fikirlerinin kaynaklandığı maddi ideolojik aygıtça tanımlanan maddi ayin kurallarıyla düzenlenmiş maddi pratiklerde yer alan kendi maddi eylemleridir.” (58) Ama burada ifrata varan bir tuhaflık var: fikirler nasıl tespit olunmuş olurlarsa olsunlar, maddi eylemler değillerdir; meğer ki (Lenin’in dediği gibi), bireysel olmaktan çıkıp kitlesel, yani siyasi, maddi bir güç haline gelmesinler.
Althusser’nin tamamen özgün ideoloji teorisinin temelleri tam bu noktada ileri sürdüğü iki tezde yatıyor. Buna göre: “1) Bir pratik, bir ideolojinin aracılığıyla ve bir ideolojinin içinde vardır ancak. 2) Bir ideoloji, özne aracılığıyla ve özneler için vardır ancak.” (60) İlk tez, fazla abartılıdır: her pratik, bir ideoloji içinde var değildir. Sosyal, kamusal, siyasi, kültürel pratikler böyledir; beslenmenin, çalışmanın, üremenin, giyinmenin, sporun biçimleri böyledir, ama beslenme, çalışma, üreme, örtünme, beden sağlığı vb. ihtiyaçları en rafine halleriyle “ideoloji aracılığıyla ve ideolojinin içinde” değildir.
İkinci tez ise, hızlı bir okumayla bıraktığı ilk izlenimden daha önemli. Özne, çağrılandır, ideolojinin hem öznesi hem nesnesidir; ama aynı zamanda çağrıya icabet edendir ve belli bir dizi ideolojik aygıtın uyruğudur. Bu tez, ideolojilerin kimlik-yapıcı olarak rollerine de işaret eder. Demek ki mesele burada, ideolojik kimlik, yani aslında düpedüz her tür kimlik meselesidir ki, Althusser böyle koymamış olsa bile, bu, onun ideoloji teorisinin doğal sonucudur. İdeolojiler özneye bir tercih alanı tanırlar. Şöyle açıklamaya çalışayım: çağrıya icabet, çoğu zaman belli şartların kaçınılmaz bir sonucudur: biri adımızla seslendiğinde dönüp bakarız, çünkü adımız odur. “siz, Türkler” (ya da “siz, Kürtler”) dendiğinde bu tarihi, sosyal, siyasileşmiş bir kavramdır ve biz Türkler (ya da Kürtler), bize seslenildiğini anlarız, çünkü Türklüğün (ya da Kürtlüğün) öznesiyizdir. Türklüğün (ya da Kürtlüğün) öznesi olmak bizim elimizde olan bir şey değildir, ama Türk milliyetçiliğinin (ya da Kürt milliyetçiliğinin) öznesi olmak (bilinç seviyesine bağlı olarak) bizim tercihimizdir. Demek ki ideoloji alanlarında belli bir opsiyon da işlemektedir. (“… 1940 yılının o ‘tuhaf savaş’ sonrası yaşanan garip bozgun sonrasında Ch. de Gaulle seçim yaptı, ama Pétain de seçim yaptı. … Fransızlar da Fransa’da kalmayı ve … gizliden gizliye dövüşmeyi ‘seçtiler’.” (116)) Etnik, kültürel, dini, siyasi kimliklerde her zaman böyle bir opsiyon vardır: Türk milliyetçiliğinin (ya da Kürt milliyetçiliğinin) öznesi oluruz ya da olmayız. Bunun sebebi farklı ideolojilerin varlığıdır ve ideoloji alanını sınıflar mücadelesine açık hale getiren sebeplerden biri de, bu tercih genişliğidir. İdeolojinin öznesi olmama tercihleri, bilimsel bilgiye erişme yolunda eşiktir. Althusser, özne haline geldikten sonra da bilimsel bilgiye erişilebileceğini düşünüyor gibidir; oysa az sonra kendisinin de açıklayacağı gibi, bilimsel bilgi için ideolojinin dışında olmak gerekir: “İdeoloji hiçbir zaman ‘ben ideolojiğim’ demez. [Bunu] diyebilmek için, ideolojinin dışında, yani bilimsel bilginin içinde olmak gerekir.” (65)
Althusser’nin ideoloji teorisi tam burada tuhaf bir şekilde bozulur: pat diye “marksist-leninist devrimci siyasi ideoloji”den bahsediverir.[7] Sanki bu bahsin pek de uygun düşmediğini biliyor, ama genel kabul gördüğünü bildiği için yapıyor gibidir, çünkü daha ilk cümlede bu ideolojinin “görülmemiş bir tikelliğe sahip” olduğunu söyler: “bu tikellik … [bu ideolojinin] marksist tarih, toplumsal formasyonlar, sınıf mücadeleleri ve devrim bilimi tarafından derinlemesine ‘işlenmiş’, yani dönüştürülmüş bir ideoloji olmasıdır …” (İthaki, 114.) Dönüştürülmüş bir ideoloji mi? Nasıl yani? Maddi dünyanın çarpıtılmış yansıması olma özelliğinden kurtulmaya çalışan (veya kurtulmuş), ideoloji olmayan bir ideoloji? Peki öyleyse, ideoloji demeye ne lüzum var? Ama biliyor, seziyoruz ki, gene de bir ideolojidir burada söz konusu olan: devrimci bir parti, bir örgüt, kaçınılmaz olarak böyle bir ideoloji yaratacak, kendini böyle bir ideoloji halesiyle kuşatacaktır. Aksi takdirde, eylemi pratiğe geçiremez, çünkü her eylem (ama düzeltmek gerek: her siyasi eylem) genişlemek, kitle eylemi olabilmek için ideolojik bir eylem de olmalıdır, çünkü emekçi kitleler filozof, daha doğrusu bilim adamı değildir, onlar “ideolojik aygıtların” öznesi ve ürünüdürler ve kaçınılmaz olarak ideolojik kalıplarla (yani maddi dünyanın başaşağı kavranışıyla, yansımış ve çarpık bilinçle) düşünürler.
İyi ama, bu ideoloji neden “marksist-leninist devrimci siyasal ideoloji” olsun? Ve eğer öyle değilse, nedir?
Sanırım Althusser de bu çelişkinin farkındadır. Bu, saf teori (“teorik pratik”) alanından çıkıp yüzünü pratiğe döndüğünde, komünist partilere baktığında anlaşılır. Mevzu, lissenkizmden çıkmaktadır (Bitmiş Hikâye, Bitmeyen Tarih başlıklı makale): nasıl oldu da komünist partiler, bu kesinlikle bilim dışı görüşü meşrulaştırabildiler, savunabildiler ve onu bir kenara atmak zamanı geldiğinde de, neden meşrulaştırdıklarının ve savunduklarının hesabını vermeden, öylesine bir kenara atabildiler?
Öyle oldu, çünkü partinin ideoloji görevlileri (aslında ideolojinin ta kendisi) partinin her türlü eyleminin meşrulaştırılmasına hizmet eder. Bu meşrulaştırma zaruridir, zira parti birliği ancak böylelikle sağlanabilir. “Bu marksist felsefe, hiç olmazsa örgütün birliğini daha da sağlamlaştırmaya yarayan militan kadrolarına ortak bir parola sözlüğü ve içeride birbirlerini tanımaları için bir işaretler sistemi sağlayarak partiye iç ideoloji olarak hizmet etmektedir. Şu söylenebilir: örgütün birliği, evet—ama birlik için birlik değil, hangi amaç için olursa olsun ve hangi yolla sağlanırsa sağlansın, böyle sağlanan bir birlik değil! Hiç şüphesiz bütün bunların acısı çıkmaktadır, çünkü diyalektiğin ‘kanunlarının’ garantisini kendisine bağlayarak partinin politik ideolojisini katmerleştiren felsefenin pratik ideolojiye indirgenişi, dış dünya ile ilişkisini keserek partiyi kendi içine kapamaktadır.” (Birikim, 96.) Bense, mevcut komünist partilerde bir hata olarak görülen bu belirsiz şeyin, siyasetin “tunç yasası” olduğu görüşündeyim. Bir başka deyişle, genel bir hata olarak görülen şey, aslında kaçınılmazdır. Çünkü bu, “marksist-leninist devrimci ideoloji” filan değil (yoktur öyle bir şey; ideoloji dünyanın tepetaklak kavranışıdır ve dolayısıyla devrimci olamaz), sadece özgül bir (veya bir dizi) ideolojidir. İdeoloji, birliğin sağlanmasının aracıdır (parti “ideolojik birliktir” der Mahir Çayan, doğrudur bu—ne var ki bunu olumlayarak söyler). Böylece ideoloji, ama özellikle partinin “iç ideoloji”si, bir dizi başka bilgi ve bilinç öğelerinden oluşan, ama temelini ahlaki, hukuki, estetik, bir ölçüde de (ama kesinlikle diğerlerinden daha az ölçüde) siyasi ideolojilerin teşkil ettiği özgün bir karmaşasıdır, bir ideolojik dizgedir. (“İdeoloji kavramının, ‘fikirler bilimi,’ ‘fikirlerin kökenini konu alan çözümleme’ olmaktan çıkarak, nasıl belirli bir ‘fikirler dizgesi’ anlamını alabildiği …” (Gramsci, 252)) Bu karmaşa kalıcı, sarsılmaz olmak zorunda değilse bile, parti kendini devamlı surette yenilemezse eğer, bunları değil de siyasi, teorik bilinci ve eylemi esas almazsa, bu ideoloji de kendini devamlı tahkim eder. Çünkü siyasi birliğin dağılması her zaman eşikteki bir tehdittir; birliği korumak ise ideolojik birliği sağlamakla mümkündür—ve bu ideolojik birlik, sadece bütün kadroların benzer olaylar karşısında benzer tavırlar almaları anlamına gelmez; daha ziyade, benzer şekilde düşünmeleri, benzer şekilde yaşamaları, benzer şekilde giyinmeleri, benzer şekilde konuşmaları anlamına da gelir. Dolayısıyla, partinin ideolojik birliği, aynı zamanda bir ortak hayat tarzı anlamına gelir.
Ama siyasi eylem açısından iyi, doğru, gerekli gibi görünen bu şey, giderek gelenek haline gelir ve birliğin korunması, birliğin başkalarından korunması demek olup çıkar. “İç ideoloji”, tıpkı bir tarikatın kapılarını başka tarikatlara kapaması gibi, kendini başka her şeye kapatır.
* * *
Bu özgül ideoloji, Gramsci’nin “düşünce ve ahlak birliği” dediği şeydir; ama işin içine ahlak girdiği için, ideolojik birlik daha uygun düşer.[8]
Gramsci hapiste de olsa eylem adamıdır, örgütçüdür, örgütün ihtiyaçlarını birçok teorisyenden daha iyi bilir ve bunları sorgulamaz; çünkü bu ihtiyaçlar karşılanmadan ne örgütün ne mücadelenin anlamı kalmaz. Şunu da ekleyelim: bu ihtiyaçların teorinin tamamen dışında belirdiğini de bilir. Yani bunlar, marksist devlet teorisinin, devrim teorisinin değil, başka bir teorinin alanında olmalıdır: genel olarak ideoloji teorisinin, siyaset teorisinin (siyaset teorisi tam da burada gerçek anlamda siyaset bilimi haline gelir). Beklenebileceği gibi, ideolojinin hayali, çarpıtma niteliğinden şüphe etmez. Ama bunu bir vakıa olarak kabul eder, çünkü kaçınılmazdır bu. İdeoloji, onun dilinde ilkin nötrdür ve örgüt faaliyetinin, yani örgüt oluşun kaçınılmaz bir unsurudur. Örneğin: “Machiavelli’nin Prens’i … onda kolektif bir istenç uyandırmak ve örgütlemek üzere, dağınık bir halk üzerinde etkili olan somut bir imgeleme yetisinin yaratılması olarak gösteren siyasal bir ideolojinin tarihsel bir açıklaması olarak irdelenebilirdi.” (85) “Siyaset, insanların duygularına hitap etmek ve onlara hayaller üretmektir,” demişti epeyce zaman önce, eski bir tanıdığım. Hayal kurmak ideolojik bir eylemdir, ne var ki hiçbir imgelem, somut olamaz. Böylece ideoloji, örgüt faaliyetinin temel unsuru olarak, giderek nötr olmaktan çıkar (çünkü, dediğim gibi, kaçınılmazdır; ve her kaçınılmazlık iradenin dışında bir şey olduğundan iyi veya kötü vb. gibi ahlaki hükümlerle değerlendirilemez), araçsallaşır çünkü araçsallaşması gerekir (çünkü siyasetin kendine has kuralları vardır); böylece bu ideoloji, yani siyasetin dayattığı ideoloji ile, “terimin kötü anlamıyla salt ideolojik öğe” arasındaki “fark”ı (gerçekten var mıdır böyle bir fark?) özellikle vurgular.
“Halkta kolektif bir istenç uyandırmak ve örgütlemek”—demek ki ideoloji, Gramsci’de, her zaman bir ideolojik birlik sorunudur. Bu, sadece parti birliğinden ibaret değildir. “… belirli ideoloji tarafından pekiştirilip birleştirilmiş bulunan her toplumsal bloktaki ideolojik birliği koruma sorunudur, ortaya çıkan sorun.” (198) Burada ideoloji, sadece siyasi ideolojidir ve “aşağıyla yukarı arasında” (kitlelerle aydınlar arasında) bir birlik anlamına gelir. İkincisi, siyasi mücadele iktidar mücadelesinden ibaret olduğuna göre (bir kez daha: eylem adamı olarak Gramsci’nin bundan hiçbir şüphesi yoktur), kitleleri bu iktidar mücadelesine hazırlamak (veya bu iktidar mücadelesinin biricik unsuru olarak ondan kopmalarını önlemek), bütün siyasi eylemlerin amacıdır: “… halk tutkularını uyandırmak ve onların eşzamanlı yoğunlaşma ve patlamalarını olanaklı kılmak üzere, organik olarak öngörülmüş uzun soluklu ideolojik bir hazırlık …” (166)
Çünkü ideoloji, hegemonyanın aracıdır. Hatırlatmakta fayda var: hegemonya kavramının altındaki temel itici siyasi arayış, köylülerle işçilerin ittifakının gerçekleştirilmesiydi. Çok özetle (ve leninist bir yaklaşımla), işçi sınıfı, köylüler üzerinde hegemonyasını kurmalıydı ve (bu kısmı Gramsci’nin kavramsal özgüllüğüdür) işçilerle köylüler tarihi bir blok oluşturmalıydı. Daha sonra bu kavramdan Avrupa komünizmini icat edenlere göre, Gramsci, proletaryanın siyasi iktidarı almadan önce hegemonyasını kurması gerektiğini savunuyordu; bunun sonucu olarak “siyasal yönetim olmadan önce, kültürel ve moral yönetim” ortaya çıkacaktı.[9] İktidar sorununu geri plana atan, hegemonya meselesini öne çıkaran bir yaklaşım. Doğrusu, Gramsci gerçekten de bunu mu kastetmişti, bilmiyoruz; yazılarının sansür yüzünden müphem niteliği farklı yorumlar yapmaya olanak verir. Ne var ki Komünist Partisinin önde gelen bir militanı olarak onun da III. Enternasyonal’in yaklaşımını benimsediğini, yani iktidar sorununu temel sorun olarak alıp hegemonyayı iktidarın sürekliliğinin-istikrarının sağlanmasının temel aracı olarak değerlendirdiğini düşünmek mümkün. Bu, devrimden sonra müttefik sınıflar arasındaki savaşımın barışçıl yollarla olması için belli ki büyük önem taşıyordu; aksi takdirde işçi-köylü ittifakı çatırdayacaktı. Yani proletarya diktatörlüğü (veya adına ne derseniz deyin) devrimin hegemon gücüyle diğer sınıf ve tabakalar arasında bir hegemonya, yani bir rıza ilişkisi kurmak zorundaydı. Gramsci’nin bütün ideolojik çalışmalarının iktidar sorunu, yani tamamen leninist bir sorun çerçevesinde şekillendiği (veya bunu hedeflediği) fabrika konseylerine yaklaşımında görülebilir: bu tecrübeyi herhalde başka bir bağlamda incelemek gerek.) Gramsci bundan yola çıkarak rızanın kapitalist toplumda nasıl şekillendiğini incelemeye yöneldi ve kendince bazı genel kurallar çıkardı. Aslında esas itibariyle devrimci olan bu görüşler, birincisi müphemliği, ikincisi de “sivil toplum,” “karşı-hegemonya,” “sezarizm” gibi kavramlardaki belirsizlik, bazı özgül tarihi olayları genelleştirip ifrada varma gibi nedenlerle, reformizm için bulunmaz Hint kumaşı oldu.[10]
Ama biz ideolojiden devam edelim.
İdeoloji, hegemonyanın asli aracıdır, rıza onun üzerinden yaratılır. Ne var ki her ideolojinin şaşmaz unsuru, inançtır. “Yeni görüşlerin yayılma sürecinin siyasal, yani son çözümlemede toplumsal nedenlerle gerçekleştiği, ama biçimsel-mantıksal tutarlılık öğesinin, yetke öğesinin ve örgüt öğesinin de, tek tek bireylerde olsun, kalabalık toplumsal gruplarda olsun, genel yönelim ortaya çıktıktan hemen sonra, bu süreçte çok büyük bir işlevleri olduğu sonucu çıkartılabilir. Böylece … felsefenin ancak bir inanç olarak yaşayabileceği sonucu da çıkartılabilir. Bir halk insanının entelektüel durumu düşünülsün şimdi; kanılar, inançlar, ayırt etme ölçütleri ve davranış kurallarıdırlar, onun kafa yapısının öğeleri. Kendisininkine karşıt bir görüşü savunan her kişi, eğer entelektüel bakımdan ondan üstünse, kanıtlarını ondan daha iyi sergilemesini bilir ve ‘mantıksal olarak’ ağzını kapatır onun; inançlarını değiştirecek midir o zaman halk insanı? Salt doğrudan doğruya tartışmada kendini savunmasını bilmediği için? Ama o zaman da, her gün, yani entelektüel bakımdan kendisinden üstün ideolojik bir hasımla her karşılaşmasında bir inanç değiştirmesi gerekebilirdi. Öyleyse hangi öğelere dayanır onun felsefesi? Ve özellikle de, onun için en büyük önemi taşıyan davranış kuralı biçimindeki felsefesi? En önemli öğe, kuşkusuz ussal olmayan bir nitelikte, inanç niteliğinde bir öğedir. Ama kime ve neye inanç? Her şeyden önce, dağınık bir biçimde, olup bitenleri onun gibi düşündüğü ölçüde, üyesi bulunduğu toplumsal gruba: halk insanı bu denli kalabalık bir yığının, hasmın kanıtlarının onu inandırmak istedikleri gibi, böyle baştan başa yanılamayacağını; gerçi kendisinin kendi nedenlerini hasmının yaptığı gibi savunup açıklamaya yetenekli olmadığını, ama kendi grubunun içinde bu işi hem de söz konusu hasımdan kuşkusuz çok daha iyi yapabilecek insanlar bulunduğunu düşünür, ve inancının nedenlerinin, onu inandıracak bir biçimde, tutarlı olarak, bütün ayrıntılarıyla sergilendiğini gerçekten işitmiş olduğunu da anımsar. Nedenleri kendi somut biçimleri içinde anımsamaz ve yineleyemez onları, ama sergilendiklerini işittiği ve kendisini inandırmış da bulundukları için, varolduklarını bilir onların. Bir kez yıldırımla çarpılmışçasına inanmış bulunması olgusu, inancının sürekliliğinin sürekli nedenidir, hatta bu inanç kendi öz kanıtlarını artık yeniden bulamasa bile.” (215-216)
Bu uzun alıntıyı özellikle aldım ve vurgular benim. Şimdi, bunu özetleyerek, maddeleyerek ve daha rafine hale getirerek ifade etmeye çalışalım:
(1) Halk insanının (yani halkın) kafa yapısının öğeleri, “kanılar, inançlar, ayırt etme ölçütleri ve davranış kurallarıdır.”
(2) Bütün bunlara karşı ağzı laf yapan bir entelektüel inandırıcı kanıtlar ileri sürdü diye, halk, onları (yani onlara olan inancını) değiştirmez.
(3) Bu inanç, her şeyden önce, üyesi bulunduğu toplumsal gruba yöneliktir; halk, kendi grubu içinde muhakkak kendisinden daha akıllı insanlar bulunduğuna ve bunların, bütün bu normları kendisinden daha iyi ifade edeceğine inanır.
(4) İnanır, çünkü bir defa inanmış bulunmaktadır.
Demek ki mesele, halkın, veya herhangi bir toplumsal grubun üyelerinin nasıl “bir kez yıldırım çarpmışçasına inandırılacağı” ve bu inancın nasıl sürekli kılınacağı meselesidir.
Doğal ki bu söylenenler, insanın aklına derhal dini getiriyor; ama hakikaten de doğaldır bu, zira dinden daha rafine bir ideoloji bulunamaz. Öyleyse bir kez daha, dinin bu işi nasıl becerdiğine bakmak yerinde olacaktır:
“Din ya da filanca kilise, kendi öz inancının savunusunu bıkıp usanmadan yineleyerek, her an ve durmadan benzer kanıtlar yardımıyla savaşım vererek, ve inanca hiç olmazsa bir düşünce saygınlığı görünüşü kazandırmakla görevli bir aydınlar hiyerarşisi besleyerek, kendi öz inancını sürekli olarak ve upuygun bir örgütlenmeyle sürdürdüğü ölçüde, inananlar topluluğunu (genel tarihsel gelişme zorunlulukları tarafından dayatılan belli sınırlar içerisinde) olduğu gibi korur.” (Vurgular benim.) (216) Aslında maddi dünyanın sezgisel (ve genellikle doğru) kavranışı olarak sağduyu da bize aynı şeyi söyler: bir şeyi ne kadar çok tekrar ederseniz, ve esas işi tekrardan ibaret (ama farklı tarzlarda; zira siyaset gerçekten de “insanların duygularına hitap etmek ve onlara hayaller üretmekten ibarettir” ve bu duygular değişken olduğu için siyaset becerisi, bu değişkenliğe uygun tarzlar bulmaktır) insanlarınız da varsa, başarılı olursunuz. Demek ki: “Ortakduyunun ve genel olarak eski dünya görüşlerinin yerine geçmek isteyen her kültür devinimi için, bundan şu belirli zorunluluklar sonucu çıkarılır: 1. Kendi öz kanıtlarını (anlatış biçimini değiştirerek) yinelemekten hiç bıkmama zorunluluğu: halk düşüncesi üzerinde etkili olmanın en başarılı teknik aracıdır yineleme; 2. Silik yığın öğesine bir kişilik kazandırmak için, gitgide daha geniş halk katmanlarının entelektüel yükselişi yolunda aralıksız çalışma zorunluluğu … yığınla alışveriş içinde kalarak, doğrudan doğruya yığından çıkan yeni bir tipte aydın seçkinler yaratmaya çalışmak demektir bu.” (217)
Peki ama neden? Her ideoloji aslında maddi dünyanın başüstü bir kavranışı demek olduğuna göre, neden ideolojide bu ısrar?
Çünkü, ideoloji olmadan sosyal grupların birliği mümkün değildir. Yukarıda da dediğim gibi, siyasetin, yani gerçek anlamda siyaset biliminin tunç kanunudur bu. Dolayısıyla, “Praksis felsefesinin ideolojinin parlak bir aşılmasını simgelemesine ve tarihsel olarak ideolojinin tam da karşıtı olmasına rağmen …” (253) kaçınılmazdır: ideolojilerin (ve ancak ideolojilerin) sağladığı birliği kurmak, ideolojilerin (ve ancak ideolojilerin) verdiği manevi gücü kazanmak, ideolojilerle örgütlenmiş, hiç değilse ideolojilerle bir arada tutulan kitlelerin enerjisiyle siyasi hedeflerine erişmek.
Öte yandan: “… belli bir yapı için zorunlu, tarihsel olarak organik ideolojilerle, keyfe bağlı, usçu, ‘ısmarlama’ ideolojiler arasında bir ayrım yapmak gerekir. İdeolojilerin tarihsel bakımdan zorunlu olmaları ölçüsünde, ‘psikolojik’ bir geçerlilik olan bir geçerlilikleri vardır; insan yığınlarını ‘örgütlerler’, onların devindikleri, durumlarının bilincine vardıkları, savaşım verdikleri, vb. alanı oluştururlar. ‘Keyfe bağlı’ ideolojiler olarak da, bireysel ‘devinim’lerden, polemiklerden… başka hiçbir şeye yol açmazlar (bunlar da büsbütün yararsız değildirler; gerçeğe karşı koyan ve onu olumlayan yanılgı gibidirler çünkü).” (254) Bunun sonucu olarak: “İdeolojilerin değeri konusundaki bir yanılgı öğesi de, hem belirli bir yapının zorunlu üstyapısına, hem de belirli bireylerin keyfe bağlı zırvalarına ideoloji adı verilmesi olgusuymuş … gibi geliyor bana.” (253)
Ama burada bir sorun var: ideoloji, “belirli bir yapının zorunlu üstyapısına” verilen bir ad değildir. Genel olarak ideolojiler böyledir, ama hiç değilse kapitalist toplumda herhangi bir ideolojinin kendisi, mesela herhangi bir ahlak ideolojisi, herhangi bir estetik ideolojisi kendi başına “belirli bir yapının zorunlu üstyapısı” değildir. Sadece Ortaçağ’ın din ideolojisi için söylenebilir bu, ancak o zaman bile bu din ideolojisi, muhtelif başka dini ve mezhebi ideolojilerden oluşan bir dizgedir. Kapitalist toplumda sadece belli bir tür ideolojiler, aynı zamanda zorunlu bir üstyapı öğesinin ideolojisi olabilir: parlamenter demokrasi (parlamentoda cisimleşmiş bir ideolojik aygıtın ideolojisi), jurisdokrasi (yüksek mahkemelerde kurumsallaşmış bir ideolojik aygıtın ideolojisi), faşizm (führerin şahsında kurumsallaşmış ve onun iradesini temsil yetkisini haiz kurumlar tarafından uygulanan bir ideolojik aygıtın ideolojisi), din (faşizmin bir türevi olarak ele almak gerek) gibi siyaset ideolojileri, sadece sistematik düşünce dizgeleri olmaktan çıkar, ideolojik aygıtların ideolojileri de olurlar.
Şunu da söylemek gerek: ideolojilerin ne söylediği değil de, kime söylediği daha önemli olabilir (bireyin özne haline getirilmesi için söylenenin muhtevasından ziyade çoğu zaman bunun tekraren söylenmesi daha büyük önem taşır). Bunu görmek için bir kez daha en rafine ideoloji olarak dine bakmak gerek: birçok dinsel ideoloji (veya alt-ideoloji), ideolojik olarak saçmalıktan başka bir şey değildir, ama gene de olmazsa olmazdır bunlar, çünkü sosyal grupların çimentosunu teşkil ederler. “Birçok siyasal eylemin örgütsel bir nitelik taşıyan içsel zorunluluklardan ileri geldikleri, yani bir partiye, bir gruba, bir topluluğa bir tutarlılık kazandırma gereksinmesine bağlı bulundukları yeterince göz önünde bulundurulmaz. … Kutsal ruhun nereden geldiği üzerine Roma ile Bizans arasındaki tartışmada, kutsal ruhun yalnızca babadan geldiği olumlamasını Avrupagil doğunun yapısında, baba ile oğuldan geldiği olumlamasını da batının yapısında aramak gülünç olurdu. Varoluşları ve çatışmaları yapıya ve tüm tarihe bağlı bulunan her iki kilise, kendi sorunlarını koyarken, her biri kendi ayrım ve kendi iç bağlantı ilkesini koymaktan başka bir şey yapmamışlardır, ama iki kiliseden her biri öbürünün olumladığı şeyi olumlamış da olabilirdi: ayrım ve çatışma ilkesi gene aynı biçimde korunup sürdürülürdü, ve tarihsel sorunu da işte bu ayrım ve çatışma sorunu oluşturur.” (269) Aslında bu örnek tam denk düşmez; kutsal ruhun kaynağı tartışmasında tutulan yolun daha derinlerde yatan tarihi, ideolojik sebepleri vardı, yani bu meselede iki kilise, birbirlerinin görüşlerini katiyen savunamazdı. Ama gene de buna benzer durumlarla örgüt meselelerinde sıkça karşılaşılır: siyasi kimlikler, çoğu zaman, siyasi yapıyı korumak için (yani: ideolojik birlik meselesi) örülmüş yapay, uydurulmuş, gerçeklikle ilgisi sadece birliğin aracı olarak bir ihtiyacı karşılamaları olan örtülerdir.
Ama bu yapay ideolojilerden başka, “gerçek” bazı ideolojiler de vardır ki, örgütler ve sosyal gruplar “manevi” varlıklarını onlara dayanarak sürdürürler: en çok da ahlaktır bu. Oysa şöyle dememiş miydi Marx: “Komünistler hiç de ahlak vazetmezler …”[11]
Gramsci, hapiste yatan adama has müphemliğiyle, hepsi birden sol liberal bir sivil toplumculuk başlığı altına yerleştirilebilecek muhtelif reformist teorilerin (bizde Birikimciliğin) kavramsal cephaneliğini vermiş olduğu için, (başka yerleri bilmem ama bizde) radikal sol tarafından 80’li yıllardan itibaren adeta lanetlenmiştir. Bunların en azından bir tanesinde, sırf bu yüzden, dünya devrimci hareketinin önde gelen liderleri listesinden bile çıkartılmıştır. Oysa, bu ideoloji anlayışının şekil verdiği karşı-hegemonya, “düşünce ve ahlak birliği” olarak örgüt (ve yeni toplum) ideali, düpedüz Gramsci’nin anlayışıyla örtüşür—ve bu, doğal olarak böyledir.
Bütün bunlar ideolojinin kaçınılmazlıklarıdır; ve bütün bu kaçınılmazlıklar, özgül, ideolojik olmayan bir siyaset teorisinin temellerini oluşturacaktır. Bu teorinin ideolojik olmaması, üç anlama gelir: (1) bu teorinin kurucu öğesi maddi dünyadır ve önermeleri de ancak maddi dünyayla ilişkisinin somutluğu ölçüsünde “ideolojik” olmaktan çıkar;[12] (2) öte yandan bu teori, siyasetin çarpık dünyasına bilimsel açıklamalar getirir ve onu ayrı bir disiplin haline getiren özgül kurallarını ortaya çıkartır; (3) bu teori, şu ya da bu sınıfın, katmanın, grubun kendi özgül siyasetleri olduğunu kabul etmekle birlikte, genel olarak siyasetin, bu sınıfsallığın ötesinde ortak kurallara bağlı olarak işlediğini kabul eder.
İdeolojinin bu kaçınılmazlığı, kuşkusuz bir çelişkidir: madem ideoloji, çarpık bir yansıma olarak kaçınılmaz bir şeydir, öyleyse proletarya ideolojisini (yani partinin ve sınıfın birliğini) nereye oturtacağız? Tam burada, Gramsci ile Althusser arasında belli bir örtüşme vardır, ama tam bir paralellik de değildir bu. Her ikisi de proletarya ideolojisinin, ideolojik olmaktan çıkması gerektiği konusunda hemfikirdirler. Althusser, yukarıda şöyle demişti: “… proletarya ideolojisi, marksist-leninist bilimin kapitalist üretim biçimi, yani kapitalist toplumsal formasyonlar, yani devrimci sınıf mücadeleleri ve sosyalist devrim konusunda sebatla verdiği eğitim sayesinde dönüşüme uğramıştır.” Görüldüğü gibi, Althusser’ye göre olmuş bitmiş bir şeydir bu. Gramsci’ye göre ise, geleceğin işidir: “İdeolojiler ‘gerçek’ felsefe olacaklardır, çünkü yığınları somut eyleme, gerçekliğin dönüştürülmesine götüren felsefel ‘yaygınlaştırmalar’ (vulgarisations) durumuna geleceklerdir.” (241)
* * *
Şimdi, hangisinin haklı olduğu tartışmasını bir yana koyalım (ya da haklı olup olmadıkları tartışmasını) ve köklere dönelim.
Yalnız bu defa, Marx ve Engels’in ideoloji meselesiyle ilgili söylediklerini, ancak gerektiği yerde küçük notlar koyarak yan yana getirmekle yetinecek, uzun uzadıya açıklamaya girişmeyeceğim.[13]
Marx’ın İngilizce toplu eserlerinde ideolojiden ilk söz ettiği yer, Neue Rheinische Zeitung’ta yayınlanan Odun Hırsızlığı Yasasıyla İlgili Tartışmalar adlı makalesidir ve daha bu ilk anda, ideoloji, olumsuz bir tını taşır: özgür iradenin mülkiyetin bir niteliği olduğu düşüncesi, “ideolojinin ansızın asice ortaya çıkışı”dır: “İnsanın hiçbir suretle sınırlanamayacak bir özgür iradeye sahip olduğu haberi, beklenmedik olduğu kadar rahatlatıcıdır da. … Ne var ki özgür iradenin kalıtsal bir niteliği yoktur. İdeolojinin bu isyankâr ve ani ortaya çıkışını nasıl anlamalıyız? Zira, fikirler söz konusu olduğunda önümüzde sadece Napoléon’un[14] takipçileri bulunuyor.”[15] Bununla birlikte ideolojik mücadele, tamamen başka türlü bir şeydir, bir anlamda bu, ideolojilere karşı mücadeledir: “Basını, halkın kültürüne ve onun entelektüel eğitimine önayak olan en güçlü kaldıraç yapan şey, kesinlikle, onun maddi mücadeleyi ideolojik mücadeleye; et ve kan mücadelesini zihinler mücadelesine; ihtiyaçlar, arzular, ampirizm mücadelesini teori, akıl ve biçim mücadelesine çeviriyor olmasında yatar.”[16] İdeoloji ve ideolojik mücadele arasındaki ilişki, soyut ve soyutlama arasındaki ilişkiyi andırır: soyuttan somuta ilerlemek için soyutlama yapmak gerekir; ideolojilerin boyunduruğundan kurtulmak için ideolojik mücadele gerekir. Marx’ın dilinde ideoloji, ölümüne kadar, hep bu olumsuz tınıyla yüklü olacak, ideolojik mücadele ise hep bu anlamı taşıyacaktır.
“… fazla aceleci olmayalım, dünyayı olduğu gibi alalım, ideolog olmayalım …”[17] der bir ay sonra: ideolog olmak, ancak bu kadar küçük görülebilir galiba.
Alman İdeolojisi’nde üzeri çizilmiş epeyce bölüm vardır, ama bunların yanlış teorik analiz olduklarından değil, metne uymadıklarından üzerlerinin çizildiğini biliriz. Biri şöyledir: “Alman ideolojisiyle diğer ulusların ideolojisi arasında hiçbir özgül farklılık yoktur. Bu ikincisi de dünyayı fikirlerin egemenliğinde görür: fikirler ve kavramlar ona göre de tayin edici prensiplerdir, belli bazı fikirler ise maddi dünyanın, ancak filozoflar tarafından nüfuz edilebilecek sırlarıdır.”[18] Daha ileride: “Burada onların, genel olarak ideologlar için olduğu gibi, meseleyi kaçınılmaz olarak başaşağı çevirdiklerini ve kendi ideolojilerini, bütün sosyal ilişkilerin hem yaratıcı gücü hem de amacı olarak gördüklerini belirtmek gerek; gerçekteyse bu, onların yalnızca ifadesi ve semptomudur.”[19] Üzeri çizilmiş başka bir pasaj, bu analizin ancak tarihsellik ilkesiyle anlam kazandığını gösterir: “Biz sadece tek bir bilim tanıyoruz: tarih bilimi. Tarihe iki veçheden bakabiliriz, onu doğa tarihi ve insanların tarihine ayırabiliriz. Ancak bu iki veçhe kopmazcasına bağlıdır; insanlar varolduğu sürece doğa tarihi ve insanların tarihi karşılıklı olarak birbirlerini koşullarlar. Doğa tarihi (doğal bilimler buna öyle der), bizi burada ilgilendirmiyor; ancak insanların tarihiyle uğraşmamız gerekecek, zira neredeyse bütün ideoloji, ya bu tarihin tersine bir kavrayışına varır, ya da ondan tam bir kopuşa. İdeolojinin kendisi, sadece, bu tarihin bir veçhesidir.”[20]
Ve nihayet, Eagleton’ın “mekanist” Althusser’nin de “historisist-pozitivist” bulduğu pasaja geldik: “Eğer bütün ideolojide insanlar ve onların ilişkileri camera obscura’da olduğu gibi başaşağı görünüyorsa, bu görüngü, tıpkı insan hayatının dolaysız fizik sürecinin gözün retina tabakasında şeylerin imgesinin tersine dönmesine neden olması gibidir, onların hayatının tarihi sürecinde de aynı şey olmasından kaynaklanır.”[21] Peki doğru yöntem nedir? Doğru yöntem, yani maddi hayatın bilinçte ayakları üzerine dikilmesinin yolu şudur: “… etten ve kemikten insanlara ulaşmak için, ne insanların söylediklerinden, hayal ettiklerinden, kavradıklarından, ne de anlatılan, hayal edilen ve kavranan biçimiyle insanlardan yola çıkılır; aksine, bu yaşam sürecinin ideolojik yankı ve yansımaları gerçek, faal insanlardan yola çıkılarak ve onların kendi yaşam süreçleri temelinde ortaya konur. İnsanların kafalarında oluşturdukları en olmadık hayaller bile, ister istemez, ampirik olarak kanıtlanabilir olan ve maddi temellere dayanan kendi maddi yaşam süreçlerinin yüceltilmiş yansımalarıdır. O halde ahlak, din, metafizik ve ideolojinin diğer tipleri, ve onlara tekabül eden bilinç biçimleri, bağımsız görünüşlerini kaybederler. Onların bir tarihi, bir gelişim süreci yoktur; fakat insanlar maddi üretimlerini ve maddi temaslarını geliştirdikçe, kendi gerçek dünyalarının yanı sıra düşüncelerini ve düşüncelerinin ürünlerini de değiştirirler.”[22] Anlaşılan, bu metne yapılan eleştirinin altında şunlar yatıyor: (1) camera obscura benzetmesi, (2) yankı ve yansıtma ifadesi, (3) ideolojinin, maddi yaşam süreçlerinin yansıması olduğunun ampirik olarak kanıtlanabileceği iddiası. 1845’te yazılmış bir metinden başka bir şey beklemek, büyük bir haksızlık gibi görünüyor bana. Sanki kuantum fiziğini biliyormuş da, buna rağmen eski kafalılıktan vazgeçememiş ve Newton mekaniğine referans vermiş Marx—oysa çağının biliminde en ilerici karşılaştırmayı yapmakla yetinmiş. Kaldı ki, burada çarpıtmadan ve bunun, tıpkı retinaya düşen resim gibi, kaçınılmaz olduğundan söz ediyor.
İlkin, şunu belirtmek gerek: Marx en azından 1850’lerin ortasına kadar, işbölümünü sosyal hayatın örgütlenmesinin motor gücü sayıyordu. Bu kategorinin, aslında onu doğurmakta olan üretim ilişkileriyle tamamlanması için birkaç yıl daha geçmesi gerekecek; ama biz gene de, kastedilenin üretim ilişkileri olduğunu söyleyebiliriz. Eğer işbölümünü, o rafine kavramla, üretim ilişkileriyle birlikte düşünecek olursak, şimdi okuyacaklarımız daha anlamlı olur. Marx, önce şu cümleyi yazar: “İşbölümü, ancak, maddi ve manevi emek ayrımının ortaya çıktığı andan itibaren gerçek olmaya başlar.” Ve yanına şu kenar notunu düşer: “İdeologların ilk biçimi olan rahipler” [bu bölünmeyle —bn.] “eşzamanlıdır.”[23] Demek ki ideolojilerin işbölümüyle (yani toplumun hâkim ve ezilen sınıflar olarak bölünmesiyle) ortaya çıktığı, onun gözünde açıktır: “Şimdiye değin tarihin başlıca güçlerinden birisi olarak yukarıda görmüş olduğumuz işbölümü, egemen sınıfta, zihinsel ve fiziksel emeğin bölünmesi olarak kendini gösterir; böylece bu sınıf içerisinden bir kesim, sınıfın düşünürleri olarak (sınıfın kendi hakkındaki yanılsamaların oluşumunu kendi başlıca geçim kaynakları haline getiren faal ve kuramsal ideologları olarak) ortaya çıkarlarken, diğerlerinin, gerçekte bu sınıfın faal üyeleri oldukları halde kendileri hakkında hayal ve fikirler yaratmaya daha az zamanları olması nedeniyle, bu düşünce ve yanılsamalara karşı tutumları daha pasif ve kabullenicidir. Bu sınıf içindeki bu ayrılık, iki taraf arasında belli bir karşıtlığa ve düşmanlığa da dönüşebilir, ama ne zaman ki sınıfın kendi varlığını tehdit eden pratik bir çatışma durumu ortaya çıkar, bu durum kendiliğinden ortadan kalkar, ve egemen düşüncelerin egemen sınıfın düşünceleri olmadıkları ve bu sınıfın gücünden ayrı bir güce sahip bulundukları yolundaki hâkim görüntü de uçup gider. Belirli bir çağda devrimci fikirlerin varlığı, devrimci bir sınıfın varlığını öngörür …”[24]
Burjuvazinin gerek kendinden önceki mülk sahibi sınıflarla, gerekse de onların ideologlarıyla olan ilişkileri, daha ziyade bunları soğurma şeklindedir. “Burjuvazinin kendisi, işbölümüne göre çeşitli kesimlere ayrılarak, kendi varlık şartlarıyla birlikte ancak tedricen gelişir, ve (burjuvaziden önce var olan, mülk sahibi olmayan sınıfların çoğunluğunu ve o zamana kadar mülk sahibi olan sınıfların da bir kısmını yeni bir sınıfa, proletaryaya dönüştürürken) nihayetinde, mevcut bulduğu* bütün mülk sahibi sınıfları, mevcut bütün mülkiyetin ticaret ve sanayi sermayesine dönüşmesi ölçüsünde, soğurur.” Burjuvazinin prekapitalist mülk sahipleriyle ilişkileri burada bizi ilgilendirmiyor; bizi ilgilendiren, onların ideologlarıyla olan ilişkileri, yani asteriskin altına düştüğü şu not: “İlkin doğrudan devlete ait olan emek kollarını, sonra da ±” [az ya da çok — bn.] “bütün ideolojik meslekleri soğurur.”[25] Bu durumda ideolojinin ne olduğu (“… gerçekliğin ideolojik, spekülatif ifadesi …”[26]) ideolojik mesleklerin neler olduğu sorusu doğar: “Din adamları, hukukçular, siyasetçiler. / Hukukçular, siyasetçiler (genel olarak devlet adamları), ahlakçılar, din adamları.”[27] “… sadece hukukçu, özel mülkiyet ideologu …”[28] “… bütün ampirik ilişkileri başaşağı çeviren siyasetçiler, avukatlar ve diğer ideologlar …”[29] “… burjuva ideologları … avukatlar, doktorlar, vb.”[30] “Burjuvazinin hatipleri ve yazarları, onun kürsüleri ve basını—başka bir deyişle, burjuvazinin ideologları …”[31] “… birinci tip ideologlar … filozoflar … ikinci tip … hukukçular …”[32] “… hükümet, rahipler, hukukçular, askerler vb. gibi ‘ideolojik’ katmanlar …”[33] Bütün bu “ideolog” tanımlarının, Gramsci’nin “aydın” kavramıyla hemen hemen aynı anlamda kullanıldığına dikkat çekmeli.
Askerlerin (tabii bütün askerler değil; ordunun yönetici kademeleri, generaller, üst düzey subaylar, ordu bürokratları), üzerinde düşününce, bu kast içine gayet tutarlı bir şekilde yerleştirilmiş oldukları anlaşılıyor: zira ordu askeri, faşist, bonapartist diktatörlükler veya iktidar ortaklıkları yoluyla gerçekten de böyle bir ideolojinin failidir; dahası, mesela Roma İmparatorluğu’nda (veya sıkıyönetim dönemlerinde) olduğu gibi, devlet iktidarının kendisi haline de gelebilir. Ne var ki, “doktorlar” bu meslek grubunda uygunsuz görünüyorlar; çünkü, onları da kabul edersek, mühendisleri, hemşireleri, apartman yöneticilerini vb., yani “mavi yakalı” denilen herkesi kabul etmemiz gerekecek. İdeologları böylesine yaygınlaştırmak ise ideolojiyi anlamsızlaştıracak. Öyleyse, ideolog diye şunlardan söz ediyoruz: avukatlar, din adamları, siyaset adamları, devlet adamları, hukukçular, burjuvazinin hatipleri ve yazarları—ve buna benzer diğer meslek grupları. Bunların ortak özellikleri, çarpık, ideolojik disiplinlerde (hukuk, din, siyaset, felsefe) kalem oynatan, dil döken, nutuk atan fikir erbabı olmaları. Eğer öyleyse, hakikaten de, bazen doktorlar ve apartman yöneticileri bile bu kastta kendilerine yer bulabilirler; ne var ki, meslek grubu olarak değil, tek tek bireyler olarak. İdeologların düşünceleri, fikirleri, önermeleri “ideolojiktir” ve bunlar ancak, sistematize edildiklerinde ideoloji haline gelirler: “İdeologların ve filozofların bu düşüncelerle sırf kendilerinin ve sistematik şekilde meşgul olmasının ve dolayısıyla da bu düşüncelerin sistematize edilmesinin, iş bölümünün bir sonucu olduğunu ve özel olarak da Alman felsefesinin küçük burjuva şartlarının bir sonucu olduğunu göstermiştik.”[34] Sistematizasyon, ideolojinin disipline edilmiş bir zihinsel faaliyet oluşu, onun fikirler arasında maddi dünyadan bağımsız, fantastik bağlantılar kurmasının da önünü açar: [Alman ideologları — bn.] “… gerçek tarihi zemini terk edip ideolojinin zeminine döndüler; ve gerçek bağlantıyı bilmediklerinden, ‘mutlak’ın ya da başka bir ideolojik yöntemin yardımıyla fantastik bir bağlantı kurmak onlar için zor değil.”[35] Bu sistematizasyonun kendisi de tarihi bir sürecin ürünüdür; bu sürecin adı devlettir. İdeolojiler de devlet gibi üretim ilişkilerinin eseridir, ama daha dolaylı türden; ideolojileri yaratan, üstyapı kurumu olarak devlettir. Üstyapı, bir kez daha, burjuva toplumunun zorunlu kıldığı bir yapıdır: “1) … burjuva toplumundaki muhtelif işlevler karşılıklı olarak birbirlerini öngerektirir; 2) … maddi üretimdeki çatışmalar, bir ideolojik katmandan oluşacak üst yapıyı zorunlu kılar; bu katmanın faaliyeti—katmanın kendisi ister iyi ister kötü olsun—iyidir, çünkü zorunludur; 3) … bütün işlevler kapitalistlerin hizmetindedir ve onun ‘yararına’ işler; 4) … en yüce entelektüel ürünler bile ancak kılı kılına takdir kazanmalı ve bunlar için özürler burjuvaziye sunulmalıdır; bunlar maddi zenginliğin doğrudan ürünleri olarak sunulur ve öyle oldukları sahtece ‘kanıtlanır’.”[36] Demek ki devlet, üstyapı kurumu olarak, doğrudan doğruya bir ideolojik güçtür: “Devlet, kendini bize insan üzerindeki ilk ideolojik güç olarak sunar. … Ama devlet toplum karşısında bağımsız bir güç haline gelir gelmez, derhal yeni bir ideoloji doğurur. Meslekten politikacılar, kamu hukuku teoricileri ve özel hukukçularda, iktisadi olgularla olan bağlantı tamamen kaybolur. … Daha yüksek düzeyde, yani maddi iktisadi temelden daha çok uzaklaşmış ideolojiler, felsefe ve din biçimini alır.”[37] “Ortaçağlar, teolojiye, ideolojinin bütün diğer biçimlerini: felsefeyi, siyaseti, hukuk ilmini iliştirdiler ve bunları, onun alt-bölümleri haline getirdiler.”[38]
Öyleyse, şöyle söyleyebiliriz: ideolojilerin işlevi, hâkim sınıfların dünyasıyla kitleler arasında zihinsel köprüler kurmak ve bu dünyayı “ebed-müddet” göstermekten ibarettir.
Burjuva toplumunun bireyleri, irili ufaklı burjuvalar, ancak bu ideologlar sayesinde sarsılmaz, değişmez, ezeli ve ebedi sayarlar burjuva toplumunu: “Jacques le bonhomme, dağları yerinden oynatabileceğine olan inancıyla, burjuvazinin yalandan iffetli ve ikiyüzlü ideolojisinin kendi menfaatlerini evrensel menfaatler gibi yansıttığı çarpık biçimi, burjuva dünyasının hakiki, dünyevi temeli olarak alır.”[39] Demek ki ideoloji, gerçekten de, devletin, yani siyasi tahakkümün başlıca ayaklarından biridir: o olmaksızın devlet, devlet-i ebed-müddet olamaz: “Hegel, çıkış noktası—sadece onların iradeleri söz konusu olsa bile—tek tek bireylere dayanan politik ideologların devlet tasavvurunu idealize eder; Hegel, bu bireylerin ortak iradesini mutlak iradeye dönüştürür; Jacques le bonhomme ise, ideolojinin bu idealleştirilmesini bona fide devlete ilişkin doğru bakış olarak kabul eder ve bu görüşü, bu inançla, Mutlak’ı Mutlak ilan ederek eleştirir.”[40]
İdeoloji ve ideologlar bu rolü oynar oynamasına ama bu, kayıtsız şartsız bir rol değildir; kriz (“hegemonya bunalımı”) anlarında iktidar bloku parçalanırken ideologlar da bundan nasibini alır, temsil ettikleri sınıfla bağları kopar: “Burjuvazinin hatipleri ve yazarları, onun kürsüleri ve basını—başka bir deyişle, burjuvazinin ideologları ve bizatihi burjuvazi, temsil edenler ve temsil edilenler birbirlerine yabancılaşmışlardı, artık birbirlerini anlamıyorlardı.”[41]
Demek ki bizim iktidarın ve bütün burjuva iktidarların patronları devrimci sol dışında kendi dışındaki her şeyi eleştirirken (çünkü devrimci sola eleştirilerinin çoğunu silahla, copla, dört duvarla yapıyorlar, kelimelerle değil) bilmedikleri halde, kulağa hoş geldiği için, söyleyene anlaşılmaz kelamlar eden âlim havası kattığı için “onlar ideolojik bakıyorlar” dediklerinde, aslında yanlış bir şey söylemiş olmuyorlar. “Onlar” (ve kendileri de) hakikaten ideolojik bakıyorlar, çünkü bakışlarına şekil veren şey maddi dünyanın gerçekleri değil, kafalarındaki başaşağı ideolojik kategoriler.[42]
Her bilim değilse bile, tarihi-sosyal bilimler (tarih, sosyoloji, iktisat, psikoloji, psikoloji, pedagoji, kuşkusuz hukuk, krimonoloji, siyaset “bilimi”, vb.), ölçüleri değişse bile, az ya da çok ideolojik; dahası, bunların biri (hukuk), doğrudan doğruya ideolojidir. Zira, maddi dünyadan tamamen kopuktur, onun tam bir başaşağı yansıtılmasıdır ve sadece, özgül zihinsel bir disiplin olarak bağlı bulunduğu evrenin kurallarına riayet eder. “İktisadi şartların hukuki prensipler şeklinde yansıtılması, aynı şekilde kaçınılmaz olarak bu ilişkileri başaşağı oturtur. Bu yansıtma süreci, eylemde bulunan farkında olmaksızın gerçekleşir; hukukçu, a priori ilkeler temelinde faaliyet gösterdiğini hayal eder, oysa bu, iktisadi ilişkilerin yansımasından başka bir şey değildir. Böylelikle her şey başaşağı durur. Bu tersine çevirme, açığa çıkana kadar, ideolojik görüş dediğimiz şeyi teşkil eder ve sırası geldikçe, iktisadi temele ters etkide bulunur ve onu belli sınırlarda modifiye edebilir—bu, bana kalırsa, kendiliğinden belli bir şeydir.”[43] Bu durumda onunla ne yapacağımız çok belirgin değildir: tamamen yok mu edeceğiz, yoksa onu özgül disiplinler yapan kuralları alıp içini maddi dünyanın gerçekliğiyle mi dolduracağız? Mesele, hukukun “sırası geldikçe iktisadi temele ters etkide bulunması ve onu belli sınırlarda modifiye edebilmesi” yüzünden, ilk anda görüldüğünden daha önemlidir. Eğer yok edilecekse, bu nasıl olacak? Ve eğer yok edilmeyecekse, bu “ters etki”den mi yararlanılacak, yani hukukun iktisadi temeldeki (sınırlı da olsa) etkisinden fayda mı sağlanacak? Ve burada “açığa çıkarma” denilen şey nedir; bu ideolojik görüşün açığa çıkarılması, onu ideolojik olmaktan çıkarır mı? Başka bir deyişle: ideolojinin (yani bilinç çarpıklığının), iktidar mücadelesindeki işlevi ne olacaktır? Sözgelimi iktisat, burjuva iktisadı bile olsa, toplumun iktisadi gelişimini açıklamak için vardır. İktisat, psikoloji, filoloji gibi bilimleri ideolojik olmaktan çıkartabilirsiniz, onları maddi dünyayla gerçekten buluşturabilirsiniz; üstelik buluşturmalısınızdır da, çünkü bu, marksist olarak sizin işinizdir. (Örneğin: “… sosyal üretimin gerçek, tarihi gelişmeyi anlaşılır hale getirmeyi hedefleyen eleştirel ve materyalist sosyalizmin yolunu temizlemek için, son temsilcisi (ki bunun ayırdına kendi de varmamıştı) Proudhon olan ideolojik ekonomi-politikten keskin bir kopuş gerekiyordu.”[44] Tarih için de mümkündür bu: Engels, Marx’ın mezarı başında yaptığı konuşmada, onun, insan tarihinin gelişim yasasını keşfettiğini söyler; bu basit yasa “… bugüne değin ideolojik katmanlar altında gizlenmiş olan basit bir olgu[dur] …”[45]) Ama hukuk biliminin (daha doğrusu, ilminin) böyle bir işlevi yoktur; onun işi açıklamak değil, mevcut toplumu az ya da çok dondurmaya yönelik kurallar koymak ve bu kuralları takip etmektir; zaten bu yüzden, tıpkı din gibi, pür ideolojiden ibarettir. Bilimin amacı bilgidir, dünyayı açıklamaktır; ama hukukun amacı sadece kendi skolastik kurallarını koymak ve denetlemekten ibarettir. Varlığının nedeni bilgiye ulaşmak ve açıklamak olanı ideolojik olmaktan çıkardığınızda, onu gerçekten bilimsel kılmış olursunuz, oysa hukukta bunu yapmak mümkün değildir. Böylece, geleceğin toplumunda en azından bu ideolojinin (ama başkalarının da: ahlakın, bir ölçüde kültürün) varlığını sürdüreceğini, sürdürmesi gerektiğini kabul etmiş olursunuz. Hukuk, yüce bir adalet vazeder; ahlakçılık, yüksek bir ahlak vazeder; din, manevi bir kurtuluş vazeder; bütün bu vaazlar olmayacak şeylerdir gerçi, ama zaten ideolojiler de olmayacak şeyleri vazetmek için vardır.[46] Burjuva düzeninin ideologları, bunları vazederek, “mevcut iktisadi ilişkileri ideolojileştirir, yücelere yerleştirir.”[47] Ne var ki, en azından hukuk ve ahlak söz konusu olduğunda, sosyalist düzenin “ideologlarının” da aynı şeyi yapması gerektiği (ve yapacağı, ve daha önemlisi bunu yapmış oldukları için ayıplanamayacakları, çünkü bunun kaçınılmaz olduğu) ortaya çıkar. Kuşkusuz bu ideoloji, başka türden bir ideoloji olacaktır, çünkü başka bir maddi temel üzerinde yükselecektir. Kapitalizm için çok berrak olan şu formül, şimdi, aynı çerçevede, ama başka türlü ifade edilecektir: “Ve meta değerlerinin emek ile belirlenmesi ve eşit haklara sahip meta sahipleri arasında bu değer ölçüsüne göre yer alan emek ürünlerinin özgür değişimi, daha önce Marx’ın kanıtladığı gibi, çağdaş burjuvazinin tüm siyasi, hukuki ve felsefi ideolojisinin üzerine kurulduğu gerçek temellerdir.”[48] Ama gene de, ideoloji ideolojidir: maddi dünyanın başaşağı kavranmasıdır—ve aynı zamanda, ideolojiler tehlikeli şeylerdir, çünkü bir ortak hayat tarzı, bir gelenek haline gelmek ister ve gelirler; oysa “gelenek, bütün ideolojik alanlarda muhafazakâr bir kuvvet teşkil eder.”[49] Bu muhafazakâr kuvvet, iki nedenle maddidir: birincisi, kaynağı maddi dünyadadır; ikincisi de kitlelere bildikleri gibi yaşamaları ve düşünmeleri için hiçbir silahın kolaylıkla hükmedemeyeceği alışkanlıklar kazandırır.
Peki eskisinin yerine yeni bir ideoloji kurmak, gerçekten mümkün mü; ve belki daha önemlisi, doğru mu? Hiç değilse din söz konusu olduğunda, bunun mümkün olmadığı belli: “… 18. yüzyılda burjuvazi sınıf görüşüne uygun kendine ait ideolojisine sahip olacak kadar güçlendiği zaman, yalnız hukuki ve siyasi fikirlere başvurarak, din ile ancak kendisi için bir engel olduğu ölçüde ilgilenerek, kendi büyük ve kesin devrimini, Fransız Devrimini yaptı. Ama eskisinin yerine yeni bir din koymak hiç aklına gelmedi. Robespierre’in bunda nasıl başarısızlığa uğradığı bilinir.”[50] Peki ya din değil de, başka bir şey (mesela hukuk, ahlak) ise mesele? Evet, doğru ve iyidir, çünkü zorunludur, meğer ki “maddi üretimdeki çatışmalar, bir ideolojik katmandan oluşacak üst yapıyı zorunlu” kılsın: “… bu katmanın faaliyeti—katmanın kendisi ister iyi ister kötü olsun—iyidir, çünkü zorunludur …”
İdeoloji, ister orada olsun ister burada, gene de ideolojidir, ama ideolojiyi yapan muhakkak ideolog olmak zorunda değildir. Paradoks gibi görünen bu ifade aslında biraz yukarıda, “Bu tersine çevirme, açığa çıkana kadar, ideolojik görüş dediğimiz şeyi teşkil eder” ifadesiyle belirir gibi olmuştu. İdeoloji, düşünür tarafından yapay bilinçle yapıldığı sürece, o düşünür ideologdur, zira yapılan şey ideolojiktir. “İdeoloji, bizim düşünür dediğimiz şey tarafından bilinçli olarak, ama yapay bir bilinçle gerçekleştirilen bir süreçtir. Onu faaliyete geçmesi için uyaran, harekete geçirici hakiki kuvvetler, onun için meçhul kalır, aksi takdirde bu zaten ideolojik bir süreç olmaz. … Tarihi ideolog (tarihi deyimi burada, siyasi, hukuki, felsefi, teolojik kavramları için—kısacası, sadece doğa değil, toplumla da ilgili bütün alanlar için—toparlayıcı bir terime işaret eder) bilimin her alanında, geçmiş kuşakların düşüncelerinde bağımsız olarak teşekkül etmiş ve bu birbirini takip eden kuşakların beyinlerinde kendi bağımsız gelişme yoluna girmiş belli bir materyalin malikidir.”[51] Ne ki sonuçta ortaya çıkan şey ideoloji de olsa (ve kaçınılmazdır bu, siyasetin tunç kanunudur), bunu bir ideologun yapmasıyla devrimci bir siyasetçinin yapması arasında fark vardır. Onun için ideoloji, mücadelenin diğer araçları gibi tek bir şeye hizmet eder: ister iktidarı almazdan önce olsun, isterse de iktidarı aldıktan sonra, ideolojik birliği oluşturmaya, pekiştirmeye ve korumaya.
DİPNOTLAR
[1]Terry Eagleton, İdeoloji (Çev. Muttalip Özcan), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1996.
[2]Dolayısıyla Eagleton, bu “söylem” kategorisine fazla kapılmış olması yüzünden, şu doğru önermede bulunurken kendiyle bir ölçüde çelişiyor: “Son yıllarda birçok kuramcı, ‘söylem’ kategorisi yoluyla, eski devrimci siyasal konumdan sol reformist konumlara doğru … geçmiş bulunuyor; bu fenomen genellikle ‘post-marksizm’ adıyla bilinmekte.” (281)
[3]Bana, küçük de olsa, bu pasajda bir çeviri hatası var gibi geliyor. Doğru çeviri herhalde şöyle olmalı: “… hukuki, siyasi, dini, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onun çözümü için mücadele ettikleri ideolojik biçimler …” (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, 29:263.)
[4]Alman İdeolojisi öncesinde “Marx büyük bir olasılıkla Tracy’nin ideoloji üzerine yapmış olduğu bilimsel incelemelerinden yalnızca ekonomi ilmine ayrılmış olan cildi okumuştur” iddiası, Orman Hırsızlığı makalesinde Napoléon’a yaptığı gönderme dikkate alınırsa, doğru değildir.
[5]Althusser alıntıları esas olarak Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları (çev. Yusuf Alp & Mahmut Özışık), İletişim Yayınları, İstanbul 2002) çevirisinden yapıldı; ancak Alp Tümertekin’in aynı adlı çevirisiyle (İthaki Yayınları, İstanbul 2010) karşılaştırıldı. Tümertekin çevirisinde “İdeoloji Üzerine” başlıklı makale (İthaki çevirisinde var, İletişim çevirisinde yok), “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları” başlıklı ünlü makaleyle hemen hemen örtüşür; ama gene de bazı farklılıklar vardır; bu farklılıkların olduğu yerlerde alıntı yapılan yerlerde hangi çeviriden yararlanıldığı belirtildi.
[6]Y. Alp tarafından “kabul edilir,” A. Tümertekin tarafından ise “kabul ederiz” şeklinde çevrilmiş. Fransızca özgün metinde “kabul edilir.” Rusça ve İngilizce çevirisinde “kabul ederiz.”
[7]“İdeoloji Üzerine” makalesinde. Bu makalenin hemen tamamı, küçük değişikliklerle, “Devletin İdeolojik Aygıtları” içine alınmış olmasına rağmen, tam burasının dışta tutulmuş olması ilginç.
[8]Gramsci alıntıları için: Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri. Seçmeler (çev. Kenan Somer), Onur Yayınları, İstanbul 1986.
[9]Guiseppe Fiori, Bir Devrimcinin Yaşamı: A. Gramsci (çev. Kudret Emiroğlu), V yayınları, Ankara 1989, s. 221.
[10]Bu eğilimlerin esas nedeni, cezaevi koşullarıdır. Gerçi bu her zaman söylenir ama ben başka bir anlam veriyorum: hapis yatan adam her şeyi genelleştirmeye ve ifrada vardırmaya daha açıktır. (Damdan düşenin halini damdan düşen bilir.)
[11]Alman İdeolojisi, 5:247.
[12]Dolayısıyla, Marx’ın Weitling’e söylediği şu sözleri üzerime alınmıyorum: “… siyasetin kendi bağımsız yolunda gelişen bağımsız bir faaliyet alanı olduğunu düşünüyor—bütün ideologlarla paylaştığı bir inanç.” (5:468) Zira, siyaset de, bütün diğer ideolojik alanlar gibi, ancak sınıflar mücadelesinin oluşturduğu bir maddi zeminde anlam kazanır, eyleme geçer.
[13]Çeviriler esas itibariyle Rusçadan [К. Маркс и Ф. Энгельс. Полное собрание сочинений, Moskova 1955] yapılmış, İngilizce çeviriyle karşılaştırılmış, son olarak, İngilizcenin yaygınlığından ötürü rüşvet niyetine, iktibas edildiği yerlerde Marx & Engels, Collected Works (Lawrence & Wishart 2010, Digital Edition) gönderme yapılmıştır.
[14]Tracy ve Napoléon arasındaki ilişkiler için bak. Eagleton, s. 106-110. Napoléon’a göre ideologlar “çalçene ve hayalcilerdir.”
[15]Odun Hırsızlığı Yasasıyla İlgili Tartışmalar, Rheinische Zeitung, 25 Ekim 1842; 1:244.
[16]The Supplement to Nos. 335 and 336 of the Prusya Mülk Veraset Komisyonu üzerine Augsburg Allgemeine Zeitung’un 335 ve 336’ncı sayılarına ek, Rheinische Zeitung, 11 Aralık 1842; 1:292. (Полное собрание сочинений’de bu makalenin Rusçası yok.) Ayrıca Johann Eccarius’un, Marx’ın eş-yazarlığı (veya editörlüğü) altında yazdığı şu satırlar: “Napoléon, yeğen değil amca elbette, bu tür insanlar için M. Proudhon’a mükemmelen uyan bir terim keşfetmişti. Bunlara ‘ideologlar’ diyordu—bütün bu spekülatif zihinleri, tarihin gerçek hareketinden ayrı duran, onda yer almaya, veya herhangi bir pratik misyon yerine getirmeye yetersiz veya isteksiz, tarihi sürece nasıl hareket etmesi gerektiğini dikte edecek kanunlar reçete eden filozofları ve siyasetçileri kapsamaya yönelik bir ifade.” (Georg Eccarius, “Coup d’état üzerine literatürün bir incelemesi – 4”, The People’s Paper, 6 Kasım 1852; 11:610. Rusçası yok.)
[17]“Ilımlı” Bir Gazetenin Saldırısına Cevap, Rheinische Zeitung, 8 Ocak 1843; 1:317.
[18]Alman İdeolojisi, 5:24.
[19]A.g.e., 5:420.
[20]A.g.e., 5:28-29.
[21]A.g.e., 5:36.
[22]A.g.e., 5:36-37.
[23]A.g.e., 5:45.
[24]A.g.e., 5:59-60.
[25]A.g.e., 5:77.
[26]A.g.e., 5:282.
[27]A.g.e., 5:92.
[28]A.g.e., 5:230.
[29]A.g.e., 5:355.
[30]Engels, 1847 Hareketleri, 4:467.
[31]18 Brumaire, 11:170.
[32]Engels, Bruno Bauer ve Erken Hıristiyanlık, 24:433.
[33]Kapital I, 35:449.
[34]Alman İdelojisi, 5:447.
[35]A.g.e., 5:456.
[36]Artı-Değer Teorileri. Adam Smith, 31:184.
[37]Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, 26:392-93.
[38]A.g.e., 26:395.
[39]Alman İdelojisi, 5:180.
[40]A.g.e., 5:348. Buram buram Osmanlıcılık kokan bu tamlamanın çağdaş edibi büyük stratejist Davutoğlu; ne var ki onu Hegel ile yan yana koymak, Hegel’e savrulmuş bir küfür gibi. Hegel, maddi dünyanın diyalektiğini başaşağı koyup aklın diyalektiği olarak görmüştü onu, devlet de bu diyalektiğin zirvesinde bulunuyordu—ama ebed-müddet olarak değil, aklın zaferi olarak. Davutoğlu ve yerli ve milli ismi-lazım-değilimizin alametifarikalarından neo-osmanlıcılıkta ise aklı ara ki bulasın; onda geçmişe dair üretilmiş hayallerden başka bir şey yok. Ama gene de, bu haliyle, ideolojiye en çıplak, hatta belki karikatürümsü bir örnektir.
[41]18 Brumaire, 11:170.
[42]Devrimci solu eleştirmeye kalktıklarında da, “boğaz köprüsüne karşı çıkmışlardı” türünden budalalıklardan başka bir şey değil bu; ama gene de Manifesto’nun yol göstericiliğiyle karşılayabiliriz bu eleştirileri: “Komünizme karşı dini, felsefi ve genel olarak da ideolojik bir görüş açısından yapılan suçlamalar, ciddiyetle eğilmeyi hak etmiyor.” (Komünist Manifesto, 6:503.) “Genel olarak ideolojik bir görüş açısı”—yani maddi dünyanın zihinde tepetaklak edilmesine dayanan bir görüş açısı.
[43]Engels’ten Berlin’deki Conrad Schmidt’e, Londra, 27 Ekim 1890; 49:61.
[44]Marx, Felsefenin Sefaleti Üzerine Not, 24:326-27.
[45]Engel, Marx’ın Mezarı Başında Konuşma, 24:467.
[46]“Zukunft dergisinin tatmin edici hiçbir yanı yok. Derginin esas hedefi, materyalist bilginin yerine ‘adalet’ vb. hakkında beylik, ideolojik laflar koymak.” (Marx’tan Brunswick’teki Wilhelm Bracke’e, Londra, 23 Ekim 1877; 45:285.)
[47]“Ve bu adalet, onların” [hukukçuların — bn.] “bazen muhafazakâr, bazen devrimci olan görüşlerine göre, mevcut iktisadi ilişkilerin ideolojileştirilmiş, yücelere yerleştirilmiş ifadesinden başka bir şey değildir.” (Engels, Konut Sorunu, 23:381.)
[48]Engels, Marx ve Rodbertus [Karl Marx’ın Felsefenin Sefaleti’nin İlk Almanca Baskısına Önsöz], 26:283.
[49]“Dolayısıyla görmekteyiz ki, geleneğin bütün ideolojik alanlarda büyük bir muhafazakâr kuvvet teşkil etmesi gibi, din de bir defa ortaya çıktıktan sonra, daima geleneksel bir muhteva taşır.” (Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, 26:396.)
[50]Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, 26:376. Fransa’da devlet dini olarak Culte de l’Etre suprême’in, Jacobin diktatörlüğü sırasında, 7 Mayıs 1794’te konvansiyondan geçmesi kastediliyor. Bu yeni dinin ilkesi, ruhun üstünlüğü ve ölümsüzlüğüydü. Bu girişimin nedenlerinden biri, kitleler üzerinde yetkililerin nüfuzunu koruma, güçlendirme kaygısıydı. Ama girişim, Jacobin diktatörlüğüyle birlikte tarihe karıştı.
[51]Engels’ten Berlin’deki Franz Mehring’e, Londra, 14 Temmuz 1893; 50:164.