15 Temmuz başarısız darbe girişimi sonrasında ilan edilen Olağanüstü Hal rejimi yirmi birinci ayına girdi. Yüz binin üzerinde kamu çalışanının ihraç edildiği, yüzlerce basın yayın organının ve bir o kadar dernek ve kitle örgütünün kapatıldığı, grevlerin ertelendiği, basın açıklamalarının yasaklandığı bu süreç, demokrasi tarihimizin en karanlık dönemlerinden birisi olarak hafızalarımızdaki yerini aldı.
İçinden geçtiğimiz dönemi bu denli önemli kılan şey, sadece OHAL uygulamaları değil, OHAL’in yarattığı baskı ortamını fırsat bilen AKP iktidarının, ülkenin tüm hukuki, siyasi ve sosyal yapısını dönüştürmeye yönelik adımları oldu. Önümüzdeki döneme ilişkin çıkarımlar yapmadan önce son yirmi ayda yaşadığımız önemli siyasal gelişmelere göz atmak faydalı olacaktır.
Yirmi Ayın Kısa Tarihi
Darbe girişiminden bir hafta sonra 21 Temmuz’da ilan edilen OHAL sadece Kanun Hükmünde Kararnameler ve polisiye tedbirle ilerlemedi. OHAL’in daha ilk ayında kendimizi fiili olarak Suriye Savaşı’nın içerisinde bulduk. İslam Devleti’nin (IŞİD) kontrolünde bulunan Cerablus ve El-Bab’ı ele geçirmek için “Özgür Suriye Ordusu” mensubu cihatçı yapılarla birlikte başlatılan Fırat Kalkanı Harekâtı yedi ay devam etti.
Sınır ötesi operasyon devam ederken önce DBP/HDP Belediyelerine yönelik operasyonlar ve kayyum atamaları, ardından da dokunulmazlıkları kaldırılan HDP Eş Başkanları ve milletvekillerine yönelik tutuklamalar gerçekleştirildi. Bu gelişmeler, içine girdiğimiz baskı rejiminin boyutlarının nereye kadar uzanabileceğini gösterdi. Türkiye sağının altmış yıllık hayallerinden biri olan Avrupa Birliği ile müzakerelerin askıya alınmasına neden olan bu adımları, Cumhuriyet Gazetesi’ne yönelik operasyon, gazetecilerin tutuklanması ve muhalif kesimlere yönelik saldırılar izledi.
En ciddi siyasal rakibini cezaevine göndererek toplumsal muhalefeti kontrol altına aldığını düşünen AKP, bu baskı ortamını Başkanlık Rejimi için gerekli olan Anayasa değişiklikleri için de fırsat olarak değerlendirdi. Ülkenin en örgütlü siyasal partilerinden birinin eş başkanlarının, milletvekillerinin ve yöneticilerinin cezaevinde olduğu, muhalif yayın organlarının baskı altında tutulduğu, devletin tüm imkânlarının “Evet” propagandası için seferber edildiği 16 Nisan Referandumu süreci, her şeye rağmen, geniş halk kesimlerinin “Tek Adam Rejimine Hayır” iradesinin açığa çıktığı bir kampanya dönemi olarak gelişti. AKP-MHP ittifakına, sandıklarda yapılan onca usulsüzlüklere ve YSK’nın ibretlik kararlarına rağmen başta metropoller olmak üzere ülkenin pek çok yerinde “Hayır” oyları önde çıktı. Ülke genelinde az bir farkla önde çıkan şaibeli “Evet” oyları, atı alanın Üsküdar’ı geçmesi için yeterli olmuştu.
Parlamenter rejimin sonunu getiren bu Anayasa değişikliğini, CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun “casusluk” gerekçesiyle tutuklanması ve peşinden Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı Adalet Yürüyüşü izledi. Ankara’dan İstanbul’a kadar uzanan ve milyonlarca kişinin katıldığı bir mitingle sonlandırılan Adalet Yürüyüşü, ülkede yaşanan adaletsizliklerin teşhiri ve bu adaletsizliklerin hedefinde olanların kendilerini ifade etmesi bakımından önemli bir deneyim olarak tarihe geçti.
Adalet talebinin tüm ülkeyi sardığı 2017 yazı, AKP açısından, referandumda yaşanan hayal kırıklığının muhasebesinin yapıldığı ve örgüt içi hesapların görüldüğü dönem de oldu. “Metal yorgunluğu” açıklamasıyla başlayan bu parti içi tasfiye döneminde 40’a yakın il örgütü ve İstanbul, Ankara ve Bursa’nın da aralarında bulunduğu bazı belediye başkanları istifa ettirildi. AKP, OHAL’i sadece toplumu kontrol altında tutmak için değil, kendi iç hesaplaşmasını yapmak, Parti içerisindeki güç odaklarını çözmek için de kullandı.
20 aylık kısa dönem içerisinde yaşanan tüm bu gelişmeler, parti içi tasfiyeler, ABD’de görülen Rıza Sarraf Davası ve Erdoğan’ın aile çevresinin içinde yer aldığı yolsuzluk iddiaları OHAL’in yarattığı baskı ve korku ortamında beklenenin çok altında bir toplumsal etki yarattı. Bu gerçeklik, AKP’ye sadece her istediğini yapma imkanı değil aynı zamanda istemediği her şeyden korunma imkanı da sağlayan OHAL’in kaldırılması mücadelesinin ne denli öncelikli olduğunu gösteriyor. Solun ve sosyalistlerin OHAL ve KHK düzenine karşı daha örgütlü, daha istekli ve daha kitlesel bir mücadele çizgisi geliştirmesi gerekiyor.
Olağanüstü Hal’den Savaş Hali’ne
Daha önceki sayılarımızda da sıklıkla dile getirdiğimiz gibi, Olağanüstü Hal rejimi artık AKP’nin ülkeyi yönetme biçimi haline gelmiştir. AKP’nin tüm varlık koşulu, OHAL’in yarattığı korku ve baskıya dayanmaktadır. Olağanüstü Hal rejiminin yetersiz kaldığı her durumda ise AKP daha kitlesel seferberlik biçimlerini gündemine almaktadır. Kürt Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) kontrolünde bulunan Afrin bölgesine karşı ÖSO üyesi gruplarla birlikte başlatılan Zeytin Dalı Harekâtı, içinden geçtiğimiz dönemde AKP’nin ihtiyacı olan seferberlik durumunu yarattı.
Korkunun, şiddetin, hamasetin, yalanın ve ölümün hüküm sürdüğü savaş ortamı, sağ siyasetin habitatıdır. Milliyetçi ve muhafazakâr fikirler kendilerini en çabuk bu ortamlarda büyütür, geliştirir ve yeniden örgütler. Kahramanlık ve fedakarlık öyküleriyle örülü “milli dava” söylemi, gündelik siyasetin her türden pisliğinin, tortusunun üzerini örter.
Bölgedeki PYD egemenliğinin ulusal güvenliğe tehdit oluşturduğu gerekçesiyle başlatılan Afrin Harekâtının da ülkenin güvenlik gereksinimlerinden çok AKP’nin politik ihtiyaçlarını karşılamaya dönük olduğunu söylemekte beis bulunmamaktadır.
Zeytin Dalı Harekâtı her şeyden önce, Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki alacakları oy oranları her ikisi için de politik beka sorununa dönüşen AKP ve MHP’nin oluşturdukları ittifakın kurucu mitini oluşturmaktadır. Hem medyaya servis edilen cephe fotoğraflarında, hem de miting kürsülerinde Rabia ve Bozkurt işaretlerinin bir arada yer alması, harekatın her aşamasında her iki partinin iletişim halinde olduğunun göze sokulması ve açıklamalarda kullanılan ortak dil “din” ve “millet” retoriği etrafında oluşturulan kurucu miti beslemektedir. Böylelikle özellikle MHP tabanı içerisinde, Erdoğan’ın daha önceki dönemlerdeki ülkücüleri rahatsız eden konuşmaları nedeniyle AKP ile ittifaka sıcak bakmayan gönülsüzlerin ikna edilmesi için uygun zemin yaratılmaktadır.
Sınır ötesi harekât, AKP-MHP tabanlarının ittifak siyaseti ekseninde konsolide edilmelerine hizmet ettiği kadar, ulusalcı duyarlılıkları nedeniyle AKP karşıtı tavır alan bazı toplumsal kesimlerin objektif olarak AKP ile aynı çizgide buluşmasına da hizmet etmiştir. Bugüne kadar muhalefette ortaya çıkan her ayrışmayı kendi çıkarına dönüştürme konusunda ustalıklı bir siyaset izleyen AKP, bugüne kadar millilik ve yerlilik söylemi ekseninde inşa ettiği siyasal pozisyonunu, “terör”, “bölünme” ve “güvenlik” söylemleri ile genişleterek mutlak karşıtlarının sayısını azaltmayı hedeflemektedir.
Savaş Hali, askeri birliklerin belirli hedefler doğrultusunda sevk ve idaresiyle ilgili olduğu kadar ülke kamuoyunun da bu hedefler doğrultusunda iknası ve mobilizasyonuyla ilgilidir. “Zor” ve “rıza” pratiklerinin bir arada işlediği bu cephede başarıya ulaşamadan herhangi bir savaşın “kazanılması” mümkün değildir. Operasyonun başladığı andan itibaren barış çağrısı yapan herkese karşı saldırgan bir tutum alması, arkasına aldığı kamuoyu desteği konusunda yaşadığı tereddüdün de göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Olağanüstü hal rejimi altında yaşadığımız yirmi ayın yaklaşık yarısını savaşla iç içe geçirdik. Görünen o ki, hem dış politikada hem de iç politikada geniş bir manevra alanı yaratan bu savaş hali, bundan sonra da AKP’nin Olağanüstü Hali’nin bir parçası olarak kullanılmaya devam edecek. Bu durum, AKP karşıtı mücadelenin aynı zamanda etkin bir barış mücadelesi olarak gelişmesi gerektiği gerçekliğini de ortaya koyuyor. Solun ve sosyalistlerin toplumsal bir barış siyasetinin geliştirilmesi konusunda daha üretken ve cesur olması gerekiyor.
AKP Anomalisi mi?
Savaşın, olağanüstü halin, baskıların, sistematik yalanın ve akıldışı uygulamaların bu denli yaygınlaşması, yaşanan en sıra dışı gelişmeler karşısında bile toplumun hiçbir biçimde aklıselim tepkiler vermemesi, üstelik bütün bunların demokrasi bilincinin ve kitle iletişimin en gelişkin olduğu dönemde yaşanıyor olması kolay açıklanabilir bir durum değil. Geniş toplum kesimlerinin gerçeklikle kurduğu ilişkinin bu denli tartışmalı ve siyasal iktidarların manipülasyonlarına bu denli saplantılı olması yaşadığımız her olayın faşizm dönemiyle kıyaslanmasını beraberinde getiriyor.
Baskı, şiddet ve aşırılıklarla yoğrulmuş yönetim pratiklerini faşizm olarak nitelendirmenin en büyük riski, bu yönetim biçiminin burjuva demokrasisinin bir türevi değil, onun dışında arızi bir eğilim olarak görülüp tarih dışılaştırılmasıdır. Bu hatadan sakınmak için, içinden geçtiğimiz dönemin egemen eğilimlerinin neoliberal kapitalizmle ilişkisi ile birlikte değerlendirmek daha sağlıklı olacaktır.
Neoliberalizm, en başından itibaren, piyasa süreçlerinin serbestleştirilmesine ilişkin belirgin çizgileri olan bir program olmaktan çok, toplumsal ilişkilerin serbestleştirilen piyasa işleyişine uyumlulaştırılmasına ilişkin bir iktidar pratiği olarak gelişti. Siyasal ve ekonomik alanın devletten arındırılarak tamamen sivilleştirilmesi ve özgürleştirilmesi bu iktidar pratiğinin merkezi söylemini oluşturuyordu.
Her ne kadar Şili ve Türkiye gibi ülkelerde en başından itibaren bambaşka bir yol izlemiş olsa da, neoliberalizm uzun yıllar boyunca “özgürlük”, “açık toplum”, “sınırsız dolaşım”, “bireysel haklar” gibi kavramlarla bir arada anıldı. Reel sosyalist pratiklerin neredeyse antitezi olarak yapılandırılan bu ideolojik hattaki ilk önemli çatlak, 2001 yılında yaşanan İkiz Kuleler saldırılarıyla yaşandı. ABD başta olmak üzere, dünya çapındaki gelişmiş kapitalist ülkelerde Teröre Karşı Savaş adı altında yapılan düzenlemeler, güvenlik paradigmasının neoliberalizmin merkezine oturmasına yol açtı. Güvenlik söylemiyle gerekçelendirilen baskı ve şiddet politikaları ülke sınırları içinde ve dışında farklı biçimlerle kendisini gösterirken, siyasal teoriden dışlanmakta olan “ulus devlet” birdenbire ve tüm gücüyle başat bir aktör olarak yeniden doğdu.
Neoliberalizmin siyasal söylemindeki bu fay kırılmasını takiben, 2008 yılında yine ABD merkezli patlak veren derin kriz, “serbest piyasa”, “rekabet”, “devletin ekonomiden el çekmesi”, “kuralsızlaştırma” gibi kavramlarla anılan neoliberal söylemi alt üst etti. Yüzlerce yıllık finans şirketlerinin iflas etmesine, bazı ülkelerin morotoryum ilan etmesine, küresel çapta ekonomik daralmalara neden olan bu kriz sonunda devlet ekonomiye aktif biçimde müdahale etmek zorunda kaldı.
Toplumun “güvenlik” ve “kriz” algılarında ortaya çıkan kontrol dışı gelişmelerin yarattığı bu iki kırılma momenti, devletin ekonomik, siyasal ve toplumsal yapının düzenlenmesinde en önemli figür olarak görünür hale gelmesiyle sonuçlandı. Devletin bu yeni rolü, 2000’li yıllara kadar küresel çapta hüküm süren neoliberal hegemonyanın hızla çözülerek, otoriteryen bir neoliberalizmin yerleşmesine neden olmuştur. İçinde bulunduğumuz neoliberal kapitalist sistemi “özgürlük”, “serbestlik” ve “açıklık” kavramlarıyla değil, “baskı”, “şiddet” ve “antidemokratiklik” gibi kavramlarla özdeşleştirmek çok daha doğrudur. Bu noktadan bakıldığında, 2000’li yılların başında ekonomik bir kriz sonucunda iktidara gelen AKP, neoliberal yönetim zihniyetindeki bir sapmayı değil, egemen eğilimi temsil etmektedir. Bir süredir dünyanın farklı ülkelerinde yükselen ve neoliberalizmle tümüyle uyumlu sağ popülist siyasetleri de bu egemen eğilimin bir tezahürü olarak değerlendirmek gerekir.
Neoliberalizmin doğasına ve AKP’nin küresel neoliberal ilişkiler içerisindeki konumuna ilişkin bu saptama, AKP karşıtı mücadelenin aynı zamanda neoliberalizme ve küresel emperyalist ilişkiler ağına karşı bir mücadele olarak örgütlenmesi gerektiği gerçekliğini de ortaya koyuyor. Solun ve sosyalistlerin neoliberalizme karşı eşitlikçi, özgürlükçü demokratik bir kamusal yaklaşımı hegemonik hale getirecek bir mücadele programı inşa etmesi gereklidir.
Solun Gündemi
2019 yılı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli yılı olacak. 2019 yılı ilkbaharında gerçekleştirilecek Yerel Seçimler ve sonbaharında gerçekleştirilecek Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği seçimleri, ülkenin geleceğini tümüyle şekillendirecek. AKP’nin seçim stratejisi mümkün olduğunca geniş zeminli bir milliyetçi-muhafazakar sağ cephe yaratmak ve Türkiye’de yüzde 60’lara ulaşan geleneksel sağ seçmenin bu cephe arkasında toplanmasını sağlamak. Seçimlere kadar kalan bir buçuk yıllık süre zarfında AKP’nin %50+1 oy için yapmayacağı hemen hiçbir şey yoktur.
AKP’nin bu sarih stratejisine karşı sol ve sosyalistler de kendi siyasal stratejilerini hazırlamak ve partilerini seçimlere taşıyacak yönetim kadrolarını seçmek için Genel Kurullarını gerçekleştirdiler. Şubat ve Mart aylarında CHP, HDP ve ÖDP’nin art arda gerçekleştirdikleri genel kurullarda, OHAL’in derhal kaldırılması ve AKP karşıtı muhalefetin yükseltilmesi konularında fikri bir ortaklık olduğu tartışma götürmeyecek biçimde açıktı. Bununla birlikte bu konularda atılacak adımlar hakkında ortak bir stratejik yaklaşımın olmadığı da görüldü.
3-4 Şubat tarihlerinde gerçekleştirilen CHP Genel Kurulu bir kez daha Başkanlık yarışına sahne oldu. Genel başkanlık için iki aday yarışmış olsa da, CHP içerisinde bir biçimde tabana sahip olan daha fazla sayıda siyasal görüşün olduğu da bir kez daha görüldü. Bir tür parti içi demokrasiye de işaret eden bu çok odaklı yapı, özellikle Parti Meclisi seçimlerinde çok daha görünür hale geldi. CHP Genel Kurulu’nda görünür hale gelen bir diğer husus da, CHP’nin geleneksel bürokratik yapısının dışında bir figür olarak CHP Başkanlığına seçilen Kemal Kılıçdaroğlu’nun giderek CHP içinde kendine bağlı bürokratik bir yapıyı inşa etmesiydi. Genel Kuruldan 1 ay sonra gerçekleştirilen tüzük değişikliği kurultayı, hem biçim hem de içerik olarak antidemokratik-statükocu anlayışın CHP’de yerleşiklik kazanacağının göstergesi olarak okunabilir. Parti içi meselelere bu denli odaklı CHP Genel Kurulu’ndan toplumun genelini heyecanlandırıp umutlandıracak bir sonuç çıkması beklenmiyordu, beklenen oldu.
Şubat ayı içerisindeki gerçekleştirilen bir diğer önemli Genel Kurul da Halkların Demokratik Partisi (HDP) 3. Genel Kuruluydu. Bir önceki milletvekili genel seçimlerinde Üçüncü büyük parti olarak TBMM’ye giren ve aradan geçen kısa sürede 7 milletvekili düşürülmüş, 9 milletvekili ise cezaevine konulmuş HDP Genel Kurulu yüksek bir katılımla gerçekleştirildi. Genel Kurul’un en merak edilen yanı, ismi HDP fikri ve örgütlülüğüyle özdeşleşmiş Selahattin Demirtaş’ın Eş Başkanlığa aday olmayacağını açıklamasının ardından kimlerin bu görevi üstleneceği konusuydu. Genel Kurul öncesinde sosyal medyaya kadar yansıyan ciddi tartışmaların ardından Pervin Buldan ve Sezai Temelli HDP Eş Başkanları olarak seçildiler. Çözüm sürecinin sona ermesinin ardından yaşanan şiddetin ve Afrin’de yaşanan savaşın etkisi altında geçen Genel Kurulda, barış çağrısı, diyalog-müzakere-çözüm süreci iradesi ve tutuklu vekillerin serbest bırakılması talebi öne çıktı.
Sosyalist solun Türkiye’deki en önemli deneyimlerinden biri olan Özgürlük ve Dayanışma Partisi 9. Olağan Genel Kurulu da Mart ayı içerisinde gerçekleştirildi. Diğer iki partinin genel kurul süreçlerinden farklı olarak örgütsel olarak daha bütünlüklü hazırlanılan ÖDP Konferans ve Kongresi’nin en önemli sonucu, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda her partinin kendi adaylarını çıkartması gerektiği yolundaki çağrıydı ve irade beyanıydı. 16 Nisan Referandumunda yürütülen çok odaklı çalışma tarzının ortaya çıkardığı olumlu politik sonuçların da etkisiyle öne çıkan bu yaklaşım uzun süreden beri her seçimde baraj ve oyları bölmeme baskısı altında silikleştirilen sosyalistlerin toplumsal-siyasal görünürlüğünün sağlanması açısından önemli bir deneyim yaratabilir. Bu deneyim aynı zamanda AKP’nin yaratmak istediği cepheleştirme siyasetine karşı çoğulcu bir karşı stratejik hamle olarak etkin sonuçlar da yaratabilir.
Türkiye toplumunu için için çürüten AKP iktidarını alt ederek ülkenin geleceğini gerici, muhafazakar, neoliberal zihniyetin elinden kurtarmanın sorumluluğu ve yükü solun ve sosyalistlerin omuzlarındadır. Sol ve sosyalistler bu sorumluluğun bilinciyle davranmak zorundadır. Başka da bir şansımız yok…