Her yıl yeni “öndersiz” toplumsal hareketlerin patlak vermesine tanık olmayı sürdürüyoruz. Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya ve Avrupa’ya, Amerika kıtasına ve Uzak Asya’ya hareketler gazetecileri, siyaset analizcilerini, kolluk kuvvetlerini ve hükümetleri şaşkına çevirmekte, kafalarını allak bullak etmektedir. Eylemciler de yatay hareketlerin gücünü ve etkisini anlayıp değerlendirme mücadelesi içine girmişlerdir. Hareketlerin ortaya demokratik idealler koyabildikleri, kimi zamanlar hükümeti reforma zorladıkları, onlara baskı yaptıkları hatta rejimleri devirdikleri dahi görülmüştür. Aslına bakılırsa geniş çaplı toplumsal süreçler onlarla birlikte veya onların sonucu olarak devinime geçmiştir. Ancak hareketler kısa ömürlü olma eğilimindedirler ve görünüşe bakılırsa kalıcı toplumsal dönüşümler yaratamamaktadırlar. Machiavelli’nin söylediği gibi haşin hava koşullarını atlatabilecek kökler ve dallardan yoksundurlar.[1] Birçoğu toplumsal hareketler yeni önderlerini bulduğunda, eski görkemli günlere dönebileceklerini, toplumsal dönüşüm ve kurtuluş projelerini sürdürüp hayata geçirebileceklerini düşünmektedir. Yeni Martin Luther King Jr.’lar, Rudi Dutschke’ler, Patrice Lumumba’lar ve Stephen Biko’lar nerede diye sormaktadırlar. Tüm o önderler nereye gittiler?
Önderlik günümüzde hareketlerin görünüş itibariyle çözmeyi başaramadığı bir açmaza dönüşmüştür. Oysa devrimci ve ilerici hareketlerde önderlik sorunu tamamen yeni bir mesele değildir. Çağımızın kördüğümünü aşmak için gelin birkaç adım geriye gidip sağlam bir başlangıç noktası bulalım.
Komüncülerin “Hataları”
Mart 1871’de burjuva hükümeti ve ordusu Versay’a çekilince Komüncüler Paris’in kontrolünü ele geçirdiler ve hemen radikal ölçüde yeni bir demokrasinin, halkın bizzat kendisine ait bir devletin inşası için kurumsal yapılar icat etmeye giriştiler. Genel oy hakkı ve serbest eğitim hakkı tanındı, varolan ordular dağıtıldı, temsilcilere işçilerin ücretleri ödetildi ve belki de en önemlisi tüm siyasetçiler her an makamlarından geri alınabilir hâle getirildi. Komüncüler herkesin aktif bir şekilde siyasal karar alma mekanizmalarına katılması ve kendilerini temsil etmeleri için gereken araçları yaratma arayışındaydılar.
Olayları Londra’dan takip eden Karl Marx, Komüncülerin cesaretine hayran kalmış, onların kurumsal yenilikler getirme becerilerini ve demokrasiyi yeniden tarif etme yetilerini kutlamıştı. Ama aynı zamanda, Komüncülerin tüm iyi niyetlerine rağmen iki kritik hata yaptıklarını iddia ediyordu. İlk olarak Komüncüler Paris Komünü’nün merkez komitesini hemen lağvedip karar alma mekanizmalarını derhal halkın eline bırakarak, demokrasiye bağlılıklarında aşırı dogmatik bir tutum almışlardı. İkinci olaraksa, Mart ayında askerî avantaj ellerinde olmasına rağmen III. Cumhuriyetin Versay’a çekilen birliklerini takip etmeyerek, şiddet karşıtlığıyla barışa duydukları adanmışlığın onları hedeften saptırmalarına izin vermişlerdi. Marx’ın bakış açısına göre Komüncüler gereğinden fazla saf ve iyiydiler. Nitekim önderliğin olmayışı, tarihsel zaferlerinden sadece iki ay sonra yani Mayıs ayında bozguna uğramalarında etkili olmuştu. Komün yok edildi ve binlerce Komüncü, iyiliğe ve saflığa hiç aldırış etmeyen muzaffer burjuvazi tarafından ya idam edildi ya da sürgüne yollandı. Ancak Komüncüler bu “hataları” yapmasalardı, (sağ kalsalar bile) ortaya koydukları projenin ilham verici demokratik çekirdeğini yadsımış olmazlar mıydı? Birçokları için bu adeta Gordion düğümüdür.[2]
Şimdi Paris Komünü’nün zaferi ve yenilgisinin ardından geçen yüz elli yıla yakın bir süre zarfından sonra hâlâ, ilerici ve devrimci politik örgütlerin ikilemlerini ele alırken naifçe önderliği reddedenlerle merkezî, hiyerarşik yapılara hapsolanları yerden yere vuran eleştirilerin tekrar edildiğini duyarız. Ancak elimizdeki seçeneklerin sadece bunlardan ibaret olduğunu söyleyen fikir bunca süre varlığını korumuştur.
Bu açmazın ötesine geçmeye dönük girişimlerin karşısına büyük oranda, seleflerimizin yani Komün’den sonra devrimin dünya genelinde politik ve teorik rehberliğini yapmış kişilerin, I., II. ve III. Enternasyonellerdeki komünistlerin, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya dağlarındaki gerilla liderlerinin, Çin ve Batı Bengal’deki Maocuların, ABD’deki Siyahi milliyetçilerin ve diğerlerinin benimsediği stratejik muğlaklık yahut aşırı bir “taktiksel gerçeklik” çıkarılmıştır. Çeşitli türleri olsa da gelenek ikili pozisyonunu korumuştur: Devrimin stratejik hedefi, birlikte efendiler veya merkez komiteler olmadan kendimizi yönetebileceğimiz bir toplum yaratmaktır ancak gerçekçi bir bakış açısıyla doğru zamanın gelmediğini görmek zorundayız. Modern kurtuluş hareketleri demokrasiye gelecekte erişilecek ama mevcut koşullarda ulaşması imkânsız bir hedef olarak bağlıdırlar. Bu fikre göre ne dışsal ne de içsel koşullar gerçek bir demokrasinin yeşertilmesine uygundur. Burjuvazinin süregelen iktidarı ve Paris kapılarına dikilmiş Prusyalılar (daha sonra Sibirya’dan Polonya’ya varıncaya kadar beyaz ordular, çok daha sonrasındaysa CIA, COINTELPRO, ölüm mangaları ve sayması imkânsız başka muadillerinin başını çektiği karşıdevrimci güçler) her türlü demokratik deneyi yok edeceklerdir. Ayrıca çok daha büyük bir engel vardır ki o da insanların henüz kendilerini yönetmeye hazır olmamasıdır. Devrimin zamana ihtiyacı vardır.
Bu ikili pozisyon geniş kesimlerce yayılmış bir kanaati nitelendirmiş bir unsurdur ancak yine de daha 150 yıl öncesinde bile birçok komünisti tedirgin etmiş olması ilginçtir. Onlar gerçek demokrasiye duyulan ütopyacı arzuyu paylaşmışlar fakat gecikmenin sonsuza dek süreceğinden, neticede düşlerimizi gerçekleştirecek gizemli bir hadisenin yaşanmasını boş yere bekleyeceğimizden korkmuşlardır. Marx’a ve Enternasyonel’in önderlerine Pierre-Joseph Proudhon, Giuseppe Mazzini yahut Mihail Bakunin tarafından yöneltilmiş ideolojik eleştirilerle ilgilenmiyoruz. Bunun yerine Hollanda, İsviçre, İspanya ve İtalya’daki mutualistlerle anarkokomünistlerin Enternasyonel’deki örgütsel merkeziyetçiliğe yönelttiği eleştirilerle, örgütsel yöntemlerini modern iktidar ve siyasa kavramlarının tekrarı olarak görmeleriyle ilgilenmekteyiz.[3] Bu devrimciler Thomas Hobbes’un kendi devrimci örgütlerine bile sızdığını, egemen otoriteyle ilgili varsayımların politik tahayyüllerine bulaştığını sezmişlerdi.
Modernliğin geneli boyunca sosyalistlerle devrimciler kadar liberallere de musallat olmuş politik bir ikilem olarak, önderlik ve demokrasi arasındaki ilişki en net şekliyle temsiliyetin teorisi ve pratiğinde ifadesini bulur. Nitekim elimizdeki sorunsalı açmamıza vesile olabilecek bir kavramdır bu. Teoriye göre her meşru iktidar temsilî olmak zorundadır ve dolayısıyla sağlam bir şekilde halkın iradesine dayanmalıdır. Ancak erdemle yankılanan bu ilanların arka planında, temsilcilerin eylemleriyle temsil edilenlerin iradesi arasındaki ilişki nedir? Çok genel tabirlerle, bu soruya verilen iki temel yanıt birbirinden zıt yönlere işaret etmektedir: Biri iktidarın temsiliyet yoluyla kurucu bir bileşen olarak halka sağlam bir şekilde dayanabileceğini ve dayanmak zorunda olduğunu, halkın iradesinin iktidarda ifadesini bulacağını kabul eder. Diğeriyse halkın egemenliği olsa bile egemen otoritenin temsiliyet mekanizmalarından ayrılmak ve kendisini kurucu halkın iradesinden korumak zorunda olduğunu iddia eder. İşin püf noktası, farklı derecelerde olsa da tüm modern temsiliyet formlarının görünüşte birbirine zıt bu iki unsuru bünyelerinde taşıyor olmasıdır. Temsiliyet bağladığı gibi koparır da.
Jacques Ranciere “ ‘Temsilî demokrasi’ bugün bir laf kalabalığı olarak su yüzüne çıkabilir” diye yazmaktadır. “Ancak en başta bir oksimorondu [tezat].”[4] Modern tarihte ve kapitalist toplumların tarihinde, iktidarla rızayı, merkeziyetle özerkliği aynı noktada buluşturma ihtimalinin bir illüzyon olduğu görülmüştür. Modern tarih bize, gerek sosyalist gerek liberal ifadeleriyle, aynı anda iktidarın hâkim birliğinin zorunlu olduğu ve iki taraf arasındaki ilişkiye dayanmasının kurgudan ibaret olduğu bir durum miras bırakmıştır.
Komüncüler açıkça modern temsiliyet sisteminin iddialarındaki yanlışlıkları fark etmişlerdi (ve bu bir hata değildi). Her dört veya altı yılda bir hâkim sınıflardan kendisini temsil etme ve çıkarları için hareket etme sözü veren birini seçmek onları tatmin etmemişti. Başkalarının Komüncüleri yakalaması ve modern temsiliyetin yanlışlıklarını görmesi yıllar aldı (Eğer bu korkunç tarihin bilhassa trajik bir parçasını duymak istiyorsanız, “proletaryanın diktatörlüğünden” Kruşçev ve Brejnev dönemlerindeki “tüm halkların devletine” nasıl geçildiğini görmüş kişilerle konuşun). Oysa şimdi bu algı genelleşmiş durumda. Ancak maalesef önderlerin arzularımızı gerçekte temsil etmediğini kabul etmesi çoğu kez istifayla sonuçlanmamaktadır. Yine de otoriter bir yönetimden daha iyidir. Aslında modern temsiliyet paradigması, henüz ortada gerçek bir demokratik alternatifin oluşmadığı bir dönemde sona yaklaşmaktadır.
Yanlış Varsayım: Önderliğin Eleştirisi = Örgütlerin ve Kurumların Reddi
Günümüzün toplumsal hareketleri politik örgütlenmenin geleneksel, merkezî formlarını kararlı ve tutarlı bir şekilde reddetmektedir. Karizmatik veya bürokratik önderler, hiyerarşik parti yapıları, öncü örgütler, hatta seçim sistemleri ve temsilî yapılar bile sürekli eleştirilmekte ve sarsılmaktadır. Hareketlerin bağışıklık sistemi öyle gelişmiştir ki ne zaman önderlik virüsü kendini gösterse hemen antikorlarla saldırıya geçmektedir. Ancak merkezî otoriteye karşı çıkmakla, tüm örgütsel ve kurumsal formları reddetmenin aynı şey olmadığını söylemek gerekir. Bugün sağlıklı bağışıklık sistemlerinin verdiği tepkiler genelde vücudun kendi dokularına saldırdığı otoimmun hastalıklara dönüşmektedir. İşin aslı, toplumsal hareketler geleneksel önderlikten kaçınmak için ilgilerini ve enerjilerini bu formların oluşturulup kurulmasına daha çok vakfetmek zorundadırlar. Aşağıda bu yeni formlardan bazılarıyla onları besleyebilecek mevcut toplumsal güçlerin yapılarını tekrar inceleyeceğiz.
Fakat bu alternatifleri hayata geçirmek için yürünen yollar kimi zaman sayısız tuzaklarla dolu ve dolambaçlıdır. Günümüzün en zeki siyaset teorisyenlerinden çoğu, zengin eylem deneyimleri olanlar bile örgütlenme sorununu geçmiş yenilgilerin bıraktığı cerahatli yaralar olarak görmektedirler. Genel olarak teoride örgütün gerekli olduğunu ama her tür somut politik örgütlenmeye içgüdüsel bir tepkiyle yaklaşıldığını kabul etmektedirler. Yazılarında büyük güçlerin yok ettiği ilham verici kurtuluş hareketlerinin, suya düşmüş devrimci projelerin ve içten içe bozulup parçalanmış umut verici örgütlenmelerin yaşattığı hüsranlardan kalma bir acılık vardır. Bu tepkiyi anlıyoruz ve bu yenilgilerin çoğunu birlikte yaşadık. Ancak insan yenilgiyi yenilmeden fark etmek zorundadır. Dikeni çekip çıkarmalı, yaranın iyileşmesine izin vermelidir. Örgütlenmeyi reddeden toplumsal hareketler Machiavelli’nin alay ettiği “silahsız peygamberler” gibi sadece faydasız olmakla kalmamakta, hem kendileri için hem de başkaları için tehlike arz etmektedirler.
Doğrusu son yıllarda yapılmış olan ve bizim savunduklarımızı da içeren birçok teorik atılım örgütlenmenin genel bir şekilde reddedilmesini destekleme niyetiyle alıntılanmıştır. Örneğin emek gücünün gittikçe genele yayılan fikrî, duygusal ve iletişimsel kapasitelerini konu olan, kimi zaman yeni medya teknolojilerinin potansiyeliyle ilgili tartışmalarla birlikte bahsi geçen teorik sorgulamalar, eylemcilerin kendiliğinden örgütlenebileceğini ve bu tür kurumları hiç duymadıklarını söyleyen varsayımlara dayanak edilmiştir. Bu vakalarda içkinliğin felsefi ve politik anlamda onaylanması, hatalı bir şekilde tüm normların ve örgütsel yapıların reddine dönüşmektedir. Kimi zaman buna radikal bireycilikle ilgili varsayımlar da eşlik etmektedir. Oysa içkinliğin onaylanması ve genelleşmiş yeni toplumsal yetkinliklerin kabulü, yeni bir örgüt ve kurum tipiyle uyuşmakta, farklı bir şekilde olsa da önderlik yapılarından faydalanan bir tipe ihtiyaç duymaktadır.
Kısaca genel itibariyle toplumsal hareketlerde otoriteye yöneltilen eleştirilerle demokrasi ve eşitlik taleplerinin arkasındayız. Ancak günümüzün yatay hareketlerinin kendi başlarına yeterli olduğunu, hiçbir sorun olmadığını ve önderlik meselesinin aşıldığını söyleyenlere katılmıyoruz. Önderlik eleştirisinin arkasında çoğu kez, hiç benimsemediğimiz, hareketlerin sürekliliklerini ve etkilerini garanti altına alabilecek örgütsel ve kurumsal formların yaratılmasına dönük her girişime şiddetle direnen bir tutum saklıdır. Bu durumda otorite ve önderlik eleştirileri aslında hareket için atılacak birer safraya dönüşmektedir.
Öte yandan diğer uca yönelip, mevcut yapay hareketlerin tüm enerjilerini ya seçimlere katılacak ilerici bir partinin ya da öncü bir devrimci partinin yaratılmasına ayırt etmelerini salık veren bir görüşe de katılmamaktayız. Öncelikle seçimlere katılan partilerin potansiyeli oldukça sınırlıdır, çünkü devlete hâkim olan esas unsur (hatta kimi zaman onu sömürgeleştiren) kapitalist iktidardır ve bundan ötürü partilerin tesirine çok açık değildir. İkincisi ve belki daha önemlisi, alacağı çeşitli formlarıyla parti temsil etme iddiasını yerine getiremez (ileride temsiliyet meselesine daha ayrıntılı bir şekilde döneceğiz). Seçimlere katılan ilerici partiler, gerek muhalefet ederken gerekse iktidardayken taktiksel açıdan olumlu etkiler bırakabilirler fakat hareketlerin yerini alan unsurlar olarak değil onları tamamlayan yapılar olarak bu mümkündür. Hareketlerin zayıf olmasından ve seçim yoluyla gerçekleşecek reformların illüzyonundan ötürü, modern öncü partinin cesedini ve geçmişteki kurtuluş hareketlerinin karizmatik figürlerini yeniden diriltmemiz, çürüyen önderlik yapılarına arka çıkmamız gerektiğini söyleyenlerle asla aynı fikirde değiliz. Bizler de kendimizi bunca partiye hayat vermiş modern devrimci ve kurtuluş geleneklerinin parçası olarak görmekteyiz fakat ölülerin ruhunu çağırmak bugün öncü partisine yeniden hayat nefesi üflemeyecektir. Dahası bu mümkün olsa bile bizim açımızdan arzulanır bir şey de değildir. Bırakın ölüler ölüleri gömsün.
Tarihsel Bir Kaymanın Semptomları Olarak Öndersiz Hareketler
Önderlik sorunuyla yüzleşmek için ilk olarak bugün hareketlerde önderlerin olmayışının ne tesadüfi ne de birbirinden yalıtılmış münferit hadiseler olduğunu görmemiz gerek. Hiyerarşik yapılar hareketlerin içinde hem temsil krizinin hem de demokrasiye duyulan derin özlemin bir işlevi olarak alaşağı edilmiş ve dağıtılmıştır. Günümüzün önderlik sorunu aslında, hâlâ sürmekte olan büyük bir tarihsel dönüşümün semptomudur: Modern örgütsel formlar yok edilmiştir ve yerini alacak uygun formlar henüz icat edilmemiştir. Bu sürecin nihayete erişine tanıklık etmemiz gerek fakat neticede bunu yapmak için analizlerimizi yaşanan toplumsal ve ekonomik kaymaları sorgulamak üzere politik alanın ötesine taşımak zorundayız. Ancak şimdilik politik alana ve politik örgütlenmenin zorluklarına odaklanalım.[5]
Tüm önderler nereye gittiler şeklinde yöneltilmiş soruya verilecek basit yanıtlardan biri, ya hapse atıldıkları ya da toprağın altına gömüldükleridir. Hâkim iktidarlar ve gerici güçler (çoğu zaman Solun kurumsal partileriyle işbirliği içinde) devrimci önderleri sistemli bir şekilde hapislere tıkmış ve katletmişlerdir. Her ülkenin yenik düşmüş kahramanlardan ve şehitlerden oluşan kendisine has bir panteonu vardır: Rosa Luxemburg, Antonio Gramsci, Che Guevara, Nelson Mandela, Fred Hampton, İbrahim Kaypakkaya. Pekâlâ kendi listenizi de çıkarabilirsiniz. Hedef gözeterek yapılan cinayetlerle politik tutukluluk en belirgin araçlar olsalar da, bunlar kadar görünür olmasa da çok daha etkili olan bir dolu başka baskı aracından da sürekli faydalanılmaktadır: Protestoyu suç hâline getiren önlemlerden, olağandışı hükümlere ve Guantanamo tarzı hapishanelere varıncaya kadar özel hukuki işkence türleri; içinde karşı enformasyon programlarının, gizli ajanlarca yapılan provokasyonların ve potansiyel eylemcileri illegal eylemlere çekerek tuzaklar kurmanın da dahil olduğu örtük operasyonlar; sansür veya yanlış bilgi yaymak, ideolojik kafa karışıklığına sebep vermek veya toplumsal-politik sorunları bir tarz, moda veya görenek meselesine indirgeyerek olayları çarpıtmak için hâkim medya araçlarının kullanılması; liderlerin seçilmelerini sağlamak için şöhretli insanlara dönüştürülmesi ve daha niceleri.[6] Ayrıca bu baskı araçlarının geride bıraktığı ikincil hasarları, sadece “yanlışlıkla” bombalanan veya hapse atılanları değil, hapse atılanların çocuklarını, allak bullak olan toplulukları ve genelleşen korku atmosferini de unutmamak gerek. Hâkim güçler bu tür hasarları hedeflerine ulaşmak için ödenecek kabul edilebilir maliyetler olarak görmektedir. Tüm kontrgerilla [isyan karşıtı] kılavuz, bu veya öteki şekillerde devrimci liderlerin yok edilmesinin önemini vaaz etmektedir: Başını kesin ki vücut da ölsün.
Kimse bu baskı formlarının etkilerini ve bıraktığı hasarları hafife almamalıdır ancak kendi başlarına toplumsal hareketlerde önderliğin geri çekilmesiyle ilgili söyledikleri şeyler çok azdır. Neticede devrimcilerin ve kurtuluş hareketlerine önderlik edenlerin baskı altına alınması ve hedef gösterilmesi yeni bir hadise değildir. Aslında bu tür dışsal sebeplere odaklanmak, hareketlerin evrimi hakkında zayıf bir fikir vermektedir çünkü değişimin esas motoru hareketin içindedir. Aynı soruya (tüm önderler nereye gittiler) verilecek daha sağlam yanıt, otoriterlik karşıtlığını ve demokrasiyi kurucu temelleri olarak benimsemiş hareketlerin içinde önderlerin sürekli eleştiriye tutulması ve alaşağı edilmesidir. Hedef herkesin bilincini ve yetkinliğini artırmak, böylece tüm topluluğun eşit bir şekilde konuşabilmesini ve politik kararlara katılmasını sağlamaktır. Nitekim bu tür girişimlere çoğu kez, önderlik iddiası taşıyan kişilerin zayıflatılması eşlik eder.
Bu silsile içindeki güçlü anlardan biri (hâlâ dünya genelinde eylemciler için büyük anlam taşımaktadır) 1960’ların sonunda ve 1970’lerin başlarında hareketlerin içinde demokrasiyi ileriye taşıma amacıyla birden çok feminist örgütün çabalarıyla inşa edilmiştir. Örneğin bilincin yükseltilmesine dönük pratikler ve toplantılarda herkesin konuştuğundan emin olmak, herkesin politik sürece katılımını artırmaya ve kararların sürece dahil olmuş herkesçe alınmasını mümkün kılmaya yarar. Feminist örgütler ayrıca üyelerin temsilci veya önder konumuna gelmelerini önlemek amacıyla kurallar koymuştu. Örneğin kimse grubun izni olmadan basınla konuşamazdı. Grubun önderi veya temsilcisi olarak atanmış kişi, hareket içinde zorla kazanılmış demokratik kazanımları, eşitliği ve güçlenmeyi baltalayacaktı. Biri kendisini ortaya attığında yahut önder veya sözcü olarak görevlendirilmeyi kabul ettiğinde, “hırpalanmaya” yani çok sert bir eleştiri ve yalıtılma sürecine maruz kalırdı. Ancak bu pratiklerin arkasında otoriterlik karşıtı bir ruh, daha önemlisi demokrasiyi yaratma arzusu vardı. 1960’ların ve 70’lerin feminist hareketleri, çağımızın toplumsal hareketleri içinde genelleşecek demokratik pratiklerin oluşturulması ve geliştirilmesinde muazzam birer aracı olmuşlardı.[7]
Bu demokratik pratikler ve temsiliyet olgusuna yöneltilen eleştiriler, 1960’lar ve 70’lerdeki diğer toplumsal hareketlere de yayıldı. Bu hareketler sadece erkek yasa koyucuların kadınların çıkarını temsil etme iddialarına, Beyazlara ait iktidarın Siyahi insanları temsil etme iddialarına karşı çıkmakla kalmayıp, harekete öncülük edenlerin kendi örgütlerini temsil etme iddialarını da reddettiler. Hareketlerin parçası olan birçok unsurda, katılım temsiliyetin panzehiri, katılımcı demokrasi de merkezî önderliğin alternatifi olarak savunulmaktaydı.[8]
Bugün önderliğin zayıflamasından yakınanlar genellikle, özellikle de ABD bağlamında karşı örnek olarak Siyahi hareketlerin tarihine işaret etmektedirler. 1950’ler ve 60’lardaki sivil haklar hareketinin başarıları, önderlerinin ferasetine ve etkili tutumlarına atfedilir: Çoğunlukla listenin başında Güney Hıristiyan Önderlik Konferansı’na katılmış Siyahi ve erkek bir vaiz grubuyla Martin Luther King Jr. vardır. Aynı şey Malcolm X, Huey Newton, Stokely Carmichael (Kwame Ture) ve diğerleriyle Black Power (Siyah Güç) hareketi için de geçerlidir. Fakat Afrikalı Amerikalıların siyasi geçmişi içinde, en net ifadesini Siyahi feministlerin söyleminde bulmuş, önderlerin geleneksel olarak methedilmesine karşı çıkan küçük bir hat vardır. Erica Edwards şöyle yazmaktadır: “Karizmatik önderliğin politik bir dilek (yani ‘önderlerimiz yok’ diye yakınma) ve anlatısal-açıklayıcı bir mekanizma (yani Siyahilerin siyasi hayatını onların önderleri üzerinden anlatma) olarak olağan bir şeymiş gibi kullanılması politik açıdan tehlikeli olduğu gibi tarihsel açıdan doğruluktan da uzaktır.” “Karizmatik önderliğin şiddetine” ait üç temel biçimi tahlil eder: Geçmişi tahrif etmesi (diğer tarihsel aktörlerin etkisini gölgede bırakma veya susturma); hareketlerin kendisini çarpıtması (demokrasiyi imkânsızlaştıran otoriter yapılar inşa etme); ve heteronormatif erkeksiliği yani karizmatik önderlikte içkin olan düzenleyici bir cinsiyet ve cinsellik ideali.[9] Marcia Chatelain’in sözleriyse şöyledir: “Sivil haklar öyküsünün steril hâle getirilerek ve aşırı derecede sadeleştirilerek anlatılmasının en zararlı sonucu, birçok insanı toplumsal hareketlerin önkoşulu olarak bekâr, karizmatik erkek önderlerin gerekliliğine ikna etmiş olmasıdır.”[10] Hâkim tarihsel anlatıların ötesine baktığımız an, Siyahi Amerikalılar da dahil olmak üzere tüm modern kurtuluş hareketlerinde demokratik katılım formlarının ileri sürülüp sınandığını, bugün bunların norm hâline geldiğini görmemiz mümkündür.
ABD genelinde 2014’ten bu yana süregelen polis şiddetine karşı patlak vermiş kuvvetli protesto hareketlerinin koalisyonu olan Black Lives Matter (BLM: Siyahilerin Yaşamı Önemlidir, toplumsal hareketlerin önderlik karşısında geliştirdiği bağışıklık sisteminin ne kadar güçlendiğini gösteren net bir örnektir. BLM sıklıkla Siyahilerin geleneksel politik kurumlarındaki önderlik yapılarını ve disiplini tekrarlayamamakla eleştirilir fakat Frederick C. Harris’in açıkladığı gibi eylemciler bilinçli ve ikna edici bir tavır almışlardır: “Son elli yıldır Siyahilerin politikalarına hâkim olmuş karizmatik önderlik modelini reddetmektedirler ve bunu haklı gerekçelerle yapmaktadırlar.”[11] Onlara göre önceki kuşakların vaaz ettiği merkezî önderlik sadece antidemokratik değil yararsızdır. Bundan ötürü BLM eylemlerinde hiç karizmatik önder yoktur ve kimse hareket adına konuşmamaktadır. Bunun yerine DeRay Mckesson ve Patrisse Cullors gibi görece anonim destekçilerin oluşturduğu geniş bir ağ, sokaklarda ve sosyal medyada bağlantılar kurmakta, kimi zaman kolektif eylemin (Paolo Gerbaudo’nun terimiyle) “koreograflığını” yapmaktadır.[12] Elbette ağ içinde bazı farklılıklar vardır. Bazı eylemciler sadece düzenli ve merkezî önderliği değil kızgınlıklarını ve öfkelerini ifade etmeyi tercih ederek net politik hedefleri ve Juliet Hooker’ın tabiriyle “Siyahilere özgü saygınlığı” da reddetmektedirler.[13] Başkaları yatay örgütsel yapıları politik taleplerle birleştirme eğiliminde olup, en iyi örneği 2016’da kurulmuş Siyahi Yaşamları Hareketi adlı platformdur.[14] Bir diğer deyişle BLM’ye dahil olan ve etrafında hareket eden eylemciler demokratik örgütlenmeyi politik tesirle birleştirmeye dönük yeni yöntemler denemektedirler.
BLM eylemcileri arasında geleneksel önderlik yapılarına yöneltilen eleştiriler, cinsel tercih ve toplumsal cinsiyete dayalı hiyerarşileri reddetmeleriyle güçlü bir şekilde örtüşmektedir. Alicia Garza’nın iddiasıyla geçmiş dönemlerin hâkim örgütsel modelleri, “kız kardeşlerimiz, queer ve trans üyelerimiz veya engelliler arka planda kalan roller üstlenirken veya hiçbir rol üstlenmezken heteroseksüel [natrans] Siyahi erkekleri hareketin ön planında” tutmaktadır.[15] Buna karşılık BLM’de, kadınların merkezî örgütsel roller üstlenmesi özellikle eylemciler tarafından kabul gören bir şeydir (#BlackLivesMatter hashtaginin [etiketinin] üç kadın tarafından –Garza, Cullors ve Opal Tometi– yaratılmış olması sık sık örnek gösterilir). Önderlik açısından toplumsal cinsiyet ve cinsel tercihe dayanan niteliklerle ilgili geleneksel varsayımlar, hareketin içinde geliştirilen örgütlenme formlarını örtme eğilimindedir. Marcia Chatelain’in ifadeleri şöyledir: “Siyah kadınlar çoğu kez görünmez sayıldığından, kurtuluş davasıyla (çoğu queer olmak üzere) Siyahi kadınların becerilerini bir araya getiren bir hareketin öndersiz sayılması tesadüf değildir.”[16] BLM hareketi geçmişten gelen (kimi zaman derinlerde gömülü kalmış) demokratik eğilimleri bir araya toplayan yeni örgütsel formların deney sahalarından biridir. Ve günümüzün birçok başka hareketi gibi, yeni bir örgütsel modelden çok tarihsel bir kaymanın semptomunu gözler önüne sermektedir.
Bugün hareketlerde önderlerin yokluğundan yakınan insanların aynıları “halk aydınlarının” olmayışına da ağlamaktadırlar. Kimi zaman politik örgütlerde önderliği reddetmenin, hareketi temsil etmesi için akademisyenlerin veya aydınların kapılarını çalmakla örtüştüğünü unutmamamız gerekir. Bu meselenin en çarpıcı hâliyle gözler önüne serildiği yer, yeni toplumsal öznelerin “sahneye çıkıp” seslerini duyurduğu 1968 isyanlarıydı. O dönemin büyük ahlak kuramcılarından ve incelikli tarihçilerinden Michel de Certau haklı olarak bu prise de parole’nin (tam karşılığı “söz almak”) kendi başına bir devrim olduğuna vurgu yapmıştı ve kesinlikle doğru bir sözdü.[17] Ancak konuşma ediminin kendisi tek başına neyin söyleneceğine açıklık getirmez. Bundan dolayı üstü kapalı bir şekilde olsa da sürekli tanınan aydınlardan halkın politik aydınları, yani politik hatta işaret edecek aydınları olmaları istenmektedir. Fransa’da ve başka yerlerde Jean-Paul Sartre başat bir emsal olmuştur. Fakat 1960’ların sonlarında, bazı öğrenciler hareketi temsil etmeleri için profesörlerin kapılarını çaldıkça bu temsilcilerin ötekilerin sesini boğma gibi potansiyel bir tehdidin farkına varmışlardır. Örneğin Frankfurt’tan Jürgen Habermas örneğine bakalım. Hareketlere arka çıkmış ve Theodor Adorno’nun onlara yönelttiği dayanaksız eleştirilerle mücadele etmiştir fakat aynı zamanda onları bireyci bir ahlaka ve formel demokrasiye saygı duymaya davet edip dizginlemeye çalışarak hareketleri zayıflatmıştır.[18] Ancak eylemcilerin kendileri (bireyciliğe karşı) kolektif projelerini ve (hâkim partilerle devlet bürokrasisinin formel demokrasisine karşı) sömürülenlerin gerçeğiyle devrimin gerekliliğini ifade etmeye çalışmışlardır.
Entelektüellerin arasındaki en zeki olanlar bu dersi ciddiye almışlardır. Birer sözcü olarak hareketleri temsil etmek yerine onları destekledikleri zamanlarda, onlardan bir şeyler öğrenmeye veya onlar için yararlı bir rol üstlenmeye çalışmışlardır. Gilles Deleuze ve Michel Foucault bu aydınların iyi birer örneğidir; aynı Edward Said ve Gayatri Spivak’ın, Judith Butler ve Stuart Hall’un oldukları gibi. Aydınlar, en azından en iyileri çok temel bir ders almışlardır: Asla başkalarının adına konuşma. Hareketler bunun yerine bir kılavuz işlevi görmeli, aydınlara politik bir yön çizmelidir. Henüz 1960’ların başında Mario Tronti, tüm teorik bilgi pratik faaliyetlerin içinde gömülü olduğundan “parti aydınının” oynadığı rolün sona erdiğini iyi bir şekilde anlamıştı. Dolayısıyla artık halk aydınlarından kurtulalım! Bu elbette akademisyenler fildişi kulelerine kapansınlar veya anlaşılmaz jargonlarıyla yazılar yazsınlar demek değil. Aksine becerisi ve eğilimi olanlar hareketlerin içinden doğan teorik bilgi birikimiyle politik karar alma mekanizmalarının araştırılması, değerlendirilmesi ve bunlara katkı sağlanmasına dönük süreçlere kooperatif bir şekilde dahil olmalıdırlar.[19]
O halde günümüzün “önderlik sorununu” anlamak için atılması gereken ilk adım, politik şecerelerini yeniden yapılandırmaktır. Söylediğimiz üzere önderler, devlet ve sağcı güçlerin hukuki ve hukuki olmayan taktikleriyle uzun süre saldırıya uğramışlardır ama daha önemlisi hareketlerin içinden çıkmaları engellenmiştir. Hareketlerin içinde otorite ve dikey örgütlenme tarzına yöneltilen eleştiriler öyle genelleşmiştir ki önderlik hareketlerin hedefine aykırı bir şey olarak görülmektedir. Kurtuluş hareketleri artık önderler yaratamaz, hatta daha doğru ifadeyle hareketlerin otoriteye, antidemokratik yapılara, merkezî karar alma mekanizmalarına karşı çıkarken, temsiliyeti ve başkaları adına konuşma pratiğini eleştirmelerinden ötürü önderlik olgusuyla hareketler artık bağdaşamaz. Hareketler tabiri caizse kendi kafalarını kesmiş olup, başsız bir bedenin kendisini örgütleyip özerk bir şekilde hareket edebileceği varsayımıyla hareket etmektedirler. Önderliğin içsel eleştirisi bu sebeple bizi doğrudan örgütlenme sorunsalına götürmektedir.
Aslında kuralı kanıtlayan tek istisna şudur: Kurtuluş hareketlerinde önderler açığa çıktığında maske takmak zorundadırlar.[20] Yakın zamana dek Zapatistaların esas sesi olmuş maskeli subcomandante Marcos semboliktir. Maskesi Meksika polisiyle ordusunun onu teşhis etmesini engellemekle kalmamış, Zapatista topluluklarının demokrasisiyle muğlak bir ilişki sürdürmesini de sağlamıştır. Maske onun subcomandante olarak taşıdığı (geleneksel askerî unvanın altını oymuş) statüye işaret etmektedir ve “Marcos”un bir birey değil tüm ezilenlerin vekili olduğunda ısrar etmesini sağlamıştır: “Marcos San Francisco’da eşcinsel” diye başlar söze. “Güney Afrika’da bir siyah, Avrupa’da bir Asyalı, San Isidro’da bir Chicano, İspanya’da anarşist, İsrail’de Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir yerlidir.”[21] Beatriz (Paul) Preciado, Marcos’un maskesinde en radikal queer ve trans/transgender pratiklerle paralel kimliksizleşme edimi görür. “Zapatista, queer ve trans deneyimleri bizi, çoğunluğun bedenini devrimin kolektif failine dönüştürmek adına yüzleri ve isimleri şahsilikten çıkarmaya davet etmektedir.”[22] Fakat maske bile yeterli değildir. 25 Mayıs 2014’te Marcos şahsının her zaman hareket için bir hologram olduğunu ve artık var olmayacağını duyurdu.[23] Önderin maskesi bile yok olup gitmek zorundadır.
Günümüzün Sorunu
Önderlik sorununu mevcut koşullar altında değerlendirmemiz ve iki temel görevi dikkatle incelememiz gereklidir: Hiyerarşi olmadan örgütün nasıl inşa edileceği; ve merkezileşme olmadan kurumların nasıl yaratılacağı. Bu projelerin her ikisinde de, kalıcı bir politik çerçevenin illa toplumsal yaşamın üzerinde veya arkasında dikilen aşkın bir iktidara ihtiyaç duymadığını, yani politik örgütlenmeyle politik kurumların egemenliği şart koşmadığını söyleyen materyalist bir sezgi saklıdır.
Bu modernitenin politik mantığından sağlam bir kopuşa işaret etmektedir. Bugün modernitenin alacakaranlığında bu hakikatleri görmemizi sağlayan ışığın, modernizmin şafağında parlayan aydınlanmayı hatırlatması hiç de şaşırtıcı değildir. Örneğin 16. ve 17. yüzyıllarda Orta Avrupa’da içlerinde Johannes Althusius ve Baruch Spinoza’nın olduğu birkaç yazar alternatif bir politik tahayyül koyabilmek adına, İngiltere ve Fransa’da egemenlikle mutlakiyetçi devleti savunan Thomas Hobbes ve Jean Bodin gibi kuramcılara savaş açmıştı. Yüzyıllarca hükümdarlar ve hükmettikleri toplumsal sınıflar, yöneticiler ve yönetilenler birbirlerinin güçlerini sınadıkları meclislerde çatıştılar. İlk beyanlar ve anayasal belgeler, Sandro Chignola’nın açıkladığı gibi hükmedilenlerin gücünü kabul eden birer tasdik belgesiydiler. Onun sözleriyle, hükmedenler ve hükmedilenler geometrik anlamda (tek merkezli) bir daireden ziyade (iki merkez noktasının etrafında) bir elips oluşturmuşlardı: “Tarihsel olarak yönetilen toplumsal sınıflar, hükümdarları provoke eden, onları ayrıcalıklarıyla muafiyetlerini kabul eden yasal statüler ve belgeler hazırlamaya iten taraftı. Ve tam tersi hükümdarların o toplumsal sınıfları kışkırtan hareketleri, çıkardıkları zorluklarla baş etme ve aksi halde bastırılması imkânsız direnişlerini yönetme gayretleri, bu elipsin çizgilerinin oluşmasına yardımcı olmuş unsurdu.”[24] Elbette arzumuz, premodern Avrupa’nın politik düzenlemelerine dönmek değildir fakat bu mücadelelerin içinden çıkarılacak bazı gerçekler bugün bize hâlâ yardımcı olabilir. Evet, modern egemenliği tekrarlayan her tür önderliğe direnmemiz gerekir ama aynı zamanda birçok kişinin uzun yıllar önce bildiği bir şeyi yeniden keşfetmeliyiz: Egemenlik politik alanın tümünü belirlemez ve egemen olmayan örgütlenme formlarıyla kurumlar güçlü ve kalıcı olabilir.
Çeviri: Akın Emre Pilgir
DİPNOTLAR
[1]. Niccolô Machiavelli, The Prince, Çev. Peter Bonadella, Oxford University Press, 2005 [Prens, Çev. Timur Guda, Doğu Batı Yay., 2018], s. 24.
[2]. Karl Marx’ın Komüncülerin iki hatasıyla ilgili değerlendirmesi için bkz. The Civil War in France, International, 1998 [Fransa’da İç Savaş, Çev. Kenen Somer, Sol Yay., 1977], s. 50-51; “Letter to Kugelmann”, 12 Nisan 1871, The Civil War in France, s. 86. Lenin’in Komüncülerin hatalarıyla ilgili yorumu için bkz. The Civil War in France, s. 91-95. Çinlilerin Paris Komünü’yle ilgili yorumları ve Kültür Devrimi sırasında 1967 Şangay Komünü’ne verdiği ilham için bkz. Hongsheng Jiang, La commune de Shanghai et la commune de Paris, La fabrique, 2014.
[3]. Bkz. Marcello Musto, Der., Workers Unite!, Bloomsbury, 2014; Kristin Ross, Communal Luxury, Verso, 2015 [Ortak Lüks, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yay., 2016].
[4]. Jacques Ranciere, Hatred of Democracy, Çev. Steve Corcoran, Verso, 2014 [Demokrasi Nefreti, Çev. Utku Özmakas, İletişim Yay., 2014], s. 53.
[5]. Son yirmi-otuz yılda toplumsal hareketlerde önder figürünün tedrici bir şekilde reddi, anaakım kurumlarda yani iş çevrelerinde ve yöneticilik kültüründe, üniversitelerde, hâkim politik kültürde ve diğerlerinde gittikçe saplantılı bir şekilde onaylanan önderlikle ters ilişki içindedir. Bu süreç bir chiasmus’a [sözcük sırasının yer değiştirilerek yapılan deyişler] dönüşmektedir. 20. yüzyılın başlarında devrimci gelenek önderliğe odaklanmışken, burjuva ideolojisi ise merkezî önderliği lağveden bürokratik kurumsal formlar geliştirirken şimdi kutuplar yer değiştirmiş durumdadır. Ama aslında ileride göreceğimiz gibi, önderlik formları ile bu farklı bağlamlarda reddedilme biçimleri tamamen farklıdır.
[6]. Anaakım medyanın yıkıcı etkileri özel bir ilgiyi hak etmektedir. Medya liderler seçip onları şöhretli isimlere dönüştürdüğünde, bir hareket içinde rol oynamış Daniel Cohn-Bendit yahut Joschka Fischer gibi eylemciler hareketten koparılıp hâkim iktidar ilişkilerine eklemlenir. Gerçek bir önder olmadığında, iyi niyetli gazeteciler bile kendi kriterlerine göre bir lider yaratma zorunluluğu hissederler. Genelde hareketin parçası gibi görünen ve o şekilde konuşan biri olur bu. En akıllı eylemciler medyanın onlara yakıştırdığı önderlik payesini reddederler fakat hemen bunu yapmayanlar konuyla alakasız olurlar. Son yıllarda eylemcilerin bağımsız medyadan, sonrasındaysa sosyal medyadan faydalanması, yıkıcı medya aygıtından kaçınmaya veya onu kontrol etmeye dönük çabalara (kısmen başarılı olarak) hizmet etmiştir. Medyanın yıkıcı etkileri ve medyanın liderleri şöhretli isimlere dönüştürmesiyle ilgili olarak en temel kaynak hâlâ şu eserdir: Todd Gitlin, The Whole World Is Watching, University of California Press, 1980. Hareketlerle iç içe geçmiş alternatif medya araçlarının yaratılmasına dönük çabalar için, Todd Wolfson’un Philadelphia’daki deneyime odaklanarak Indymedia’nin gelişme sürecini ele aldığı analize bakınız: Digital Rebellion: The Birth of the Cyber Left, University of Illinois Press, 2014.
[7]. ABD’li feminist grupların demokratik örgütlenmesine ilişkin temsilî değerlendirmeler için bkz. Gainesville Women’s Liberation, “What We Do at Meetings”, Rosalyn Baxandall ve Linda Gordon, Der., Dear Sisters: Dispatches from the Women’s Liberation Movement, Basic Books, 2000, s. 70-72; Carol Hanisch, “The Liberal Takeover of Women’s Liberation”, Redstockings, Feminist Revolution, Random House, 1975, s. 163-167. Jo Freeman bir gazetecinin kendisini hareketin lideriymiş gibi resmetmesine izin verdikten sonra aldığı eleştirileri ve diğer feministlerce nasıl dışlandığını şurada anlatır: “Trashing: Ther Dark Side of Sisterhood”, Ms. Magazine, Nisan 1976, s. 49-51, 92-98. İtalya’da yaşanan bir deneyimin istisnai bir tarihsel değerlendirmesi için bkz. Milan Women’s Bookstore Collective, Sexual Difference, Der. Teresa De Lauretis, Indiana University Press, 1990 (özgün adı Non credere dia vere dei diritti, 1987); Milan Kolektifi ile ilgili şu analize bakılabilir: Linda Zerilli, The Abyss of Freedom, University of Chicago Press, 2005, s. 93-124. Fransa’da birbiriyle çatışan önderlik iddialarıyla ilgili bir değerlendirme için bkz. Christine Delphy, “Les origines du Mouvement de Liberation des Femmes en France”, Nouvelles questions feministes, no. 16-18, 1991, s. 137-148. Bu tür feminist deneyimler, örgütlenme pratikleri ve küreselleşmeyi değiştirme ve işgal hareketlerinde önderlerin oluşmasının engellenmesiyle ilgili olarak önemli referans kaynakları olup, belki anarşist gelenekten bile daha önemlidir.
[8]. ABD’de 1960’lar ve 70’lerdeki toplumsal hareketlerde temsiliyetin eleştirisi ve katılımın teşvikiyle ilgili geniş bir literatür vardır. İki mükemmel örneği için şunlara bkz. Francesca Polletta, Freedom Is an Endless Meeting, University of Chicago Press, 2002, özellikle s. 12-13; Tom Hayden, Der., Inspiring Pariticipatory Democracy, Paradigm, 2013.
[9]. Erica Edwards, Charisma, University of Minnesota Press, 2012, s. 12. Üç şiddet tipine ilişkin açıklamaları için bkz. s. 20-21.
[10]. Marcia Chatelain, “Women and Black Lives Matter: An Interview with Marcia Chatelain”, Dissent, Yaz 2015, s. 54-61, alıntılanan yer s. 60.
[11]. Frederick C. Harris, “The Next Civil Rights Movement?”, Dissent, Yaz 2015, s. 34-40, alıntı yapılan yer s. 36. Glen Ford da benzer bir iddiada bulunmaktadır: “This Ain’t Your Grandfather’s Civil Rights Movement”, http://blackagendereport.com/not_your_grandfather’s_movement. BLM ve NAACP arasındaki ilişki için bkz. Jamiles Lartey, “NAACP Considers Role alongside Black Lives Matter at Annual Convention”, Guardian, 18 Temmuz 2016, https://www.theguardian.com/world/2016/jul/18/naacp-convention-black-lives-matter-cincinnati.
[12]. Black Lives Matter’da sosyal medya eylemcilerinin rolüyle ilgili bir değerlendirme için bkz. Jay Caspan Kang, “Our Demand Is Simple: Stop Killing Us”, New York Times Magaizne, 4 Mayıs 2015, https://www.nytimes.com/2015/05/10/magaizne/our-demand-is-simple-stop-killing-us.html. Sosyal medya eylemcilerinin “koreograflık” rolü üzerine bkz. Paolo Gerbaudo, Tweets and Streets: Social Media and Contemporary Activism, Pluto Press, 2012.
[13]. Juliet Hooker, “Black Lives Matter and the Paradoxes of U.S. Black Politics: From Democratic Sacrifice to Democratic Repair”, Political Theory, 44:4, 2016, s. 448-469, alıntı yapılan yer s. 456.
[14]. Bkz. https://policy.m4bl.org.
[15]. Alicia Garza, “A Herstory of the #BlackLivesMatter Movement”, Feminist Wire, 7 Ekim 2014, https://www.thefeministwire.com/2014/10/blacklivesmatter-2/. Black Lives Matter ve siyahi kurtuluş hareketinin queer’laşması üzerine bkz. Cathy Cohen’in Kessler Ödülü konuşması, http://fireandink.org/not-the-civil-rights-movement/.
[16]. Chatelain, “Women and Black Lives Matter”, s. 60.
[17]. De Certeau’nun 1968 üzerine yazısı için bkz. The Capture of Speech and Other Political Writings, Çev. Tom Conley, University of Minnesota Press, 1997, s. 1-76.
[18]. Habermas’ın Demokratik Toplum Öğrencileri, Rudi Dutschke ve 1967-69 dönemindeki öğrenci eylemcilerle yaşadığı çatışmayı onun gözüyle aktaran bir değerlendirme için bkz. Matthew Specter, Habermas: An Intellectual Biography, Cambridge University Press, 2010 [Habermas: Entelektüel Bir Biyografi, Çev. İsmail Ilgar, İletişim Yay., 2012], s. 101-16.
[19]. “The function of the intellectual in the party is definitely over” (Mario Tronti, Operai e capitale, 4. baskı, DeriveApprodi, 2013, s. 111).
[20]. Anonymous’un deneyimleri çağdaş eylemcilik içinde maskenin rolüne ilişkin başka bir karmaşık örnektir. Bkz. Gabriella Coleman, Hacker, Hoaxer, Whistleblower, Spy: The Many Faces of Anonymous, Verso, 2014.
[21]. Subcomandante Marcos, Ejercito Zapatista de Liberacion Nacional (EZLN) communique 28 Mayıs 1994, yeniden baskısı Zapatistas! Documents of the New Mexican Revolution, Autonomedia, 1995, s. 310-311.
[22]. Beatriz Preciado, “Marcos Forever”, Liberation, 6 Haziran 2014. Benzer çizgilerle maskelerle yapılmış sanatsal bir deney için bkz. Zach Blas, “Facial Weaponization Suite”, http://www.zachblas.info/projects/facial-weaponization-suite/.
[23]. Subcomandante Marcos, “Entre la luz y la sombra”, Mayıs 2014, http://enlacezapatista.ezln.org.mx/2014/05/25/entre-la-luz-y-la-sombra/.
[24]. Sandro Chignola, “Che cos’ê un governo?”, http://www.euronomade.info/?p=4417. Chignola elips imgesini Werner Naf’ten ödünç alır.