“Önümüzde sürecin ana belirleyicisi toplumsal mücadelelerin kendisi olacak” (Bülent Forta ile Söyleşi)

MUTLU ARSLAN: Parti ve partileşme süreci 12 Mart sonrasında Türkiye solunun en önemli tartışma başlıklarından birisiydi. Bir biçimde 12 Mart öncesindeki örgütsel yapılardan ve cezaevi süreçlerinden devralınan bir tartışmanın bakiyesini taşıyordu. O dönemde kendisine parti adı veren çok sayıda örgüt vardı ama sizin de içinde bulunduğunuz Devrimci Gençlik-Devrimci Yol çizgisi parti ve partileşme sorununa farklı yaklaşıyordu. Devrimci Yol Bildirgesi de büyük oranda bu tartışma üzerine şekillenmişti. O dönemdeki tartışmaların zeminini ve sizin farklı yaklaşımınızın anlamını öğrenebilir miyiz?

BÜLENT FORTA: 1970’ler ülkemizde çok farklı koşulların yaşandığı bir dönemdi. 12 Eylül sonrasından farklı olduğu gibi, 12 Mart öncesinden de farklıydı. 12 Mart öncesinde THKP-C’nin kurulması bir anlamda içinden geldiği geleneğin partileşmesiydi. THKP-C pratiği içerisinde yer almış olan arkadaşların çok büyük bir bölümünün firar süreçlerinde ve sonrasında Kızıldere’de katledilmesi, geride kalan kadroların ise 1970’li yılların ortalarından itibaren başlayan ideolojik tartışmalar ve ayrışmalar yaşaması neticesinde THKP-C’nin bir ideolojik ve örgütsel bütünlüğü kalmadı. Bu çözülme 1974 sonrası dönemi etkileyen en önemli şeylerden birisi oldu. Hareketin içinden bir kısım insan THKP-C’nin doğrudan tekrar edilebilirliği üzerine politika geliştirirken, diğer bir kısım ise tamamıyla farklı bir yere yönelerek o günün Aydınlık çevresiyle ilişkilenmişlerdi. 1974’ten 1976’lara kadar uzanan bu ilk dönemde siyasetlerin, ideolojik karmaşa ve dağılma çerçevesi içerisinde, bir tür geçmişin mücadelesinin doğru kavranması veya inkarı üzerinden şekillendiğini görüyoruz.

Bu dönem Türkiye’de özellikle sivil faşistlerin saldırıları üzerinden gelişen ve ülkeyi küçük çaplı bir iç savaşa sürükleyen bir manzara vardı. Bu manzara içerisinde gençlik hareketi yeniden yükselişe geçti. Gençlik mücadelesinin içerisinde THKP-C çizgisine ya da Dev-Genç çizgisine ideolojik olarak yakın duran insanlar Türkiye’nin çeşitli yerlerinde hızla yeniden bir pratik faaliyet içerisine girmeye başladılar. Geniş kitleler içerisinde çalışırken de gençlik mücadelesi içerisinde en güçlü siyasi gruplardan biri haline geldiler.

1975-76 yılları arasındaki asıl mücadele pratiği gençlik mücadelesi şeklindeydi. Gençlik mücadelesinin önüne koymuş olduğu problem ise esas olarak bir partileşme problemi değildi henüz. Çünkü geçmişteki yani 1970 öncesindeki Dev-Genç’e yöneltilen eleştirilerden çok büyük bir bölümü, “kendisini parti yerine koyduğu” şeklindeydi. Biz ise o günün teorik tartışmaları içerisinde Dеv-Genç’in bir gençlik örgütü olduğunu ve dolayısıyla bu gençlik örgütünün bir parti yerine ikame edilemeyeceğini savunuyorduk. “Proletarya partisi” probleminin daha farklı kurgulanması gerektiği şeklinde bir ideolojik tutum içerisindeydik.

1975-76 yılları içerisinde Dev-Genç hareketi, Devrimci Gençlik dergisinin de ortaya çıkmasıyla beraber bir toparlanma süreci içerisine girdi. O dönemin iki temel sorunu vardı: Bir tanesi geçmişin inkarı üzerinden gelişen ideolojik saldırılar karşısında bir geçmiş savunusu; diğeri ise geçmişin olduğu gibi tekrar edilemeyeceği ve günün güncel problemi olan faşizme karşı aktif bir direnişin örgütlenmesi gerektiği meselesi. Ana tartışma başlıkları da bu iki konu etrafında odaklanıyordu. Bir kısım sol, faşizmin tırmanış içerisinde olduğu, dolayısıyla faşizmin tırmanışı karşısında sosyal demokrasi ile ittifak üzerinden bu tırmanışın engellenmesi şeklinde fikirler ifade ediyorlardı. Bizim içinde bulunduğumuz cenah ise faşizmin aslında Türkiye gibi ülkelerde yukarıdan aşağıya devlet eliyle örgütlenen ve dolayısıyla ülkemizde “sömürge tipi faşizm” olarak adlandırabileceğimiz bir devlet şekli olduğu üzerinde yoğunlaşıyordu. Dolayısıyla faşizme karşı mücadelenin de esas olarak ona karşı her düzlemde mücadele üzerinden gelişebileceği, mevcut iktidar mücadelesinin bir parçası olduğu şeklindeydi.

Parti meselesine gelecek olursak… Parti sorunu esas olarak dediğiniz gibi Bildirge’nin yayınlanması ile beraber tartışma gündemine gelen bir durumdur. Çünkü solda gerçekten bir “proletarya partisi” enflasyonu vardı. Aşağı yukarı herkes kendi grubunu proletaryanın öz örgütlü olarak ifade edip, diğerlerini partili mücadeleden kaçmakla, parti saflarında yer almamakla suçluyorlardı.

Türkiye solunun parti geleneği Mustafa Suphilerden bugüne kadar gelen bir gelenek. Kısa dönemleri bir kenara koyacak olursak büyük oranda da “yer altı” mücadelesinin ve “gizli örgütlenme”nin parçası olarak gündeme geliyor. TKP’nin yaşadığı süreç, dünya sosyalist hareketiyle kurmuş olduğu ilişki nedeniyle bir “Gizli TKP” fikrinin solda her zaman var olduğunu söyleyebiliriz. Bunun dışında Türkiye solunun partili mücadele konusundaki en önemli örneklerinden bir tanesi Türkiye İşçi Partisi’ydi. Türkiye İşçi Partisi, bir grup sendikacı ve aydın tarafından oluşturulduğu andan itibaren bir kitle partisi olma pratiğiyle Türkiye’nin o günkü politik mücadelelerinde önemli rol oynamış bir siyasi kümelenme olarak varlığını sürdürdü. Ama mücadelenin gelişmesi, faşist saldırıların artması, dünyada ve Türkiye de TİP’in temsil ettiği dünya görüşünün dışında, o sosyalizm anlayışına eleştirel bakan hareketlerin doğmasıyla birlikte bu durum değişti.

TİP sadece parlamenter sınırlara sıkışmış ve dolayısıyla Türkiye devrimci hareketinin ve dünyadaki sol yükselişin o günün koşullarında ihtiyaca cevap vermeyen bir yere doğru sürüklenmişti. Bu etkinliğin azalmasında bir diğer etkenin de Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizme bakış açısı ve Çekoslovakya’nın işgaliyle beraber Sovyetler karşısında eleştirel tavrı nedeniyle Mehmet Ali Aybar ve arkadaşlarının TİP’ten uzaklaşması olduğu söylenebilir. Bu süreçte gençlik hareketi içerisinde ortaya çıkmaya başlayan devrimci bir sol hareketin de TİP ile olan bağlarını koparmış olması, TİP’in konumunu ve etkinliğini tümüyle yerinden etti. Dolayısıyla 1975’lerde devrimci hareketin geçmişten almış olduğu miras esas olarak yasal bir siyasal parti olarak anlaşılmıyordu. Yani parlamenter bir siyasal partiden çok, gizli yapılanan ama en geniş kitle çalışması yapabilen bir siyasal parti anlayışı hakimdi.

Bu dönemde Devrimci Yol’u diğerlerinden ayıran en temel özellik şuydu: Devrimci Yol, partileşmeyi bir süreç olarak önüne koyuyordu. Kısıtlı, dar bir çevrenin kendini parti olarak ifade etmesi şeklinde değil, tam tersine kitle mücadeleleri içerisinde pişmiş, ona önderlik etme rolünü bizzat pratiğin içerisinde edinmiş, ideolojik teorik konularda ortak birliğe sahip olan bir parti tanımlıyordu. Bu da devrimci pratikle iç içe geçen bir süreçti.

Bu noktada, belki şimdi çok ileri sayılabilecek bir takım saptamaların da hakkını vermek lazım. Devrimci Yol dergilerindeki geçmiş değerlendirmelerinde, o güne kadar partiyi hep “monolitik” olarak tanımlayan, ideolojik birliği “herkesin aynı şeyi düşünmesi” olarak tanımlayan bir anlayıştan farklılaşıldığı gözlemlenebilir. Bu değerlendirmelerin içerisinde en önemli saptamalarda bir tanesi şuydu: Biliyorsunuz THKP-C hareketi içerisinde Mahir Çayan ve arkadaşlarıyla, Münir Ramazan ve Yusuf Küpeliler arasında bir ayrılık gündeme gelir. Devrimci Yol’un buna ilişkin değerlendirmesinde, parti içindeki farklı mücadele alanlarının farklı bakış açılarının gelişmesine imkan tanıyabileceği saptanır. Yani aynı parti içerisinde işçi çalışması içerisindeki bir militanın yaklaşımlarıyla, askeri kanattaki bir militanın yaklaşımları farklılıklar gösterebilir. Devrimci Yol, bu farklılıkları meşru kabul eder. Ama bunların bir ideolojik uyumunun olması gerektiğini, bu ideolojik uyum sağlanamazsa bunun bölünmelere yol açabileceğini de ifade eder. Yani bir nevi aslında daha sonra Türkiye ve dünya solunun çok tartıştığı bir “çoğulcu parti” anlayışının belki nüvelerini de bu anlayışta görebilmek mümkündür.

Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda ortaya çıkıyor ki, Devrimci Yol’un o dönemdeki en önemli özelliği, geleneksel ve revizyonist diye ifade edebileceğimiz parti anlayışları karşısında kendi özgün yolunun arayışı içerisinde olmasıdır. Çünkü Türkiye solunun aşağı yukarı bütün fraksiyonları, ya Bolşevik Partisi’nin kuru bir tekrarı ya da THKP-C’nin çarpıtılmış yorumuna dayalı bir parti zihniyeti geliştirmişlerdi. TİP geleneği de, 12 Mart sonrasındaki ikinci döneminde bir biçimde varlığını sürdürse de, günün aktüel politik düşünceleri ve kavgalarının dışında duran, dolayısıyla bütün o mücadele içerisinde dışarıdan bir sosyalizm propagandası yapmakla yetinen bir partiye dönüşmüştü. O haliyle de kitlesel mücadelelerin içinde kendini harmanlamayan bir parti görünümündeydi.

Bu noktada son olarak, Devrimci Yol’un partileşme sürecine ilişkin en temel özgünlüklerinden bir tanesi de, her pratik yükselişin arkasından bir politik görev tanımlaması ve bu politik görevin ortaya çıkarttığı kadroların yetkin bir örgütlenme içerisinde olması şeklinde tanımlayacağımız çalışma tarzıdır. Bu tarz, içinde bulunulan siyasi hareketin proletaryanın öncü örgütü olarak kendini konumlandırmasını hak etmesinin bir turnusolü olma işlevi de görmekteydi. Yani örgüte biçilen bu öncülük konumu ve rolü, kendiliğinden ilan edilecek bir şey değil, tam tersine, mevcut siyasi pratik ve ideolojik-teorik olgunlaşma ile elde edilebilecek bir özellik olarak görülmekteydi.

MUTLU ARSLAN: Peki, Bildirge’nin yayınlanmasından ve Devrimci Yol dergisinin çıkışından sonra hızla gelişen siyasal mücadele ve hızla kitleselleşen örgüt içerisinde partileşme sürecine ilişkin iradi, somut adımlar atıldı mı?

BÜLENT FORTA: Bizim kullandığımız “partileşme süreci” lafı çok fazlasıyla eleştirilmiştir Türkiye solunda. “Amma bitmez süreçmiş bu”, “partileşme süreci bir türlü tamamlanamadı” gibilerinden… Öte yandan 12 Eylül Darbesi karşısındaki yenilgi, kendi örgütlenmesini bir proletarya partisi düzeyine sıçratamamanın getirdiği bir yenilgidir aynı zamanda. Bu sürecin tamamlanamamışlığının kanıtıdır bir nevi… Bu süreç tamamlanabilmiş olsa belki de bambaşka bir tarih ortaya çıkacaktı. Dolayısıyla tamamlanamamış partileşme süreci, Devrimci Yol’un kendi gerçekliği ile kurduğu doğru bir ilişkinin de göstergesi olarak değerlendirilebilir. Yani kendini abartmayan, kendini proletaryanın öncü seviyesine yükseltmeyen, her yerde mücadele örgütlemeye çalışan ama bu mücadeledeki örgütlülüğünün henüz istediği olgunluğa erişmediğini ifade eden bir anlayıştır.

Öte yandan bu durumu bir kabullenmişlik olarak da görmemek gerekir. Örgütün zaman zaman yaptığı kendi iç değerlendirmelerinde böyle bir partinin nasıl yaratılacağına dair önemli tartışmalar da yapılır ve bunu yaratma doğrultusunda iradi adımlar atılır. Bunlardan bir tanesi, o dönemdeki yoğun kitleselleşme süreçleri sırasındaki örgütsel zaaflarımızı dile getirdiğimiz “Örgütsel Sorunlar ve Çalışma Tarzımızdaki Bazı Hatalı Eğilimler Üzerine” (Mayıs 1978) başlığıyla çıkan broşürdü. Pembe Broşür olarak adlandırılan bu yayında örgütsel yapıdaki zaafları nasıl gidereceğimize, zaafların nerelerde oluştuğuna dair yapılmış tespitler ve yönlendirmeler bulunuyordu.

Darbe’nin hemen öncesindeki dönemde yayınlanan “Devrimciler Ne İçin Savaşıyor?” (Ağustos 1980) broşürü de bu doğrultuda atılan adımlardan bir diğeri olarak değerlendirilebilir. Bu broşür bir nevi, parti programının öncülü, ön taslağı gibidir. Bugün de okuduğunuz zaman bunu çok net olarak görebiliriz. Bu anlamıyla partileşme sürecinin bir ideolojik olgunlaşması olarak değerlendirilebilir.

Bu iki adım aslında Devrimci Yol’un bu partileşme sürecini öyle ucu açık bir süreç olarak görmediğini, tam tersine bu yolda belli bir merhale kat ettiğini göstermektedir. Dolayısıyla eğer 1980 darbesi öncesinde bu süreç bütün yönleriyle tamamlanabilseydi belki şimdi bambaşka bir şeyden konuşuyor olabilecektik.

MUTLU ARSLAN: Devrimci Yol’u kendi dönemindeki diğer örgütlenmelerden ayıran temel farklardan birisi de Türkiye siyasetinin aktüel sorunlarıyla çok yakın ilişki kurmasıydı. Siyasal programını uzak bir gelecek zaman kipi içinde değil, o dönemin gündelik sorunları içinde kurguluyordu. Bu aktüellik sadece faşizme karşı mücadeleyle sınırlı da değil üstelik, mecliste çıkan yasalar, başbakanın konuşmaları ya da seçim boykotu gibi meseleler Devrimci Yol’un siyasetinin merkezine oturabiliyordu. Bu anlamıyla bir tür siyasi parti davranışı gösteriyordu aslında. O dönemde yasal bir kitle partisi kurma fikri gündeme geldi mi hiç?

BÜLENT FORTA: Devrimci Yol, o dönemin mücadele gereklerini yerine getirebilecek yapılar yaratmış bir örgüt olduğu gibi, aynı zamanda kendini tek bir mücadele biçimiyle sınırlamayan da bir örgüttü. “En geniş kitle çalışması içinde en dar kadro çalışması” ifadesiyle özetlenen bir anlayışla o dönemdeki bütün demokratik kitle örgütleri içinde etkili olmayı bir çalışma zihniyeti olarak görüyordu. 1980’e gelindiğinde, Türkiye’nin bir askeri darbeye gittiğini görüp bunun karşısında en geniş cephenin örülmesi doğrultusunda bir fikir geliştirilmişti. Bu fikir doğrultusunda ilk olarak, o günün koşullarında çok ileri bir adım olan, bir günlük gazete çıkartılması iddiası Demokrat Gazetesi’yle hayata geçirilmiştir. İkincisi ise, yine o gün için çok ileri bir adım olan, (Devrimci Yol’un kendi varlığını ve mücadelesinin sürdürmesi kaydıyla) bir yasal siyasi partinin kurulması tartışmalarını da kendi bünyesinde yürütmüştür. Yasal parti tartışması kamuoyuna yansımayan, çok dar bir kadro etrafında yapılan bir tartışma olarak kalmıştır.

Esas olarak bu adımlar atılırken Devrimci Yol’un tespit ettiği şey şudur: Türkiye bir askeri darbeye sürükleniyor. Sıkıyönetimin devreye girmesi, ordunun devreye girmesi, giderek savaşın derinleşmesi ve tüm bunlara rağmen devrimci hareketlerin yükselişinin bastırılamamış olması ülkeyi bir darbe ortamına doğru sürüklüyor. Bu darbe ortamın kitle siyaseti zeminini sürdürmek ve genişletmek için de iki tane temel adım atılıyor: Bunlardan bir tanesi Cumhuriyet Gazetesi boykotu ile beraber ortaya çıkan Demokrat Gazetesi’nin yayın hayatına başlaması; ikincisi de seçim boykotu ile -bugün hala model olarak gördüğümüz- Fatsa fikrinin ve pratiğinin yaratılması. Bu adımların devamı belki de bir yasal siyasi partiyle tamamlanabilirdi.

Dolayısıyla nasıl ki Devrimci Yol, “direniş komiteleri”, “partileşme süreci”, “işyeri komiteleri”, “Fatsa”, “ODTÜ-ÖTK”, Yeraltı Maden İş” gibi Türkiye’deki bir sürü siyasi harekete göre özgün yanları çok fazla olan bir dizi örneğe sahipse, partileşme ve parti konusunda da özgün bir anlayışa sahipti. Klasik Leninist öncü parti fikrinden daha çok, -Lenin’in fikirlerini inkar etmeksizin- kendi Leninizm yorumundan ve THKP-C’yi de aşan kendi pratiğinden çıkan bir parti anlayışı ortaya koymuştur. Ne ideolojik teorik boyutlarıyla, ne pratik boyutlarıyla bunun tamamlanmış süreç olmadığı çok net. Ama Devrimci Yol’un bütün yazılarında ve bütün pratiğinde parti sorununa yaklaşımda bu farklılığı çok net olarak görebilmek mümkün.

MUTLU ARSLAN: Parti tartışması farklı biçimiyle de olsa 12 Eylül sonrasında da Devrimci Yol kadrolarının önemli gündemlerinden birisi olmaya devam etti. Cezaevi süreci sonrasında yürütülen Tartışma Süreci’nin tartışmalar yaratan meşhur sonuçlarından bir tanesi de “kitle partisi” kurulmasıydı. Bu sonuç tartışma sürecinden ayrılan kesimler açısından da en önemli gerekçe olarak kullanıldı. “Devrimci hareketin bir kitle partisi aracılığıyla yaratılamayacağı” şeklinde eleştirileri vardı. Tartışma Süreci’nde “kitle partisi”, “yasallık”, “devrimci hareket” ve “örgüt” kavramları etrafındaki tartışmalar nasıl şekillendi, nasıl oldu da mesele bir ayrılık gerekçesi haline geldi?

BÜLENT FORTA: O dönemdeki, yani 90’lı yılların başındaki tartışmaların 12 Eylül öncesinden çok temel bir farklılığı vardı. O da, sosyalizmin dünya çapında bir krize sürüklenmesi bunun sonucunda da sosyalist ülkelerin birbiri ardına çökmesi… Biz her ne kadar daha öncesinde başta Sovyetler Birliği olmak üzere reel sosyalizm pratiklerine eleştiriler yöneltmiş olsak da bu durum pek çok şeyi değiştirdi.

Devrimci Yol kadrolarının cezaevinden çıktıktan sonra içine girdikleri ortam, sosyalizm fikrine inancın ciddi biçimde zayıfladığı, sosyalist ülkelerin arka arkaya yıkıldığı, kapitalizmin artık dünyada varlığını sürdürecek yegane toplumsal formasyon olduğu görüşünün egemen olduğu bir yerdi. Fukuyama’nın o dönemdeki meşhur “Tarihin Sonu” tezinde ifadesini bulan “liberal demokrasi ve özgürlükler çağına girildiği” yönündeki yaklaşımlar ve bütün bunları kapsayan post-modern ideoloji solu da etkilemişti. Özellikle TKP’nin tasfiyesi sırasında Haydar Kutlu’nun (Nabi Yağcı) dile getirdiği bir tür ultra-liberalizm düşüncesi tüm solu etkiliyordu. Yine o dönemde çeşitli dergiler vasıtasıyla geçmişte sola ait olan bütün değerlerin liberalize edildiği, bireyciliğin kutsandığı bir ideolojik çöküntü ortamı vardı.

Dolayısıyla tartışma süreci de esas olarak ideolojik teorik sorunların anahtar problem haline dönüştüğü tespitinden hareketle, sınırları kısıtlı örgütsel çözümler ve biçimler tartışmaktansa o dönemde bütün bir ağırlığıyla ortada duran bu cenazenin nasıl yeniden canlandırılabileceğine dair bir çözüm arayışı olarak gündeme geldi. Bu anlamıyla sadece bir yasal parti veya kitle partisi tartışmasının ötesinde anlamları vardı. Bana göre, öyle bir ortamda bir siyasal hareketin yapması gereken en önemli şeylerden bir tanesiydi. Bütünüyle dünyanın farklı bir yere gittiği, solun meşruiyetinin ortadan kalktığı bir yerde onu yeniden meşru ve kabul edilebilir bir zeminde kurma görevi olarak gördüm bu süreci.

Tartışma Süreci’nin esas meselesi, sosyalizm fikrinin kitlelerde nasıl yeniden karşılık bulabileceğine, sosyalizm fikrini nasıl yeniden bir örgütsel güç haline dönüştürebileceğimize ilişkin bir teorik çözümlemeydi. O dönemde sola ve kitlelere egemen hale gelen liberal fikirler karşısında nasıl bir fikri barikat kurulabileceği ve bunun hangi örgütsel biçimlerle yapılabileceği tartışmasıydı. Türkiye solunun ortak mücadele çizgisine nasıl gelebileceği konusunda arayışları da içeriyordu. Bir vakıf, bir parti, ideolojik mücadelelerin yürütüleceği bir zeminin kurulması yolunda fikirler gelişti.

Ne yazık ki biraz da o liberal dalganın getirmiş olduğu kafa karışıklığı içerisinde bütün süreç “Devrimci Yol hareketinin içerisinde bir siyasal parti olur mu olmaz mı” tartışmasına indirildi. Baktığınız zaman bu indirgemenin çok skolastik bir tartışma olduğunu fark ediyorsunuz hemen. Parti sonuç olarak bir araç. Bu aracın hangi dönemin koşullarında nasıl olabileceği çok değişik şekiller altında gündeme gelebilir. İşte Rusya’da Bolşevik Partisi’ni düşünün, bir dönem legal partidir, bir dönem illegaliteye çekilir, sonrasında yeniden legal partiye dönüşür. Bu durum aşağı yukarı bütün dünya sosyalist hareketlerinin yaşamış olduğu dönüşümlerdir. Yani bir “illegalite” fetişizmini ya da “gizli bir parti yaparsan daha devrimci olursun” diye bir çıkarımı pek de böyle Marksizmin, Leninizmin literatürüyle açıklayabilmek mümkün değil. Buradan baktığınızda o dönemdeki bu türden değerlendirmelerin teorik faktörlerden çok psikolojik faktörlere bağlı olduğunu söylemek mümkün.

Bugünden geriye dönüp baktığımız zaman gönül isterdi ki Devrimci Yol’un politika yapan bütün kesimleri böyle bir parti sürecine hep beraber gelebilsinler. Bu durum bir ayrışmaya yol açmasın… Ama o gün “yasal kitle partisi fikrinin doğru olmadığını”, “bunun bir tür likiditasyon anlamına geleceğini” söyleyen arkadaşların izlediği yolu göz önünde bulundurduğunuzda, içinde bulundukları Halkevi tarzı yapıları ve bugün yürüttükleri parti tartışmalarını gördüğünüzde, bu ayrışmanın ve aradan geçen 25 yıllık zamanın bir kayıp olduğunu söylemek mümkün.

Bugünden bakarak o dönemdeki kimseyi suçlamak istemem ama o tartışmanın layıkıyla yapılabildiği kanısında değilim. Eğer layıkıyla yapılabilmiş olsaydı, hem ÖDP’nin çoğulculuk deneyimleri, hem ÖDP içerisinde geliştirilmeye çalışılan parti fikri, hem de o parti fikrinin bizi taşıyabileceği zemin bugün solun çok daha farklı bir noktada olmasına sağlayabilirdi diye düşünüyorum. Örneğin Kürt Hareketi’ni ele alalım: Kürt Ulusal Hareketi’nin bir ayağı dağda dolaşan silahlı örgütlenme, bir ayağı ulusal kültür merkezi, bir ayağı siyasal parti, bir ayağı kadın örgütlenmesi vs. Yani bir baktığınız zaman bütün olarak her siyasal hareket kendi varlığını, koşullara uygun örgütlenme anlayışı çerçevesi içerisinde, çok çeşitli formlar altında devam ettirmek durumunda ve bunların birbirini dışlaması gerekmiyor.

Maalesef Türkiye solu o dönemde biraz da çifte yenilginin, kendi toplumsal köklerini yeniden kuramamanın getirdiği psikolojik bir bakış açısıyla bu görüşleri tartıştı. Dolayısıyla bütünlüklü bir fikri ve örgütsel tavır gösterilemedi. Ama hayat devam ediyor. Bugün de Türkiye solunda çeşitli siyasi partiler var. Bu partiler, siyasi parti olarak varlıklarını sürdürdükleri kadar, onun sınırlarını aşan politik iddiaları da taşıyorlar. Örneğin benim de içinde yer aldığım Sol Parti bir siyasi parti olduğu kadar, aynı zamanda Türkiye’de etkili olan kamu çalışanları hareketinin, kadın hareketinin, bütün diğer toplumsal hareketlerin mücadele enerjisini ve mücadele taleplerini içeren de bir mücadele örgütüdür. Bir toplumsal hareket ne kadar gelişkin olacaksa, onun örgütlenme formlarından olan parti de o kadar gelişkin hale dönüşecektir. Dolayısıyla devrimci hareketlerin partilerini yasada yer aldığı biçimiyle bürokratik yapılardan, merkez organlarından ibaret olarak algılamamak, onu aşan yapılar olarak düşünmek gerekiyor.

MUTLU ARSLAN: ÖDP, 1980 sonrasındaki ilk sosyalist parti deneyimi değil aslında. Öncesinde, 90’lı yılların başında Sosyalist Birlik Partisi, Birleşik Sol Parti gibi partiler kurulmuştu. Fakat ÖDP’nin kuruluşu hepsini aşan bir etki yarattı. Bunu neye bağlıyorsunuz, sadece Devrimci Yolcuların da işin içine girmiş olması mıydı bu etkiyi yaratan, yoksa sosyalistlerin kitle partisi anlayışında bir dönüşüm mü yaşandı ÖDP ile birlikte?

BÜLENT FORTA: 90’lı yılların başındaki o sürecin gelişimini sadece Devrimci Yol üzerinden değerlendirmemek gerekiyor. Kuruçeşme Toplantıları, Birleşik Sosyalist Parti’nin ortaya çıkışı, TKP’nin kendini bir kenara bırakmasından sonra mücadeleyi devam ettirmek isteyen arkadaşların kurdukları girişimler de o dönemde Türkiye solu adına ortaya çıkan değerli birikimlerdi. Devrimci Yol bütün o süreçlerin dışında kalmıştı. Diğerleri de Türkiye solunun ana gövdelerinden birisi olan Devrimci Yol’un bu sürecin parçası olmasının hem moral hem yaygınlık açısından ciddi bir katkısı olacağını düşünüyorlardı.

ÖDP’nin kurulduğu dönem, aynı zamanda toplumsal hareketlerin de etkili olduğu, bir kısım işçi sendikasının gücünü koruduğu, kamu çalışanları hareketinin yükselişe geçtiği, gençlik hareketinin gerilemiş olmasına rağmen kendi yapısını ortaya çıkartabildiği bir dönemdi. Bunların yanı sıra Devrimci Yol olarak bizim partideki diğer yapılardan farklı olarak taşrada yaygın ilişkilerimiz de vardı. Bu yaygın devrimci halk hareketinin bu süreçlere girmesi bir anda ülke çapında etki yarattı. Bütün bunların bir araya gelişi daha önce benzerini görmediğimiz umut verici bir şeye dönüştü.

Bu bir araya gelme iradesine rağmen, ÖDP’de yaşadığımız kuruluş sürecinde gördük ki, Devrimci Yolcular olarak bizim kümelenmemizdeki sosyalizme ve dünyaya bakışla, partili geleneklerden gelen arkadaşların bakışları arasında ciddi farklılıklar vardı. Peki, bu farklılıklar giderilemez miydi? Elbette daha gelişkin bir pratiği birlikte yürütseydik, giderilebilecek ya da kendi çoğulculuğu içinde sürdürülebilir bir birliktelik olabilirdi.

ÖDP’de çok ciddi iç tartışmalar yaşandı. “Çoğulculuk anlayışı”, “kadın kotası”, “sosyalizm tartışması”, “parti-hareket ilişkisi” gibi tartışmalar ideolojik zenginleşmeye katkı yaptığı kadar, parti içindeki saflaşmaların belirginleşmesine de yol açtı. O dönemde Türkiye’nin iki temel tartışması olan “Kürt Sorunu” ve “Laiklik” meseleleri ÖDP’nin kaderini belirledi. Bu iki büyük mesele solu olduğu kadar bütün toplumu kapsayan ve büyük güçlerin aktüel çatışma alanı olan konulardı. ÖDP kendine özgü politik tavrı ve siyaset yapma tarzıyla bunlara dahil olmaya çalışıyordu. Bu çaba içerisinde 28 Şubat’taki tutumu, bir dakika karanlık eylemindeki öncü rolü, Cumartesi Anneleri’nin eylemlerinde ÖDP’li arkadaşlarına öncü rolü ve kitle mücadelelerinde yürüttüğü tarz ÖDP’nin kendine özgü siyaset yapma biçimini şekillendirdi. ÖDP’liler aşağı yukarı her yerde varken, ÖDP’nin bu eylemlere yukardan damga vuran bir tarzı reddetmesi bir siyaset biçimi olarak kendine özgüydü.

Türkiye’nin o günkü koşulları içinde soldaki liberalleşme eğilimini henüz ideolojik olarak püskürtememiş olması, ülkede ciddi bir milliyetçi dalganın ortaya çıkması ve medyada yaratılan havanın çok gerisinde bir oy oranında kalması zamanla partiden bazı geri çekilmelere yol açtı. Bu geri çekilmeyi hızlandıran ve dağılmayı kaçınılmaz hale getiren en önemli şeylerden biri de bence şuydu: ÖDP öncesi kendi siyasal varlıklarını sürdüremeyen bir sürü siyasal küme, ÖDP’nin yarattığı canlı ortamda yeniden kendilerini ihya etmenin de fırsatını bulmuş oldular. Bu grupçu anlayışın kendi varlık meselelerini, sosyalist mücadelenin ve Türkiye’deki aktüel çatışmaların önüne koymaları, ÖDP’de dağılmayı kaçınılmaz kıldı.

Parti içi hayatın belirleyicisi haline gelen grupların siyaset tarzı arasındaki farklılığı bir yana koyacak olursak eğer, Türkiye’nin iki büyük temel problemi “Kürt Sorunu” ve “Laiklik” meselesi konularındaki tartışmaları ve saflaşmaları aşabilen bir siyasal hat ortaya koyamadığı için ÖDP bölünmelere, ayrışmalara sahne oldu. ÖDP içinde kendini yeniden inşa eden yapılar, yeniden kendi hareketleri içerisine döndü. Bu ayrışmanın en son parçalarından birisi de, parti içindeki Avrupa Birliği yanlılarından oluşuyordu. Bu kümenin etkisiyle ÖDP’nin ciddi bir liberalizasyon dalgasına maruz bırakıldığı süreçler de yaşandı. Ama partinin ana omurgası bu güçlü saldırıya karşı durdu. Bu kümenin ciddi bir bölümü daha sonra zaten “yetmez ama evetçi” oldu.

MUTLU ARSLAN: “Birlik Partisi” olma kimliği belki de kendi isteğine rağmen ÖDP’ye yapışıp kaldı. Parti içindeki gruplar da bu tanımlamayı besleyecek biçimde kendi grup aidiyetlerini muhafaza etmeyi sürdürdü. Başlangıçta zenginlik olarak olumlanan bu yapı, sizin de ifade ettiğiniz gibi bir aşamadan itibaren partinin en büyük zaafı haline geldi. ÖDP içinde yan yana duramayan, birbiriyle ideolojik olarak hiç uyuşmayan pek çok politik kesim daha sonra HDP içinde büyük bir hevesle yeniden bir araya geldi. ÖDP içinde sorun edilen pek çok şey HDP içinde hiç sorun edilmedi. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

BÜLENT FORTA: ÖDP sadece bir birlik hareketi değil aynı zamanda bir yenilenme hareketi de olacaktı. Bu yenilenmeyi ve sosyalizmin sorunlarını çözebilme kapasitesini gösteremediği için de zamanla bir gruplar koalisyonu haline dönüştü.

Halkların Demokratik Partisi’nde yaşanan durum sadece HDP ile ilgili ve sınırlı değil. Türkiye solunun Kürt Hareketi ile olan ilişkisindeki doğru olmayan bir zeminin sonucu. Yani hem Kürt Hareketi açısından konuşuyorum, hem Türkiye solu açısından konuşuyorum. Birincisi, birkaç kümeyi ayrı tutarsak eğer, bugün HDP’de yer alan Türkiye sol hareketinin kesimleri aslında solun en liberal kesimleridir.

HDP’nin ana kitlesini oluşturan Kürt Hareketi de esas olarak bunu tercih ediyor. Bunun nedeni aslında postmodern bir siyaset anlayışında çok benzer bir zemine sahip olmaları. Yani siyaseti sadece kimlik problemi üzerinden kurgulayan, kimliklerin çeşitliliği üzerinden politika yapan, “radikal demokrasi” diye adlandırılan bir teorik bakış açısında ortaklaşıyorlar. Dolayısıyla bu birliktelik o kadar tuhaf gelmiyor. Ama tuhaf gelen şey şu, bu liberal sol siyasi akımlar ve onların içerisinde yer alan bir sürü arkadaşımız, “ÖDP’nin gruplar tarafından belirlendiği”, “özellikle Devrimci Yol’un ilişkilerine bunu domine ettiği” gibi konularda çok en çok yakınan arkadaşlardı. Ama şimdi HDP’nin kendilerine açmış olduğu sınırlı bir alanda siyaset yapmayı içlerine sindirebiliyorlar. Dolayısıyla bu soruyu belki de bana değil, onlara sormanız daha doğru olur.

Öte yandan bu noktada HDP ile ÖDP’nin farkı da şu: ÖDP’de yer alan politik yapılar bakımından herkes aşağı yukarı birbirine eşit güçlerle bir politik mücadele yürütüyordu. Ama bu yapıların HDP ile kurdukları ilişkide böyle bir eşit güç ilişkisi yok. HDP’de sonuç olarak siyasi kök olarak hak edilmiş bir şekilde en dominant, en kitlesel olan Kürt Ulusal Hareket ve bu hareket bu gruplara belli bir yer açıyor. Bunlar da kendilerine açılan yer kadar söz sahibi olduğu bir politika anlayışını sürdürüyorlar.

Bence bu Türkiye solu açısından doğru bir siyasal tutum değil. Yani HDP ile dayanışma elbette olabilir. HDP ile birlikte yan yana gelinen zeminler olabilir. Buna hiçbir itirazım olmaz. Ama şunu çok net olarak söylemek gerekirse, Türkiye’de barış sürecinin derinleşebilmesi, Türkiye’de Kürt sorunun çözümü yolunda önemli gelişmelerin ortaya çıkabilmesi, Türkiye’de güçlü bir sol-sosyalist hareketin yaratılması ile mümkündür. Dolayısıyla Türkiye sol ve sosyalist hareketi esas olarak kendi üstüne düşen görevleri yaptıktan sonra HDP ile beraber bir zemini geliştirmeyi önüne koymalı. Şu andaki biçimiyle, Kürt Ulusal Hareketi’ne tâbi olarak yürütülecek bir ilişkiyle bir politik sonuç yaratılabileceğini düşünmüyorum. Bu söylediğim şey aslında ÖDP içerisinde de yıllarca süren bir tartışmaydı. ÖDP Parti Meclisi’nde yer alıp “ben bir oyumu HADEP’e verdim” diyen arkadaşlar vardı. Elbette ÖDP ile Kürt Ulusal Hareketi’nin partisinin resmi olarak ittifak yaptığı seçimler de oldu. SHP, ÖDP ve DEHAP 2004 Yerel Seçimlerine Demokratik Güçbirliği adıyla katıldı. O tarz eşitler arası bir ilişkide hiç bir problem yok.

Buradaki mesele politikaya yaklaşım tarzı ve güncel siyasal taleplerin nasıl ifade edileceği konusundaki anlayış farklılığından kaynaklanıyor bence. Politik mücadeleye ilişkin bu farklı yaklaşımlar Türkiye’nin yakın tarihindeki önemli kırılma anlarında, AKP’nin yükseliş döneminde, anayasa referandumlarında, hatta barış sürecinde sol-sosyalist demokratik hareketin doğru tavır alamamasına neden oldu. Örneğin barış sürecinin sadece hükümetle sürdürülen görüşmelerle başarıya ulaştırılacağı konusunda yanıldıkları daha sonra doğrudan HDP tarafından ifade edildi. Oysa aslında barış sürecinin en başından itibaren bütün toplumda karşılık bulması gereken, başta sol-sosyalist güçler olmak üzere tüm toplumsal dinamikleri kapsaması gereken bir süreç olduğunu defalarca dile getirdik. Bu politik anlayışımız biraz da pratikte doğrulanmış oldu.

MUTLU ARSLAN: Gezi Direnişi sonrasında ÖDP, AKP’nin geriletilmesini, iktidardan düşürülmesini temel öncelik olarak tespit etti ve bütün politik gücünü bu doğrultuda seferber etti. Bu talebin partiyi de aşan daha geniş bir toplumsal zemine yayılabilmesi için de Birleşik Haziran Hareketi’ni örgütlemek için çabaladı. Haziran Hareketi özellikle laiklik mücadelesi zemininde önemli bir ivme yakalasa da zamanla bileşenlerini tek tek kaybetti. Birleşik Haziran Hareketi fikrinin politik önceliği olan “AKP’nin geriletilmesi” 29 Mart seçimlerinde tüm solun-sosyalistlerin ortak stratejisi haline geldi ama -tarihin bir cilvesi olarak- fikri seçim kazandırırken Birleşik Haziran Hareketi fiilen dağıldı. Biraz bu pratiği, parti-hareket ilişkisinin bu dönemdeki deneyimini biraz aktarabilir misiniz?

BÜLENT FORTA: Gezi Direnişi bana göre gecikmiş ÖDP’dir veya tersinden ÖDP erken bir Gezi’dir. Siyasal zihniyet olarak baktığınız zaman çoğulculuk, çeşitlilik, farklı toplumsal mücadelelere kapı açmak bakımından pek çok ortaklıkları var. Elbette ki farklılıkları da vardır, hiçbir siyasal hareket olduğu biçimiyle tekrar etmez.

Gezi Direnişi, toplumsal muhalefetten umudun kesildiği, sokak hareketinin neredeyse gözden düştüğü bir noktada doğdu ve bütün Türkiye’yi kucaklayan büyük bir umut ışığı oldu. Öte yandan sol-sosyalist hareketlerin o dip dalgayı hissedemediklerini, kendi iç sorunlarıyla uğraşırken toplumdaki bu mayalanmayı göremediklerini de hepimize gösterdi. Gezi’de ortaya çıkan bu potansiyeli ve siyaset anlayışını bünyesine taşıyamayan hiçbir siyasal hareketin bundan sonra başarı şansı olmaz. O çok net olarak görebilir.

Birleşik Haziran Hareketi de esas olarak Gezi’nin en temelinde yatan AKP iktidarının, AKP’nin yönetim zihniyetinin durdurulması talebi üzerine bir araya gelişin ürünü olarak yükseldi. Gezi’de ortaya çıkan farklı deneyimlerin geliştirilmesi fikri esastı. Onun daha köklerinde de 2010 Referandumu’ndaki “hayır” cephesinin ve sonrasındaki AKP iktidarına karşı verilen mücadele süreçlerinin izi vardı. Dönemin ruhu, bugünkü mevcut iktidarın istediği siyasal sonuçlara ulaşamayacağı bir toplumsal güç yaratmaktı. Bu sadece o günkü ÖDP’nin kendini becerebileceği bir şey değildi. Türkiye solunda ve bütün bu mücadele alanlarındaki insanlara bir çağrı olarak gündeme geldi. Bir kısım insan yine kendi öznel nedenleriyle “orada şu dominant oldu”, “bu burada olmasın” gibi gerekçeler ileri sürerek süreçten uzak durdular.

Aslında 2017’deki Anayasa Değişikliği Referandumu’nda Birleşik Haziran Hareketi’nin ortak hareket ve mücadele fikri daha büyük bir örgütsel-politik güçle yürütülebilseydi belki de böyle bir rejimin kurulmasına bütünüyle engel olabilecektik. Kıl payı farkla AKP referandumdan istediğini aldı. Ama buradaki potansiyel Birleşik Haziran Hareketi’ni de bir güç haline getirdi.

Tabii Türkiye’de bir de parlamento seçimleri geleneği ve gerçekliği de var. Bu gerçeklik içinde HDP’nin oy oranını yüzde 7’lerden yüzde 13’lere yükselttiği bir noktada, bileşenlerinin bir kısmının kendi temsiliyetini HDP’nin içerisinde araması, Birleşik Haziran Hareketi’nin “hareket” olmasından kaynaklanan sınırlılıklarını açığa çıkarttı.

29 Mart Yerel Seçimleri’nde farklı yerlerde çeşitli biçimler altında ortaya çıkan ittifakların başarıya ulaşmasında Haziran hareketinin nüvelerinin, bileşenlerinin önemli roller oynadığını söyleyebiliriz. Mevcut iktidarın geriletilmesi konusunda epey bir çaba sarf ettiler. Ama işte sonuçta Haziran içinde yer alan arkadaşlardan kimisi Cumhuriyet Halk Partisi’nde, kimi TİP’te kimi başka yerlerde politika yapmaya devam ettiler.

Tüm bunlar birlikte değerlendirildiğinde, Haziran Hareketi çoğulcu yapısının getirdiği güçle belirli bir politik etkinliğin açığa çıkmasında etkili oldu. Kendi önüne koyduğu aktüel görevlerinin bir kısmında başarılı, bir kısmında ise başarısız olduğunu söyleyebiliriz. Önüne koyduğu siyasal görevler bittiği için de sönümlendi. Öte yandan bu siyaset anlayışının önümüzdeki dönemin yeni siyasal görevleri ışığında yeni biçimlerde ortaya çıkması kaçınılmaz. Çünkü siyaset biraz da böyle bir şey.

MUTLU ARSLAN: 2019 yılı Yerel Seçimleri sonrasında ÖDP içinde bir tartışma süreci yaşandı ve bu süreç SOL Parti’nin kuruluşuna uzandı. ÖDP’den Sol Parti’ye geçişi zorunlu kılan koşullar neydi? Bu değişime neden ihtiyaç duyuldu?

BÜLENT FORTA: ÖDP’yi biz en başından itibaren dönemin ihtiyaçlarına uygun olarak tasarlanmış geçişsel bir siyasi parti olarak nitelendirmiştik. Dolayısıyla onun da misyonunu tamamlaması kaçınılmazdı. Siyasette hiçbir şey sıfırdan başlayarak kurulmuyor, daima daha önceki deneyimlerin üzerine inşa ediliyor. Dolayısıyla Sol Parti’nin kuruluşu da bir anlamıyla ÖDP’nin bir aşamada aşılması manasına da geliyor.

Az önce de dile getirdiğim gibi, ÖDP’nin geçmişten gelen bir takım örgütsel ve politik zaafları vardı. İnsanların gözünde ve hafızalarında bir algısı vardı. Özellikle en son ayrılık sırasında ve sonrasında Ufuk Uras’ların yarattığı bir imaj vardı. Bütün bunların etkisiyle, çok kısıtlı, içine girilemeyen bir insan topluluğunun partisi gibi görülüyordu. Sol Parti’nin kuruluşu öncesinde ÖDP içinde, Türkiye’nin bugünkü mevcut durumunu tanımlayan, bu mevcut durumun içerisindeki görevleri sıralayan bir tartışma süreci yaşandı. Elbette bir siyasi partinin adını değiştirmekle her şeyi değiştirebilmek mümkün değil. Ama bu tartışmaların sonucunda daha geniş bir kitle çalışması yapabilmek, daha geniş bir toplumsallaşma yaratabilmek için böyle bir değişikliğe gerek duyuldu. Bu aynı zamanda, bu zeminde mücadele etmek isteyen insanlara da yenilenme içeren bir çağrıydı. Yani onları mevcut katı bir yapıya değil, beraber örgütleyebileceğimiz bir yapıya davet niteliği taşıyordu.

Sol Parti’nin talihsizliği biraz pandemi oldu. İlk dönemlerdeki enerjiyi biz her yerde hissedebiliyorduk. Parti yıllar sonra ilk defa seçime girebilme hakkı elde etti. Türkiye’nin 44 ilinde örgütlenebilme şansı yakaladı. Çeşitli mücadele alanlarında Sol Parti ile ilişkili insanların bir hareketlenmesi ortaya çıktı. Pandemi koşullarında bile olsa dayanışma ağlarının örgütlenmesinde önemli roller oynandı. Ama kitle mücadelesi, sokak mücadelesi pandemi koşullarında çok daha zorlaştı. Üstelik mevcut iktidar bütün ikna süreçlerini tükettiği için, sokak muhalefetine karşı bir güç gösterisi içerisine girdi. Bu koşullar altında geniş kitle mücadelelerini örgütlemek hem büyük bir güçlük, hem de bir tür toplumsal sorumluk meselesi haline geldi. İnsanların büyük bir sağlık problemiyle mücadele ettiği bir salgın döneminde onları belirli yerlerde toplanmaya, bir araya gelmeye çağırmak uygun olmuyor. Ama bütün bu kısıtlılıklara rağmen son bir buçuk yılda gelinen yol tahminimizden çok daha iyi.

Önümüzde çok ciddi bir süreç var. Türkiye bir nihai hesaplaşmaya doğru gidiyor. Önümüzdeki 1-2 yıl Türkiye açısından çok kritik şeylerin yaşanacağı bir dönem olacak. Dolayısıyla bizim bütün toplumsal örgütlenmeleri derinleştirmemiz, kendi organizasyonlarımızı güçlendirmemiz ve bu aktüel politik mücadele içerisinde daha büyük bir güçle yer almamız gerekiyor. Sol Parti bunun önemli araçlarından biri olacak diye umuyorum.

MUTLU ARSLAN: Sol Parti kağıt üzerinde ÖDP’nin isminin değiştirilmesiyle kuruldu ama önüne koyduğu kuruluş süreci, kendisine katılacak diğer toplum kesimleriyle beraber programını ve tüzüğünü yeni baştan oluşturmaktı. Pandemi koşulları nedeniyle genel merkez tarafından bazı tartışma metinleri yayınlandı ama kitlesel bir programatik tartışma yapılamadı. Bu süreç bundan sonra nasıl devam edecek?

BÜLENT FORTA: Pandeminin yarattığı sınırlılıklar içerisinde bu süreci birkaç ayak üzerinden ilerletmeye çalışıyoruz. Bu ayaklardan bir tanesi “Sol Forum” olarak adlandırdığımız platform. Sol Forum’da çeşitli çevrelerden, çeşitli uzmanlık dallarından oluşan çalışma grupları bu tür bir programatik tartışmanın zeminlerini kurmaya başladılar. Bunlar zaman zaman kamuoyu deklarasyonlarıyla, zaman zaman da derinleşen tartışmalarla ilerliyor.

Parti içerisinde de bu sürecin derinleştirilmesi için hem programatik bir tartışma, hem parti tüzüğünün oluşturulması, hem de politik mücadelenin ihtiyaçlarına ilişkin ciddi bir süreç hedefliyoruz. Ama dediğim gibi pandeminin boyutu ve ciddiyeti, bunların istediğimiz hızda gitmesine engel oluyor.

MUTLU ARSLAN: Ülkeyi yönetme konusunda ciddi bir kriz yaşayan AKP’nin ülkeyi yönetmeye nasıl devam edeceği konusunda da büyük bir kararsızlık yaşadığı görünüyor. HDP’ye açılan kapatma davası, milletvekilliklerinin düşürülmesine yönelik fezlekeler ve muhalefet partilerinin içini karıştırmaya yönelik adımlar birbirini izliyor. İktidarın bu adımlarını ve önümüzdeki süreçte toplumsal muhalefetin rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

BÜLENT FORTA: Solun önünde ikili bir görev var. Bu görevlerden ilki mevcut AKP-MHP iktidarına son verilebilecek güçlü bir toplumsal gücü oluşturmak; ikincisi ise kendi sol-sosyalist programını en geniş kitlelere aktarabilmek. Önümüzdeki dönemde atacağımız tüm adımlar bu ikili görev ışığında şekillenmek zorunda.

HDP’nin çok kısa bir sürede kapatılacağı kanısında değilim ama siyasi iktidar açık bir biçimde muhalefetsiz bir gelecek planı üzerine yoğunlaşıyor. Bütün toplumsal kesimleri siyaset zemininden uzaklaştıran, toplumsal muhalefeti kriminal hale getiren bir baskı süreci sonucunda mevcut gücünü koruyabileceğini düşünüyor. Çünkü hiçbir şekilde eski hegemonyasını kurabilmesi mümkün değil. En son amiraller tartışmasında da gördük, darbe üzerinden kurmaya giriştikleri bir meşruiyet çabası tam anlamıyla bir komediye dönüştü. Daha önce Gara’da yapılan operasyon üzerinden atmak istedikleri adımlardan da istedikleri sonuçları elde edemediler. Eskiden hegemonyalarını üstüne oturttukları hiçbir konuda bugün başarılı olamıyorlar. Hegemonya, kendi siyasal çıkarlarınızı, başkalarının siyasal çıkarı olarak sunabilmektir. AKP uzunca bir süre bu konuda başarılı olabilmişti. Artık bu kabiliyetini yitirdi ve halk kitleleri sürekli olarak iktidardan uzaklaşıyor. Çünkü hiçbir toplumsal talebi karşılayabilme şansları yok. İnsanlar daha çok demokrasi istiyor, daha çok iş istiyorlar, daha iyi ekonomik koşullar istiyorlar. AKP iktidarı açısından hem dünya konjonktürü itibariyle hem de Türkiye’nin mevcut konumu itibariyle bu manevrayı yapabilmek ve bu taleplere karşılık verebilmek mümkün değil.

Bunun basit bir göstergesi var: Yakın zamanda ekonomik reformlar açıkladılar, adalet reformları açıkladılar ve hiç kimse dönüp ciddiye bile almadı. Bunun üzerinden bir hegemonya kurmaları, bir inandırıcılık inşa etmeleri mümkün değil. Dolayısıyla ellerinde kalan tek şey karşı tarafı, yani toplumu örgütsüz hale getirebilmek. AKP-MHP iktidarı elindeki devlet gücünü de kullanarak kendi kazanabilecekleri bir dönemde seçim yapmak, kendi kazanabilecekleri koşullara göre seçim yapmak istiyorlar, buna mecburlar.

Bu arada HDP seçmenini ve sol-sosyalist kesimleri içeren yaklaşık %15’lik bir seçmen topluluğu var. AKP mümkün olduğu kadar burada bir bölüntü yaratmak, bunun bütünlüklü bir blok halinde muhalefet cephesinde yer almasını engellemek şeklindeki politikalarını sürdürmeye devam edecek. Bu arada Saadet Partisi ile kurulmaya çalışılan ilişki, İyi Parti üzerinde zaman zaman oynamalar da siyasetin bir çeşit taş sürmeleri gibi geliyor bana. Ama şunu çok net biçimde söyleyebilirim. Bugün Cumhuriyet Halk Partisi, İyi Parti, Saadet Partisi hepsi birden ortak açıklama yaparak Cumhur İttifakı’na geçse, yine de halk kitlelerini ve tabanlarını yanlarında götürebilme şansları yok diye düşünüyorum. Çünkü insanların canı yanıyor. İnsanlar mevcut iktidarın kendilerine sundukları hayattan memnun değiller. Ve bu sadece siyasal partilerin cebine sığabilecek bir muhalefet anlayışı da değil. Yani 8 Mart’ta sokağa çıkan kadınların İyi Parti ya da CHP dedi diye AKP-MHP iktidarına biat edecek halleri yok. Sokakta direnişteki işçilerin biat edeceği yok, öğrencilerin biat edeceği yok… Dolayısıyla günümüzde sadece siyasi partiler üzerinden okunabilecek ve anlaşılabilecek bir Türkiye tablosu ortada yok. Siyasi partileri aşan bir toplumsal muhalefetin belirleyici olduğu bir dönemden geçiyoruz. Önümüzde sürecin ana belirleyicisi toplumsal mücadelelerin kendisi olacak.

MUTLU ARSLAN: Son sorumuz da Erdoğan’ın heybeden çıkarttığı “yeni anayasa” meselesi üzerine olsun. Erdoğan’ın “Yeni Anayasa” tartışması gündemini nasıl değerlendiriyorsunuz?

BÜLENT FORTA: Herkes kendisi için yönetir ve kendi istediği biçimde yönetmek ister. AKP-MHP’nin dünya görüşüne baktığınız zaman yapacakları anayasanın yaptıkları yasalardan farklı olmayacağını görebiliriz. En ufak şekilde özgürlükçü bir açılım beklemek mümkün değil. Çünkü yapmak istedikleri şey sadece fazla baskı, daha az demokrasi… Dolayısıyla bugün Anayasa gündemi getirdiler diye AKP-MHP iktidarıyla masaya oturmak diye bir yaklaşım söz konusu olamaz. Bunu kabullenmek, bunu tartışmak tamamen onların istediği zeminde oyalanmaktır. Türkiye’deki toplumsal dinamiklerin hiçbiri AKP-MHP eliyle hazırlanacak bir anayasayı ihtiyaç olarak görmüyor. Zaten gerçekten demokratik ve özgürlükçü bir anayasa AKP-MHP gibi bir iktidar anlayışına izin vermeyen bir anayasa olabilir.