Onur Naci Karahancı ile Söyleşi: “Duygusallık ve Bilimsellik Arasındaki Dengeyi Doğru Kuramıyoruz”

Dilerseniz önce sahadaki gözlemlerinizde başlayalım. Türkiye sivil toplumunun en büyük bileşenlerinden birinin temsilcisi olarak ve elbette bir sağlık emekçisi olarak, sahada nelere tanık oldunuz?

Sahadaki değerlendirme ile ilgili söylenebilecek ilk cümle geç kalındığıdır. Geç kalındı, biz de geç kaldık. Reflekslerimiz seçiciymiş, onu fark ettik. Yani biraz burjuvaymış aslında, onu fark ettik. Bunu bütün Sivil Toplum örgütleri için söylüyorum. Nasıl daha hızlı ve organize davranabilirdik, bunu tartışmamız lazım. Sahaya ilk giden örgütlerden birinin üyesi olarak bunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Merkez Konsey’in bir kısmı olarak ilk gün hızlıca Ankara’daydık. Bir kısmımız da depremzedeydi. Antep’te, Maraş’ta, Adana’da Merkez Konsey üyelerimiz vardı. Adıyaman’daki Merkez Konsey üyesiyle beraber sabah altı gibi kriz masasını oluşturmaya başladık. Diğer sağlık-emek örgütlerini ve TMMOB’u da davet ettiğimiz bir kriz masası kurmaya çalıştık. Buna olumsuz yanıt veren Eczacılar Birliği oldu. Biz kendi çalışmalarımızı yürüteceğiz dediler. Oysa sağlıkta bütüncül bakılmazsa, nereye geleceğimizi Eczacılar Birliği’nin tekrar değerlendirmesi lazım.

[/content_control]

Saat yediye doğru, SES, KESK ve gibi birçok sağlık-emek örgütüyle bir kriz masası kurduk ve alan çıktık. Tabii bir hafıza var TTB’de, uzun zamana dayanan bir hafıza var. O hafıza nedeniyle neler ilk olarak götürülmeliyse hızlıca hazırlayıp yola çıktık. Hani diyorlar ulaşılamaz diye, biz o araçla ulaştıysak herkes ulaşır. En az on kişilik bir ekibin kullanabileceği malzemeleri de sağlayarak, saat on ikiye doğru Adıyaman’a ulaştık.

Nasıl çalışılırın iki farklı örneğini gördüm. Adıyaman’dan başlayarak, ilçeleri de görerek geldiğimizde Hatay ve Adayaman arasındaki tüm ilçeleri gezen biri olarak söylüyorum, ilk iki gün Adıyaman’da çalıştık, sonra da Hatay’a geçtik. Bu süreçte iki farklı refleks gördüm. Bunlar da aslında kültürlerin refleksleri olarak değerlendirilebilir. Birinci refleks, kadınların acil refleks geliştirdiği, çok hızlı, edilgen pozisyon almayan bir toplumun refleksiydi. Bu toplum sabah kalktı, zincir marketlerin iznini düşünmeden, ihtiyaçlarını alıp gitti. Ve öğlen vakitlerinde kadınlar çorbalarını kaynattılar. İkinci refleks ise, nerede kaldılar diyen, bazı şeyler açıkta olmasına rağmen bunları alabilir miyiz diye düşünen; yani daha edilgen bir pozisyon alan bir toplumun refleksiydi.

Adıyaman ve Hatay’da ilk yıkılan yerler AFAD binaları oldu. İlk gün Adıyaman’a indiğimizde hastanede sistem çalışmıyor ve hekimler hiçbir şeyi takip edemiyorlardı. Bir ortopediste rastladığımda şöyle demişti: “Bir gün tekniker bulamadığım için ameliyat yapamadım, şimdi de malzeme bulamadığım için ameliyat yapamıyorum.” Ya da örneğin ilk gece hekimleri nerede yatıracağız diye düşünmüşler ve Valilik’in yıkılmayan bir konferans salonunda oturtarak hekimlere geceyi geçirtmişler.

Adıyaman’ın en azından ana arterleri açıktı ve şehir daha yuvarlak olduğu için ulaşımı daha hızlı sağladık. Ama Hatay çok daha dikine ve enine bir şehir olduğu için ana arterleri de tıkanmıştı ve ulaşım çok zordu. Ama hafızamız sayesinde TTB olarak ikinci gün Adıyaman’da, üçüncü gün de Hatay’da koordinasyon merkezlerimizi kurduk. Önümüze koyduğumuz hedefler ise öncelikle bütün sağlık yapılarının bir arada olması, herkesin yürüyerek ulaşabilmesi ve güvenli bir alan oluşturmaktı. Bu hedefler için Adıyaman’da Cem Evi, Hatay’da ise Sevgi Parkı çok uygundu. Özellikle Hatay’da bütün sağlık yapılanmaları da bizle beraber Sevgi Parkı’na hızla kanalize oldu. Üç revir açtık orada, biri bizim hekimlerimizden, biri Canan Kaftancıoğlu ve yanında getirdiği ekibin, biri de Memorial’ın gönüllü hekimlerinden oluşuyordu. Bizim revirimiz biraz daha sahayı önceleyen, hızla sahaya ulaşan ekipleri oluşturdu. Diğer iki revir ise daha çok tedavi ve ilaç imkânını sağlamaya çalıştılar. Daha sonra da kadın sağlık birimini kurduk. Şu anda da en kritik çalışmayı yürüten birimdir bence.

Devletin, 6 Şubat Depremleri özelindeki pek çok konuda olduğu gibi, sağlık konusunda da sınıfta kaldığını söylemek yanlış olmaz herhalde. Öte yandan, olanca iyi niyetiyle bölgede dayanışma örgütlemek için koşan pek çok sivil toplum örgütü de bu konudaki tecrübesizliğinden hareketle sağlık ve hijyen konularında üzerine düşeni yerine getirebilmiş gibi görünmüyor. Uzunca bir süre, deprem bölgelerindeki asgari sağlık ve hijyen koşullarının karşılanamadığına şahit olduk ki temiz su, temel hijyen malzemeleri ve acil tıbbi malzemelerdeki yetersizlik bu sorunun ortaya çıktığı en çarpıcı konulardı. Depremin üzerinden geçen bunca zamana rağmen basına ve sosyal medyaya asgari sağlık ve hijyen koşullarının hâlâ sağlanamadığına dönük haberler düşmeye devam ediyor. Siz bu bağlamda, hem devletin sağlayamadığı asgari sağlık koşulları hem de sivil toplum bileşenlerinin deneyimi hususunda neler söylersiniz? Bu sorumuz elbette 6 Şubat Depremleri’yle ilgili olduğu kadar, geleceğe dönük bir perspektif ve etraflı bir planlama için de önem taşıyor…

Bir kendimizi Demokratik Kitle Örgütü olarak tanımlıyoruz. Öncelikle bunu belirteyim. Bu süreçte şunu gördük: Devletin bir asılları varmış, bir de öncelemediği, ki insan hayatı da buna dahil, tali meseleleri varmış ve önemsenen “âli” olmakmış.

Steve Biko diyor ki: “İnsanlar sistem karşıtı yaklaşımlarını sorgularken dahi sistem tarafından şekillenirler. Bu şekillenme anlamlı stratejiler üretmek anlamında değil de, onları sistemle karşı karşıya getirmeyecek bir yaklaşımın üretilmesi anlamındadır… Bizim tavrımız bellidir: Ne kadar süre sessiz kalırsan, Beyaz Toplum bu sessizliğe o kadar alışır… Eğer yanlışsa bize doğrunun ne olduğunu ve doğruya yaklaşmak için ne yapmamız gerektiğini anlatacak bir tür platforma ihtiyacımız var demektir.” Bugün belki de çıkarmamız gereken en önemli sonuç budur. Devrimsel bir tartışmaya ihtiyaç var. Gerçekten ihtiyaç duyulanların az geldiği ama çoğunlukla duygusal bir tavırla orada olmalıyım diyenlerin sahaya indiği bir tabloyla karşılaştık. Aynısı Van Depremi’nde de yaşandı. Örneğin şunu gördük: Bir sürü giysi yola savrulmuştu. Bu çok büyük bir riskti aslında, bulaşıcı hastalıklar için bir riskti. TİP’li arkadaşlar gizli gizli bu giysileri kaldırmak durumunda kaldılar. Duygusallık ve bilimsellik arasındaki dengeyi doğru kuramıyoruz. Su konusunda da aynısı yaşandı. İlk üç dört gün her yerde su vardı. Ama ben Adıyaman’a vardığımda bana ilk söylenen şu oldu: “Hani su?” Su bir anda kesildi. Stoklar olmasa biz bile sıkıntı yaşayacaktık. Dolayısıyla sürekliliği sağlamak lazım. Gerçeklikten kopmak için herkes fırsat kolluyor. Düzenli ve sürekli bir organizasyon sağlamak gerekiyor. İlk günlerde gönüllülerin fazla olması sorunken şimdi de gönüllü bulmakta zorluk çekiliyor. Çünkü insanları motive eden şey duygusallık ve o duygusallığın görünür olması.

Benim en çok eleştirdiğim şey toplumun ihtiyaçlarını karşılama söylemiyle toplumun edilgenleştirilmesi. Kendini sağaltabilen ve hızlıca refleks gösterebilen bir toplum hafızası var bir de bekleyen bir toplum hafızası var. Bu yılların birikimi tabii. Bu yüzden de toplumun edilginleşmeden kendini sağaltabilmesi için çaba göstermek Sivil Toplum’un işi.

Yıkılan kentlerin ranta ve talana dayanmayan bir şekilde, yaşanabilir ve güvenli kentler olarak yeniden kurulması, kuşkusuz ki halktan yana bir sağlık politikasını da gerekli kılıyor. Sizce yeniden inşa sürecinde nasıl bir sağlık politikası izlenmeli?

Halktan yana dediğinizde yine birisi karar vermiş ve bununla ilgili “ben halktan yana nasıl yaparım” demiş ama toplumsal dediğimiz, biz mesela toplumsal sağlık diye tartışıyoruz bunu… Toplum karar verici olacak. Yani, oradaki eskilere sorarsanız örneğin, bir sürü hikâye anlatırlar. “Hatay 500 yılda bir yıkılacak”, “sonumuz Hatay’ın yıkılmasıyla…” ya da “60 yıl sonra şuraların yıkılmasıyla…” gibi hikâyeler anlatılıyor. Ama şu var, Hatay bu kadar büyük yıkımların hafızasına sahip bir şehir ama hiçbir zaman Hataylıları dinlemediğimiz için yine aynı noktaya geliyoruz. Eski Hatay dediğimiz yer tam ovanın göbeği, oraya kurduğumuz bir şehirle sonuç bu oldu… Şimdi Amanoslar’ı tartışıyorlar, doğru bir tartışma ama orada da kültür gibi birçok şey bileşen bir var bu işin içinde… Yani halktan yana yönetim gibi bir şey bence sakat bir tanımdır, eksik bir tanımdır; sakat derken gerçekten bir bacağı, bir kolu olmuyor. Çünkü kurgularken daha koşmaya niyetli bir kurgu yok, “bir şekilde yürüsün” diyerek kurgulanıyor ama “nasıl yürüsün” konusu düşünülmüyor.

Halktan yana dediğimizdeki ikinci sorun da ötekileri dışarıda bırakmak ki bu depremde onu yaşadık. Suriyelilerin kendi çadırlarını kurduğu bir çadırkentte, 16 yaşında bir LGBTI+ bireyi gördük; aile bırakıp gitmişti ve oradaki bir genç bizi “erkeklerin istismarına maruz kalabilir” şeklinde uyardığında, bizim bir şekilde ona ulaşıp korumaya alınması sağlamamız ve devletin onunla ilgili “şuradadır” diye bir resmi bilgi vermesi, 2 saat civarında sürdü. Orayı ara, burayı ara, arıyorsunuz “korumaya alamayız” diyorlar… Sonuçta böylesi azınlıkların olduğu bir yeri düşünün ama siz “halkta yana” ifadesinde genelde her şeyi çoğunluğa göre planlıyorsunuz. O zaman yani bu azınlıkların hepsi yok sayılacak. Bir çoğunluk fotoğrafı çekilecek ama dediğim gibi Dom bölgesi diye andığım bölgeyi Kırıkhan’da görmüştük. Ki Kırıkhan diğer pek çok yere göre daha hızlı toparlanmış, onlara birçok ayrıcalık sağlandığı söylentileri vardı ve zaten yıkımın da görece az olduğu bir bölgeydi. Yani insanın hiç aklına gelmeyecek bir bölgede çok ciddi ihtiyacı olan bir toplulukla karşılaştık, ki 1200 kişi civarında bir topluluktu bu. Söz ettiğim de tam olarak böyle bir şey aslında, biz fotoğrafı Hatay’ın merkezinden çekersek ve “halk bu” dersek; çoğunluğa dair bir fotoğraf çekmiş oluruz, evet ama o zaman yine devrimci bir söz kurmamış oluruz diye düşünüyorum.

Burada bizim rolümüz ne olabilir? Biz ancak kolaylaştırıcı olabiliriz, daha fazlası değil… Dediğim gibi hepimiz yönetmeye çok istekliyiz, hepimiz çok biliyoruz ama hiçbir şey bilmediğimizi çok iyi anladık. Biz bunu Covid salgınında da söylüyorduk, aynı şeyi burada da söyledik. Devlet ilk üç gün teknolojisiyle ve tedavi edici hizmetleriyle orada olmak zorundaydı ama üç gün boyunca ortada yoktu. Üçüncü günden sonra oralara bir şekilde teknoloji ulaştırdı, “yok” denilen yerlerde fotoğraf vermeye başladı ama artık oralarda ihtiyaç kalmamıştı. Çünkü ilk üç gün insan hayatını kurtarmak, arama-kurtarma faaliyetlerini gerçekleştirmek ve tedavi etmek için kritikti; bu süreçte yoktu. Ondan sonra dördüncü günde teknolojiyle gelsen de kıymeti harbiyesi yüzde 10’a düşüyor… Şu anda da çok basit bir talebimiz var: Temiz suya ihtiyacımız var. Bunu sağladığınızda uyuzu, biti, vajiniti (ki kadınlarda çok görülüyor), mantarı, aklınıza gelecek pek çok şeyi eradike edebiliriz. Sadece temiz suya erişim pek çok şeyi değiştirebilir, ki bu bir uzay çağı teknolojisi falan değil.

Yani konuyu böyle çok basit şeylerle tartışmak gerekiyor. Konteynerkentler kuruyoruz bilmem kaç bin kişilik ama bazı yerleri gördük, gerçekten güzel çadırlar kurulmuş ama toplam 14 tane tuvaleti var. O 14 tuvaleti de 10’u Türkler için, 4’ü Suriyeliler için diye bölmüşler örneğin… 14 tuvaletin yetmesi mümkün değilken bunu bir de böyle paylaştırmışlar, ki çoğunluk da Suriyeli… Bunun gibi kötü, ayrımcı örnekler gördük sahada, çok çok kötü örnekler var. Bunlarla baş edebilmek için de karar alıcı mekanizmada, kadınlarla başlayacak pozitif ayrımcılığın da olduğu bir sürecin kolaylaştırıcısı olabiliriz biz. Hızla da toplumun kendi kendini sağaltan bir noktada olmasını sağlayacak ve buna öncelik verecek şekilde oradan çekilmeyi planlamak gerekiyor. Çünkü bir yerden sonra, hayatı toplumun kendisi örgütlemeli. Bunu yapabilen bazı siyasi yapıların çadırkentlerini de ziyaret ettim ve örneğin halk buraları terk edip yakınlardaki diğer çadırkentlere gitmek istemiyordu. Bu iyi bir örnek, demek ki yapılabiliyor. Gençler top oynamaya başlamıştı sözünü ettiğim alanda, kadınlar bir meclis örgütlemiş, toplantılar alıyorlardı, kararlarını veriyorlardı… Küçük bir mahalleydi ama yapmaya başlamışlardı…

6 Şubat Depremleri etrafında sağlık konusu gündeme geldiğinde, durumun aciliyeti ve kritikliğine bağlı olarak tartışmalarımız büyük ölçüde fiziksel sağlık ve salgın hastalıklar gibi alanlarda yoğunlaştı. Fakat elbette yıkımın boyutları düşünüldüğünde meselenin hem bireysel hem de toplumsal açıdan psikolojik boyutunu da tartışmak gerekiyor. Bu bağlamda siz depremin yol açtığı psikolojik travmayla ilgili ne söylersiniz? Gerek deprem bölgesindeki, gerek ülke genelindeki çalışmalar ve gelişmeler bakımından bireysel ve toplumsal psikolojinin “normalleşmesi” mümkün mü?

Biz etikte bir tartışma yürütürüz “normal” konusunda. Oscar Wilde’ın bir sözü vardır, “tanımlamak sınırlamaktadır” der. O yüzden norm dediğiniz şeyin bir sınırlayıcı etkisinin olduğunu ve Türkiye’de hiçbir şeyin norm’unun olmadığını unutmamak gerekiyor. Bir normalimiz yok yani, dolayısıyla “hangi normalleşme” sorusunu sormak gerekir. “Eskisi çok iyiydi” diyebileceğimiz bir şey var mı bilmiyorum; sadece evleri vardı insanların, yaşamları vardı, evet. Ama bu bile “normalleşme” midir bilmiyorum, belki “eski rutine dönüş” ya da “olağanlara dönüş” gibi bir şey diyebiliriz.

Öte yandan, fiziksel tedavi edici süreçlerle ya da salgın hastalıklarla ilgili olarak, az önce anlattığım gibi, “biz salgın hastalıklarla hastanede mücadele edelim” diyen her sistem çöktü dünyada, Covid bunun bir örneğiydi. Küçük bir virüs, bütün o sistemleri çökertti. Ama meseleyi toplumsal bir düzlemde tartışmayı sürdüren ülkelerden örneğin Küba –ne kadar iyi ya da kötü olduğuyla ilgili tartışabiliriz elbette– parasız bunu tartışabildi, demek ki oluyormuş, bunu gördük. Ya da Güney Kore gibi biraz daha koruyucu sağlıkla, kontrolle, takiple bu mücadeleyi daha iyi yürüten ülkeler vardı. Şimdi de aynı şeyi buradaki salgın hastalık riskleri için söylemek mümkün. Bütün korktuğumuz salgın hastalıkların eradike edilmesi için çok temel bir şey var: Temiz su. Ama biz temiz suyu şöyle tarif ediyoruz, “kullandığın suyu içebileceksin.” Bunu sağlayabildiğimiz anda bütün bu salgın hastalıkları eradike edebiliriz. Ama bunun hazırlığı var mı?

Biz Türk Tabipleri Birliği olarak önümüzdeki dönemin stratejisini bu çerçeveye oturttuk. Birincisi temiz su, ikincisi kadın sağlığı. Bu iki öncelik alanında kolaylaştırıcılık rolünün ve bu bağlamdaki çalışmaların stratejisini belirlemeye çalışıyoruz. Burada barınma da bizim hareket noktamız; barınma alanlarının nasıl olması gerektiği sorusuna kafa yoruyoruz.

Toplumsal psikoloji olarak da bütün dünyada öyle bir algı var ki, ellerinden geldiğince işi dine buluyorlar, bilimselliği burada dışarıya atıyorlar. Ama işin içine sosyal bilimlerin sosyoloji gibi psikoloji gibi alanlarının devreye girmesi gereken anlarda da kesin pozitivizme dönüyor ve bunları küçümsüyorlar… Yani psikoloji ya da toplum psikolojisi dediğimiz şeyin uzun vadeli stratejide asıl belirleyici olacağına dair tartışmayı aşmak çok zaman aldı. Biz her zaman alana giden ekiplerle birlikte psikolog arkadaşların da olmasını, akşam toplantılarında bizim yanımızdaki Türkiye Psikiyatri Derneği’nin noktasında çalışan 2 arkadaşımızın da katılmasına önem verdik. Onların geri dönüşleriyle, bize uyarılarıyla birlikte planlama yapmaya çalışıyoruz. Ama şu anda hâlâ akut dönemdeyiz. Akut dönemde biraz daha, psikolojik desteğin sırasının ve ağırlarının geldiği döneme hazırlık yapmamız yönünde uyarıyorlardı bizi psikolojik bakımdan. Bu döneme de yavaş yavaş giriyoruz dediğim gibi.

Bu dönem teknolojilerin ya da tedavi etmenin değil de daha çok sağaltmanın, öz-sağaltımın ve öz-sağlığın; dolayısıyla da psikolojinin ve psikiyatrinin belirleyici olduğu bir dönem. Bizim de elbette bununla ilgili hafızamız ve ezberlerimiz bunları çözebilmek, hazırlanmak için tamamen yeterli değil diyebilirim; fakat çabamız ve dayanışmamız bu yönde. Artık önümüzdeki döneme dair planlamalarımızda da hazırlıklarımızda da hep bunu örüyoruz, ki akşam toplantılarımız bile bunun bir gereğiydi. Saha çıkan neredeyse her arkadaşımız, özellikle ilk gün çıkan ve bu konuda deneyimi az olan her arkadaşımız sarsılarak geliyordu. Bunlarla ilgili çalışmalarımız ve çabamız oldu; hazırladığımız alanın da bütünlüklü bir sağlık bahçesi şeklinde planlanması ve her kapının oraya açılması, bunların hepsinin bir gerekliliği vardı. Saha çalışmalarının da böyle bir önemi olduğunu söyleyebilirim. Bu çalışmalarda da en çok dağıttığımız şey ilaç değil de hijyen kitleri, temiz iç çamaşırları gibi şeyleri ama oradaki paylaşım ve evlere ulaşmak önemliydi.

Yani özetle, 6 Şubat depremlerinin yaralarının sağaltılabilmesi için 10 Ekim’de ve Van depreminde olduğu gibi psikososyal dayanışma ağları daha çok devreye giriyor biz de onlardan destek alıyoruz… Ama dediğim gibi normların tartışılabilmesi, hele bu memlekette, çok zor. Hem de bu konuda bir norm tarifi yapmak bana göre keskin pozitivist bir pozisyon almak olur.

[/content_control]