Ani ekonomik krizlerin kendiliğinden köklü tarihsel olayları doğurmadığı söylenebilir; bu krizler ulusun ilerideki yaşamının gelişimini etkileyecek sorunların belirli düşünce yapıları ile düşünülmesi, belirli biçimlerde sorunların ortaya konması ve çözülmesi için bir alan yaratabilir.
Kriz tamamıyla eskinin öldüğü ve yeninin de doğamadığı gerçeğinden oluşur. Bu geçiş sürecinde hastalıklı semptomlar görülür.
Antonio Gramsci, Selections from the Prison Notebook
Göründüğü kadarıyla, serbest piyasa kapitalizminin eleştirel düşüncesine destek kazanmak için biçilmiş kaftan olan 2007 krizi sonrasının en dikkat çekici durumlarından birisi Avrupa sosyal demokrat partilerinin süregiden krizden yeteri kadar fayda sağlayamamış olmalarıdır. Örneğin, Alman Sosyal Demokrat Partisinin (SPD) gerileyerek 1945 genel seçiminden sonra 2009 yılında en kötü seçim sonuçlarını elde etmesi; İsveç Sosyal Demokrat Partisi’nin (SAP) 2010 seçiminde aldığı desteği kaybetmesi ve partinin yönetimden düşerek hegemonik olmayan pozisyonun kesinleşmesi; ki bu seçimde, parti 1920 yılından beri en düşük oyu almıştır; İspanya Sosyalist İşçi Partisi’nin (PSOE) 2011 genel seçimlerdeki büyük hezimeti. Magnus Ryner (2010, 554) bu ülkelerde ve diğer yerlerdeki şaşırtıcı olmayan gelişmeleri dikkate alarak şu sonuca varmaktadır: “Neoliberalizmin hegemonik aurasını kaybettiği yolda ona eşlik etmek (Avrupa) sosyal demokrasisinin etkili siyasi bir aktör olarak var olamaması demektir.” Bununla birlikte, küresel ekonomik durgunluğun arttığı gerçeği ve büyüyen Euro Bölgesi krizi var olan bu trendi tersine çevirecek gibi gözükmemektedir.
Bu durum, ilerici politika için belki de 2007 öncesinden daha güçlü ve sarsılmaz bir şekilde ortaya çıkan “devamlı kemer sıkma” ile “yaşayan ölü” neoliberalizmin -mantıken saygınlığını yitirmiş ancak “uygun” alternatiflerin olmamasından dolayı vazgeçilmez gibi görünen- doğurduğu muhtemel olumsuz sonuçlara yönelik daha fazla küresel yorumu beraberinde getirmektedir. Ancak, Matijn Konings’in öne sürdüğü üzere (2010; ayrıca bkz. Panitch ve Konings 2009), literatürde neoliberalizmi “serbest piyasa” olarak görme yönünde kuvvetli bir eğilim vardır: piyasanın mitik görünmez el adına devlet ve diğer kurumsal düzenlemelerden ayrıştırılması (ayrıca bkz. Cahill 2007). Aslında, piyasa dışı kurumların neoliberalizmi inşa etmek ve sürdürmek açısından kriz öncesi (bkz. Harvey 2005; Saad-Filho ve Johnston 2004) ve kriz esnasında üstlendiği önemli rolü vurgulayan (önemli) katkıların çoğu, günümüzde neoliberalizmin “serbest piyasa”ya retorik ve ideolojik açıdan değer katılmasına halen destek sağlamaktadır.
Yine de, 1930 sonlarında Mont Pelerin Cemiyeti[1] içerisinde ve başka yerlerde dolaşmaya başlayan fikirlerin “özel olarak post-laissez-faire problemi olan uygun şekillerde ve alanlarda devletin sosyoekonomik alana müdahalesinin” ve ayrıca “başından beri kaygı uyandıran devletin kaçınılmaz ama katlanılan kötülüklerinin belirlenmesi” (Peck 2008, 7) ile ilgili olduğunu kabul etmeliyiz. Bu da, neoliberal reformun “piyasa dışı” kurumların karşısında yer almayıp bunun yerine bu kurumları yeni sosyal amaçlar için mobilize etmek anlamına gelen neoliberal ideoloji için biçimsel olarak piyasanın dışında kalan sosyal hayat alanlarının özel bir önem taşıdığı anlamına gelmektedir. Bu yüzden de, özelleştirme gibi daha açık ve retorik açıdan uyumlu reformlara paralel olarak, neoliberalleştirme süreçleri kurumsal iktidarın çeşitli yollarla mobilize edilmesini genel anlamda zaruri kılmaktadır.
Sonuç olarak, sosyoekonomik yeniden yapılanmanın kırılgan doğasına yönelik sosyal bir koruma olarak görülen kurumlar (geçmiş dönemlerde ortaya çıkış biçimleri itibariyle) pekala böyle bir değişimin kendi kendini inşa etme aracı da olabilirler. Bu, sendikalara birbirine denk ortaklar gibi davranılmasının yerine iş gücünü açıktan açığa disiplin altına alabilmek için artmakta olan toplu sözleşme görüşmelerinin uygulanmasını, refah düzeyinde olan azalmanın belirginleşmesini ve refah kavramının yerini büyük bir ölçüde çalışma refahına bırakması, çeşitli görüşlere hitap eden partilerin gerilemesi ile otoriter devlet türlerinin (sıklıkla yeniden baş gösteren aşırı sağ görüşle birlikte; bkz. Bruff’ın (2010) Almanya’daki her görüşe hitap eden partiler hakkındaki yazısı) ortaya çıkmasını kapsamaktadır. Bu eğilimler, çoğunlukla genellikle sendikalar, sosyal yardım programları, işçi partileri ve nihayetinde devlet kanalıyla mobilize olan ortak çıkarlara odaklandığı için ilerici ve daha radikal siyaset için dikkate değerdir. Bu anlamda, yenilenmiş bir sol siyasetin imkanlılığı buna benzer geleneksel dünya görüşlerini destekleyen varsayımlar tarafından sakatlanmıştır (ayrıca bkz. Lyon-Callo 2008).
Krizin içinde bulunduğumuz döneminden bir anlam çıkarabilmek amacıyla 1970’li yılların sonlarından 1980’lere kadar uzanan Thatcherizm hakkındaki tartışmalara geri döneceğim. Bu on yıllık süreç içerisinde bir dizi makale ortaya çıktı. Bu makalelerde açık bir şekilde Britanya devletinin ve diğer kurumlarının “serbest piyasa”yı savunan Thatcherizm’in kurbanı olmaktan çok suç ortağı olarak görülmekteydi. Bu dönem hem Birleşik Krallıkta’ki hem de diğer ülkelerdeki solun derin bir kriz yaşandığı dönemdi. Ancak sol, günümüzdeki durumda da olduğu gibi ekonomideki büyük duraklamayı, cansız olan ticari faaliyetleri, büyük işsizlik oranını, derinleşen sosyoekonomik eşitsizlikleri ve toplumun genel hoşnutsuzluğundan yararlanmayı başaramadı. Bahsi geçen dönemden, makaleyi en çok ilgilendiren yazılar Stuart Hall’un (1979, 1985) otoriter popülizm yazılarıyla Nicos Poulantzas’ın (1978, 1979) otoriter devletletçilik hakkındaki tartışmalarıdır. Özellikle de Poulantzas’ın, Hall’un Thatcherizm akımını incelemesinde önemli bir ilham kaynağı olması ve yine Hall’un ana destekçilerinden biri olan Bob Jessop üzerinde de etki yaratması bu çerçeveye dahildir. Hem Hall hem de Poulantzas “otoriterliğin” yalnızca kaba kuvvet anlayışının uygulanması (örneğin, gösterilerin polisiye denetimi, ırkçı politik söylemler ve benzeri), olarak görülmemesi gerektiğini farklı şekillerde göstermektedirler. Aynı zamanda otoriterlik, birtakım politikaları ve kurumsal uygulamaları toplumsal ve siyasi çatışmadan yalıtmak amacıyla devletin ve kurumsal otoritenin yeniden yapılandırılması olarak da gözlemlenebilmektedir.
Pazar dışı kurumların giderek artış gösteren neoliberal içeriğinin en önemli sonucunun sosyoekonomik yeniden yapılanmadan kaynaklanan toplumsal baskıların iyileştirilmesi ve azaltılmasındaki kapasitesinin küçülmesinden dolayı bu ön bilgiler tartışmamız için önem teşkil etmektedir. Toplumsal uzlaşmanın sağlanabileceği, sürdürebileceği ve güçlendirilebileceği kanalların yitirilmesi veya yetersizleşmesi -özellikle de günümüz kriz döneminde- daha cebri bir neoliberalleştirme sürecini ortaya çıkaran koşulları doğurmuştur. Daha basite indirgersek, hegemonik bir auranın noksanlığında neoliberal uygulamalar rıza ve hatta daha “basit” yönetişim biçimleri için gönülsüz kabullenmeleri üretebilmede pek de güçlü bir konuma sahip değildir. Bu meselenin makale için bilhassa önem arz etmesinin nedeni, “ekonomik gereklilik” adı altında devletin ve ilgili kuruluşların amaçlarını yeniden tasarlamayı hedefleyen anayasal ve yasal değişiklerin artan sıklığıdır. Devletin ve kurumsal gücün yeniden yapılandırılmasına yönelik olan bu girişim üç bölümden oluşmaktadır: 1) “Dünyadaki en sağlam irade” olarak görülmesine rağmen devletin büyüyen sosyoekonomik eşitsizlikleri ve yerinden etmeleri tersine çevirmekte aciz kalmasını açıklarken maddi koşullara daha dolaysız bir şekilde başvurmak 2) süreç içinde bekletileri azaltacak çekilde Pazar dışı kurumların yer bulabilmesi için verimli ve uygun faaliyetlerin daha derinlikli ve uzun vadeli yeniden ayarlaması; 3) devletin refah tesisi için gerekli olduğu varsayılan anayasal ve yasal kurallara tabi kılınması suretiyle giderek demokratik olmayan bir devletin yeniden kavramsallaştırılması. Özetle, otoriteryan neoliberalizmin yükselişine tanık olmaktayız.
Otoriteryan neoliberalizm, 2007 öncesi neoliberalizmden tamamen kopuşu simgelemese de; otoriterleşme eğilimlerini anayasal ve yasal mekanizmaların yönlendiricisi olduğu -ceza ve suç politikasının giderek artan cezalandırıcı doğası gibi- (LeBaron 2008; Wacquant 2009) ve hegemonya için rıza üretiminin bir kenara bırakılmasıyla ön plana çıkması bakımından ayrıksıdır (örneğin ekonomik olarak daha verimli ve toplumsal olarak daha fazla arzulanabilir olması bakımından). Tabii ki de zor ve rıza kavramları birbirinin zıddı olarak görülemez veya rıza kavramı “canı gönülden bir destek”le de eşitlenemez. Yine de, otoriteryan neoliberalizm içindeki egemen sınıflar hegemonyalarını sürdürmek için direnişi ve hoşnutsuzluğu etkisizleştirecek anlaşma ve taviz biçimleri ile pek ilgilenmezler. Bunun yerine, anayasal ve yasal olarak tasarlanmış kendi kendisini güçsüzleştiren sözde demokratik kurumlar, hükümetler ve parlamentolar aracılığıyla tahakküm altındaki sınıfları açıkça marjinaleştirir ve dışlarlar.
Stephen Gill’in (2008) hukuku güçlünün bir maşası olarak araçsallaştıran (özellikle uluslararası sermaye adına) ve görünürde aynı olan “disipline edici” neoliberalizm tanımının aksine, temel trendler ve yapılar gözlemlenebilse dahi yasal çerçevenin yeniden yapılandırılması teşebbüsünün birden çok hatta ilerleyen, eşitsiz ve çelişkili bir süreç olduğu kanaatindeyim. Egemen sınıflar arasındaki çelişkiler kadar (uluslararası ve yerel sermaye grupları arasındakiler gibi), tahakküm eden ve tahakküm altındaki sosyal gruplar arasındaki çatışma devletin kalbi olmaya devam etmektedir (bkz. Ebenau 2010; Hartmann 2011). Örneğin, 2007 küresel kriz sonrası dönem halihazırda çeşitli devletlerin içinde bulunduğu meşruluk krizini şiddetlendirse de, devletin daha az toleranslı ve daha az demokratik değerlere sahip bir yapıya dönüştürülmesi suretiyle otoriter neoliberal cevap var olan krizi daha da alevlendirebilir.
Bu durum otomatik olarak özgürleştirici politikaların ortaya çıkmasına olanak tanımamaktadır. Bu noktada 1970’ler ve 1980’ler bir kez daha yol gösterici niteliktedir. Aynı zamanda radikal sağın (Amerika’da Çay Partisi ve Avrupa’da yükselen zenofobi) krizi yorumlamadaki başarısını kanıtlayacak çok fazla örnek mevcuttur. Yine de, Occupy (İşgal Hareketi), Indignados (Öfkeliler Hareketi) ve diğer ilintili hareketler sadece otoriter neoliberal devleti protesto edip, ona karşı mücadele etme anlamında değil aynı zamanda dayanışma, eşitlik ve işbirliği gibi değerlerle neoliberal otoriter devletin meşruiyet yitimini sürdürdüğü için bahsettiğimiz karamsarlığı azaltmak anlamında iyi birer emsal olmaktadırlar. Bu durum, sadece piyasa dışı unsurların sınıf iktidarının piyasa formlarıyla zorla birleştirilmesi meselesine yoğunlaşmakla ve bu iktidarın eleştirilmesini ön plana taşımakla yetinmemekte; halkın kendi kendisini nasıl yönetebileceğine yönelik alternatif bir fikir sağlaması bakımından hayati önemdedir. Bu sebeple, neoliberal kurumların yeni toplumsal amaçlara hizmet etmek için harekete geçirilmesi, bu kurumların şimdiki ve gelecekti uygulamalarını şekillendirecek toplumsal ve politik çatışmalara ve hem neoliberal ideolojinin hem yararına hem de zararına yol açabilir. Temelde, bu makale Avrupa sosyal demokrasisiyle ilgili olsa da, aynı zamanda Avrupa dışındaki mücadeleler, krizler ve çatışmalar hakkındadır.
Aşağıda yer alan tartışmalar üç bölümden oluşmaktadır. Öncelikli olarak Hall ve Poulantzas’ın otoriteryan popülizm/devletçilik üzerine yaptığı katkılara ve yukarıda detaylıca tartıştığım sürece odaklanmaktayım. Devamında, otoriteryan neoliberalizmin çağdaş örneklerine, krizin “iyi kapitalizm kötüye dönüştüğünde” başlığı altında ahlakileştirilmesine ve devlet gücünün özel yollarla, çoğunlukla da kemer sıkma politikasının anayasallaştırılması yoluyla devletin yeniden yapılandırılması konusunu tartışmaktayım. Son olarak, tartışmamın sosyal demokrasi ve bununla ilgili olarak devlet karşıtı ama özgürleştirici nitelikteki siyaset için anlamı üzerine düşüneceğim.
Geleceğe Dönüş
Stuart Hall, Martin Jacques ve diğerleriyle birlikte (muhafazakârların 1979 seçiminden zaferle ayrılmasından önce) “Thatcherizm” terimini türeten isimlerden birisidir. Hall’un Marxism Today (1979, 15-8) için yazdığı ünlü “The Great Moving Right Show” adlı makalesinde bahsettiği 1970’lerin Britanya sosyal demokrasisini tehdit eden çelişkilerin ve krizlerin Thatcherizm’in doğuşuna zemin hazırladığı daha az bilinen bir gerçekliktir. 1973 yılında petrol fiyatlarının artmasıyla birlikte hızlanan ekonomik durgunluk İngiltere’deki sermaye birikimi sorunlarını derinleştirmiş, 1974-1979 arası İşçi Partisi hükümetini sürekli kriz yönetimine zorlamıştır. Toplumsal sözleşmeye ve korporatist (ve dolayısıyla “işçi yanlısı”) danışmaya dayalı olmasına rağmen, bu süreçte Birleşik Krallık işçi sınıfı dağılmış ve bölünmüştür. Döneme ait kilit örneklerden birisi, sendikaları, reel gelirlerden uzun vadede olacak kesintileri kabul ettirtmeyi amaçlayan zorunlu gelir politikalarının artarak uygulanması sonucunda ilerici bir hükümetin iktidarı altında bile elde edilecek başarı beklentilerinin sürekli olarak küçültülmesidir. Sosyal demokrat bir partiyi yönetmenin getirdiği içsel çelişkiler – işçi sınıfı hareketinin siyasal temsilcisi olarak sermaye ile refah ve büyüme için, “ulusal çıkarlar” adına pazarlık etmesinin çelişkisi- bu dönemde keskin bir hal almıştır (15-6). Beklenildiği gibi, bu düzenlemeler silsilesinin yarattığı hayal kırıklığı büyümüştür.
Sonuç olarak da kriz, radikal sağ anlatı için bir fırsat kapısı ortaya çıkmaya başladı. 1970-1974 yılları arasında Heath hükümetinden başlayarak eğilim daha önce belirtilen hoşnutsuzluğu bu tarz yönetim biçimlerini reddetmek (sıklıkla Birleşik Krallık’taki sosyal demokrasi ile anılsa da, kıta Avrupası’nda, sendikalarla korporatist dayanışma içinde olan Avrupa’daki Hristiyan demokrat partileri de bu çerçevenin içindeydi) üzere harekete geçirmek amacıyla “halkı” “sendikalarla” , “ulusu” ise “sınıfla” karşı karşıya getirmekti. Belki de süpriz olmayacak bir şekilde, “refah bağımlılığı kültürüne” ve “aşırı yük binmiş devlete” karşı sürdürülen retorik saldırılar -kendine yeterlilik söylemi ve aile değerlerine olan çağrı ile birlikte- Thatcher yönetimi dışında kaybedecek olan nüfus kesimlerinde karşılık buldu. Böyle bir popülist, ahlaki ortak duyunun inşası, sosyal yardımlaşmaya ve örgütlü emeğe karşı saldırılar sınıf iktidarının eşitsiz bir şekilde yeniden yapılandırılmasına ve “halkın” çok az kesiminin pastadan pay almasına yol açacak olmasına rağmen, Thatcher’a halkın yanında devletin müdahelelerinin/başarısızlıklarının karşısında görünme imkanı vermiştir (16-8).
En genel anlamıyla bu anlatı -tekrardan, yankı uyandırıcı kişinin eylemlerinden kaynaklı ödev ve sorumluluk gibi geleneksel kavramlara başvurmak- “manevi değerlere” ve böylelikle devletin bu değerleri idame etmesindeki güçlü konumunu pekiştirmek için gerekli desteği harekete geçirmeye ihtiyaç duyduğu ölçüde devlet karşıtı değildi (19-20). Bu durum özellikle yasa ve düzen fikri ile bağlantılı “daha fazla polis, daha ağır cezalar, daha iyi aile disiplini, sosyal çözülmenin belirtisi olarak suç oranının artması” gibi konularda görünür olurken; halkı kanunsuzluğun patlak vermesi sonucunda tehlikede olan medeni davranış normlarını korumak için bir otoriteye ihtiyaç olduğu fikrinde birleştirmeyi amaçlamaktaydı. Bu açıdan “otoriteryan populizm” kavramı: yukarıdan otoriterliğe kayışla beraber, “tabandan popülist bir yayılım tarafından öncülük edilen, ilişkilendirilen ve bir bakıma meşrulaştırılan bir değişimdir… Bu husus genelde “ahlaki panik”in ardından şekillenir… Tüm bunlar otoriteryan kapatma için parıltılı bir popülist rızanın üretimine hizmet etmiştir” (Hall 1985, 116).[2] Böylelikle radikal sağın kendi temsili neoliberal ideoloji ile beraber devlet karşıtı olduğu tezi bütün hikâyeyi anlatmamaktadır. Gerçekten de otoriter popülizm Thatcherizm’in içine işlemiş çelişkileri ele geçirmeyi amaçlayan, kasten paradoksal bir kavramdır.
Hall, Poulantzas’ın otoriteryan devletçilik yaklaşımına yaslanmakta ve bunun üzerine katkı koyduğunu ileri sürmekteydi (bkz. Poulantzas 1978, 203-47). Hall’a göre Poulantzas, modern gelişimleri sezmede ve bu gelişimleri tabiatı gereği devlet odaklı, tepeden aşağıya ve bütünlüklü olarak addetmesi açısından çok acelecidir. Bu durum aynı zamanda Poulantzas’ın toplumsal mücadeleleri ve daha büyük toplumlarda meydana gelen güç dengelerindeki değişimi görmezden gelmesine neden oldu (Hall 1985, 116-8). Peki, bu adil midir? Eğer Poulantzas’ın (1978, 239) ‘’tüm modern iktidar otoriteryan devletçilik için işlevseldir” ifadesi Devlet, İktidar ve Sosyalizm kitabının temsili olarak kabul edilirse, elbette bu söz konusu olabilir. Ancak Hall’a yapılan ünlü bir eleştiride, Bob Jessop ve diğerleri (1985) Poulantzas’ın otoriter devletçilik hakkındaki beyanlarının Hall’un nitelendirdiğinden daha ucu açık ve incelikli olduğunu ileri sürmektedirler.
Bu sebepten dolayı en az Hall kadar Poulantzas’a da dönüp bakmak yerinde olacaktır. Özellikle, Devlet, İktidar, Sosyalizm’in otoriteryan devletçilik hakkındaki görece tartışmalı bölümleri ile devletin maddi kurumsallığı ilgili olan ilk bölümlerini bağdaştırmak faydalı olabilir. Bu noktada, Poulantzas’ın kapitalist toplumlardaki modern gelişmelere açıklık getirmede sıkıntı yaşadığı için, belirlenimcilik ile olumsallık arasında sürekli gidip gelişini görmekteyiz. Bu da onun tartışmalarına zengin bir nüans katmaktadır. Örneğin Poulantzas, hüküm sürmek için mücadele eden herhangi bir sosyal grup için devleti kilit bir nokta haline getirerek, devletin kapitalist toplumlarda iktidarın uygulanması için devletin hayati bir mercii olduğunu öne sürmektedir (148). Ancak devlet her nasılsa, hem parçası olduğu toplumdan ayrılmamakta hem de toplumsal mücadelelerden bağımsız olarak kendi iktidarını elde etmektedir. Bu nedenle, halk mücadeleleri devletin ötesine uzansa da, aynı zamanda halk mücadeleleri “Devlet’i tepeden aşağıya katederler… bu mücadelelerin Devlet içerisindeki etkisi her zaman ‘uzun dönemli’ olmuştur” (141; vurgu orjinalinde).
Bu demektir ki, devlet, işlevi sermaye adına yekpare bir tutumla davranmak olan önceden belirlenmiş bir varlık kesinlikle değildir. Aksine, devletin evrimi, sınıf mücadelelerinin tutumunun zaman içinde kendisini dışavurumuna son derece bağlıdır. Böylelikle, devlet üretim araçlarına sahip olanların sahip olmayanlar üstündeki genel hâkimiyetini somutlaştırır ve billurlaştırır –politikalar, kurumsal düzenlemeler ve aygıtlar biçiminde–; ve bundan dolayı her zaman kapitalist bir devlet olarak görülmelidir. Ancak bazen, tabi sınıflara kapsamlı ödünler (mesela refah programları) verilmesi ve ayrıca karşılığında onları güçsüz kılmayı sürdüren üretim ilişkileri sistemine dâhil edilmeleri devletin karakterinde mevcut bulunur. Bu sebepten dolayı, devlet politikası, kurumsal düzenlemeler ve ilişkili aygıtlarda cisimlenen uzlaşmaların özgül içeriğini kesin bir biçimde kimse tahmin edemez; ve bunlar mekân (hem benzer hem de değişik gelişmişlik seviyesindeki farklı ülkeleri/bölgeleri karşılaştırmak) ve zaman (yıllar içinde aynı ülkeler/bölgeler) boyunca farklı şekillerde ortaya çıkar.
Buna karşın Poulantzas kapitalizmin gelişiminin belli tarihsel aşamalar halinde dönemselleştirilmesinin mümkün olduğunu ileri sürmektedir; bu da belli kapitalist devlet biçimlerinin muhtemelen (ama kesin değil) böyle dönemlerde daha baskın olduğu anlamına gelir. Bu, otoriteryan devletçiliğin, kapitalist devletlerin kendi gelişimlerinin kalıntılarını yönetmeye çabalamaları anlamındaki krizlerini de içeren kapitalist krize siyasi bir tepki olmasından dolayı pürüzsüz bir süreç değildir (Poulantzas 1978, 203-6). Krize bir tepki olarak otoriteryan devletçilik örneği orantısız biçimde belli sermaye kesimlerini öbürleri üzerinde –mesela günümüzde küresel finansın ulusal imalat sanayisi üzerinde– kayırma eğilimindedir. Buna ek olarak, devlet, tabi sosyal gruplara maddi ödünler bağışlamadan gerçekleşen sosyoekonomik yeniden yapılanmadan çıkan çelişkiler ve yerinden etmeler sebebiyle şehir planlaması, yoksul bölgelerin sosyoekonomik olarak yenilenmesi ve halk sağlığı hizmetleri ve programları gibi sosyal yaşam alanlarında nüfuzunu gittikçe genişletmektedir (210-4). Poulantzas, çok büyük bir olasılıkla sosyal demokratlar ve konvansiyonel “ilerici” siyaseti kastederek, “otoriteryan devletçilik[i] aynı zamanda Refah Devleti mitinin kalıntılarından ortaya çıkan bir gerçeklik” (213) olarak düşünmüştür. Bu duruma, 1980’lerden beri süregelen cezalandırıcı çalışma refahı patlaması örnek verilebilir ve Poulantzas hali hazırda, otuz beş yıl önce, sosyal demokrat partilerin çukurlarının kazıldığını ve emeği devlet içinde gittikçe temsil edemediklerini ileri sürmüştür. Dolayısıyla, seçimlerde seçmenlere sunulan “tercih” bir yanılsamadır: güncel hükümete alternatiflerin önerilmesi yerine, tercih olarak güncel hükümetin ikameleri önerisini önümüzde bulmaktayız (231-40). Bu, 1990’ların ortasından beri öne çıkan ve daha ilerici dünya görüşlerini ekonomik zorunluluklar adına ötekileştirmeyi gözetmiş Üçüncü Yol sosyal demokrasisinin kilit bir veçhesiydi.
Görünürde, daha önce de ima edildiği gibi, bu karamsar ve bütünleştirici bir anlatım olarak okunabilir. Ancak, Poulantzas için otoriteryan devletçiliğin yükselişi önceden belirlenmiş, ebedi veya evrensel değildir. Bilhassa, farklı sosyal gruplar arasında çeşitli uzlaşmaların yoğunlaşması olarak devletin maddiliği, kaçınılmaz bir şekilde, devletin sosyal amacını yeniden şekillendirmeye ilişkin herhangi bir girişimi birden çok hatta ilerleyen, eşitsiz ve çelişkili bir süreç olarak resmetmektedir. Bu çok veçheli, içsel olarak bulanıklık ve değişime direniş hâkim sosyal grupları daha önceki mücadelelerin sonuçları olarak zaman içinde yerleşmiş birden çok kurumsal ve siyasal mirasla yüzleşmeye zorlar (Poulantzas 1978, 130). Öyleyse, Poulantzas’ın otoriteryan devletçilik tartışmalarını Devlet, İktidar, Sosyalizm’in geniş bağlamına yerleştirirsek, “Devlet’in politikaları böylelikle devlet içi çelişkilerin gerçek süreci aracılığıyla oluşturulmuştur [ve oluşturulmaya devam edecektir]” anlayışını değerlendirebiliriz (134). Dahası bu çelişkiler kapitalist kriz zamanlarında keskinleşir ve otoriteryan devletçi yanıt, hem devlet iktidarının günlük hayatta genişleyen etkisi hem de devletin artan baskıcı doğasına direnen devlet karşıtlığı ile nitelenen “yeni halk mücadeleleri biçimlerinden kısmen sorumludur” (246). Kitabın son bölümü (demokratik sosyalizme giden yolla ilgilenen kısmı) için oldukça önemli olan bu mücadeleler, daha genel meşruluk krizlerini tetiklemede başarılı oldukları ölçüde, aynı anda devletin dışında kalıp ve onu dönüştürme potansiyeline sahip devlet karşıtlığının radikal ve demokratik biçimlerine kapı açabilirler (251-65).
Bu, Hall’un, nasıl tikel (ve aşırı derecede parçalı) bir devlet karşıtlığı formunun Britanya toplumunu ve Britanya devletini harekete geçirebildiği ve dönüştürebildiği sorusunu esas alan Thatcherizm ile ilgili müdahalelerine fazlasıyla bağlıdır. Ancak Hall’un daha somut olan analizi, bizi devleti Poulantzas’ın tartıştığı otoriteryan doğrultularda dönüştürmede devlet karşıtlığının içinden yükselmiş halk mücadelelerinin potansiyelinin, belki de Poulantzas’ın izin verdiğinden daha fazla imkan sağlamaktadır. Diğer taraftansa Poulantzas (1978, 246), “Devleti kendi içinde alt üst eden ana etkileri” kuran halk mücadelelerinin yeni biçimleri olarak zora doğru bu kayışın otoriteryan devleti aynı zamanda hem güçlendirmekte ve hem de zayıflatılmakta olduğunu bize Hall’den daha net bir biçimde göstermektedir. Bu nedenle de, günümüze ait dönemi incelerken, “otoriterliği” neden ve nasıl karmaşık, çok yüzlü ve çelişkili bir fenomen olarak görmemiz gerektiğinin çeşitli yollarını gösterdikleri için, her iki kuramcının da kavrayışları bilhassa önemlidir.
Hall ve Poulantzas, Sol için mümkün stratejik fırsatları tanımlayabilmek için kendi dönemlerini anlamayı amaçlamışlardır; dünyaya yönelik çalışmaları dünyanın nasıl değiştirileceği vazifesinden ayrı tutulmamalıdır. Böylelikle soru –kapitalist krizin yeni zamanlarında– otoriteryan neoliberalizmin yükselişinin aslında ilerici ve radikal siyasetin son otuz yılın eğilimini ters çevirmeye başlayacağı koşulları yaratıp yaratmadığıdır. Bu yüzden otoriteryan neoliberal uygulamaların örneklerini –özellikle kapitalizm hakkında ahlakileştiren retorik ile daha “ahlaki” kapitalizmin yaratımı için artan anayasal ve yasal dayanakların birlikteliğini– dikkate almaya ihtiyacımız vardır.
Otoriter Neoliberalizm Uygulamaları: “İyi Kapitalizm Kötüye Dönüştüğünde”
2007 sonrasında neoliberalizmin otoriterleşmesi kaçınılmaz bir gelişme değildi. Devlet kapitalizmin gereksinimlerinin fonksiyonel bir türevi olarak hareket etti ama dönüşümün asıl nedeni süreklilik arz eden ve kriz öncesi trendler ile biçimlenmiş siyasal müdahaleler oldu. Bu anlaşılmazsa, banka ve diğer mali kuruluşlara yapılan yardım paketleri sayesinde kriz “devletin geri dönüşünün” başlangıcı olarak değerlendirebilir. Ayrıca, pazar dışı sosyal yapılar “düzenledikleri finansal dünyanın dışında değildirler; aksine bu dünyanın ihtilaflarının içinde var olurlar … , dahası; yaşadığımız krize dair büyük çaplı müdahaleler… neoliberal dönemin her anında var olmuş uzun erimli müdahalelerin bir zirvesi olarak görülebilir…” (Panitch ve Konings 2009, 73).
Buna ek olarak, neoliberalizmin kapitalist siyasal bir ekonomi içerisinde sosyal demokrasinin, örgütlü işçi sınıfının, sosyal yardım programlarının ve benzerlerinin gelişmekte olduğu bir iklimde ortaya çıkması da neoliberalizmin eleştirilerinin yalnızca “ekonomiyle” sınırlı kalmadığı anlamına gelmektedir. Esasen, neoliberalizmin eleştirileri en başından beri toplumsal hayatın bütün alanlarını kapsamaktadır. Sonuç olarak toplumsal hayatın sayısız bölümlerinin ideal bir dünyada “piyasa” adına reform edilebilir olması, neoliberalizmin retorikte her türlü düşünsel, siyasi ve toplumsal düşmana karşı cephe almasını nispeten kolaylaştırmaktadır. Jamie Peck’in (2010a, 7-8) de ileri sürdüğü gibi “Neoliberal yapılanmadan on yıllar sonra bile, günümüz politikalarındaki başarısızlıkların ne kadarının halen daha uzlaşmaz sendikalara, yaygın devlet müdahelelerine, güçlü bürokratlara ve korku tellallığı yapanlara bağlı olduğunu” saptamak kayda değerdir. Elbette neoliberaller tarafından talep edilen “münasip” reformların son 40 yıldır dünyanın birçok yerinde yürürlükte olmasına rağmen bunların söylenmesi işin bir başka boyutudur. Gerçekten de, var olan kapitalist toplumlara yönelik neoliberal eleştiriler sürekli tatminsiz bir ton tutururlar. Bunun nedeni ise neoliberal ütopyanın, en azından neoliberalizmin söylemsel piyasa değerlendirmesinde yer etmiş haliyle “saf” bir biçimde gerçekleşmemiş olmasıdır.
Bu yüzden 2008 sonu itibariyle, ani küresel çöküş tehdidi önlenir önlenmez krizin “iyi kapitalizmin kötüye dönüşmesi” olarak yorumlanması da uzun sürmedi. Bruno Amable (2011, 12) tarafından da ortaya koyulduğu gibi bu yorumun çözüm yolu kapitalizm için yapılacak temel reformlar veya kapitalizmin devrilmesi değil, “bireylerin arttırılmış etik sorumluluklarına” olan ihtiyaçtır. Neoliberalizmden vazgeçilmesinden ziyade, onun yoğunlaştırılması söz konusu olmuştur. Burada hayati olan nokta krizin getirdiği yükümlülüğün mali kuruluşlardan büyük kredi kartı ve ipotekli borçlara girmiş şahıslara ve uygun nizamı sağlayamadığı için finansın ve dolayısıyla da bütçe açıklarının ahlaki çerçeveden uzaklaştırılmasına sebep olan devletlere doğru yönelmiş olmasıdır. Çoğunlukla yurttaşlar ve devlet, finans sektöründe aşırıya kaçmaya imkan tanıdıkları için suçlu ilan edilmişti. Bu durum da hem halkın hem de devletin “kötü kapitalizmi (tekrar) iyiye dönüştürmenin” bedeline “haklı olarak” katlanacağı anlamına gelmekteydi.
Bu, kaçınılmaz olarak farklı ülkelerde farklı şekiller almıştır. Fakat aşırı özeleştiri tutumunda bir değişiklik olmadı. Hükümetin bütçe açıklarının ülkenin kredi borçlarına denk olması, Birleşik Krallıkta sıkça dile getirildiği gibi halkın her bir ferdinin ve onların siyasal temsilcilerinin ayağını yorganına göre uzatma ve ahlaki sorumluluk bilincini geliştirmesi anlamına geldiği söylenmiştir. Böylelikle gelecekteki aşırıya kaçmaların da önüne geçilebilecektir. Nayana King de Souza’nın da (2011, 20-2) öne sürdüğü gibi, bu durum iki kavramın eş zamanlı olarak ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu kavramlardan birincisi şahısların ve devletlerin eylemleri neticesinde ağır bir şekilde hasara uğramasından dolayı finansal desteğe ihtiyaç duyan “hassas piyasalar” kavramıdır. İkincisiyse küresel ekonominin koruyucusu olup, kredibilite ve kredi verilebilirlik bağlamında yaptığı değerlendirmelerin tartışmaya açık olmadığı “heybetli piyasalar” kavramıdır. Nayana’nın incelediği üzere bu durum siyasal ekonominin “piyasa dışı” alanlarını kesinlikle kapsamamaktadır. Bunun nedeni vatandaşın sosyal yardım programları gibi “hassas” kamu hizmetleriyle “aynı harcama tercihlerini” yapmaya mecbur bırakılabilmesidir. Bunun yerine bu tür programların devletin finans sektöründe ortaya çıkmasına olanak tanıdığı ve aynı ahlaki yönden tartışmaya açık değerleri içerdiği kabul edilmektedir. Ayrıca toplumun damarlarında gezen bu zehrin temizlenmesi gerekmektedir. Bu çıkış noktasıyla birlikte bütün bu gerici değişim ve gelişimler öne sürüldü ve zorla uygulandı. Reel gelirde düşüşlerin sürekli kılınması, kamu sektöründeki emekli maaşlarına, sendikalara ve işçilere olan saldırılar, sosyal refah harcamalarına yönelik büyük kesintiler, kamu hizmetleri merkezindeki “piyasa dışı” etmenlerin hızla ortadan kaldırılması ve tüm bunların bir neticesi olarak “gerekli” olan temizliğin yapılması bu örnek verilebilir.
Bu ahlaki göndermeler, bizi arzu edilen refaha ulaştırmak adına hayati görülen anayasal ve yasal kurallar ile devleti sınırlaması meselesine götürdüğü için Hall ve Poulantzas’ı bu noktada birbiriyle ilişkilendirmek faydalı olacaktır. Örneğin, Bütçe Sorumluluk Ofisi’nin (OBR) 2010 yılında “Birleşik Krallık’ın kamusal finans analizini bağımsız ve otoriter bir biçimde yapabilmek amacıyla” kurulması. Sözü geçen bu ofis, dünyada sayısı giderek artan resmi olarak ve bağımsız bir şekilde mali bekçilik görevini üstlenen kurumlardan birisidir. Bütçe Sorumluluk Ofisi kendi internet sitesinde dört ana rolünün olduğunu beyan etmektedir. Bunlar; ekonomi ve kamu finansı hakkında öngörülerde bulunmak, hükümetin mali hedeflerine yönelik (yani denk bütçeye) olan isabet oranını değerlendirmek, kamu finansının uzun vadedeki sürdürebilirliğini değerlendirmek, devletin çeşitli vergi ve masraf boyutundan doğan harcamaları mercek altına almaktır.[3] Ancak sitedeki bu tarafsız gözüken beyanlar mevcut ve belki de Birleşik Krallık tarihinin en sıkı mali politikasının bile uzun vadede sürdürülebilirliği sağlayabilme adına yeteri kadar sıkı olmadığını kabul eden ideolojik varsayımı saklamak için vardır. (bkz. Bütçe Sorumluluk Ofisi, 2011, 3-14). “Mali sürdürülebilirliği” neyin oluşturduğu konusu denk bütçeyle alakalı olan maddeler dışında herhangi bir maddede açıklığa kavuşturulmamıştır. Bunun açıklığa kavuşturulmasını istemek Bütçe Sorumluluk Ofisi’ni mali disiplinin çok farklı harcama ve vergilendirme tercihleri ile sağlanabileceğini kabul etmeye zorlamak olacaktır. .
Yani, Bütçe Sorumluluk Ofisi’nin yaptığı açıklamalar piyasa dışı kurumların uyması gereken elverişli ve uygun olan etkinlik türlerinin devam eden tanzim sürecine “objektif” ve “siyasi olmayan” (örneğin, demokratik olmayan) bir zemin hazırlama niyetindedir. Hugo Radice’e göre (2011, 134) bu ve diğer gelişmeler “yalnızca kurumların neoliberal yeniden yapılanmasını derinleştirmekle kalmıyor aynı zamanda toplumsal hedeflere ulaşmak için kamusal hizmetlerin devlet eliyle temin edilmesi fikrini de tamamen denklemden çıkarıyor.” Üstelik, bunlar bütçe açıklarının ve ulusal borç hakkında geçtiğimiz bir kaç yılda Birleşik Devletler’de süren tartışmalarla da yakından ilişkilidir. Özellikle de Obama yönetiminin 2011 yılında ağır bedeller ödeyerek “borç sınırı” hususunda aldığı Pirus zafer örneğiyle. Bu örnekte, her ne kadar Bütçe Denetim Kanunu Cumhuriyetçilerin istediği kadar (sadece Tea Party destekçileri değildi büyük kesintiler isteyenler) kadar büyük bir kesintiye yetki tanımasa da, radikal Sağ siyaset tarafından yasanın içine yerleştirilen bir mekanizma ile mal ve hizmetlerin kamusal temininin azaltılması “yasal” olarak kabul edilmiş ve tarafsız bir hedefe dönüştü. Sonuç olarak, kamusal harcamalardaki büyük kesintilerin zamanlaması ve Bush döneminde çıkan ve aşırı zenginlere vergi kesintisi içeren düzenlemelerin süresinin uzatılması gibi meseleler siyasal tartışmanın odağı haline gelse de büyük resim değişmemiş ve siyasal tartışmaların dışında kalmıştır.
Her ne kadar kamusal mal ve hizmetlerin piyasa dışı aktörlerce ile temin edilmesine dair inanç daha güçlü olsa da Avrupa’da gerçekleştirilmeye çalışılan dönüşüm daha küçük değildir. 1980’lerden bu yana “sosyal refah Avrupası” ile alakalı programlar, politikalar ve uygulamalarda gittikçe artan kriz yaşanmakta. Buna örnek olarak gerek işyerlerinde gerekse de ulusal politika belirleme müzakerelerindeki işverenlerin artan gücüne karşın işçiler ile sendikaların zayıflaması gösterilebilir. Ayrıca kamusal emeklilik sisteminin bireysel emeklilik zorlaması ile yer değiştirmesi de buna bir örnektir. Geçtiğimiz yıllar bu trendi daha da derinleştirdi ve yaygınlaştırdı. Özellikle 2008-2009 yıllarında Alman elit sınıfı küresel krizin “ahlaki çöküntü” ile ilgili olduğu çıkarımlarında başı çekiyor, batık borç ve krediler ile ilgili çözüm yolunun daha fazla para basmak olmadığını öne sürüyordu. Bu minvalde (sosyal demokrat) maliye bakanı Peer Steinbrück’ün 2008’in Aralık ayında Birleşik Krallık hükümetinin krize karşı uygulamaya geçtiğini iddia ettiği ‘’dangalak keynesçilik’’ uygulmasına yönelttiği eleştiri de bunun bir örneğidir. Hemen sonra Alman Parlementosu’nun her iki kanadı da “borç frenlenmesine” yönelik bir anayasal değişikliğe gitti. Bu anayasal değişiklik 2016 yılında başlayan ve sonra yıllar ve onyıllar sürecek bütçe denkliği uygulaması ile kamu harcamasının azaltılmasına yönelik aşağı yönlü bir baskıya yol açtı (Sadece Sol Parti önergeyi desteklemedi.). Bu radikal adımın, ismen ilerici olan Sosyal Demokrat parti ve Yeşil partinin desteğini alması sosyal hafıza da 1920’lerin ilk yarısında yaşanan hiper-enflasyonun ne kadar güçlü olduğunu gösterdi. Bir taraftan da, 1920lerin başında ortaya çıkan hiper-enflasyonun toplumsal hafızasındaki yerini kalıcılaştırdığının bir göstergesiydi (bkz. Bruff 2012). Öte yandan (Burada Hall’dan da yardım alarak), borçlanmayı ahlakileştiren özel bir siyasal tutuma dair otoriter bir dönüşümü gerçekleştiren bu yasal düzenleme ile krize dair halkın endişeleri ve tedirginlikleri kapsanmış oldu.
Bu değişiklik ile sağlanan ortam 2010 itibari ile ülke borçları nedeniyle kriz yaşayan Avrupa ülkelerinin uygulayacakları ahlaki çözümlerinin zemini oluşturdu. Almanya, devletin kendini “iyi kapitalizm” adına kısıtlayabilmesi için gerekli olan anayasal değişikliği yapmıştı. O zaman neden diğer ülkeler de Almanya gibi yapmasın? Bu taraf bariz bir şekilde Yunanistan ve İspanya gibi sürekli olarak medya ve “Troyka” olarak bilinen Avrupa Komisyonu (EC), Avrupa Merkez Bankası (ECM) ve Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından ağır eleştirilere tabii tutulan ve “her şeyin bir karşılığı vardır” kültürünü taşımadıkları için 2007’ye kadar süren kontrolsüz zenginleşmeyi yaşadıkları söylenen ülkelerin değerlendirilmesinde görünür oldu. Sonuç olarak yarı anayasal bir statüye sahip olan önlemler, Yunanistan’daki kurtarma paketlerine yönelik koşulları ve İspanya, İtalya[4] gibi ülkelerin kurtarma paketine olan ihtiyaçlarını önlemeye yönelik tedbirlerin büyük bir kısmını oluşturmuştur. Diğer bir ifadeyle, bu önlemler artık kurtarma paketi ile birlikte uygulanması istenen tepkisel çözümler değil, şartlar ne olursa olsun zorunluluk adına neoliberal yönetişimi bir daha gitmemecesine uygulamaya sokan önleyici tedbirlerdir.
Yaygınlaşan kemer sıkma politikalarının anayasallaştırma sürecinin örnekleri arasında İspanya’da 2011 Ağustos ayında küçük çaplı bir tartışmayla kabul edilen ve bütçe açıklarının çerçevesini ciddi ölçüde sınırlayan anayasal değişiklik kararnamesi yer almaktadır. Her ne kadar ülkenin kamu borçları Avrupa standartlarınca düşük olup, ekonomisini sağlamlaştırabilmek için uzun süreli açık bütçe harcamaları yapabilmesine olanak sağlasa da, İspanya bunu yapmamıştır. 2012’de İtalya ve Avusturya aynı stratejiyi izledi. Avusturya görünürde az bir sıkıntının içinde olsa da aynı politikayı izlemekten geri durmayıp, federal bütçe kanununu aynı uygulamaya tabi tuttu. Bu anayasal değişiklikler ülkelerin kredibilitesini sağlamlaştırma ve “heybetli” finansal piyasaların desteğini güvence altına alma adına kabul edildi. Ancak Becker ve Jäger’in de değindiği üzere (2012, 179-83), asıl değişiklik Mali Sözleşme ve Euro Plus Paktı gibi girişimler neticesinde meydana geldi. Bu girişimler daha geniş çaplı Avrupa siyasal ekonomisini hedeflemekte ve “genel itibariyle mali kıstaslara (aşırı derecede sınırlayıcı olan) uymayan devletlere karşı otomatik olarak bir yaptırım uygulama yolu olarak şekillenmektedir”. İlaveten, ECB’nin tahvil faizleri oldukça yüksek kabul edilen ülkelerin devlet borçlarının satın alınmasına yönelik kademeli olarak yaptığı sınırsız kapasite hamlesi – Eylül 2012’de Doğrudan Parasal İşlem girişimleri neticesinde bu faizler doruğa ulaştı- daimi ve kıtasal çapta bir rejim oluşturma ilkesine dayandırmakta ve bu ilkeyle de tüm hükümetleri menziline almaktadır.
Esas itibariyle bu adım üye devletlere yönelik güçlendirilmiş bir gözetime (günümüzde Troyka’nın çeşitli Avrupa ülkelerinin “gereken” reformları uygulamaya sokmak için kaydettiği “ilerlemeyi” gözetlemesi bağlamında), yenilenmiş bir Avrupa bölgesini kapsayacak istikrar ve büyüme paktına bağlı olarak yasal açıdan bağlayıcı bir mali çerçevenin oluşturulmasına ve ulusal vergi matrahlarını içine alan güçlü bir ortaklığa yönelik bir adımdır. Öte yandan, tüm bunlar amaçlanırken bahsi geçen ülkelerdeki demokratik süreçlere ve denetiminden çok az bahsedilmektedir. Bunun çarpıcı bir örneği, Avrupa liderlerinin, Yunan başbakan George Papandreou’nun teklifiyle Yunanistan’ın ikinci ve en cezai nitelikteki kurtarma paketine yönelik 2011 ulusal referandumuna, demokrasinin “yanlış” bir sonuç doğuracağı korkusu ile gelen hızlı itirazlarıydı. Bu durum Papandreou’yu istifaya zorladı. Dahası, istifa ile birlikte, kemer sıkma uygulamalarına odaklı “milli birlik” anlayışında bir hükümet kuruldu ve muhalifler susturulmaya çalışıldı. Gözetim mekanizmalarının nasıl ortaya çıktığına bakıldığı vakit (“karşılıklı öğrenme” fikri yoluyla ve “en iyi uygulama” kıstaslarına bağlı olarak) bu tür bariz bir şekilde demokratik olmayan bir sonucun vukuu bulmasına da son kez şahit olacakmışız gibi gözükmemektedir.[5]
Otoriteryan neoliberalizmin bu tür örneklendirilmeleri – küresel krize sunulan ahlaki çözümlerin giderek baskıcı hale gelen yasal, kurumsal ve siyasal süreçlerle ilişkilenmesi – karamsar bir tablo ortaya koymaktadır. Ancak, Poulantzas’ın (ayrıca bkz. 1978, 241-7) otoriter devlet hakkındaki gözlemleriyle ilişkili olarak, ben şahsen otoriteryan neoliberalizmi hem daha büyük bir kapitalist kriz hem de kapitalist devletlerin daha özel meşruiyet krizlerine bir cevap olarak değerlendiriyorum. Zira, otoriteryan neoliberalizm devleti hem güçlendirmekte hem de zayıflatmaktadır. Çünkü neoliberal olan kısım ile birlikte devlet daha az kapsayıcı ve demokratik bir yönetim sistemine dönüşmektedir. Bahsi geçen zayıflamaya örnek olarak 2007 yılından bu yana çok fazla sayıdaki ülkenin içinde bulunduğu elzem ve daha belirgin bir hal alan meşruiyet krizi verilebilir. Ancak 2007 krizinden önce de seçmen katılımı ve parti üyeliği miktarının azaldığını, seçim volatilitesinin arttığını ve siyasi elitlere karşı olan güvensizliğin büyüdüğü akılda tutulmalıdır. Bu yüzden 2007 krizinden önce de bu tür bulguların görüldüğü unutulmamalıdır. Bu, bir yandan devletin kendi krizini de şiddetlendirmektedir. Bunun nedeni, devletin var olan yer değiştirme stratejilerinin (daha önce bahsedilen anayasal ve yarı anayasal değişikler gibi) sosyoekonomik yeniden yapılandırmadan doğan ihtilaf ve çözülmeleri bağımlı sosyal gruplara herhangi bir imtiyaz vermeden istikrara kavuşturmak istemesidir. Sonuç olarak, amaçlanan “otoriteryan düzeltme” bir iyileştirme veya yeni bir döneme geçmekten ziyade yaranın üstünü kapatma niteliğindedir. O halde ortaya çıkan soru şudur: otoriteryan neoliberalizmin özellikle de devletin güçlenmesiyle veya zayıflamasıyla ilintili kendine has ihtilaflarının, ilerici ve radikal siyaset için son otuz yıldaki iklimi tersine çevirebileceği koşulları sağlayıp sağlayamadığıdır.
İlerici ve Radikal Siyaset için “Otoriter Düzeltme”nin Olası Sonuçları
İki dünya savaşı arasındaki dönemi düşünürken Antonio Gramsci kendi dönemindeki sosyalist hareketlerin karşı karşıya kaldığı çıkmazı saptamayı amaçlamıştır. Ona göre, derin kapitalist krizlerin bile muğlak siyasal sonuçları vardır.[6] Avrupa sosyal demokrat partilerinin 2007 krizi sonrasını bir avantaja çevirememesi meselesinin mevcut dönemin en dikkat çekici boyutu olması bakımından, bu vurgu günümüzde ilerici ve radikal siyasetin sorunlarının da temelini oluşturmaktadır. Ryner’ın sözleriyle (2010, 555) “modern Avrupa sosyal demokrasisinin krizde olan sistemin içine o kadar gömülmüştür ki bir alternatif önerecek durumda değildir”.
Benim fikrime göre gerçekten sosyal demokratik bir siyasal alternatifin ortaya çıkması mümkün olabilir. Ancak bu yalnızca sendikalar, sosyal refah programları, işçi partileri ve en nihayetinde devlet aracılığıyla var edilen ortak çıkar hakkındaki geleneksel bakış açısının ciddi bir yeniden gözden geçirilmesi ile mümkün olabilir. Hall’a göre (1979, 15-7) tam da bu geleneksel bakış açısı kriz dönemlerinde ifşa olur. Çünkü bu dönemlerde devletin “milli çıkar” ve sosyoekonomik kalkınma hakkındaki toplumsal beklentileri törpüleyen rolü belirginlik kazanır.
Bu yüzden ilerici siyasetin destekçileri, kapitalist toplumlarda güç eşitsizliğinin üretilmesi ve yeniden üretilmesi konusunu daha geniş kapsamda düşünmelidir. Aynı zamanda bu mesele devlete karşı daha kuşkucu bir tavrı ve gelenekçi olmayan politikalara karşı daha olumlu bir değerlendirmeyi de beraberinde getirmelidir (bkz. Odekon, 2006). Almanya’da bunun bir örneği geçtiğimiz on yıl içerisinde faaliyet göstermeye başlayan Die Linke [Sol Parti] adlı partidir. Bu parti, Alman Sosyal Demokrat partisiyle ve onun “Yeni Merkez” siyasetiyle ilişkisini açık bir şekilde koparırken; sendikalarla ve kurulmasına yardımcı olan sosyalist hareketlerle olan doğal bağlarını korumuştur. Die Linke partisi ortaya çıkışıyla, Almanya’da siyasi söylemi 2000’li yılların son çeyreğinde sola çekmeyi başarmıştır. Böylelikle bu parti, Almanya’daki otoriteryan neoliberalizmin yükselişine karşı çıkacak sosyal grupların arasında bir koalisyon ihtimalini de arttırmıştır (Solty 2008; Bruff 2010).
Yine de Hall tarafından tespit edilen sosyal demokrasinin doğasında var olan ihtilaflar, sosyal demokratların krizi ilerici bir doğrultuda yorumlaması olanağı bulunsa da ortadan kalkmayacaktır. Bu durumu, Die Linke partisinin Doğu Almanya’da katıldığı merkeziyetçi koalisyonların savunduğu sol siyaset ile olan mesafesinden ötürü aldığı eleştirilerle birlikte gözlemleyebiliriz. Sonuç olarak, geleneksel olmayan piyasa kurumları aracılığıyla ilerici bir değişim sağlama olasılığının gerçekçi olmayışı, kaçınılmaz bir şekilde meseleyi daha radikal ve dönüştürücü politikalar bağlamında gün yüzüne çıkarmaktadır. Bu durum, günümüz bağlamında de devletin bir taraftan daha güçlü ve daha otoriter, diğer bir yandansa daha kırılgan ve meşruiyetini kaybetmiş bir varlık olması bakımından bilhassa ilintilidir. Krizi ortaya çıkaran sisteme eklemlenmiş merkez partilerin yanı sıra kitle partilerinin yaşadığı güç kaybı, devleti toplumsal sıkıntıların, taleplerin ve hoşnutsuzluğun doğrudan potansiyel hedefi konumuna getirmektedir (Poulantzas 1978, 241 – 7).
Birçok kişinin de belirttiği üzere Sol görüşün sorunu, radikal politikaların hâlihazırda en başarılı bir şekilde radikal sağ hareketler ve partiler tarafından uygulanmakta olmasıdır. Yabancı düşmanlığının ve Avrupa’daki ırkçılığın yükselişi (Yunanistan’da Altın Şafak partisinin kurulması gibi), Birleşik Devletler’de Çay Partisinin kurulması veya Rusya’da Vladimir Putin gibi farklı ülkelerdeki karizmatik figürlerin daha genel parti karşıtı hâkimiyeti bu bağlamda dikkate alınabilir. Üstelik bahsedilen radikal hareketlerin bazıları ana akım otoriteryan neoliberal politikalar ile yapılacak olan koalisyonlara karşı değildirler. Bu durum, kültürel ve toplumsal açıdan ilerici olarak değerlendirilen Hollanda’da, 2002 yılından bu yana Aşırı Sağ kesimin yer aldığı iki neoliberal koalisyon hükümet kurulmasında en açık biçimde görülebilir.[7] Bu yüzden, otoriter düzeltmenin, ilerici ve Sol politikalara yönelik olan olası sonuçları (çoğunlukla kapitalist krizler gibi) özellikle bu politikalar radikal sağ tarafından alt edilme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığında muğlâk bir niteliktedir.
Sonuç olarak, Occupy (İşgal Hareketi), Indignados (Öfkeliler Hareketi) ve diğer ilintili hareketler krizin baskın aurasına karşı özgürleştirici bir meydan okuma sergiledikleri için hoş karşılanmaktadır. Bahsi geçen hareketler, otoriter neoliberal devleti giderek artan ve doğrudan bir biçimde hedef alan protesto ve mücadeleleri çoğaltırken, devletin sürmekte olan meşruiyet kaybını görünür kıldılar. Sözü edilen meşruiyet kaybına, Kasım 2011 tarihinde New York’taki Zucotti Parkı’nın temizlenmesi örnek olarak verilebilir. Zira Zucotti Parkı’ndaki olaylar devlet gücünün “demokrasi adı altında” gerek zor kullanmaya yönelik kaynaklarını kullanması (gazetecileri parkın bir bölümde toplamaya yönelik çabalar olsa da) gerekse de anayasal olan protesto hakkının görmezden gelmesi bakımından bu meşruiyet kaybı durumunu gözler önüne sermiştir. Diğer bir yandan, dünya çapındaki etkinliklerin rutin bir özelliğini taşıyan Zuccotti Parkı olayı polis şiddetinin mazeret gösterildiği ve yargı gücünün aleyhine işlediği münferit bir olay değildir. Vahim mahiyetteki vakalar arasında California Üniversitesi’nin Davis kampüsündeki biber spreyi olayı da bulunmaktadır. Ancak İspanya’da ve diğer Avro bölgesinde yer alan Güney Avrupa ülkelerinde süreklilik gösteren zor kullanma olayları ve en güncel olarak Türkiye ve Brezilya’daki hadiseler de bu vahim örneklerden olarak görülebilir.
Verilen bu örnekler hem kapitalist toplumlarda güç eşitsizliğinin nasıl yaratıldığı ve nasıl yeniden üretildiği konusunda gözümüzü daha iyi açmamızı sağlayarak özgürleştirici değişimlerin ne kadar zor olduğunu hatırlatmakta hem de başka bir dünya hayalinin bu gelişmiş farkındalık kanalıyla nasıl mümkün olabileceği konusunda bizlere tam anlamıyla bir rehber olmaktadır. Daha da önemlisi bu kavrayış sayesinde devletle arasında belirli bir mesafe olan ve yeni demokratik mücadeleler kanalıyla devleti değiştirebilecek özgürleştirici mahiyetteki bir devletçilik karşıtçılığı (emancipatory antistatism) ön plana çıkmaktadır. Bu durum hayati derecede önemlidir. Zira, piyasa dışı unsurların piyasada türeyen sınıf iktidarı ile işbirliği meselesine odaklanmak, hem böyle bir gücün varlığının eleştirilmesini ön plana itmekte hem de halkın kendi kendisini nasıl yönetebileceğine yönelik alternatif bir fikir sağlamaktadır.
Bu tür bir mobilizasyon, yeni bir toplumun nasıl gerçekleştirilebileceği konusunda radikal görüşün farklı akımları arasında olası bir anlaşmazlık çıkarabileceği için tehlikelerle doludur. Örneğin, devlete yönelik yapılan eleştirilerin kapitalist krizlerin ve çatışmaların asıl nedenini (tarihsel bir döneme ait üretim koşulları) görmezden gelmemize neden olup olmadığına dair tartışmalar yeniden gün yüzüne çıktı. Buna ek olarak, yeni akımların ve bu akımlara yapılan yorumların içerisinde farklı görüşler filizlendi. Dahası, yeni hareketler içinde ifade edilen görüşler ve yorumlar, (1) “yatay” direniş ile birlikte geleneksel siyaset ve kollektivizm formlarından uzaklaşıp örgütlenme ve marjinalleşme sorunlarına çözüm bulmaya dair; (2) örgütlü devrimci siyaset içinden doğan devletin yenilenmiş bir sol eleştirisi ile devletin “dikey” gücüne ve bu gücün görünür yüzü olan şiddete karşı çıkmaya dair; (3) sistemin içinde kalıp ve fakat “özgürlük”, “haklar”, “demokrasi” ve “adalet” gibi nosyonları geleneksel ve neoliberal anlamlarından farklılaştırmaya dair mücadeleye dair farklı görüşler dile getirilmiştir (bkz. Dhaliwal 2012; Roesch 2012; Foran 2012).
Bu tartışmalarda ilginç olan şey, dünya çapındaki tüm gelenekçi sol görüş türevlerinin ciddi bir şekilde tepeden tırnağa bir yenilenmeye ve temelinden itibaren yeniden üzerinde düşünülmeye ihtiyacının olduğu konusunda genel ve kesin bir fikir birliği olmasıdır. Elbette, geçmişte olduğu gibi “çözüm yolu için kolay bir formül… veya teorik anlamda model niteliğinde bir kitap bile olmadığı için” (Poulantzas, 1978, 265); ve “insanlar yeni bir toplum kavramıyla özdeşleşip, yeni bir toplumun özneleri olmadıkça bu toplumun ortaya çıkışı gerçekleşmeyecektir” (Hall 1988, 282). Aksi takdirde, otoriter neoliberalizmin yükselişinin temeli olan ve 2007 sonrası dönemi belirlemiş, “iyi kapitalizm kötüye gittiğinde” söyleminin ahlaki ve son derece eşitsizlikçi söyleminin tutsağı oluruz.
Çeviren: İlayda Çakır
DİPNOTLAR
[1] Mont Pelerin Cemiyeti (MPC), “Batı Medeniyeti”nin Sovyetler Birliği’ni ve daha genel anlamda komünizmi ölümcül bir tehlike olarak gördüğü siyasal ekonomi içerisinde sosyal demokrasinin, sendikalaşan işgücünün, refah programları ve benzerlerinin artan rolünün söz konusu olduğu kapitalist siyasal ekonomik bir iklimde liberalizmi savunmak adına fikir alışverişi yapmak amacıyla kuruldu. Ancak, birçok çalışmada da belirtildiği gibi (özellikle Mirowski ve Plehwe [2009] ile Peck [2010a]) MPC piyasalara tam yetki vermekten ziyade arzuladığı piyasayı yaratmak için piyasa mühendisliği ve yönetimi yapmakla ilgilendi.
[2] Birleşik Krallık içindeki ahlaki panik genel olarak ‘’içerden gelen tehlikelerle’’ ilişkilendirilmekte ve bu tehlikeler genellikle medya ve belirli başlı sosyal gruplarca histerik ifadelerle dile getirilmekteydi. 1970’lerde temel meselelerden biri artan gasp olaylarıydı ve iddialara göre bu olayların esas nedeni ahlaki değerlerden yoksun olan bir siyah altsınıfın ortaya çıkmasıydı (bkz. Hall ve diğerleri, 1978).
[3] “What We Do,” Office for Budget Responsibility, accessed 29 November 2011, http://budgetresponsibility.independent.gov.uk/about-the-obr/what-we-do/.
[4] Bu olay, devasa orandaki mali küçülmeyi, ucuz yollu özelleştirmeyi ve azımsanmayacak miktardaki işten çıkarımları kapsayan geniş bir yelpazede empoze edilen yeniden yapılandırma sürecini içermektedir. Buna ek olarak, sosyal politikalar ve refah politikaları, iş kanunları kapsamındaki geleneksel haklar ve saldırı altındaki sağlık programları bu durumla birlikte temelinden sarsıldı. Diğer bir yandan özellikle İspanyadaki geniş çaptaki mahkeme kararlarıyla evden çıkarmalar Troyka’nın uygulamaları doğrultusunda bir dayatma aracı olarak kullanılmıştır.
[5] Bu durum aynı zamanda bu mekanizmaların ‘’geleneksel’’ yapısal uyum programlarında şekillenen diğer mekanizmalardan farklı bir özelliğe sahip olduğunu göstermektedir. Halihazırda Çağdaş Avrupa gözetimi dünyanın başka ülkelerini reaktif bir biçimde empoze eden bir mevcudiyet değil, küresel bir hedef doğrultusunda en önce davranan ve kendi kendini empoze eden bir varlıktır.
[6] Ayrıca makalenin epigrafisine ve Gramsci’ye (1971, 184, 276) bakınız.
[7] Hollanda 2012 eylül seçimleri Avrupa’daki kapitalist hükümetlerin karşı karşıya olduğu şiddetli ihtilaflar için dikkat çekici bir örnektir. Görünürde bu seçim, umulandan daha vasat olan aşırı sağcı Özgürlük Partisi (ÖP) ve sol görüşlü Sosyalist Parti’yle (SP) daha ılımlı politikalar gütmek üzere kazanılmış bir zaferdir. Ancak bu zafer yalnızca, merkeziyetçi neoliberal Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi’nin ve sosyal demokrat İşçi Partisi’nin Özgürlük Partisi’nden ve Sosyalist Parti’den çaldığı politika ve belagatlerle birlikte aldığı desteği arttırmasıyla mümkün olmuştur. Özellikle Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi ve İşçi Partisi gibi bir koalisyonun kurulmasıyla beklentilerin düşeceği başka bir turun zemini hazırlanmış oldu. Sonucundaysa gerek Özgürlük Partisi’nin gerekse de Sosyalist Parti’nin dirilişe geçebileceği elverişli koşullar hazırlanmış oldu.
Referanslar
Amable, B. 2011. Morals and politics in the ideology of neo-liberalism. SocioEconomic Review 9 (1): 3–30.
Becker, J., ve J. Jäger.2012.
Becker, J., and J. Jäger. 2012. Integration in crisis: A regulationist perspective on the interaction of European varieties of capitalism. Competition and Change 16 (3): 169–87.
Bruff, I. 2010. Germany’s Agenda 2010 reforms: Passive revolution at the crossroads. Capital & Class 34 (3): 409–28.
———. 2012. Germany: The stability obsession. Red Pepper 182 (April): 22–3.
Cahill, D. 2007. The contours of neoliberal hegemony in Australia. Rethinking Marxism 19 (2): 221–33.
Coates, D. 1984. The context of British politics. London: Hutchinson.
Crouch, C. 2011. The strange non-death of neo-liberalism. Cambridge: Polity.
Dhaliwal, P. 2012. Public squares and resistance: The politics of space in the Indignados movement. Interface 4 (1): 251–73.
Ebenau, M. 2010. The law of new constitutionalism. Unpublished manuscript, last modified 6 September. Microsoft Word file.
Foran, J. 2012. Let us change the world without taking power violently. Journal of Classical Sociology 12 (2): 240–7.
Gamble, A. 1988. The free economy and the strong state: The politics of Thatcherism. London: Macmillan.
Gill, S. 2008. Power and resistance in the new world order. 2d ed. Basingstoke: Palgrave Macmillan.
Gramsci, A. 1971. Selections from the prison notebooks. Trans. and ed. Q. Hoare and G. Nowell-Smith. London: Lawrence and Wishart.
Hall, S. 1979. The great moving Right show. Marxism Today, 14–20 January.
———. 1985. Authoritarian populism: A reply to Jessop et al. New Left Review, 1st ser., no. 151 (May–June): 115–24.
———. 1988. Hard road to renewal: Thatcherism and the crisis of the Left. London: Verso.
Hall, S., C. Critcher, T. Jefferson, J. Clarke, ve B. Roberts. 1978. Policing the crisis: Mugging, the state and law and order. London: Macmillan.
Hartmann, E. 2011. The difficult relation between international law and politics: The legal turn from a critical IPE perspective. New Political Economy 16 (5): 561–84.
Harvey, D. 2005. A brief history of neoliberalism. Oxford: Oxford University Press.
Hay, C. 2011. Pathology without crisis? The strange demise of the Anglo-liberal growth model. Government and Opposition 46 (1): 1–31.
Jessop, B., K. Bonnet, S. Bromley, ve T. Ling. 1985. Thatcherism and the politics of hegemony: A reply to Stuart Hall. New Left Review, 1st ser., no. 153 (September– October): 87–101.
King de Souza, N. 2011. From the bailing out of the banks to the “unavoidable budget”: Do recent events confirm a “tyranny of the market”? A knowledge as power approach. Unpublished manuscript, last modified 3 May. Microsoft Word file.
Konings, M. 2010. Neoliberalism and the American state. Critical Sociology 36 (5): 741–65.
LeBaron, G. 2008. Captive labour and the free market: Prisoners and production in the USA. Capital & Class 32 (2): 59–81.
Lyon-Callo, V. 2008. Cool cities or class analysis: Exploring popular consent (?) to neoliberal domination and exploitation. Rethinking Marxism 20 (1): 28–41.
Mirowski, P., ve D. Plehwe, eds. 2009. The road from Mont Pelerin: The making of the neoliberal thought collective. Cambridge, Mass.: Harvard University Press.
Odekon, M. 2006. Globalization and labor. Rethinking Marxism 18 (3): 415–31.
Office for Budget Responsibility. 2011. Fiscal sustainability report. London: Her Majesty’s Stationery Office.
Panitch, L., ve M. Konings. 2009. Myths of neoliberal deregulation. New Left Review 2 (57): 67–83.
Peck, J. 2008. Remaking laissez-faire. Progress in Human Geography 32 (1): 3–43.
———. 2010a. Constructions of neoliberal reason. Oxford: Oxford University Press.
———. 2010b. Zombie neoliberalism and the ambidextrous state. Theoretical Criminology 14 (1): 104–10.
Poulantzas, N. 1978. State, power, socialism. Trans. P. Camiller. London: New Left Books.
———. 1979. Is there a crisis in Marxism? Journal of the Hellenic Diaspora 6 (3): 7–16.
Radice, H. 2011. Cutting government deficits: Economic science or class war? Capital & Class 35 (1): 125–37.
Roesch, J. 2012. The life and times of Occupy Wall Street. International Socialism 135 (Summer). http://www.isj.org.uk/index.php4?id=821&issue=135 id=821&issue=135 (accessed 10 September 2012).
Ryner, M. 2010. An obituary for the third way: The financial crisis and social democracy in Europe. Political Quarterly 81 (4): 554–63.
Saad-Filho, A., and D. Johnston, eds. 2004. Neoliberalism: A critical reader. London: Pluto.
Solty, I. 2008. The historic significance of the new German Left Party. Socialism and Democracy 22 (1): 1–34.
Wacquant, L. 2009. Punishing the poor: The neoliberal government of social insecurity. Durham, N.C.: Duke University Press.