Öykünün Hayatımızdaki Yeri ve Gelecek Beklentileri

Öykü ele avuca sığmaz, muhalif bir tür ve Cortazar’ın deyişiyle puan toplayarak değil, nakavtla kazanmak istiyor. İnsanların hikâyelerini, ütopyalarını anlatma arzusu öykü türü içinde olanak buluyor. Öykü çeşitli biçimlerde hayata dokunuyor. Öykü, yaşadığımız dünyanın hızına, avuçlarımızın arasından kayıp gidişine kendince itiraz ediyor, suları tersine akıtmak istiyor, imkânsız olanı zorluyor. Alberto Manguel, “Hikâyeler bize kim olduğumuzu ve eleğinden geçtiğimiz bu kum saatlerinin ne olduğunu anlatabilir, bunca istismar edilmiş bir dünyada, konforlu bir mutlu sona gereksinim duymaksızın bize bir arada yaşamda kalmanın yollarını sunan bir gelecek önerebilirler” diyor.  İşte tam da bu özelliklerinden dolayı benim yazınsal türüm öykü. 78 Kuşağı’nın bir üyesi olarak o yıllardan taşıdığım ütopyayı öykü yazarak, öykünün ilgi alanlarına giren birtakım etkinlikler gerçekleştirerek diri tutuyorum.

Öykü bizim coğrafyanın insanları için gitgide bir çekim alanı oluşturuyor. Nitekim kısa süren durgunluğun ardından, öykü, günüyle, günleriyle, dergileriyle yeniden atağa geçiyor. 2012 yılında yayımlanan öykü dergileri; yayınevlerinin, edebiyat dergilerinin ve kimi kitap eklerinin öykü türüne artan ilgisi; öykünün fanzinlerde ve internet ortamında kendine geniş bir yer bulması; dergilerde yayımlanan bin beş yüz civarındaki öykü; yine aynı yıl yayımlanan 304 öykü kitabıyla öykünün nicel olarak yeniden yükselişe geçmesi; kendilerinden önceki kuşaklara katılan öykücüler; bu öykücülerin arasından diliyle, anlatımıyla, tema çeşitliliğiyle, üsluplarıyla öne çıkan yeni genç ustalar bunun birer göstergesi. Dünya çapında ustalarıyla köklü bir geleneği olan öykücülüğümüzün toplumsal hayatımızdaki ve edebiyatımızdaki yeri açısından da dikkat çekilmesi gereken bir atak bu. Ekim 2013 itibariyle yayımlanan öykü kitabı sayısının 263 olduğu dikkate alınırsa, atağın bu yıl da sürdüğü rahatlıkla söylenebilir.

Öykü hayatımızdaki ve edebiyatımızdaki yerini sağlamlaştırırken, kendimizi Gezi Direnişi’nin içinde bulduk. Sokaklar, alanlar, merdivenler edebiyatın doğal alanına dönüştü. Gezi Parkı’ndan ülkemize, çok daha geniş bir coğrafyaya “Gezi Ruhu” yayıldı. Duvarlar Turgut Uyar’ın dizeleriyle bezendi. Parklarda çocuklara öykü atölyeleri açıldı. Şiir ve öykü sokağa çıktı. Hayat edebiyata dönüştü bir anlamda. Sapanlı Teyze, bir “Gezi Öykü Kahramanı” olarak hayatımıza girdi. Başka öykü karakterleri çeşitli derleme öykü kitaplarında yerlerini almaya başladılar. Anı, inceleme ve öykü kitaplarında başka öykü karakterleriyle bu devam edecek gibi görünüyor. Belki roman da sırasını bekliyor. Şimdi sevgili edebiyat kuramcıları, ya da eleştirmenler kendilerine sorabilirler: Neden yazarlar, yazar adayları Gezi Direnişi’ni anlatmak için öncelikle öykü türünü tercih ediyorlar?

Sorunun yanıtları öykünün insani, vicdani ve toplumsal olarak günümüzde durduğu yerle ilişkisi kurularak verilebilir. Gezi Direnişi de gösteriyor ki, öykü, toplumsal olandan besleniyor. Parklarda gerçekleşen forumlarla toplumsallığın belirginleştiği günlerde, öykü türü kendine verimli bir toprak buluyor. Gezi ruhunun dolaştığı coğrafyalarda, direniş ile dil arasındaki yaşamsal ilişkiyi göz ardı etmeyecek yazarlar var elbette. Ancak eski alışkanlıklarıyla, dört tarafı duvarlarla çevrili odalarına kapanıp sokaklardaki edebiyatın yükselişine gözlerini kapayacak yazarların sayısı da az değil. Buradan bakıldığında, beklentilerimizi yazınsal tür kadar, yazarlara da yönlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Yazarları besleyen bir yönüyle dış dünyada yaşananlar iken, diğer yandan da üretilen öykülere yöneltilecek özgür eleştiridir, hiç kuşkusuz. Yazar ile eleştirmen arasındaki ilişki, görülen ve gören arasındaki ilişkide olduğu gibi hiyerarşik bir düzlemde gittiği sürece, bu diğer yan hep eksik kalacak. Bugün edebiyatımızda en sorunlu ve kusurlu alan bu. Çünkü bu hiyerarşik düzen biat kültürü yaratıyor. Biat kültürü içinde farklı olan kendine yer bulamıyor, aslında yeni olan kabul görmüyor. Gezi Direnişi, sadece toplumsal yapıda değil, edebiyatta da bir yenileşme hareketi yaratarak, biat kültürünün yarattığı duvarları yıkabilir, yıkmalıdır. Çünkü kapitalizme, neo-liberal politikalara bu direniş içinden, özellikle kadınların öncülüğünde bir mücadele dili yaratılabilmiştir. Bir yenileşme olacaksa, bu yenileşme hareketini sosyal değişimlere en duyarlı tür olan öyküden beklemek şaşırtıcı olmayacaktır. Edebiyatımızdaki kökleşmiş biat düzenine karşı çıkış, öyküden gelebilir.  Çünkü öykü edebiyatı kamuoyu piyasada kurulan bağımlı ilişkilere itiraz ediyor, dahası yaratıcı çabayı, çözümlemeyi, cesareti ve özgür eleştiriyi talep ediyor.

Önümüzdeki dönemde gazeteler, kitap ekleri, edebiyat dergileri, yayınevleri her geçen gün öykü türüyle ilgili daha fazla bir şeyler yapacaklar, bence. Pek çok kişi, kurum ve çevre 90’ların ikinci yarısındaki gibi harekete geçecekler. Madem öykü günüyle, günleriyle, dergileriyle yeniden atağa geçmek için çok beklemedi, dergiler, yayınevleri de çok beklemeyecekler. Dünya edebiyatı açısından bakarsak, “çağımızın Çehov’u” olarak anılan Alice Munro’nun Nobel Edebiyat Ödülünü alması da, öyküye olan ilgiye katkıda bulunabilir. Burada belirtmekten kaçınmamıza gerek yok: Sadece Ankara’da değil, geniş bir coğrafyada öykü günleri düzenlemek, 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nü çeşitli etkinliklerle kutlamak, öykü dergisi çıkarmak, ilk yapıtlara öykü ödülü vermek, öykü yıllıkları hazırlamak, öykü türünün öne çıkarılacağı ulusal ve uluslararası projeler geliştirmek, öykü yayıncılığına öykü kitapları, tematik öykü kitaplarıyla katkıda bulunmak, başlangıçta Ankara’da ve İstanbul’da, daha sonra ülke düzeyinde üniversiteleri de içine alacak biçimde öykü atölyeleri düzenlemek amacıyla kurulan Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği’nin de, 2014 yılından başlayarak öykü edebiyatı ortamının canlandırılmasına, öykü edebiyatı ortamının demokratikleştirilmesine kendince katkı sağlaması, beklentilerim arasındadır.