Özgürleştirici Bir Siyasetin İmkânı

Soma’daki madende çıkan ve “facia” olarak anılan yangında 301 işçinin yaşamını yitirdiği günlerin üzerinden yalnızca aylar geçti ve bu geçen süre içinde belki de tarihe “facia”, “kaza” ya da “ölümlü olay” olarak geçecek nice iş cinayeti işlendi. Soma’da iş güvenliğinin esamesinin okunmadığı şartlarda çalışan madencilerin ölümü, ülke genelinde ani ve büyük bir öfkenin, protestoların kaynağı oldu. Bu protestolardan birinde, bir kongre için bir araya gelmiş olan insanları “vicdanınız varsa sizi dışarı çağırıyoruz”[1] diyen sesin sahibi vicdan ve özgürleştirici siyaset arasında nasıl bir bağ kuruyordur bilemem, fakat vicdanın göreve çağrıldığı bir siyasi anlayışın son yılların iç acıtıcı, bunaltıcı atmosferinden çıkmaya yetmediğini, dahası siyasetin özgürleştirici işlevini ortadan kaldıracağını iddia edebilirim. Bu iddiayı siyaset yapmanın bir adalet arayışı olduğu ve adaletin doğrudan yaşadığımız dünyayla ilgili, maddi bir temeli olduğu önkabullerine dayandırıyorum. Adaletsizliğin kökenine ve ortadan kaldırılması için önerilen çözümlere bu önkabuller üzerinden yaklaşıldığında yapılacak değerlendirmenin, özgürleştirici işlevini yeniden kazanması açısından siyasete katkısı olduğu fikrindeyim. Bu yazı, nasıl bir siyasi projenin özgürleştirici olabileceğine dair bir fikir tartışması olarak görülebilir.

***

Nancy Fraser, New Left Review’ın 1995’te Equality and Deconstruction başlıklı bir sayısında yayınlanan makalesinde[2] sosyalizm sonrasında hak mücadelelerinin içine düştüğü ikilemi analitik bir bakış açısıyla inceler. Makalenin temel problemi kimlik mücadeleleri ile sınıf mücadelesinin kesişip kesişmediğini, şayet bir kesişme var ise bu durumun siyasi pratikte nasıl formüle edilmesi gerektiğini tartışmaktır. Fraser’a göre yeniden bölüşüm (redistribution) ve tanınma (recognition) mücadeleleri, kökenleri bakımından iki farklı adaletsizlik olarak ele alındığında birinin diğerinden daha baskın çıkması kaçınılmazdır. Ancak kimlik ve sınıf mücadelesi gerçek hayatta birbirlerinden bu kadar ayrık bir biçimde tezahür etmez; hem yeniden bölüşüm hem de tanınma taleplerini yükseltmek durumunda olan toplumsal kesimler zaten mevcuttur. Dolayısıyla iki farklı talebin kesiştiği noktalara dikkatle bakmak, kolaycı bir reçetenin eksiklerini savuşturmanın ve adalet mücadelesini maddi temelleri üzerinden yürütmenin yolu olarak görünmektedir.

Yirminci yüzyılın öne çıkan hak mücadelelerinde gitgide daha çok kimlik, kültür, cinsiyet temelli taleplere rastlıyor oluşumuz, eşitsizliğin maddi temelinin ortadan kalktığını göstermez. Tersine, birçok insan yaşamını sürdürebilmek için her gün yeniden savaşmak zorunda kalıyor. Güvencesiz çalışma, yoksulluk, temiz su ve gıdaya ulaşamamak, eğitim ve sağlık haklarından yoksunluk, mülkiyet eşitsizliği gibi sorunların ortadan kalkmadığı, hatta giderek daha az adil bir dünyaya doğru ilerlediğimizi görmek elbette zor değil. Adaletsizliğin şiddetini artırarak devam ettiği bir çağda tanınma talebinin yeniden bölüşüm talebinin önüne geçmesini nasıl yorumlamalı? Sınıf çıkarı temelli ve sömürüye karşı mücadelenin belirlediği sosyalist söylem ve bu söyleme eşlik eden imgelemin yerine kimlik ve farklılık temelli, kültürel tahakküme karşı mücadeleyi mi koymak gerekir? Yoksa kültüre, kimliğe ve farklılığa bütünüyle kör bir adalet arayışı ihtiyacının kendisini daha da çok dayattığı sonucuna mı varılmalı? Fraser’a göre ne kavramların yer değiştirdiği bir kulvar kayması ne de tanınma mücadelesinin tamamen dışlandığı bir eskiyi kutsama çabası bugünün adaletsizliklerine çözüm üretir. Adaleti sağlayacak bir siyaset teorisi ve pratiği, eşitsizliğin farklı görünümlerine eleştirel bir yaklaşımı sosyo-ekonomik adalet arayışı ile birleştirmekle kurulabilir. Fraser böylesi bir projeye, adaletin hem yeniden bölüşümü hem de tanınmayı gerektirdiği kabulüyle başlanacağını ve ikisi arasındaki ilişkinin nasıl “birbirini baltalayan değil de destekleyen” bir biçimde kurulabileceği sorusunun kritik önem taşıdığını vurgular.[3] Tanınma mücadelesinin yeniden bölüşüm mücadelesini destekleyen bir noktaya taşınmasının nasıl mümkün olabileceği sorusunu, bu iki farklı adaletsizlik unsurunun kökenlerini inceleyen Fraser’ın çizdiği çerçeveyi takip ederek tartışabiliriz. Yeniden hatırlamak gerekir ki bu incelemede Fraser yöntem olarak analitik ayrımlar yapmayı ve bu ayrımların farklı eksenlerine denk gelen durumları birbirleriyle ilişkileri içinde değerlendirmeyi tercih eder. Böylesi bir yöntem birbiriyle çoğu kez kesişen fakat birleşemeyen iki mücadele kanadını yapıları, kökenleri ve çözüm önerileri bakımından incelemeyi kolaylaştırır. Elbette yukarıda da değinildiği üzere gerçekte bu ayrımları kolayca çizmek mümkün değildir, ancak soyutlama düzeyinde bir ayrım yapmak hem ilişkileri hem de buradan çıkan siyasi ikilemleri açıklığa kavuşturmak bakımından yararlıdır.

Bugünün dünyasında adaletsizliğe karşı yükseltilen talepler arasında tanınma taleplerinin ön plana çıkışı, bu taleplerin birbiriyle ve sosyo-ekonomik eşitlik mücadelesiyle kesişmediği ya da örtüşmediği anlamına gelmez. Fakat bu kesişmede yeniden bölüşüm ve tanınma mücadelelerinin ortak bir temelde yürütülemeyişi, ne yazık ki kapsayıcı olmaktan uzak ve tutarsız bir siyasi çerçevenin ortaya çıkmasına sebebiyet verir. Siyasi ajandanın bu karmaşıklığı içinde çözümü aranan adaletsizlikler bir siyasi program ekseninde tartışılamadığı gibi, ister istemez bir tür hiyerarşi altına sokulmakta, hangi sorunun diğerlerinden önce geleceği tartışması bütünlüklü ve yerleşik bir mücadeleye engel teşkil etmeye başlamaktadır. Burada söz konusu edilen iki talebe neden olan iki farklı adaletsizlik anlayışını ayırdığımızda, sosyo-ekonomik adaletsizlik ve kültürel (sembolik) adaletsizlik ile karşılaşıyoruz. Birincisinin kökeni sosyo-ekonomik yapıya dayanır; kaptialist üretim ilişkileri, mülkiyetin bölüşümü, üretim araçları üzerinde hakimiyette eşitsizlik, sömürü sistemi. İkincisindeyse kökende temsiliyet, ifade ve iletişim sorunları yatar; kültürel baskı ve tahakküm, tanınmama ve buna eşlik eden dışlanma. Kimlik ve tanınmanın monolojik değil diyalojik karakterde olduğunu, içsel olarak türetilmiş a priori bir tanınmadan söz edemeyeceğimizi Hegel’in köle-efendi diyalektiğine dayandırarak ortaya koyan Charles Taylor’ın[4] tanınmayı yaşamsal önemde bir ihtiyaç olarak belirlediğine dikkat çeken Fraser, sistematik olarak tanınmama ya da yanlış tanınmaya maruz kalmanın en az sosyo-ekonomik adaletsizlik kadar dezavantajlı bir durum yarattığının altını çizer.

Sosyo-ekonomik adaletsizliğin ortadan kaldırılması, kısaca iş bölümünün yeniden yapılandırılmasını, maddi kaynakların yeniden bölüşümünü, ekonomik yapı ve kurumların dönüşümünü ve sosyo-ekonomik çıkarlar bakımından karar verme süreçlerine erişimi engellenenlerin bu süreçlerde yer almasını sağlayacak bir kurulumu gerektirir. Bu bakımdan yeniden bölüşüm talebi uzun vadede sınıf farklarını ortadan kaldırmayı hedefler. Çizginin diğer yanındaki kültürel adaletsizliğin çaresi ise kimlik değerlendirme sisteminin yeniden inşası, kültürel çeşitliliğin savunusu, yasal düzenlemeler ve temsiliyete eşit erişimde yatar. Bu bakımdan tanınma talebi grup farklarının öne çıkarılması talebini içerir. Bu iki farklı çözüm birbiriyle çelişir görünmektedir. Ancak gerçekte iki farklı adaletsizlik birbirinden ayrılmadığına göre, yani hem sosyo-ekonomik olarak hem de sembolik olarak adaletsizliğe uğrayan birey ve gruplar mevcut olduğuna göre bu çelişkinin ortadan kaldırılması gerekir. Hem tanınma hem de yeniden bölüşüm taleplerine sahip birey ve toplulukların mücadelesinde adaletsizlikler arası bir hiyerarşiye dayanmayan birleşmenin imkânı nerededir? Bu sorunun cevabı için yeniden bölüşüm-tanınma ikilemiyle yüz yüze olan toplumsal kesimlere bakmakta yarar var.

Fraser üç tip toplumsal kümelenmeyi baz alır: sömürülen sınıflar, küçümsenen cinsel yönelimler ve iki değerli toplumsal kümelenmeler[5]. İlk kümenin adaletsizlik sorunu, yeniden bölüşümü gerektiren bir sosyo-ekonomik yapıdan kaynaklanır; dolayısıyla uzun vadede hedef, sınıf yapısını ortadan kaldırmak ve proletaryanın kendisini sömürüden özgürleştirebilmek için yok etmesidir. Burada farklar göz önünde bulundurulmaz; adaleti sağlamanın mantığı proletaryanın egemenliğinde yatar. Diğer yandan tanınma modelini uygulayacağımız kümedeki temel sorun, kendisini homofobi, şiddet, ayrımcılık, yasal hakların inkârı vb. gibi biçimlerde gösterir ve kültürel-değer yapısının bir dönüşümünü gerekli kılar. Elbette bu türden bir adaletsizliğin sosyo-ekonomik alanda da yansımaları muhakkak ki vardır, fakat bunlar kültürel yapıdan türer. Bir diğer deyişle, bunlar, bireyin sınıfsal kökeninden değil kimliğinden dolayı uğradığı adaletsizliklerdir; eşcinsel işçinin işini kaybetmesi gibi. Geniş planda bu adaletsizliğin çözümü cinsel yönelimlerin pozitif bir biçimde tanınmasında, cinsiyet özgüllüğünün kabulünde yatar. Dolayısıyla ana vurgu farklara ve farklılığa yapılır, çözümün mantığı grup değerini artırmakla ilişkilidir. Bu iki kümelenme, kavramsal yelpazenin iki ucunu simgeler, bu nedenle sınıf kavramı da cinsel yönelim kavramı da teorik bir biçimde ele alınmıştır.[6] İki değerli kümelenmelerde cinsiyet ve ırk eksenlerini inceleyen Fraser, hem sosyo-ekonomik hem de kültürel yapıdan kaynaklanan (biri diğerini doğuracak şekilde değil, tamamen ayrı kökenlerden çıkan) adaletsizliklere maruz kalmanın nasıl ortadan kaldırılacağını formüle etmeye çalışır. Cinsiyet ekseninde sorun kendisini hem politik-ekonomik hem de kültürel bir farklılaşma olarak gösterir. Cinsiyete özgü sömürü biçimlerini ortaya çıkaran şey hem sosyo-ekonomik yapıdan hem de kültürel değerlendirme sistemlerinden beslenir. Özellikle patriyarkanın kapitalizmle ilişkisine ve arakesişimlere ilişkin tartışmalar, cinsiyet eşitsizliğinin tarihsel kaynakları bakımından tek yönlü olmayan bir çerçeve çizer.[7] Burada çözüm iki taraflı düşünülmelidir: cinsiyet yapılanmasına neden olan politik-ekonomik yapıların dönüşümü ve kültürel anlamda cinsiyetçiliğe neden olan anlayışın ortadan kaldırılması (tabi bu anlayışı bir üstyapı problemi olarak görmemek esastır). Adaletsizliğin bu iki kaynağı birbirinden bağımsız köklerden gelse de birbirini destekler, o halde feministler açısından kritik soru hem cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmak hem de cinsiyet özgüllüğünü vurgulamak açısından nasıl bir mücadele yürütüleceğidir. Irk söz konusu olduğunda da benzer bir tablo ortaya çıkar: ırka özgü sömürü biçimlerini ortaya çıkaran bir politik-ekonomik yapının yanı sıra yine bir üstyapı olarak görülmeyecek olan kültürel değerler sisteminin neden olduğu eşitsizlik mevcuttur. Bu durumda da ilk örnekteki gibi, hem “ırk” ayrımını ortadan kaldırmak hem de ırklara özgü kültürel yapılara yeniden değer kazandırmak gerekir. Bu iki mücadele hedefinin bir arada yürütülmesi tartışmanın temel odağı olmak durumundadır.

Fraser bu üç ayrı kümelenme örneğinin yeniden bölüşüm ve tanınma talepleri çerçevesinde iki alternatif yöntem aracılığıyla adaletsizlikle mücadele edebileceği sonucuna varır: olumlama ve dönüştürme. Olumlama yöntemi, altta yatan yapıya dokunmaksızın eşitsiz sonuçları düzeltmeyi hedefler, bu bakımdan yapısal bir değişiklik önermez. Kültürel adaletsizlik söz konusu olduğunda olumlama yöntemi çareyi ana akım çok kültürcülükte bulur; benzer biçimde ekonomik adaletsizliğin çözümü için de sosyal yardımı temel alan özünde liberal bir ekonomik anlayışı işaret eder. Ancak ekonomik adaletsizliği gidermeye yönelik bu girişim, adaletsizlikle karşı karşıya kalan sınıf ve grupların yanlış tanınmaya, dolayısıyla kültürel değerlendirme bakımından ortaya çıkacak bir adaletsizliğe maruz kalmalarıyla sonuçlanabilir. Diğer yandan, dönüştürme stratejisi altta yatan yapının yeniden inşasını önerir. Kültürel adaletsizlik söz konusu olduğunda buna neden olan değerler yapısını hedef alır, örneğin cinsel yönelimden kaynaklanan adaletsizliğe karşı queer politikayı, kadın-erkek dikotomisi gibi homo-hetero dikotomisini ortadan kaldırmayı amaçlar. Sosyo-ekonomik adaletsizlik karşısında çözüm ise politik ekonomik yapıyı dönüştürmekten, toplumsal işbölümünü yeniden düzenlemekten, sınıf farklarını yok edecek makro düzeyde politik mücadelelerden, ortak mülkiyet anlayışını inşa etmekten ve bir bütün olarak sosyalizmden geçer.

Yeniden bölüşüm ve tanınma taleplerini bu stratejilerle eşleştirdiğimizde olumlama yöntemi iki ayrı sonuç verir: yeniden bölüşüm için liberal refah devleti, tanınma için ana akım çokkültürcülük. Dönüştürme stratejisinin ilk durumda vardığı sonuç sosyalizmdir, tanınma talepleri için ise dekonstrüksiyonu önerir. Fraser’ın aşağıdaki tablosu[8] sonuçları bakımından stratejilerin iç tutarlılığını ölçmekte faydalıdır:

Olumlama Dönüştürme
Yeniden bölüşüm liberal refah devletiMevcut mülkün mevcut gruplara yüzeysel biçimde yeniden tahsis edilmesi

Grup ayrımlaşmasını destekler

Yanlış tanınmaya neden olabilir

SosyalizmÜretim ilişkilerinin derin bir biçimde yeniden yapılandırılması

Grup ayrımlaşmasını belirsizleştirir

Yanlış tanınmanın bazı biçimlerinin ortadan kaldırılmasına yardım edebilir

Tanınma ana akım çok kültürcülükMevcut grupların mevcut kimliklerine yönelik saygının yüzeysel biçimde yeniden tahsis edilmesi

Grup ayrımlaşmasını destekler

dekonstrüksiyon tanınma ilişkilerinin derin bir biçimde yeniden yapılandırılması

 

Grup ayrımlarının sabitliğini ortadan kaldırır

Tablonun ilk sütünuyla ikinci sütunundan iki yöntemi eşleştirdiğimizde ortaya tutarsız bir durum çıkar. Örneğin liberal devlet ekonomisi dekonstrüksiyonla uyuşmaz, çünkü ilkinde desteklenen grup ayrımlaşması ikincisinde yerinden edilmeye çalışılır. Benzer biçimde sosyalizmle ana akım çokkültürcülük uyumlu değildir; ilkinin ayrımlaştırmayı ortadan kaldırma hedefi ikincisinin hedefiyle çatışır.

Fraser’ın analitik incelemesi adaletsizliğe uğrayan bireylerin mücadele olanaklarını detaylı biçimde belirlememekle, kısa vadeli çözüm ihtimallerini dışlamakla ve çoğulculuktan uzak olmakla eleştirilebilir. Bu eleştirileri dile getirenlerin başında gelen Axel Honneth, Fraser’ın yaklaşımının bireysel olarak kimliklerin pozitif bir biçimde yeniden inşasına yer vermediğine, dolayısıyla düşünürün tanınma sorununun psikolojik temellerine değinmediğini, kökeni Marx’a kadar geri götürülebilecek normatif teori geleneğine fazlaca kapıldığından tanınma talebini yeterince ele almadığını iddia eder.[9] Ancak dönüştürücü stratejilerin sorunun kaynağını hedeflediği göz önünde bulundurulduğunda, bu uzun vadeli mücadele sürecinin kendisinin de birden fazla dönüşümü gerektirdiği görülmektedir. Dolayısıyla kimliğin bireysel inşasında pozitif yaklaşımın ortaya çıkışını da yine bu uzun vadeli mücadelenin içinde bulmak mümkündür. Dönüştürücü stratejinin eşitsizlikleri ve ayrımlaşmaları sabit pozisyonlarından çıkarması, kimliğin her defasında yeniden kurulmasına ve hiyerarşi yaratan sabitliklerden kurtulmaya olanak sağlar. Diğer yandan herkes için eşitlik ve adaleti, politik-ekonomik yapıyı baştan sona değiştirmeyi gerektirecek olan sosyalizmde aramak çoğulculuğu dışlayan bir ortodoksiye mahkum olmak demek değildir. Tam tersine dekonstrüktif stratejiyle birleştirildiğinde politik ekonomik arenanın dönüşümünü de dinamikleştirebilecek imkânlar mevcuttur.

***

Özgürleştirici bir siyasetin adalet arayışında yattığı ve adaletin soyut bir kavram olmaktan öte doğrudan maddi temelleri olduğu önkabulüne geri dönecek olursak, yukarıda detaylandırılan stratejilerin günümüzün demokrasi mücadelesi taleplerine ne tür yanıtlar vereceğini görmek mümkün olur. Kültürel farklılıklarıyla toplumun bütün bileşenlerinin demokrasi mücadelesini kendinde toplayacak bir siyasi projenin, adaletsizliğin altında yatan politik ekonomik yapılara dokunmaksızın ilerleyebileceğini düşünmek yukarıda çizilen tablonun ilk sütununda sıkışıp kalmaya işaret eder. Dönüştürücü pratiklerin tek bir seçenek altında darlaştırılması zorunlu değildir, ancak sosyo-ekonomik adaletsizliği ortadan kaldırmayı hedeflerken sınıf ve kimlik politikalarını birbirini dışlayacak şekilde konumlandırmak özgürlük hedefinin her durumda bir parçasının eksik kalmasına neden olur.[10] Hem o, hem bu, hem de şu olarak adaletsizlikten payını fazlasıyla alan bireylerin mücadelesini bir zeminde birleştirebilmenin yolu, kaynakları bakımından farklılaşan ancak kesişen adaletsizliklere karşı yapısal değişiklikleri hedef almaktan geçer. Özgürleşmenin yalnızca bir açıdan gerçekleşmesi mümkün olmadığı gibi, dönüştürülmeyen yapıların adaletsizlikleri yeniden ve yeniden üretmesi kaçınılmazdır.

 

DİPNOTLAR

[1] 14-17 Mayıs 2014 tarihlerinde Ege Üniversitesi’nde gerçekleşmesi planlanan Felsefe Kongresi’ndeki bu protestodan bir gün sonra yine Ege Üniversitesi tarafından düzenlenen Temel Bilimler Sempozyumu’nda konuşan İzmir Vali Yardımcısı Mustafa Harputlu’nun, “Soma’da hayatta kalan aklını kullanandır. Düşünebilen, aklını kullanan hayatını kurtarmıştır” şeklindeki sözleriyse söz konusu vicdan çağrısının hangi duvarlara çarpacağının bir göstergesi gibiydi adeta.

(http://www.radikal.com.tr/turkiye/izmir_vali_yardimcisi_somada_aklini_kullanan_hayatta_kaldi-1192261)

[2] Nancy Fraser, “From Redistribution to Recognition? Dilemmas of Justice in a ‘Postsocialist’ Age”, New Left Review, Temmuz/Ağustos 1995, sayı 212, s. 68-93. Makale 1997’de Fraser’ın Justice Interrupts kitabında yeniden basıldı, bu çalışmada Fraser’ın yazısının 1995’te yayınlanan versiyonuna gönderme yapılmıştır.

[3] A.g.e., s. 69.

[4] Charles Taylor, Multiculturalism and ‘The Politics of Recognition’, Princeton University Press, 1992, s. 25. Taylor’ın çokkültürcülük ekseninde kimlik politikasını, tanınma, otantiklik ve eşitlik kavramları temelinde incelediği çalışmasında Hegel’in köle-efendi diyalektiği kadar, Rousseau’da onur ve saygınlığın adaletle ilişkisine dair yorumlar da dikkat çekicidir.

[5] Fraser makalesinin henüz başında “ulus” ve “etnisite” temelli mücadelelerin doğrudan konu edinilmeyeceğini, bunun yanında ırk temelli ayrımcılığın yarattığı adaletsizliğe odaklanılacağını belirtir. Elbette bu ulusal özgürlük hareketlerinin günümüz dünyasında başlıca adaletsizlikler arasında yer almadığı anlamına gelmez; ancak analitik yöntemin işler hale getirilmesi adına kompleks yapıdaki hareketler çalışmada örnek olarak düşünülmemiştir. Bkz. N. Fraser, “From Redistribution to Recognition? Dilemmas of Justice in a ‘Postsocialist’ Age”, s. 70.

[6] A.g.e., s. 76.

[7] Patriyarka ile kapitalizmin tarih boyunca ilişkisine dair bir değerlendirme için bkz. Ann Ferguson ve Nancy Folbre, “The Unhappy Marriage of Capitalism and Patriarchy”, Woman and Revolution içinde, South End Press, 1981, s. 313-338.

[8] N. Fraser, “From Redistribution to Recognition? Dilemmas of Justice in a ‘Postsocialist’ Age”, s. 87.

[9] Axel Honneth, “Redistribution as Recognition: A Response to Nancy Fraser”, Redistribution or Recognition? A Political-Philosophical Exchange içinde, London, 2003, s. 111-160.

[10] Sosyalizmin bir program olarak belirlenmesinin darlaştırıcı olabileceği yönündeki eleştiriler çeşitlidir, ancak bu konuda en net söylem olarak Hüseyin Ali’nin Özgür Gündem’de yayınlanan 20.08.2013 tarihli ve “Türkiye’nin en temel ihtiyacı HDP gibi bir partidir” başlıklı yazısına bakılabilir: (http://www.ozgur-gundem.com/index.php?haberID=81316&haberBaslik=T%C3%BCrkiye%E2%80%99nin%20en%20temel%20ihtiyac%C4%B1%20HDP%20gibi%20bir%20partidir&action=haber_detay&module=nuce&authorName=H%C3%BCseyin%20AL%C4%B0&authorID=19)