“Halk, başına kendi sardırdığı bu beladan kurtulmaya kalkışamazmış; çünkü sırça köşkün adamları, gezdikleri, dolaştıkları yerde, onun hiçbir kuvvetin yıkamayacağı kadar sağlam olduğunu söyler, saf kimseleri buna inandırır, inanmayanları ise bin bir zulüm, bin bir hile ile sustururlarmış.”
Sabahattin Âli, Sırça Köşk, 1947
Sadrazam Ali Paşa’nın “devletin zaafını millete söylemeyi bir vatanperverlik eseri bulmam” cümlesini sarf ettiği yıl 1867’dir. Adını taşıyan Âli Kararname yayınlandığında uygulanabileceği gazete sayısı 10’u geçmemektedir, yani imparatorluğu haberleriyle sarsma imkânları yoktur. Buna rağmen bazı gazeteler geçici ya da kalıcı olarak kapatılır, gazeteciler yurt dışına kaçmak zorunda kalır. Hepi topu bir sayfalık Kararname’de neredeyse bugüne dek karşılaştığımız tüm sansür gerekçeleri sıralanmıştır. Mesela şöyle bir ifade geçer “… Fesat aleti olarak birtakım zararlı düşünceleri ve yalan haberleri yazanlar…” (Topuz, 2003, s.46). Tanıdık geldi mi? Sene 2022, hala karışıklık çıkartma maksadından neyin kastedildiğini, doğruyu kimin belirlediğini anlamaya ve kendimizi savunmaya çalışıyoruz.
Devletin açıklarını millete söyleyenlerden ne bu topraklarda ne başka coğrafyalarda haz edilir. Ancak gazeteciliğin, kendisini liberal sistemde konumlayan ülkelerdeki temel işlevi bu; yani yasama, yürütme ve yargıyı denetleyen dördüncü güç olması. Bunu hakkını vererek gerçekleştirebildiği bir yer ya da zaman var mı tartışılır, ama bunu yapabilmesi için olmazsa olmaz koşulunun özgürlük olduğu genel bir kabuldür. Nedir basın özgürlüğü ve neden bu kadar vazgeçilmezken basın varoluşundan beri sansürle boğuşur. Marx, Rheinische Zeutung gazetesindeki yazılarında (1842) burada bir mantık sorunu olduğunu savunur yani basın özgürlüğü zaten basının özünde vardır. “Genel anlamda basın, insan özgürlüğünün gerçekleşmesidir. Bu nedenle, nerede basın varsa, orada basın özgürlüğü vardır… Hiç kimse özgürlükle savaşmaz; olsa olsa diğerlerinin özgürlüğüyle savaşır. Öyleyse her türden özgürlük daima varolmuştur, bir zamanlar sadece özel bir imtiyaz, bir başka zamandaysa evrensel bir hak.” (s.68). Özgürlüğü sadece belirli kimselerin ve toplumsal kurumların bireysel mülkü olarak kabul edenler basını iyi ve kötü olarak ayırma yoluna giderler. Onlara göre iyi basın insanlar üzerinde etkisiz, kötü basın ise her şeye kadirdir. Bu durumun tuhaflığına vurgu yapan Marx, burada iyi olanın acizlikle özdeşleştirildiğini açık eder (s.70).
Özgürlüğü ‘iyi” ve aciz kılmanın son örneği, bir yıldır gündemi meşgul edip Ekim ayında yürürlüğe giren, bizlerin “sansür”, iktidarın “dezenformasyon” yasası olarak adlandırdığı, oysa içinde dezenformasyon ifadesi dahi geçmeyen, tam adı “Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”la karşımıza geldi. 40 Maddelik Kanun’da yalnızca bir maddede “gerçeğe aykırı” ve de “yanıltıcı bilgi” ifadesi geçiyor. Söz konusu 29. Madde yalnızca gazetecileri değil, sosyal medya kullanıcılarını da ilgilendirdiği için çok konuşuldu, en çok itiraz bu maddeye geldi, oysa ona gelene kadar sansürün yollarını döşeyen epey taş yerleştirildi. İsterseniz baştan başlayalım.
Ekim ayının 18’inde Resmi Gazete’de yayınlanan Kanun’un ilk maddesi ile internet haber siteleri 5187 sayılı Basın Kanunu kapsamına alınıyor. Yıllardır talep edilen bu değişiklik sayesinde haber siteleri resmi ilan gelirlerinden faydalanabilecek, çalışanları 212 olarak bilinen Basın İş Kanunu (esas adı 5953 sayılı Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanun) kapsamında iş sözleşmesine dâhil edilecek ve basın kartı alabilecekler. Bu, pastanın süs kısmı, kekini oluşturan karışımda bol bol denetim, sansür ve keyfiyet var. Bu kanun olmadan haber siteleri kamu kaynaklarından desteklenemez miydi ya da gazeteciler basın kartı alamazlar mıydı?
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi 2007’de içtihat niteliği taşıyan bir karar verdi (incelemek isteyenler için karar numarası 2006/33909 E. 2007/11104 K.). Özetleyelim, davacı bir internet sitesinde editör olarak çalıştıktan sonra iş sözleşmesi feshediliyor. Ancak internet siteleri Basın İş Kanunu’nda yer almadığı için sözleşmesi İş Kanunu’ndan (o dönem 1475 sayılı Kanun) yapılmış, tazminatı ve diğer alacakları bu kanuna göre hazırlanmış. Gazeteci, yaptığı işin gazetecilik olduğunu ve alacaklarının gazetecileri korumak için düzenlenmiş olan Basın İş Kanunu’na göre düzenlenmesini talep ediyor.
Mahkeme reddediyor ve konu Yargıtay’a taşınıyor. 9. Hukuk Dairesi kararında şöyle diyor: “Somut olayda davalı işveren internet ortamında gazetecilik faaliyetlerini yürütmüş ve davacı da iki gazetenin koordinatörlüğünü yapmıştır. Bu itibarla davacının çalıştığı işyeri, 5953 Sayılı Kanunun 1.maddesinde sözü edilen ”gazete” kavramı kapsamında değerlendirilmelidir.” Yani haber sitelerinin gazete sayılacağı tespiti daha 2007’de Yargıtay tarafından yapılmış. Böyle bir kararın ardından olması gereken Basın İş Kanunu’nun ilk maddesine haber sitelerinin de eklenmesi, böylece internet ortamında gazetecilik yapanların basın kartı almasının yolunun açılması. Ama olmuyor. Bundan sonrasında gazeteciler neden mahkemeye başvurup bu kararı emsal göstererek haklarını aramamış diye sorarsanız cevabı basit. İşten atılan her gazetecinin patronunu dava etmesi gerekiyor.
Gazetecilerin uzun ve maliyetli mahkeme süreçlerine dayanması da ‘patronu dava eden gazeteci’ olarak yaftalandıktan sonra mesleğine devam etmesi de zor. Burada sorunların en başına patronaj ilişkileri ile örgütsüzlük ya da zayıf örgüt desteğini yazmak gerekiyor. Gazetecilik alanından dışlanmış ancak haber kaynağı olarak giderek daha baskın hale gelen internet yayıncılığının iktidar yanlısı örgütleri yeni yasa lobisi yaparken, diğer taraftan iktidar da bu düzenlemeye yeni sansür mekanizmalarının nasıl eklenebileceği hesabını yaptı uzun bir zaman. En somut hamle 2014 yılında geldi. Bugünküyle aynı başlıkta yani “Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un tek farkı o günkü parlamenter sistemde tasarı olmasıydı ve öyle kaldı. Çünkü başta Avrupa Birliği Bakanlığı olmak üzere, çeşitli itirazlar geldi. Düzenlemelerde bazı kısımların AB müktesebatıyla uyumlu olmadığı ifade edildi. Ardından sansür içeren maddeler yalnızca 5651 sayılı İnternet Kanunu’na eklendi.
Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ‘içine sinmese de’ onayladı. Sansür geçti, internet gazetecilerine basın kartı hakkı bu sonbahara, daha ileri bir sansür düzenlemesine, kaldı.
‘İLANI DA BASIN KARTINI DA KIME ISTERSEM ONA VERIRIM’ DÜZENİ
İnternet gazetecileri sonunda basın kartı alma hakkına sahip olduysa bu yine de iyi bir şey değil mi? Cevabı imtiyazlının bunu kime ve hangi şartlarda vereceğine ilişkin düzenlemelerde saklı. Basın kartı konusu başından beri çok sorunlu bir alan. Basın kartları ile ilgili ilk büyük kriz 2014’te yaşanmıştı. Aralık ayında toplanan Basın Kartı Komisyonunun aldığı, aralarında Cüneyt Özdemir, Murat Yetkin, Ekrem Dumanlı gibi isimlerin bulunduğu 94 gazeteci için sürekli basın kartı kararı ilan edilmiş olmasına rağmen, Başbakanlık Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürü Cemalettin Haşimi tarafından gerekçe gösterilmeden onaylanmamıştı. Ardından 2015’te yönetmelik değişti kamu kurumlarında çalışanlar için basın kartı kontenjanı artırıldı. Hemen ardından Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Türkiye Gazeteciler Sendikası Komisyondan çekildiklerini ve yönetmeliğin iptali için dava açacaklarını duyurdu. Sonuç alınamadı, bir yıl sonra darbe girişiminin ardından binden fazla gazetecinin basın kartı iptal edildi. Cezaevindeki gazetecilerin sayısı 100’ü aştı.
Erdoğan 2017’de BBC’ye verdiği mülakatta “Tutuklu olan gazetecilerin yalnızca ikisinin sarı basın kartı var, dünyayı bu yalanlarla kandırmayın” dedi. O sırada cezaevinde, yalnızca Cumhuriyet davasından, dokuz gazetecinin sarı basın kartı vardı. 2018’deki yönetmelik değişikliği ile basın kartı verme görevi Cumhurbaşkanlığı’na bağlı İletişim Başkanlığı’na devredildi. Bu arada, Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü’nden Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’na geçişine dek, Basın Kartları Yönetmeliği 14 kez değiştirilmişti. 2018’deki son değişiklikte Yönetmeliğin “Basın kartı verilecek kişilerde aranan şartlar” başlıklı altıncı maddesine “Terörle Mücadele Kanunu kapsamındaki terör suçları ile terör amacı ile işlenen suçlardan hüküm giyilmemiş olması ve Türk Ceza Kanunu’nun ‘Kamu Barışına Karşı İşlenen Suçlar’ başlığını taşıyan hükümlerinin yanı sıra milli savunmaya karşı suçlar ile devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk suçlarından hüküm giyilmemiş olması” şartları getirilmişti. Tamamı cezaevindeki gazetecilere atfedilen ya da soruşturma ve kovuşturmaya gerekçe olan suçlar. Gazeteci örgütleri bu düzenlemelere itiraz etti, Danıştay 10. Dairesi “uygulanması hâlinde telafisi güç veya imkânsız zararların doğmasına yol açacağı tespitiyle” Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın hazırladığı yeni Basın Kartı Yönetmeliği’nin yürütmesini durdurdu.,
Cumhurbaşkanlığı karara itiraz etti, Danıştay düzenlemeyi esastan inceleyeceğini duyurdu ve 15 Kasım 2022’de Türkiye Gazeteciler Sendikası’na gönderdiği tebliğde ikinci kez yürütmeyi durdurma kararı verdiğini duyurdu. Ne var ki bu arada 18 Ekim 2022’de bu yazının konusu olan sansür yasasının içine basın kartı verilme koşulları da eklendi. Yönetmelik yasa zırhına dönüştürülürken dikkat çeken en önemli unsur Basın Kartı Komisyonu’nun niteliğiydi.
Üye sayısı 19’a çıktı. Bunların 11’ini doğrudan İletişim Başkanı atıyor. Doğrudan atanmayanlardan üye sayısı en fazla olan sendika, bugünkü koşullarda Medya-İş Sendikası, Komisyon’a iki üye verecek. Medya –İş, o dönem başında Kemal Öztürk’ün olduğu Anadolu Ajansı’nda sendikasızlaştırma sürecinin sonunda 2012 yılında kuruldu, bugüne dek sansür yasasına dair tek bir söz söylemedi. Hak-İş’e bağlı sendikanın üyelerinin çoğunluğu, AA ve TRT’den. Kısacası, basın kartı başvurularını 19 üyenin 13’ünün doğrudan hükümet yanlısı olduğu bir komisyon değerlendirecek. Değerlendirme kriterlerinden biri de yeni düzenlemeye göre “Basın kartı sahibinin, 2/1/1961 tarihli ve 195 sayılı Basın-İlân Kurumu Teşkiline Dair Kanunun 49 uncu maddesine göre belirlenen basın ahlak esaslarına aykırı davranışlarda bulunması hâlinde ihlalin mahiyeti göz önünde bulundurularak, Komisyon tarafından basın kartı sahibi uyarılabileceği gibi basın kartının iptaline de karar verilebilir” maddesi (Ek Madde 6).
Şimdi yine zamanda kısa bir yolculuk yapalım. Milli Birlik Komitesi’nin Demokrat Parti’nin keyfi ilan dağıtımının sakıncalarını gözlemleyip, bir daha böyle sıkıntılar yaşanmasın diye Basın İlan Kurumu’nu oluşturma tarihi 1961. Ama yetmiyor elbette, basın kendi başına bırakılamayacak kadar önemli; yanı sıra basının kendi kendisini denetlemesi için bir de Basın Şeref Divanı kuruluyor. Divan kendi Basın Ahlak Yasası’nı belirliyor. Ve fakat kınamalar, uyarılar işe yaramıyor; sorun yaptırım gücünün olmamasına bağlanarak ilan kesme cezası devreye giriyor. İki yıl sonra, bir yıl içinde üç ihtar ve bir veya iki kınama verilen gazetelerin Basın İlan Kurumu’ndan aldıkları ilanların kesilmesi teklifi Basın İlan Kurumu Genel Kurulu tarafından kabul ediliyor. Ardından iptal davaları başlıyor, yani etik aracı edilerek sansür uygulaması işlemiyor. Bugün niye işliyor? O zaman gazete patronları sadece gazetecilikten para kazanıyordu, bugünkü gibi ihalelerle ödüllendirilmiyor, vergilerle cezalandırılmıyorlardı.
Bugünkü yasayla, kamu ilanlarını dağıtmakla görevli Basın İlan Kurumu’nun veçhesi de değiştiriliyor. 12 hükümet temsilcisi, 12 medya temsilcisi ile 12 bağımsız temsilcinin bulunduğu toplam 36 kişilik BİK Genel Kurulu’nun üye sayısı 42’ye çıkarıldı. Artık, Basın İlan Kurumu Genel Kuruluna, resmi ilan yayımlayacak internet haber sitelerinden iki, Cumhurbaşkanı’nca belirlenecek iki, radyo, televizyon ve internet siteleriyle ilgili işlemler gerçekleştiren BTK ile RTÜK’ten iki temsilci daha eklenecek. Artan üye sayısının 4’ü doğrudan hükümete bağlı, kalan ikiyi de yine hükümet seçecek. Artık kimin nasıl belirlediğini bilmediğimiz BİK Basın Ahlak Yasalarının ihlaline ilişkin, iktidar yanlısı karar almak çok daha kolay.
MADDE 29, ASLINDA SANSÜR TARTIŞMASINDA YOKUZ
Her iktidar dönemiyle özdeşleştirilen sansür maddeleri var. Bulutsuzluk Özlemi “Acil Demokrasi” adlı şarkısında “141-142 adalet mülkün temeli, böyle mi geçsin ömrüm?” diye soruyordu. Kibar Feyzo’da Maho Ağa, ”Ula şurda 141-142 başsınız, hepinizi ben besliyorum” diyordu. Türk Ceza Kanunu’ndan 141-142. maddeler kalktı, yerine 312. Madde geldi. TCK 312’nin en popüler mağduru Recep Tayyip Erdoğan’dı. TCK 312, TCK 216’ya evrildi, şimdi şarkıcısından, sosyal medya kullanıcısına herkes bu maddeden yargılanıyor. TCK 301, 2007’de Hrant Dink’i ölüme götüren sürecin en önemli unsuruydu. AİHM’in Dink Türkiye’ye Karşı Kararı ve Venedik Komisyonu’nun tavsiyeleri sonrasında yapılan değişiklikle 301. Maddeden soruşturma açılabilmesi için Adalet Bakanlığı izni şartı getirildi. Bu izinler bugün kimler için, ne hızla veriliyor, medya bunları takip etmeyi bıraktı. Bugünle özdeşleşecek olan muhtemelen sansür yasasının 29. Maddesi: “Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır” ifadesini içeren madde. “Sırf ”ın sınırı ne, “saik” nasıl anlaşılacak? Bir bilginin “gerçeğe aykırı” olduğuna kim karar verecek? Tüm bu soruların cevabı muallak ya da yargının bağımsız olmadığı bir ülkede hâkimin ‘takdirine’ kalmış.
Kanun teklifinin medyada gündeme gelmesi bir yılı aştı, sızdırıldı, tartışıldı, ertelendi. Lakin tüm bu tatavaya rağmen 29. Madde hiçbir değişikliğe uğramadan lafzını ve ruhunu korudu. Hatta kanun teklifinde imzası olmadığı için itiraz ettiği düşünülen Mahir Ünal bile gitti, 29. Madde kaldı. İlk hedefin, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yu uyuşturucuyla mücadele politikası nedeniyle eleştirdiği için CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu olduğu yazıldı. Oysa daha teklif yasalaşmadan harekete geçenler olmuştu. Tunceli İl Özel İdaresi, 12 Ekim’de “Tunceli’de Beş Adet Portatif Tuvalet için Resmi Açılış Töreni Düzenlendi” haberi nedeniyle 29. Maddeyi gerekçe göstererek Tunceli Emek gazetesi hakkında suç duyurusunda bulundu. Törenle açılan, çobanlar için tuvalet, duş ve giyinme odasını içeren kolaylık tesisiydi. Haberci de bunu haber yaptı. İl Özel İdare’nin suç duyurusunda bulunmasını müteakiben Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı bu haberin dezenformasyon olduğunu ileri sürüp, arkadaki WC, giyinme odası vs. yazılarını sansürleyerek haftanın dezenformasyon bültenine ekledi. Tunceli Cumhuriyet Başsavcılığı, haberin yayınladığı tarihte Sansür Yasası’nın yürürlükte olmadığını hatırlatıp, haberin yayınlanmasında kamu yararı olduğunu belirterek Tunceli Emek Gazetesi’nin imtiyaz sahibi Hüsniye Karakoyun ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Mahmut Karakoyun hakkında takipsizlik kararı verdi. Başsavcılık ayrıca, kararda AİHM içtihatlarına referansla, gazetecilerin bir dereceye kadar abartma hakkına sahip olduklarını, haber içeriğindeki ifadelerin müştekinin onur, şeref ve saygınlığını rencide edici boyutta olmadığını, eleştiri niteliği taşıdığını belirtti. Muhalefetin, gazeteci örgütlerinin ve sivil toplumun 29. maddeye itirazlarının nedeni, bunun sadece gazetecileri değil hepimizi ilgilendiren bir sansür ikliminin yasal dayanağına dönüşme riskiydi. Yasa geçerken kıyamet kopmadığı gibi, ana muhalefet partisi lideri Kılıçdaroğlu, sansür yasası Meclis’te oylanırken ABD’deydi. Meclis’te olsaydı yine geçecekti, ama olmamasının bir anlamı vardı.
CHP sansür yasası ile ilgili yalnızca 29. Madde’nin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Yasayı savunanlar başka ülkelerde de benzer düzenlemelerin olduğunu iddia ediyor. Denge ve Denetleme Ağı yasa teklifinin hazırlık sürecinde, Mayıs 2022’de Almanya, İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki düzenlemeleri ve uygulamaları içeren bir rapor hazırladı. Bunların içinde iktidar açısından en ilham verici olan, fiziksel ve cinsel şiddet tehdidi ile hakarete hapis cezası öngören Almanya’nın sosyal medya platformlarını düzenleyen NetzDG yasası. Bu süreçte yaptığımız araştırmalar Almanya’da bu yasa kapsamında hapis cezası alan hiç kimsenin olmadığını gösterdi. Öte yandan, 2020’de yapılan değişikliklerle birlikte nefret söylemi, ırkçılık olmak üzere pek çok soruna çare olmadığı gibi, sorumluluğun platformlara yüklenmesi, raporlama ve ilgili makamlara iletme prosedürü kullanıcıları şikâyet etmekten caydırma noktasına gelmiş. NetzDG halen çok tartışmalı. Sorumluluğu platformlara yükleyen bir başka ülke Fransa, dezenformasyon konusunda idareye geniş yetkiler tanıyan maddeler Anayasa Mahkemesi’nden geri döndü; Avia Yasası, nefret söylemi ve tehdit içeren içerikler için bireylere ve platformlara para cezası öngörüyor. İngiltere de benzer şekilde nefret söylemi, kendine zarar vermeyi teşvik ve yalan haberlere para cezası içeren bir düzenlemeye hazırlık yapıyor, Çevrimiçi Güvenlik Yasası aynı zamanda ifade özgürlüğünü koruyan önlemler de içeriyor. Avrupa Birliği’nde yakında yürürlüğe girecek Digital Services Act (Dijital Hizmetler Yasası) ve ABD’de yürürlükte olan Platform Accountability and Consumer Transparency Act (Tüketici Şeffaflığı ve Platform Hesap Verebilirliği Kanunu) da adlarından anlaşılacağı üzere sorumluluğu platformlara yükleyen, raporlama ve içerik kaldırma gereklerini yerine getirmedikleri takdirde para cezaları öngören düzenlemeler. Twitter’ın el değiştirmesinin ardından, nefret söylemini de ifade özgürlüğü kapsamında gören Elon Musk’la nasıl mücadele edeceklerini yakında göreceğiz. Sosyal medyaya ilişkin yasal düzenlemeleri birer sansür mekanizması olarak işleten ülkeler yok mu, elbette var, ancak yasayı savunanlar bile oralardan örnek vermediğine göre vaat edilen öyle bir gelecek olmasa gerek.
Basını ilan ve kart yoluyla zapturapt almaya çalışan, muğlak ifadelerle gazeteci ve sosyal medya kullanıcılarını hapse atmaya muktedir böyle bir düzenlemenin olası sonuçları neler olabilir? Yaklaşan seçimler herkesin endişesini artırıyor doğal olarak. Bakanından (bu yazı yazılırken vatandaşla kurduğu diyaloğun yanlış anlaşılıp haberleştirilmesine kızan Tarım ve Orman Bakanı Vahit Kirişci’nin “İyi ki dezenformasyon yasası çıkarmışız” dediğini okuyorum) bürokratına bu kadar hevesli iktidarın bu ‘sopayı’ kullanmaması pek akla yatkın değil. Zaten ilk emaresini 13 Kasım’da İstiklal Caddesi’ndeki saldırı sonrasında gördük. Sansür yasasını da aşan bir keyfilikle sosyal medya erişimimiz daraltıldı. Tepki ölçüldü. Bundan sonra artarak devam edecektir. Herkesin kafasındaki soru: Seçim gecesi sosyal medya erişimi kısıtlanırsa, hatta öncesinde 29. madde yoluyla otosansür iyice yerleşirse ne olacak? Komplo teorilerinin mesajlaşma uygulamalarıyla yayılmasını önlemek zor; özellikle genç seçmenin sandıktan umudunu kesmesini sağlamak da seçenekler arasında. Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak ya da VPN hizmeti sunmak dışında Sırça Köşk’ün camları nasıl sınanacak? Muhalefet partilerinden, gazeteci örgütlerine, sivil topluma, hepimizin acilen buna kafa yorması gerek. Sadece bir kriz planına değil, topyekûn medya politikalarını tartışmaya ihtiyacımız var.
Bitirirken, sansürün ters tepebileceğini de akılda tutalım ve son sözü yine Marx’a bırakalım: “Eğer sansür iyi olanı bastırırsa, basın yasası kötüyü engelleme olanağına sahip olmayacaktır. Ne var ki hakikat öyle uzun süre bastırılamaz. Önüne daha pek çok engel koyulmakta ama amacının peşinde daha bir şevkle koşmakta ve bunu yaparken de daha çok ses getirmektedir. Ne var ki kötü söz, tıpkı Yunan ateşi gibi, mancınığını terk ettikten sonra durdurulamaz ve sonuçları hesaplanamaz; çünkü onun için hiçbir şey kutsal değildir ve söndürülemez, çünkü kaynağını ve yayılımının araçlarını insan kalbinde bulur.” (s.75-76).
KAYNAKLAR
Karl Marx, Basın Özgürlüğü Üzerine, (çev.) Önder Kulak – Kurtul Gülenç, Dipnot Yayınları, 2012.
Hıfzı Topuz, II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi, Remzi Kitabevi, 2003.
Denge ve Denetleme Ağı, ”Dünyada Sosyal Medya Düzenlemelerine Karşılaştırmalı Bakış ve Türkiye için Somut Öneriler Raporu”, 16 Mayıs 2022, https://www.dengedenetleme.org/publication/182/Dunyada-Sosyal-Medya-DuzenlemelerineKarsilastirmali-Bakis-ve-Turkiye-icin-Somutoneriler-Raporu ■