‘Felaketzedelerde sıkça rastlanılan bir şeydi bu; sanki anlatılmaz, inanılmaz, anlaşılmaz hikayelerine başlamadan, önce bizim iç dünyamızla iletişime geçmek, dertlerini bize duyulur kılmak için, öncelikle acılarının varlığını iletmek isterlerdi. Ve her seferinde şaşmaz bir şekilde başarırlardı. (…) Onlarla beraber kör ve sağır olurduk ve dünya ile bağlarımız kopardı. Artık kimin umurunda o veya bu kadının hikayesinin ayrıntıları, henüz dinlemeden bilirdik. Sanki bilinçaltımıza kazınmıştı ve konuştukları süre boyunca, onların elem sarsıntıları anlatılmaz bir duygusallık dalgasıyla karşılık bulurdu. Belki de bu nedenle, çoğu kez onları teselli etmekte, acılarını hafifletmekte zorlanırdık. Çünkü onları unutmaya teşvik edeceğimize, dullarla ağlaşır, yetimlerle birlikte yetim kalmış hissederdik kendimizi; savaşanlarla beraber efelenir, isyan edenlere katılıp hakir görür ve köleleşenlerle birlikte küçülmüş, benliğimizi ayaklar altına alınmış hissederdik. Ve ruhumuzun bu sürekli değişen, şiddetli alevlenmeleriyle bir dakika içinde asırları ve bir halkın topyekun bedbahtlığını, tüm acılarıyla birlikte yaşardık.‘
Böyle diyordu Zabel Yesayan, 1909 yılında Ermenileri hedef alan Adana Katliamı’nın ardından Yardım Heyeti’nin bir üyesi olarak bölgeye gittiğinde. Dönemin önde gelen edebiyatçılarındandı. Bir katliama tanıklık ediyordu; ettiği tanıklıkla hem hesaplaşıyor, hem de böylesi bir tanıklığın altında kalıyordu.
Bu içeriğin tamamına dergimizi satın alarak erişebilirsiniz. Satın almak için BURAYA TIKLAYINIZ.