Seçici Unutkanlık

Sürekli hukukun üstünlüğünden söz edildiği halde adalet duygusunun yeşertilemediği, güçler ayrılığının güç birliğine çevrildiği, yasama, yürütme ve yargının tek bir elde toplanarak muhalefetin susturulduğu bir yönetim tarzı Türkiye demokrasisinin karakteristiğini yansıtıyor. 2002 yılından bu yana iktidarını süren AKP hükümeti demokrasimizin karakterine İslam’ın kayıtsız şartsız itaat ve takiye geleneğini de ekleyerek hukuk siyaset ilişkisinin en dolaysız birlikteliğini sağladı. Son on yıldır siyasi soruşturmalar belirliyor Türkiye gündemini. Bugün AKP ile cemaat arasındaki kavganın yargı mekanizması üzerinden sürdürülmesi de işte bu baskın karakter gereğidir.

Bu yazının konusu söz edilen karakterin edebiyattaki tezahürlerini araştırmak değil. Yargı mekanizmasının, özellikle de yargı siyaset ilişkisinin başka pek çok meseleyle birlikte romanlara konu edilmemişliği ilgimi çekiyor. Edebiyatın kritik konulardaki seçici unutkanlığı üzerinde durmak, bunun hayatın bütün alanlarına yayılmış toplumsal/bireysel bir refleks olduğunu, bir edebi gelenek haline geldiğini göstermek istiyorum.

Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi, ekonomik ve toplumsal gündemi, bu gündemin yarattığı atmosfer romanlara -yeterince- yansımıyor. Sanki savaşlardan, krizlerden, şiddetten arınmış başka bir ülkede yaşıyor roman kahramanları. Sadece güncel siyasi ve toplumsal meseleler değil, artık tehlikesiz denilebilecek siyasi geçmiş de girmiyor ilgi alanına. Belki de hiç bir şeyin “tehlikesiz” olmadığının farkındalığıdır yazarları siyasi meselelerden uzaklaştıran. Belki ödenecek bedelin ağırlığından çekiniyorlar. Belki de siyasete karşı ilgisizler. Nedeni ne olursa olsun son otuz yılın bireyi ve toplumu sarsacak denli önemli ve büyük olayları edebiyatımızda en büyüklükte bir iz bırakmadı. Günümüzün çok satarlar listesinde Mevlana’yı, Fatih’i, Mimar Sinan’ı anlatan romanların başı çekmesinden de anlaşılacağı üzere -güncelle, politik konularla, iktidarın baskısıyla baş etmektense- yazar ve okuyucu tarihe sığınmayı tercih ediyor.

Dosya konusu “siyasi davalar” olduğu için örneklemeye siyasi yargılamalarla başlayalım: Tanzimat, II. Meşrutiyet, İttihat ve Terakki, Cumhuriyetin Kuruluşu, Milli Şef, Demokrat Parti, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül gibi karakteristik dönemlerin her birinde topluma yeni bir çehre vermek ya da yapısal krizleri çözmek adına hukuksal düzenlemelere gidildiğini ve her dönemin, iktidarını kendi zihniyetine uygun pek çok kanun maddesi ile pekiştirmek istediğini görüyoruz. Ne var ki romanlarda bu durumun karşılığı yok denecek kadar az. Olanlarda ise gerçeklik yok. Adalet kavramının formel hukuka indirgenmesi öylesine yaygın bir eğilim ki pek çok romanda -hatta Köy Edebiyatı kanonunun ve 12 Mart romanlarının çoğunda- sorun hukukun doğru ve düzgün işletilmemesiyle sınırlandırılmış, idealist hakim ve savcıların karşısına kötü politikacılar, güvenlik güçleri ve ağalar/zenginler konmuş, hukukun siyasetle iç içe geçmiş karakteristiği, yani bu düzende adaletin sağlanamayacağı -bir kaç istisna dışında- vurgulanmamıştır. Ya paradigmanın yanlışlığından, ya içinde yaşanılan an’ı soyutlayamamaktan ya da bir yalana inanma ihtiyacından…

Unutulanlar…

Yemen, Sarıkamış, Balkan Bozgunu, Allahüekber dağlarındaki facia, Mübadele, Kürt İsyanları, İstiklal Mahkemeleri, II. Dünya Savaşı günleri, Varlık Vergisi, 6/7 Eylül olayları, Kore ve Kıbrıs savaşları, Maraş Katliamı, otuz yıl süren iç savaş, Hayata Dönüş operasyonu… Hepsi de birer kara delik yaratıyor belleğimizde, edebiyatımızda ve tarihi anlatılarda. Tarih ve bellek boşluğunu ya da farklı bir anlatıyla doldurulmasının kabullenilmesini sağlayan, devletin hukuksal düzenlemeler sayesinde tesis ettiği baskıcı yapısı olabilir. Yine de pek çok tarihi olayın, mesela Ermeni tehcirinin böylesine ters yüz edilmesini izah etmek kolay değil. Ermeni tehcirinin Osmanlı-Türk romanına yansımamış olmasını kabul edebiliriz. Ancak Cumhuriyet kurulduğunda, olay belleklerde canlılığını korurken nasıl ve neden unutuluverdi? Hatırlandığında böylesine ters yüz edilmesini, devletin resmi tarih anlatısıyla romanlardaki hikâyelerin örtüşmesini sağlayan dinamikler nelerdi? Sorular Türk romanının karakteristiğinin ortaya konması açısından mutlaka cevaplandırılmalıdır. Bir yazar, yanı başındaki insanların evinden barkından edilmesine, uğradığı taciz ve tecavüzlere, top yekûn imhasına tanıklık ettiği halde nasıl olur da sessiz kalmayı ve bunun utancıyla yaşamayı içine sindirebilir?

Sadece siyasi ve toplumsal olaylar değil, büyük depremler, yangınlar, yıkımlar da yer almıyor zihnimizde. Hatta gündelik hayatın infial yaratan 3.sayfa haberleri; tacizler, tecavüzler, uğradıkları saldırılarla eşcinseller, belki de hepsinden daha travmatik sonuçlar doğuran ensest vakaları, yaşlılar, çocuklar, kediler-köpekler… Bunlar da edebiyatın unuttukları arasında sayılabilir.

Asıl unutulan kötülüktür. Günah keçiliğini üstlenen steroetipleştirilmiş ve basite indirgenmiş -Erol Taş misali- allah vergisi kötücül karakterlerden bahsetmiyorum. Normal dışılıkla kavranacak şeytani bir kötülük de değil kast ettiğim. Bu hayatın içinde filizlenen, serpilip gelişen bir kötülükten, böyle bir kötülüğü sıradanlaşan dinamikleri açığa çıkaracak romanların yokluğundan söz ediyorum. Linç kalabalıklarına karışıp hiç tanımadığı bir insanı paralayan kendi halinde bir aile babası, “işi gereği” tutuklulara işkence yapan emniyet görevlisi, göstericilerin gözüne biber gazı sıkan polis, arkadaşlarını ihbar eden muhbir vatandaş, karısını delik deşen eden koca, kızını taciz eden baba, hayvanlara eziyet eden çocuklar, yıkıcı dedikodular, dışlayıcı mekanizmalar… Bunları yaparken duyulan haz. Utanmak yerine övünmek. Hasetle, kinle, düşmanlıkla yoğrulmuş bir ruh hali. Sadece bize özgü değil; dünyanın her yerinde, her toplumda meydana gelebilecek türden olaylar ve insanlık halleri. Vurgulama istediğim, söz konusu durumun Türkiye’de herkes tarafından pişkinlikle karşılanması, sorgulanmak yerine elbirliğiyle gizlenmesi, kurbanın suçlu yerine konulup başına gelene razı olması yönünde topluca çaba gösterilmesi. Ve edebiyatın bu sürece susarak destek vermesi…

Kolektif Unutkanlık

Tarihi ya da güncel, irili ufaklı pek çok olayın su yüzüne çıkmama nedeni toplum olarak gerçeklikten kaçmayı, “mış” gibi yapmayı alışkanlık haline getirmemiz, unutmayı bir tür resmî din olarak benimsemişliğimizdir. Kolektif ve seçici bir unutkanlık bu. Travmalarla baş etmenin bir yolu bunları hikâye etmek ve belgelemekse, öteki ve kolay/kestirme yolu bastırmak ve unutmaktır. Yazarlar da topluma ayak uyduruyor ve bu yolu seçiyorlar: yazılanlar gerçeklerin üzerini örtmek, karartmak hatta yepyeni ve fakat tamamıyla fantastik bir gerçeklik yaratmak işlevi görüyor. Romanlar artık sarsmıyor, vicdanları huzursuz etmiyor, bir gerçeklik ve haksızlık karşısında isyana çağırmıyor; tersine -tıpkı pembe diziler ya da “kadın” programları gibi- rahatlatma, hoşça vakit geçirme işlevini yükleniyorlar. Gerçeğe benzeyen ama gerçeklere dokunmayan bir masal dünyası bu.

Milliyetçi, İslamcı, solcu ya da tarihi, siyasi, polisiye, aşk… Fark etmiyor. Edebiyat ürünlerini kategorize etmeye hiç gerek yok. Önemli olan edebiyatın bir bütün olarak ne yaptığı, gerçeklikle nasıl bir ilişki kurduğu. Gerçeklikten bilinçli bir kaçış olduğunu düşünmüyorum. Sorun gerçekliğin kavranışında. Bir yazar ancak farkına vardığı gerçekliği ifşa eder. Okuyucu da farkına vardığı kadarını benimser. Herkesin kendi derdine düştüğü böyle bir hayat içerisinde gerçekliğin yerini arzular, düşler ve hayaller almış, edebiyat kaçılacak pembe bir dünyaya dönüşmüşse eğer, bunun nedeni gerçek hayatın ekonomik ve siyasal anlamda eşitliksiz, adaletsiz, baskıcı, boğucu, şiddet dolu atmosferidir. Artık hiç kimse gördüğü şeyi, çoğu kez gözünün önünde olan, belki konuşulmayan ya da pek az konuşulan ama yine de gözle görülür olan şeyi gördüğünü kendi kendine bile söylemeye ya da kabullenmeye cesaret edemediği için yaşanan gerçekliğin bireyde yarattığı travmalar yazılmıyor bu ülkede; kimse bilmek istemediği için. Bilmek insanları biyografik ve ahlaki dehşete düşürdüğü için!.. İşte bu nedenle medya, edebiyat ve toplum görmüyor, duymuyor, konuşmuyor; bilinçli olarak, bilmemeyi isteyerek bilmeyen, öğrenmeyi reddeden, öğrenmekten nefret eden, “kendinden memnun cahil”ler olmayı tercih ediyoruz… Cahillik ürünü anlatılar kulaktan kulağa yayılıyor, yalanlar benimseniyor. Gerçeklikten toplu bir kaçışın yaşandığı Türkiye’de siyasi ve toplumsal gerçekleri, bu gerçekler karşısında acı çeken bireyi -edebi ölçütleri ıskalamadan- romana taşımak gerçekten zor bir iş. Zaten travmatik sürecin süreğenleştiği, olağan hale geldiği, normalin yerini aldığı bir toplumda travma anlatısı nasıl yapılabilir?

Edebiyatla medya arasındaki ilişki önemli. Habercisinden köşe yazarına, gazetecisinden entelektüeline kadar medyanın tamamı iktidarla iç içe geçmiş, doğrudan iktidar tarafından yönlendirilmiş durumdayken gerçeklerden söz etmek anlamsızlaşıyor. Medyanın gerçekleri örtme, çarpıtma ya da yepyeni bir gerçeklik yaratma konusunda en yetkin ve pervasız dönemini yaşadığı 2000’li yıllarda gerçekliğin örtüsünü açma görevini -medyanın hemen yanı başına konuşlanmış ve endüstrileşmiş- roman sanatından beklemek artık sadece bir dilek olabilir.

Vardığımız noktada, dilin, gerçeği aynı anda hem gösterme hem de gizleme becerisi ortaya çıkmış, edebiyat da dâhil olmak üzere toplumun her alanında yalan ve sahte gerçeğin yerini almıştır. İlginç olan inandırmak için hiç bir çaba gösterilmemesi, çabaya ihtiyaç bile duyulmaması. Hatta herkes için abartı ve mübalağa özellikle istenen, hayallerdeki imgeyi besleyen bir şey. Yalan o kadar apaçık söyleniyor, o kadar arsızca pazarlanıyor ki gerçekliğini sanki sergilenen sahteliğinden kazanıyor. Bugünün medya dili ve köşe yazarlığının karakteristiği tam da budur ve okuyucuyla suç ortaklığından beslenir. İcraatların gerçek yüzünü gizlemeye, rızayı beslemeye yarayan, sonuçta medyaya maddi menfaat de sağlayan böyle bir suç ortaklığı mevcut hükümetin, aslında genel olarak hükümetlerin yönetme stratejilerinin bir parçası.

Yalanı iş edinmiş çok sayıda insanın, köşe yazarının, profesyonelleşmiş akademisyenin, popüler tarihçilerin kanaat önderliği yaptığı bir ülkede hatırlama kültürü yaratma çalışmalarına da biraz şüpheyle yaklaşmak gerekir. Resmi anlatıların yerini alacak ve bellekleri yeniden şekillendirecek çalışmalar bugünün ihtiyaçlarına -kültürel duyarlılıklara, etik sorgulamalara ve şimdiki zamanın politik beğenilerine- göre düzenlendiği takdirde tarihin gerçeklerine, insanlarına, acılarına ulaşmak yine mümkün olmayacak.

Okuyucunun/toplumun rolü

Edebiyatın gerçeklikten kaçışından söz ederken okuyucuya özel bir yer açmak zorundayız. Çünkü okuyucu, bir romanın kıymetinin çok satmasıyla ölçüldüğü şimdiki zamanlarda edebiyata yön veren en büyük güç olmuştur. Edebiyatın değerine ya da belli bir tarihsel dönemde üretilen edebiyat ürünlerinin yapısına ışık tutmaya yönelen her türden çaba okur perspektifini, okurların değişen güdülerini, dönemin üretim ve tüketim alışkanlıklarını işin içine katmak zorundadır ve öncelikle akılda tutulması gereken yazma ile okumanın, yazarla okuyucunun aynı tarihsel olgunun iki yüzü olduğu gerçeğidir.

Kitap üretiminin ciddi bir iş kolu haline geldiği günümüzde okuyucu okuma-yazma sürecinin gizli ama en önemli öznesidir. Yazarlar ve eleştirmenler sahnenin önündedir, ama sahneyi yayımcılar kurar, alkışlarıyla nihai kararı verecek olansa okuyucudur. İşte bu nedenle bir yazar bir roman yazmaya başladığında kitabın yayımlanma ve tüketilme olanaklarını da düşünmek zorundadır. Yani yazar okuyucusunu seçerken konusunu, konusunu seçerken okuyucusunu da hesaba katmıştır. Öyleyse okuyucunun tercihleriyle yazarların tercihleri arasında büyük bir uçurum olmadığını söylemek gerekiyor.

Bugün okuyucunun eleştirel gözlüğü yok; yakın okumayı seviyor. “Yakın okuma” -sıradan okur arasında hızla yayılan bu okuma biçimi gazeteler, televizyon kanalları, internet siteleri ile- medyanın belirlediği bir ilişkilenme tarzı. Bir roman okumakla bir TV dizisi izlemek arasındaki ayrımı ortadan kaldırıyor. Nasıl ki bir gazetede okunulan bir makale yazarının –vermek istediği imajı bütünleyen- bir fotoğrafı ve yazarın hayatıyla ilgili bilgilerle birlikte alımlanıyorsa, nasıl ki bir televizyon dizisi oyuncuları magazin haberlerinde sergilenen özel hayatları eşliğinde tüketiliyorsa, yazarlar ve romanları da aynı muameleden geçirilmek isteniyor. Okuyucu kurgusal hikâyelerden ziyade yazarın hayatını izlemek istiyor ve yazarın ona içini açmasını arzuluyor. Romanın hikâyesi ile yazarın kitap kapağındaki biyografisi arasında bağlantılar kurmaya, sonra bu hikâyelerle kendisi arasında hayal yoluyla benzerlikler bulmaya, yani yer değiştirmeye çalışıyor.

Yakın okuma, medya kültürünün yaygınlaştırdığı teşhircilik ve röntgencilik kültürünün edebiyata yansıması. Hayat hikâyelerini ortaya koydukları için ya da medyada verdikleri pozlar nedeniyle yazarları teşhircilikle suçlayacaksak eğer, onları izlemek ve yazara onlar aracılığıyla bağlanmak da okurların röntgenciliğidir. Okuyucu artık kendi gücünün farkında. Röntgencilikle yetinmiyor; kendi yazarlarını kendileri tarif ediyor, giydirip kuşatıyor, yaşam öykülerini diledikleri gibi dikte ettirebiliyor ya da ettirmek istiyor. Aslında yazarı önemserken kendisini önemsiyor; romandaki hikâyeyi olumlarken kendi hayatını ya da kurduğu düşleri olumluyor. Yazarı hakkında yapılan eleştirilere kulakları tıkalı. Çünkü eleştirilenin yazar değil kendisi olduğunu düşünüyor. Kısacası yakın okumalar edebiyatla ilgili bir etkinlik değil, kendini doğrulamanın, gerçeklikten kaçmanın, yalanlara sığınmanın yeni bir biçimi.

Siyasi operasyonların emniyet, istihbarat ve hukuk müessesi üzerinden yürütüldüğü bir ülkede -hiç değilse- siyasi polisiyelerde ciddi bir artış beklenmesi doğaldır. Ne var ki süreç bu tarz polisiyelerin önünü açmadı. Suçu sadece edebiyata yüklemeyelim. Türkiye’de her şeyin -gizlenmeye bile gerek görülmeden- açık seçik tezgâhlanışı, herkesin bilmesi, hatta onay vermesi belki de siyasi polisiyelerin yazılmasının önüne geçiyor. 80 öncesinin, sonrasının, Susurluk kazasının, faili meçhullerin, 2000’lerdeki siyasi karmaşanın, derin devletteki yeni yapılanmanın, cemaatlerle hükümet arasında önce MİT sonra yargı kurumu üzerindeki çekişmenin, Roboski ve benzeri cinayetlerin gözler önünde gerçekleştiği halde hiç bir hayret ve tepki uyandırmadan geçiştirildiği bir ülkede heyecan uyandıracak bir polisiye roman yazmak zor iş.

Türkiye’de asıl sorun eleştiri yoksunluğu, toplumun bu türden olaylara karşı duyarsızlığı. Duyarsızlık demek yanlış; toplum duyarsız değil, daha da kötüsü, gücü elinde bulunduranları kayıtsız şartsız destekliyor. Hukukun siyasallaşması, güçlü olanın dilediği gibi yönetmesi, insanların asılsız suçlamalar ve çakma delillerle yıllarca hapiste tutulması vicdanları rahatsız etmiyor. Siyasetten futbola kadar her yerde despotik bir liderin peşine takılan insanlar, liderlerinin keyfi, haksız, hukuksuz her türlü kararını alkışlamaya nedense çok hevesli…

Her şeye rağmen

Başka ülke deneyimlerine baktığımızda, bütün olumsuzluklara rağmen edebiyatın bir direniş alanı yaratma potansiyeli taşıdığına hala inanıyorum. Pek çok örneği var. Mesela Carlos Fuantes’in Meksika toplumunun her yanını saran çürümüşlüğü ortaya dökmek için yazdığı “Cennetteki Âdem”de sadece yöneticiler, işadamları, polisler değil; onlara destek veren Meksika halkı da kurtulmuyor sorumluluktan. “Cennetteki Âdem”de yalan ve yalanlarla yaşamak önemli bir tema… Bu tema Fuantes’in kurmaca ve gerçeklik arasındaki ilişkiye bakışının, bir yalanın paradoksu aracılığıyla gerçeğe erişme anlayışının yansıması. Alışılagelmiş, beylik dünyada gerçeğin yerini tutan, katlanamadığımız şeyleri yani gerçekleri görmezden gelmenin en iyi yolu olan yalanları açığa çıkarmak için ise hiciv ve gülmece öğesini kullanıyor. Hiciv ve alayı birbirine karıştırmayalım; “bunlar farklı şeylerdir, dalga aptalcadır ve kolaydır, hiciv zordur ve zekâ gerektirir”. Roman kahramanı da hicvetmeyi, hiciv yoluyla hem özel hayatındaki hem siyasal ve toplumsal hayattaki maskeli yalanları açığa çıkarmayı biliyor. Onun hicivci yaklaşımı sayesinde Meksika’da, genişletirsek Türkiye’de ve dünyada apaçık görünmeyenlerin, görülse de rezilliğinin farkına varılamayanların farkına varabiliyoruz.

Siyasi, toplumsal, kültürel düzlemde o kadar çok benzerlik var ki kişi ve yer adları değiştirildiği takdirde “Cennetteki Âdem” kolayca yerlileşebilir. Mesela Fuantes’in toplumun yalanlarla yaşadığını gösterirken örneklediği şarkının dizelerine bakın; “Bana yalan söyle/ Yalan söyle yine/ Beni mutlu et kötülüğünle”… Ahmet Kaya’nın “Yalan da olsa mutluyum/ Bu bana yetiyor” dizelerine ne kadar da benziyor değil mi? Ya da Meksika’nın pembe dizi zihniyetini özetleyen şu cümleler: “Biz Meksikalılar pembe dizilerimizde tartışma yaratacak tek bir konuya bile yer vermeyiz. Hep iyiler ve kötüler vardır, güçlü ve kötü kalpli adamlar vardır, fettan kadınlar vardır, bazı çocukları iyi bazıları kötü kalpli olan aileler vardır, ailenin en iyi kalpli küçük oğlunun gönlünü kaptırdığı fakir ama gururlu bir hizmetçi kız ille de vardır(…) Alt metninde bakan aile din ve devlet bulunmalıdır”… Daha birçok benzerlik sıralayabilirim; eşcinsellere yapılan saldırılar, fiziksel olayları ve tarihi metafizikle yorumlayan TV programları, bilimdışı inançların yaygınlaşması, edebiyat dünyasındaki kavgalar, öldürülen çocukların terörist ilan edilmesi… Benzerlikler içimizi elbette rahatlatmayacak; sadece büyük yalanların oyuncağı olmak, yalanlarla avunmak konusunda yalnız olmadığımızın farkına varıyoruz. Fark edebiyatın bu yalanları teşhir etme cesaretini, sorumluluğunu üstlenmesinde. Meksika’dan Türkiye’ye tutulan bir aynaya benziyor “Cennetteki Âdem”. Fuantes’in “meksikomedya”sı Meksika’nın ve dünya halklarının trajikomik yaşantısını ters yüz ederken okuyucuyu maskeli yalanlarla yüzleştiriyor.

Genellemelerle ilerlerken istisnaları ihmal -ve mevcut duruma muhalefet şerhi düşen yerli yazarlara haksızlık- ettiğimin farkındayım. 2013 yılının genel karakteristiği unutkanlıktı ama bugünle ve yakın geçmişle hesaplaşan romalar da yazıldı. Mesela Selim İleri’nin “Mel’un Bir Us Yarılması”nda yaşlı bir adamın çatışmalı fikirlerini, hıncını, hasetini, öfkesini, yitirilenlere özlemini barındıran iç sesiyle 20.yüzyıl Türkiyesinin zihniyet yapısı eleştirel bir bakışla sergilenmiş. Gündelik hayata, eğlence biçimlerine, edebiyata, sanata, tarihe, kente, kimliklerimize dokunan, oradan yola çıkarak bireysel ve toplumsal çözümlemelere varan eleştiri kalabalıklar karşısında yapayalnız kalmış bir adamın sessiz çığlığına dönüşürken okuyucuyu da boş geçmiyor; “Yazdıklarım, ne yazıktır ki, hafızasını kaybetmiş -veya kaybettirilmiş- insanlara hiçbir şey ifade etmeyecek. Mâzisi silinmiş ve o mâzinin silinmesinden, tabuta konup toprağa verilmesinden horon tepecek kadar hoşnut, başına gelen büyük felâketten daima habersiz bir toplumda, bu keşmekeşte, bu hercümerçte kime sesleneceğim?”

Mehmet Eroğlu’nun “Rojin”i 2013’ün en önemli romanlarından biriydi. Sadece 2013 için değil, ilk ciddi/gerçekçi savaş romanı olmasıyla edebiyat tarihi açısından da önemliydi. Vicdansızlığa, adaletsizliğe, akıldışılığa, kahramanlık safsatasına, insanların birbirini öldürmesine karşı çıkan bu romanıyla Mehmet Eroğlu, “toprak altında yatanlar adına konuşmak” sorumluluğunu göstermişti.

Hakan Günday’ın sert, öfkeli ve saldırgan üslubunun katkısıyla, “Daha” okuyucuyu rahatsız eden, düşündüren, kendisiyle yüzleştiren, kızdıran, utandıran bir roman. Çok güncel, çok boyutlu, çok aktörlü ve ne yazık ki çok utanç verici bir meseleyi, ancak ölüm haberleriyle gündeme gelebilen uluslararası insan kaçakçılığını konu edinen Günday okuyucuyu bir sorgulamanın içine çekiyor; hayatı, siyaseti, uluslararası ilişkileri, insanlık durumunu, insanı kötülüğe sevk eden arzuları… “Daha” hiçbirimiziz masum olmadığını haykırıyor.

Bu yazıyı yazarken Maraş katliamının yıldönümüydü. Gazetelerde “Maraş’a anmaya gidenlere izin verilmediği” hakkındaki bir kaç küçük haberin ötesinde yer almadı. Tek taraflı bir katliam gerçekleşmesine rağmen Cumhuriyet tarihine -her nedense(!)- Alevi-Sünni çatışması olarak kaydedilen ama ardında çok daha karmaşık siyasi olayların yattığı bu utanç verici siyasi/toplumsal linç vakası bugün neredeyse hiç hatırlanmıyor. Kahramanmaraş katliamı hafızanın en derinlerine itilerek, unutularak, bastırılarak aşılmaya çalışıldı, çalışılıyor. Ve yine her travmada olduğu gibi sanat ve edebiyat bu olayı seçici bir unutkanlıkla perdeliyor. Maraş Katliamı İnci Aral’ın “Kıran Resimleri” adlı öykü kitabı dışında uzun yıllar boyunca neredeyse hiç konu edilmedi edebiyata. Son yıllarda edebiyat ve hafıza ilişkisini hatırlayan yazarlar sayesinde Maraş katliamı yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor. Ayşegül Devecioğlu’nun “Kuş Diline Öykünen”i, Gönül Kıvılcım’ın “Babamın En Güzel fotoğrafı”, ve 2013 yılında Cem Kalender’in   “Kayıp Gergedanlar” ve Jale Sancak’ın “Fırtına Takvimi” adlı romanları katliamın insanlarda yarattığı tahribatı, bellekte bıraktığı izleri edebiyatın diliyle ifade eden anlatılar olarak kayda değer. Bu romanlar travmaya maruz kalmış, travma yaraları sarılmamış, mağduriyeti giderilmediği gibi her seferinde yeniden mağdur edilen insanların iç dünyasında dolaşıyor. Romancılığımızın suya sabuna dokunmayan zihniyetinin dışına çıkan romanlarıyla adını andığım yazarlar tarihe ve günümüzün yaygınlaşan edebiyat anlayışına bir muhalefet şerhi düşüyorlar.

Her şeye rağmen edebiyat bir direniş alanı olma potansiyelini koruyor. Elbette kendi başına sorunların üstesinden gelemez; “estetik yaşantı kötülüğün aşısı değildir”. Siyasette, toplumda ve edebiyatta yaşadığımız sıkıntılarla baş etmek için politik mücadele gerekir; “kötülüğün tek aşısı politik bilinçtir, politik bilinç edinmektir”.