Seçim kurumu, burjuva demokrasisinin özüdür. Çünkü burjuva demokrasinin bütün kurumlarının dayanağı, burjuva yönetimlerinin meşruiyet kaynağı seçim aracılığıyla yaratılan halkın kendi kendini yönettiği yanılsamasıdır. Bunun bir yanılsama olduğunu söylemek, yöneten-yönetilen ilişkisine ilişkin üst düzey bir soyutlamadan ibarettir ve burada bırakılırsa tarihsel-bağlamsal bir analiz kapasitesine engel haline gelen bir belirleme olarak kalır. Temsili demokrasinin yaygınlığı oranında var olan seçim prosedürlerinin, seçmen gruplarının, seçim ve parti sistemlerinin farklılıkları ancak tarihsel-bağlamsal bir analiz ile açıklanabilir. Siyasal iktidarların oluşumu ve yöneten-yönetilen ilişkilerinde meşruiyetlerini elde edebilmeleri bakımından toplumsal-sınıfsal dengeler ile seçim sistemlerinin oluşumu arasında tartışma götürmez bir bağ vardır. Seçim usullerine ilişkin bütün değişikliklerin siyasal iktidar hesapları ve devletin organizasyonuna ilişkin bir bağlamda gerçekleştiği akıldan çıkarılmamalıdır.
Örneğin Türkiye’de çok partili biçimsel demokrasi deneyimi, Demokrat Parti’nin seçimleri politize ederek, yargıç güvencesi ısrarı sayesinde gerçekleşebilmiştir. Çoğunluk sisteminin geçerli olduğu seçimlerle iktidarını muhalif azınlık aleyhine kullanan Demokrat Parti iktidarına karşı yapılan askeri darbenin ardından Türkiye’de uygulanmaya başlayan nispî temsil sistemi ise bambaşka bir parlamenter çoğulcu yönetim usulünün ve başka bir siyasallaşmanın işaretidir.
Türkiye’de tek parti yönetiminin sosyalist solu dışlayarak nasıl kurulacağına ilişkin “iki parti” stratejisinin bir ürünü olan çoğunluk sistemi de, toplumsal ve siyasal çatışmaları parlamentoda absorbe etme amacını taşıyan nispi temsil sistemi de tarihsel-bağlamsal bir açıklama gerektirir. 12 Eylül Darbesi’nin yarattığı siyasal kapanma kendini anayasadan çok seçim kanunu ve siyasal partiler kanununda göstermiştir. Kürtlerin kendi partileriyle seçime girmelerini engellemek üzere icat edilmiş yüzde 10 barajı ya da sosyalist partilere kapıyı kapatmış siyasal partiler kanunu bunun açık göstergeleridir. Dolayısıyla seçimlere ilişkin siyasal gruplar tarafından gösterilecek siyasal tavırlarda “yanılsama”dan ziyade siyasal iktidara ilişkin muhtemel konfigürasyonların yeniden yapılanmasındaki anlam ve işlevi belirleyici olur.
Örneğin Portekiz’de 1974 Devrimi’nin ardından ilk olarak yapılan, tek dereceli ve özgür seçimler için düzenlemeler yapmak oldu. Bu sayede, “1973’te Caetano rejiminin düzenlediği son seçimlerde 1.800.000’i geçmeyen seçmen sayısı üç katından fazla arttı.”[1] 28 Şubat Darbesi’nin ardından gerçekleşecek olan ilk mahalli seçimlerde Milli Güvenlik Kurulu’nun mahalli idareler için getirdiği iki turlu seçim önerisi[2] uygulansaydı, İstanbul ve Ankara’da büyükşehir belediye başkanlıklarının Fazilet Partisi tarafından kazanılması mümkün olmayacaktı.[3] Bu bakımdan siyasal iktidar klikleri arasındaki çatışma, toplumsal sınıflarının bu çatışma bağlamındaki mücadeleleri ve burjuva iktidarının formu bakımından seçimlerin özgül-bağlamsal bir anlamı vardır. Her siyasal özne seçimlerdeki tavrını bu bağlamda belirler. Söz konusu tavır, seçim kurumunun ve ilişkili prosedürlerin mahiyeti çerçevesinde oluşur.
Örneğin, 1946’dan 1950’ye kadar Demokrat Parti’nin yaptığı gibi seçimlerin özgür ve güvenli gerçekleşmesini sağlamak için bizzat seçim siyasal bir sorun haline getirilebilir. Ya da parlamenter temsil bağlamında barajı aşmak, parlamenter siyasetin ötesinde bir anlam taşıyorsa sistem dışı bırakılmış olan özneler ittifak ya da bağımsız aday stratejisi izleyebilir. 1991 seçimlerinde HEP-SHP ittifakı Kürt siyasal partileri bakımından böyle bir deneyimin örneğidir. Aynı siyasal hareketler bağımsız adaylarla ve en sonunda da parti olarak siyasal seçim stratejileri ile aşabilmiştir. 1979 yılında yapılan Kısmi Senato ile Milletvekili Ara seçimlerinde “Oy Verme Hesap Sor!” sloganı ile Boykot çağrısı yapan Devrimci Yol, mevcut Fatsa Belediye Başkanı’nın ölümü üzerine aynı gün Fatsa’da yapılan yerel seçimlerde Fikri Sönmez’in belediye başkanı seçilmesini ördüğü siyasal strateji ile sağlamıştır. Devrim Yol Dergisi’nin 31. Sayısında boykot tavrını apolitikleştirme hareketi olarak görenler;
“Kitlelerin parlamentodan ve mevcut düzen partilerinden umudu kesmiş olmalarını böyle çok tehlikeli –hem de faşizme hizmet anlamına gelen- bir “apolitikleşme” olarak görenler için, herhalde en mühim devrimci görev (!) parlamentodan umudunu kesen kitlelerin yeniden parlamentoya umut bağlamalarını sağlama ve böylece onları yeniden politika içine çekme(!) görevi olmaktadır.”[4]
ifadeleri ile eleştirilirken 32. Sayıda bir yandan boykotun sonuçları tartışılıyor bir yandan da Fatsa’da devrimci bağımsız aday için yapılan çalışmaların nasıl başarılı olduğu ve bundan sonra yapılacaklara ilişkin ön başlıklar sunuluyordu.[5] Dolayısıyla seçimin siyasal olarak karşılanması her zaman siyasal bir strateji gerektirir. Bu da ülkenin mevcut siyasal yapısının anlaşılması ve dönüştürülmesinde seçimin anlamını tartışmayı her özgül durum için gerekli kılar. Soyut belirlemeler, siyasal stratejilerin rehberi olamazlar.
Seçimlerin Anlamı: İktidar ve Muhalefet
2013 Haziranında Türkiye, tarihinin en yoğun siyasal katılım ve direniş potansiyelinin açığa çıkmasına tanık oldu. Ülkede var olan bütün temsili kurumlara yönelen direniş, istisnasız bütün temsili demokrasi kurumlarını sarstı. Siyasi partilerden sendikalara, mevcut çatışmaların içinden kurulduğu medyaya kadar bütün kurumlar bundan nasibini aldı. Daha önceden tahayyül edilmesi güç bir politizasyon süreci çok hızlı bir biçimde tüm ülkeye yayıldı. Sokaklarda “diktatör istifa” sloganları atılırken karar alma süreçlerinde neredeyse tüm kendiliğinden halk hareketlerinde görülen doğrudan demokrasi araçları kullanılmaya başlandı. Türkiye’de ne iktidar ne de muhalefet bu hareketi yönlendirebilecek bir kapasiteye sahipti. Fakat sonuçları özellikle siyasal iktidarı elinde bulunduranlarca hızla manipüle edilmeye başlandı. Bunun en önemli aracı ise seçimler oldu. Meşruiyeti derin bir biçimde sarsılan siyasal iktidar bildik yöntemi kullanmaya başladı. Seçimler bir “meşruiyet törenine” onay prosedürüne dönüştürüldü. Bu prosedür de tarihteki öncüllerine benzer biçimde diktatöre verilen onay şeklinde gerçekleştirilmeye başlandı. Artık her seçim bir kişiye verilen onaydı, bu onayın alınması mümkün olmadığında ise “seçim düzenlemeleri” devreye sokuldu. Gezi’den sonraki 5 yılda 7 seçim gerçekleşti: 10 Ağustos 2014 ve 24 Haziran 2018’de Cumhurbaşkanlığı Seçimleri; 7 Haziran 2015, 1 Kasım 2015 ve 24 Haziran 2018’de Milletvekili Genel Seçimleri; 30 Mart 2014’te Yerel Seçimler; 16 Nisan 2017’de Halkoylaması.
Bu seçimlere ilişkin tek tek analizler, Ayrıntı Dergi’nin sayfalarında yapıldı. Bunlara ekleyecek çok fazla bir şey olduğunu da düşünmüyorum. Fakat 31 Mart 2019’da yapılacak yerel seçimlerden önce geride bıraktığımız yedi oylamanın toplu anlamına ilişkin bir tartışma, seçimler bağlamında belirlenen ve belirlenecek olan siyasal stratejilerin analizi bakımından önem taşıyor.
AKP’nin kurduğu ittifaklar ile sağladığı siyasal hegemonyanın bitiş düdüğü Gezi direnişi ile birlikte çalmıştı. Ardından yapılan üçüncü seçimde, 7 Haziran 2015’te tek parti iktidarının sonu geldi. 8 Haziran’dan itibaren siyasal iktidar tarafından örülen yeni strateji artık doğrudan zora dayanmaktaydı. MHP bu stratejinin açık ortağı olacağını ve Kılıçdaroğlu’nun CHP’si de buna payanda olacağını daha 8 Haziran sabahı açığa vurdu. Türkiye Haziran’dan Kasım’a kadar zor ve şiddet düzeninin nasıl kurulacağını gördü, Kasım seçimleri, bugüne kadar yaşadığımız “onay törenleri”nin ilkiydi. Şiddet ve baskı koşulları altında yapılan bu seçimler siyasal iktidar açısından beklediği sonuçları verdi ama yönetememe sorunu çözülebilmiş değildi. Bunun anlamı ise artık seçim prosedürlerinin tamamen rafa kaldırılması, mevcut hukuksal-siyasal yapının anayasasızlaştırılmasıydı. 15 Temmuz darbe girişimin “lütfu” ile rejimin yeniden yapılandırılması ve anayasızlaştırma sürecinde ivme sağlandı. 7 Haziran seçimlerindeki en büyük başarıyı gösteren siyasal özne açıkça cezalandırıldı. Genel başkanı ve milletvekilleri tutuklandı. Anayasa’nın tanınmadığı ve anayasaya saygı gösterilmek zorunda olunmadığı açıkça deklare edildi. 16 Nisan 2017’de siyasal rejimi değiştiren anayasa değişiklik paketi halkoylamasına sunuldu. Bu da Erdoğan’ın yeni bir onay töreni idi. Fakat bu tören, artık seçim prosedürlerinin de açıkça ortadan kaldırılmasının göstergesi oldu. İki buçuk milyon mühürsüz oy Yüksek Seçim Kurulu kararıyla, kanuna açıkça aykırı olarak geçerli sayıldı. Bu seçim sonuçlarını değiştirebilecek nitelikteydi. CHP Genel Başkan düzeyinde sürecin ve sonuçların gayrimeşru olduğunu deklare etti. Önündeki seçimlere baktı.
24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ile Milletvekili Seçimleri Erdoğan ve Bahçeli’nin karar verdiği bir baskın seçim olarak gerçekleşti. Seçim mevzuatı, iktidarın ihtiyaçlarına göre değiştirildi. Mühürsüz oy pusulaları meselesi kanun ile çözüldü. Oy pusulaları ittifakın çıkarına düzenlendi. Sandık başkanlarının kamu görevlileri arasından seçilmesi, taşımalı sandık uygulamaları, sandık alanına ilişkin düzenlemeler ile usulsüzlükler de güvenceye alınmış oldu.[6] En önemlisi 16 Nisan 2017 tarihli halkoylamasının sonucunda seçimleri yürütmekle görevli olan üç bakanın milletvekili genel seçimlerinden önce istifa etme zorunluluğunun kaldırılmasıydı.[7] Tüm bunların gösterdiği onay prosedürünün artık salt bir törene dönüşmesiydi. Nitekim 24 Haziran seçimleri, böyle bir onay töreni olarak gerçekleşti. Erdoğan ve rejimi ortaçağın taç giyme törenlerini gölgede bırakacak bir usulü yaratmış oldu. CHP genel başkan düzeyinde bu seçimi de gayrimeşru ilan ederek[8] önündeki seçimlere baktı.
Ana muhalefetin gayrimeşru bulduğu seçimlerdeki yegane stratejisi uygun sağ adayları tartıştırmak oldu. 2014’te yerel seçimlerde Mansur Yavaş ve Ekmeleddin İhsanoğlu ile başlayan süreç hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor. 24 Haziran’da 2018’de sandık güvenliği sistemini çalıştıramayan ana muhalefet partisinde çalışan en iyi mekanizmanın sağ aday belirleme mekanizması olduğu görülüyor. Milletvekillerinin tutuklandığı –ki anayasaya aykırı ama onaylayacağız diyen CHP’nin payanda olmasıyla oldu bu- belediyelere kayyum atandığı, muhalif gazetecilerin ve gazetelerin bir bir susturulduğu, bütün kurumların haysiyetsizleştiği ve şahsiyetsizleştiği bir ortamda seçim prosedürünün temsili demokrasideki işlevini kaybetmesi ile aslında burjuva demokrasinin özgül yanılsaması da ortadan kalktı. Taç giyme töreni metaforu sadece bir metafor değil artık. Parlamento rejimin bu yeni biçimine ve seçimlerin mantığına uygun olarak siyasal işlevlerinden arındırıldı. Parlamento içinde mücadele eden ve neredeyse her gün kadroları gözaltına alınan muhalefet partisi HDP ise üzerindeki baskılar ve kendi içinde yaşadığı siyasal tartışmaların kıskacında siyasal stratejiler üretmekte 7 Haziran öncesinin oldukça gerisinde.
Yine Bir Seçim, Bu Defa Siyasal Değil
2014’ten itibaren geçen 5 yıldaki sekizinci seçime yukarıda aktarmaya çalıştığım bir bağlamda ilerliyoruz. İktidarın kaybettiği hegemonyasının ardından diktatörlüklerdeki onay sürecine dönüşen seçimler süreklileşmiş bir olağanüstü halin üzerine binen iktisadi bir olağanüstülük içinde gerçekleşecek. Geniş halk kesimlerinin hoşnutsuzlukları manipüle etmek iktidarın temel uğraşı olacak. Dolayısıyla zorun düzeyinin Şubat-Mart aylarında artacağı öngörüsünde bulunmak mümkün. İktidar için temel strateji merkezi siyasal iktidarın tahkim edilmesi anlamına gelecek biçimde İstanbul ve Ankara’yı kazanmak başta olmak üzere, muhalefete bıraktığı alanı sınırlandırmak olacak. Bunun için de her türlü olağanüstülüğe şahit olacağımızı söylemek yine yüksek bir öngörü gücü gerektirmiyor.
31 Mart seçimlerinin törensel anlamına yeni bir boyut kazandıran TBMM Başkanı ve AKP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı Binali Yıldırım’ın açıklaması oldu. Seçimlerin siyasal faaliyet olmadığını açıklayan Yıldırım, adının önündeki iki sıfatı bir arada taşımasının bu nedenle sorun teşkil etmediğini ekledi. Anayasa’nın 94. Maddesine TBMM Başkanı’nın siyasal parti faaliyetlerine katılamayacağı açıkça belirtilmiş ve Siyasal Partiler Kanunu’nun 24. maddesi sadece milletvekili seçimleri için istisna getirmişken Yıldırım, istifa etmeden aday ilan edildi ve seçimleri de siyasal faaliyet alanının dışına itti. Bu fiili durumun siyasal anlamı, Türkiye siyasetini biraz okuyabilen herkes için seçimlerin fiili bir durum olarak gerçekleşeceğidir. Yıldırım ve AKP hukuksal prosedürlere uymayacağını şimdiden deklare etmiş ve muhalefeti test etmiştir.
Cumhuriyet Halk Partisi lideri bu testi de başarıyla geçerek daha önceki testlerden birini hatırlatan bir yanıt üretmiştir: Anayasaya aykırı ama biz seçim sürecini buradan yürütmeyeceğiz.[9] Ayrıca YSK’ya güvenmediği için de YSK’ya itiraz etmeyeceğini söyleyerek kanaat notu aldı.[10] Özenle seçtiği Yıldırım’ın sağ rakibi İmamoğlu ise tecrübesinden yararlanmak için genel başkanının gayrimeşru ilan ettiği Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan’ı ziyaret ettikten sonra “”İstifa konusu Meclis Başkanımızın takdiri, onu bilemem. İşin o yönünü ben bilemem.”[11] dedi. Dolayısıyla anayasaya aykırı olsa da siyasetsizliği, seçmeni oyları koruma gerekçesiyle sandığa taşıma kapasitesini de 24 Haziran’daki adil seçim platformu skandalı ile yitirmesiyle birleşen CHP’nin bir adım daha sağa yaklaşmak dışında bir stratejisi görünmüyor. Bu haliyle de AKP’nin meşrulaştırılmasına “nesnel” olarak payanda olmaya devam etme stratejisini izleyeceği ortaya çıkmış durumda. Bu sayede de elbette kendine tanınan rant alanlarında varlığını koruyacak. Elbette İyi Parti ile yapılan ittifaka HDP dahil edilmeyecek. Hatta HDP’nin batıda aday çıkarmama fikri bile tedirgin ediyor CHP Genel Merkezini.[12] Nasıl açıklayacağız diye? Muhalefet kendini halka değil, iktidara açıklama derdinde. Çünkü siyasal cesaret ve ilkelerin yerini, siyasetsiz durarak varlığını koruma içgüdüsü almış; siyasal iktidar perspektifini düzenin sürdürülmesi adına geriye atmış, toplumsal sınıflar ve siyasal hareketler yerine muhafazakarlık mitine yönelmiş bir merkez sağ stratejinin izleneceği açıkça ortaya çıkmış durumda. HDP stratejisini asıl olarak tutuklamalara ve siyasal baskılara karşın kayyumlardan geri alınacak belediyelere odaklamış durumda. Batıda ise olabildiğince Erdoğan’ın geriletilmesi öne alınmış görünüyor. Tabii Erdoğan’ın yaptığı açıklama ile beğenmediği seçilmiş adayların görevden alınma olasılığı bu stratejinin kırılgan yanıdır.[13]
Sonuç yerine
Seçim analizlerinin dahi anlamsızlaştığı bir bağlam içinde 31 Mart seçimlerinin tarihsel özgüllüğü, seçim kurumunun temsili demokrasilerdeki niteliğinin var olmamasıdır. Yerel seçimlerin de Erdoğan’a yönelik bir onaya dönüştürüleceği açıktır, yine ve yeniden rejim oylanacaktır ve bu oylamanın bütün kuralları ve yönetimi rejimin elindedir. Dolayısıyla öngörülebilir kuralları yoktur, öngörülebilir olan, iktidarı değiştirebilecek sonuçların ortaya çıkmaması için gücü elinde tutanının gücünü kuralların ötesine kullanma olasılığının büyüklüğüdür. Bu durumda analiz aday-seçmen-parti düzeyinin ötesine taşınmalı, siyasal öznelerin sınırlılıkları ile potansiyelleri arasındaki mesafeyi yaratan baskı araçlarını aşacak stratejiler aranmalıdır.
31 Mart seçimlerinde ortada görülmeyen siyasal özne ise sosyalist soldur. CHP’nin her seçimde biraz daha sağa yanaşmasındaki en önemli nedenlerinden biri parlamento dışı sosyalist siyasal partilerin tıkanmışlığı ve siyasetsizleşmesi olarak görülmelidir. Parlamento dışı sosyalist sol, gayrimeşru bulduğu seçimlerin politizasyonuna yönelik bir kampanya, düzen içindeki unsurları sola çekecek araçlar geliştirmeyi başaramamıştır ve başarabilir görünmemektedir. Yani, yine yeniden bir “seçime” doğru hızla yol alıyoruz.
DİPNOTLAR
[1] Jean-Marie Cotteret ve Claude Emeri (1991), Seçim Sistemleri, İletişim, İstanbul, s. 13.
[2] Abdullah Sezer (2014), Demokrasi Teorisi ve Pratiğinde Seçim Barajları, Legal, İstanbul, s. 16.
[3] 1999 seçimlerinde Ankara ve İstanbul’daki oy oranlarına bakıldığında MGK’nin öneriyi Fazilet Partisi’nin engellenmesi için getirdiği çok açık olarak görülecektir. Ankara için bkz. http://www.ysk.gov.tr/doc/dosyalar/docs/Mahalli/1999/Buyuksehir/Pdf/1999Mahalli-Buyuksehir-Ankara.pdf İstanbul için bkz. http://www.ysk.gov.tr/doc/dosyalar/docs/Mahalli/1999/Buyuksehir/Pdf/1999Mahalli-Buyuksehir-istanbul.pdf
[4] Devrimci Yol Dergisi, s. 31
[5] Devrimci Yol Dergisi, s. 32
[6] http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2018/03/20180316-28.htm
[7] https://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k6771.html Anayasa’nın ilgili düzenlemeyi Adalet, İçişleri ve Ulaştırma Bakanları’nın seçim sürecinde çekileceğine ilişkin 114. Maddesi 16 Nisan değişikliği ile kaldırılmıştır.
[8] http://www.milliyet.com.tr/chp-lideri-kemal-kilicdaroglu-bu-siyaset-2708407/
[9] https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-46818068
[10] https://www.artigercek.com/haberler/kilicdaroglu-dan-yildirim-a-yanit-ysk-ye-guvenmiyoruz
[11] https://www.evrensel.net/haber/370685/ekrem-imamoglu-cumhurbaskani-erdogan-ile-gorustu
[12] https://www.birgun.net/haber-detay/chpden-hdpye-batida-aday-gosterin-onerisi.html
[13] https://bianet.org/bianet/siyaset/201460-erdogan-mart-secimlerinde-terore-bulasan-secilirse-kayyum-atariz