Şiddet Uygarlığı

Şiddetin ırkı, sınıfı, dini, milliyeti yok ama bir cinsiyeti var[1]

Bugün yaşanan hiçbir şey şimdiye ait değildir; her bir davranışın, yaşamsal deneyimin bir tarihi, geçmişi vardır. Şiddet de bundan muaf değil, o geçmişin şimdiki zamana mirasıdır. Arapça şdd (sert, katı yoğun) kökünden gelip sertlik, katılık, müsaadesizlik gibi bir içeriği olan şiddet, Latince (cebri, kuvvetli, hiddetli, sert, zorlu anlamlarını bünyesinde barındıran) violence’den gelen violare kelimesiyle incitmek, zarar vermek, bozmak, lekelemek, tecavüz etmek, ihlal etmek anlamlarını taşır. Yunanca şiddet bia sözcüğüyle ilintilidir ve kuvvet, güç, iktidar anlamlarını içerir, fiil hali ise kısıtlamak, zorlamak, baskılamak için kullanılır. Hangi dilden ele alırsanız alın şiddet kavramı, var olan bir durumun üzerine uygulanan kuvvet, ihlal, yıkıcılık ve olumsuzluk içermektedir. Arendt’in işaret ettiği gibi, şiddet yasadışılık içerir ve yasanın varlığına bir atıfta bulunur. [2] Bu durumda yasayı şiddetin varlık alanı, nedeni olarak görmek mümkündür. İnsanın yaşamını içinde sürdürdüğü iki yasal düzlem de bu noktada devreye girer: doğanın yasası ve kültürün yasası. Doğanın yasası söz konusu olduğunda denilebilir ki, şiddet doğaya içkindir bu yüzden doğada şiddet yoktur. Çünkü, doğanın canlıları arasındaki sertlikleri şiddet olarak değerlendirmek mümkün değildir, doğanın “şiddeti” zarurettir. Öte yandan şiddetin dil ve yasa içeren kültürle dolayımsız ve varoluşsal bir ilişkisi vardır. Öyleyse dilin dışında şiddet yoktur; şiddet insana dairdir, onsuz düşünülmemelidir. İnsan, insana ve diğer canlılara şiddet uygular ama diğer canlılar başkalarına ve insana şiddet uygulamaz. Örneğin bir aslan insana şiddet uygulamaz, bunun yeri dilde bile şiddet değildir ama insan bir köpeğe, ata veya başka bir insana şiddet uygulayabilir. Ancak şunu da hemen belirtmeliyim ki şiddet insana içkin değildir aksi takdirde dünyayı şiddetten arındırma fikri en başından yara alır.

İnsan kendine şiddet uygulayan tek türdür.

Doğadaki hiç bir şey kendinde bir anlam taşımaz ve insan kendi anlamını arayan yegâne canlıdır. Anlam arayışı, insanın şiddetle ilişkisinde kritik bir noktada yer alır. Çünkü insan anlamını yitirmiştir; konuşmak insanın doğadan kopmasının ve mânâ kaybının nedeni olmuştur. Kim olduğunu soran insan, yanıtlamaya çalışan yine insan, soru da yanıt da dilde ve dille mümkündür. Dil anlamın evidir. Dilsiz bir dünyanın/hayatın anlamı yoktur, dilin dışında bir anlam da yoktur. Bu halde dil, konuşan, içinde bulunduğu deryayı anlamaktan naçar insanın üzerine yaşamaktan daha fazla bir yük bindirmiş, verili, kendinde olmayan anlamın aranması, insan yaşam gailesine dönüşmüştü. Burada en büyük sorun insanın konuşmasıdır. İnsanın hep konuşan bir canlı olup olmadığı ise yanıt bekleyen en önemli sorundur.

Doğanın dili evrenseldir, tüm canlılar bu dile dahildir, çıkardıkları farklı seslere karşın herkes aynı dilin içindedir. Bu dilin içinde bir anlam da yoktur, onu bulmaya yönelik bir ihtiyaç da. Bu yaşamın kendisidir, yaşamaktır, bir nevi bütünlük, ihtiyaçsızlık, minnetsizliktir. Burada imgesel bir bütünlük vardır, her tür ve birey doğanın yaşam formunun bir göstergesidir. Lacancı bir yaklaşımla söyleyecek olursak insanı bu imgesel bütünlükten ayıran bölücü şey dildir/konuşmadır. İnsan elbette bu imgesel dönemde de bir dil kullanıyordu ve kimi araştırmacılar buna kök dil/arkaik dil ismini vermişti. Doğanın insana verdiği ses ve dil yeteneği idi. Bu, tüm insanların diğer canlılar gibi birbirlerini anlamasını sağlayan bir iletişim aracıydı.[3] Başlangıçta var olan bu dilde kırılmalar meydana geldi ve insan doğanın dilini terk ederek yeni bir dil-lisan kullanmaya başladı. Arkaik dil evrimsel süreçte yerini “simgesel düzeni” kuracak yeni bir dile bırakmıştı.[4] Bu yeni dil, insan bilgisi de dahil olmak üzere her türlü düşünme faaliyetinin gerçekleştiği bir yapı olanağı sunmuştur. Bu nedenle de dil, hayvanlıktan uzaklaştıran, doğayla yaşanan imgesel bütünlükten koparıp insanı biyolojik bedeninin ötesinde “simgesel” dünyaya taşıyan bir fonksiyon yüklenmiştir.[5]

İnsanın ne zaman bu yeni dilsel dünyaya geçtiğini tespit etmek elbette kolay değildir, çünkü dil doğrudan maddi bir iz bırakmaz ama dolaylı dilsel izleri arkeolojik olarak tespit etmek mümkündür. İnsanın biyolojik varlığından ve doğadan dışarıya (yaklaşık 2,5 milyon yıl önce) yaptığı ilk dilsel referans taş alet endüstrisidir. Taş alet yapımı insanın ilk arkeolojik dilsel izleridir.[6] Biyolojik gerçekliğinin ötesinde bir kelime, kavram ve dile işaret eden bu arkeolojik izler Homo habilis’e aittir. Öte yandan arkeolojik ve antropolojik araştırmalar Neanderthalensis ve Homo sapiens insan türlerinin de simgesel dil düzeyinde lisan kullandığını ortaya koymaktadır.[7] İnsan simgeseldir diyen Barnard çalışmasında, simgesel arkeolojik bulgulara değinerek, sanat ve ritüel gibi eylemlerin doğaüstü dilsel iletişimin göstergeleri olarak dikkate alınabileceğine vurgu yapmıştır. Dil, akrabalık ilişkileri ve nüfus arasında ilişki olduğunu ileri süren Barnard, bu süreçte dilde üç önemli kırılma anı tespit etmiştir; gösterge devrimi, sözdizim devrimi ve simge devrimi. Bunlar arasında en erken dilsel gelişme gösterge devrimidir. Barnard’a göre bu devrim, Homo habilis ya da Homo ergaster ile Homo erektus’un erken döneminde meydana gelmiştir. Bu devrim muhtemelen, anne baba, erkek ve kız kardeş, oğul, evlat gibi akrabalık kategorilerinin tanımlanması ve dilde temsil bulmasını da beraberinde getirmiştir. Alan Barnard’ın tespit ettiği bir diğer dil devrimi olan sözdizimi devrimi, Neanderthaller, arkaik Homo sapiens ya da Homo heidelbergensis türüyle başlayan, birlikte şarkı söyleme, dans etme ve özellikle de dış evlilikleri işaret eden bir evreye tekabül ediyordu. Simge devrimi ise toplumun bütünüyle akrabalık temelinde tanımlanmaya başlamasıdır. Akraba olmayanların bile akrabalaştırıldıkları bu dönemi Barnard şöyle ifade eder: “Çekirdek ailenin ötesine uzanan akrabalık bağlarının tanınması, eşler kadar kayınlarla da bağ kurulması ve toplumun, akrabalık kategorilerine göre sınıflandırılması, hiç şüphesiz, simgeleri kullanan ilk insanlara, gelişkin mübadele ve paylaşım kuralları üzerinden iletişim kurma imkanı verir, aslında bu arzuyu teşvik eder. Bu arzuya, sanat, dil mecazları ve simgesel temsiller aracılığıyla kültürü geliştirme kabiliyetini ekleyince, toplum, kültür ve dil arasındaki ilişki insan bakımından ‘tam’ olur”.[8] Onun tespitlerine göre, bu devrim Homo sapiens’in Afrika’dan çıkışından sonra gerçekleşmişti. Mağaraların duvarlarına hayvan resimleri çizen aslında hayvanın ötesine atıfta bulunan, metafor yapan insan, dilin simgesel dünyasına geçmiş olmalıdır. Artık doğanın bir parçası olarak insan biyolojik yaşamdan dilin metaforik dünyasına, simgesel gerçekliğine taşınmış, dilin toplumsal yaşamı dayatan yasasına tabi olmuştur. Lacancı bir yaklaşımla yasal bir düzlem dayatan fallus göstereninin bu dönemde ilk kez ortaya çıkması da bu kanıyı desteklemektedir.[9]

Dil yaygın kanının aksine, bir iletişim aracı değil, insanı biyolojik gerçekliğinden ayıran yasalar dünyasıdır ve insanın doğadaki yaşamı üzerine en büyük baskıyı kurarak yükünü artıran araçtır. Anlamını yitiren insanın kendi anlamını kendisinin inşa etme kaygısından ortaya çıkmıştır. Dil dünyasına geçen insan arzularını dile getirememiş, kendini kastre etmiş, nevrotik simgesel düzene savrulmuştur. Lisan anlamındaki dil, Özne olmayı arzulayan insanı içine hapsetmiş, bedeninin tatmin bekleyen arzularını tatminsizliğe mahkum ederek, yükünü artırmıştır. Birlikte yaşamın tesisini sıkı kurallı grameriyle sağlayan dil, insanı ihtiyacı olduğu halde ihtiyacını gideremeyen Özne’ye dönüştürmüş, bedenine yabancılaştırmıştı. Dilin nevrotik simgesel dünyası insanın hakikatini inşa etmiş, biyolojisini hapsetmişti. Kullandığı dil sayesinde kurtulmak istediği doğanın hayvan formundan insana “terfi” etmiş, etini sözün, ruhun esaretine terk etmişti. İnsanın şiddetle yüklenmesi de bu noktada başlamıştı. Dil sayesinde, kendini ait olduğu doğanın bir parçası olmaktan çıkarmış, göklere referansla sürdürdüğü anlam arayışında yaşamın başrolünü kendine biçmiştir. Bu andan itibaren insan, dünyadaki varlığını bir gösterge kabul ederek ölümlü bedenini ölümsüz kılacak göksel güce duyduğu ihtiyaçtan, kısa dünyevi yaşamını kendine zehir etmişti. Dil insanın kendi kendine yüklediği ilk stres ve şiddet kaynağıdır. Dilin simgeselliğinde tatmin olmayacağı bir yaşama mahkum olmak, onun şiddet üreten huzursuzluğunun kaynağı olmuştur.

Öte yandan şunu da söylemeliyim ki alet yapımı sadece dilsel bir gösterge değildir, aynı zamanda şiddetin somutlaşması, maddileşmesinin arkeolojik temsilidir. Alet yapımıyla, et yemek ve akıl/beyin büyüklüğü arasında kurulan korelasyonların[10] görünmeyen yüzünde, aletin bir cinayet silahının göstergesi olması yatar. İnsan söz konusu olduğunda diğerlerine uygulanan şiddet görmezden gelinir. Hayvan öldürmeye salt bedeniyle kalkışacak yeterlilikte olmayan insan, taş aletlerle silahlanmıştır. Bu aşamadan sonra kırmak, ezmek, parçalamak ve öldürmek artık mümkün veya daha kolay hale gelmiştir. Alet teknolojisindeki “gelişimi” silah endüstrisindeki “gelişim” olarak okumak mümkün ve hatta daha doğrudur. İnsanın şiddetle imtihanının bu aletleri hayvana doğrultmasıyla başladığını söylemeliyiz. Öldürmek karın doyurmanın ötesinde bir katliama böylece dönüşmüştür ki bunun çok sayıda erken arkeolojik örneğini görmek mümkündür. Yaklaşık 2,5 milyon yıl önce başlayan taş alet endüstrisi insanın diğerlerine uyguladığı şiddetin de başlangıcını temsil etmektedir. Silah kullanarak avlanmak şiddetin kültürlenmiş halidir. Bu konudaki en ilginç iddialardan birisi Carol J. Adams’a aittir; buna göre, av adı altında yapılan hayvana yönelik şiddet, insanın şiddet duygusunun ve eyleminin kökeni olarak görülmektedir. Bu ekofeminist yaklaşım daha da ileri giderek hayvan yemekle ataerki arasında doğrudan bir ilişki kurar ve içinde yaşadığımız bu ataerkinin şiddetinden ancak et yemeyi reddederek kurtulabileceğimizi ileri sürer. Bu düşünce sistemine göre, insan bedeni hayvan parçalamak veya yemek üzere organize olmamıştır, bu davranış sonradan insan yaşamına entegre edilmiştir ve ataerkil şiddetin nedeni de budur.[11]

Eğitim şiddettir

İnsan ve şiddet arasındaki bağlantıyı sağlayan noktalardan birisi de uygarlığın başlangıcından[12] itibaren birlikte yaşamı tesis eden unsurlardan olan eğitimdir. Paleolitik dönemlerin hayatta kalma öğretisi, uygarlıkla birlikte ortak yaşamın öğrenilmesine dönüşmüştür. “Uygar” bir toplum içinde yaşayan her birey bu şiddete, üstelik de şiddete uğradığını fark etmeksizin maruz kalmaktadır. Biyolojik bireyi kültürel ve toplumsal yapıya uygun hale getirmeyi hedefleyen eğitim, bedeni kastre ederek insan zihnine yük bindiren bir uygulamadır. Dil yoluyla gerçekleşen, bu toplumsal yaşama dahil olma süreci, özünde bir hayvan olan biyolojik bedeni, “terbiye” ediyor, onu dilin simgesel nevrotik dünyasına taşıyor, insan bedeni üzerindeki en büyük baskı ve stresin kaynağını oluşturuyordu. Birlikte yaşamı dikte eden uygarlık, toplumsal yaşamın öznel arzuları terk etmekle mümkün olabileceği üzerine yükseliyordu.[13] Asgari müştereklerde birleşme, ortak noktalarda buluşma, bireyi toplumsallaştırmış, yuvarlayarak yok etmiştir. Birlikte geliştirilen dil de insanın toplumsal “doğasına” vurgu yaparak, bireylere kendi arzularını talep dahi ettirmez. Eğitim, aynı dili kullanarak bedenlerin terk edilmesini, klanların, toplumsal yapının yüceltilmesini sağlayarak, kendini gerçekleştirememiş stresli ve tatminsiz bedenlerden toplumlar inşa eder. Bireylerin iktidar ve otorite kavramlarıyla tanışması ve itaati öğrenerek otoriter kişiliklere bürünmesi de bu sayede gerçekleşir. Çünkü itaat insanı kendinden uzaklaştırır ve onu aynı zamanda bu nedenle oluşacak huzursuzluklardan korur.[14]

Bir Sümer metni ironik de olsa bu konuyu çok iyi özetlemiştir:

Gittim oturdum ve öğretmen tabletimi okudu. ‘Bir şey eksik’ dedi ve bastonla vurdu. Yetkililerden biri, ‘Neden benim iznim olmadan konuştun?’ dedi ve bana bastonla vurdu. Kurallardan sorumlu kişi, ‘Neden benim iznim olmadan ayağa kalktın?’ dedi ve bastonla vurdu. Bekçi, ‘Neden benim iznim olmadan dışarı çıkıyorsun?’ dedi ve bastonla vurdu. Bira fıçısının başında duran kişi, ‘Neden benim iznim olmadan aldın?’ dedi ve bastonla vurdu. Sümerli öğretmen ‘Neden Akkadça konuştun?’ dedi ve bastonla vurdu. Öğretmen ‘El yazın güzel değil’ dedi ve bastonla vurdu.[15]

Mülkiyet ve şiddet

Öteden beri, özellikle de Marksist literatürde mülkiyetin marazları sayılıp dökülmüştür. Genellikle tarım ve uygarlıkla ilişkilendirilen mülkiyet kavramı, hem bireysel hem de toplumsal şiddetin kaynaklandığı bataklıklardan birisidir. Arno Gruen, insanın kendi kökenlerini, biyolojik doğasının gereklerini kaybetmesinin, bireyleri iktidar ve mülkiyete yönlendiren başlıca neden olduğunu ileri sürer. Yukarıda kısaca özetini verdiğim, insanın biyolojik varlığını yitirip kültürel bir Özne’ye doğru yolculuğu, onu güç ve mülkiyet sahibi olmaya yöneltmiş olmalıdır.[16] Bütün bu tartışmaları burada özetlemek mümkün değil, bu nedenle Herodotos’un aktardığı bir anekdotla mülkiyet ve şiddet ilişkisini açıklamanın yeterli olacağını düşünüyorum.

Yıl MÖ 514/513, Pers Kralı Dareios, Anadolu’dan devşirdiği çok büyük bir ordu ile Trakya’da yaşayan İskitler üzerine bir sefer düzenlemişti. Bir köprüyle geçtikleri Tuna Nehri’nin hemen ötesinde yaşayan İskitlerin üzerine saldıran Pers ordusu, beklediği karşılığı ve dahası düşmanı bulamamıştı. Persler savaşmak istiyor, arabalarının üzerinde göçebe yaşayan İskitler ise savaşmaktan kaçınıp geri çekiliyor, ortalıkta görünmemeyi tercih ediyorlardı. Trakya içlerine ilerleyen Persler zor durumda kalmış, orduda yiyecek sıkıntısı baş göstermişti. Bunun üzerine Pers Kralı Dareios İskitleri savaşa ikna etmek için bir elçiyle birlikte şu mesajı gönderir: “Ey garip adam, yapabileceğin başka iki şey varken neden kaçıyorsun? Eğer kendini bana karşı koyabilecek kadar güçlü sayıyorsan ona göre davran, kaçmayı bırak, savaşa gir; yok eğer kendini daha aşağı görüyorsan yine kaçmaktan vazgeç; efendine haraç olarak toprak ve su getir, huzuruna çık.” İskit Kralı İdanthyrsos’un yanıtı açıklama gerektirmeyecek kadar nettir. “İranlı… beni kimse ne korkutabilir ne de önünden kaçmaya zorlayabilir; senden de kaçtığım yok. Şimdiye dek yaptığım şey, barış zamanında da her zaman yaptığım şeydir. Neden hemen savaşa girmeyeyim onu da sana açıklayayım: Bizim ne kentimiz var ne de tek dikili ağacımız, ki elden gitmesin, ya da yakılıp yıkılmasın diye korkup hemen savaşa girelim; ama siz eğer ille de savaşmak istiyorsanız, bizim atalarımızın mezarları var; onları bulun, onlara el kaldırın, o zaman görürsünüz, mezarlarımız için dövüşüyor muyuz dövüşmüyor muyuz…” (Herodotos, IV. 126-127).[17]

Uygarlık ve şiddet

Harari[18] şiddetin Homo sapiens sapiens’in bir tür özelliği olduğuna ve gittiği her yere şiddet götürdüğüne dikkat çekse de bu düşünme biçimi bizi şiddet karşısında çaresiz bırakır. Doğada en fazla şiddet uygulayan türün sapiens sapiens olduğuna dair bir şüphe taşımak elbette mümkün değildir, bununla birlikte şiddetin bu türün doğasından kaynaklandığını varsaymak şiddetin varlığını ve varlığının doğallığını kabul etmemiz anlamına gelecektir. Bunun yerine ‘ne oldu da bu insan türü şiddetle bu denli hemhal oldu’ sorusu bizi çözüme çok daha yaklaştırabilir. Bir çok yazar, uygarlık, mülkiyet ve tarımla şiddet ilişkisine dikkat çekmektedir.[19] İnsan kültürel şiddet anlamında şiddet özelliklerini ezelden beri taşımıyordu. Uygarlık süreci, yaşam biçimindeki keskin kırılmalar, verdiği bir takım kararlar onu şiddet yoluna sürüklemiştir.

Şunu hemen söylemeliyim ki, uygarlık öncesinde insanların organize olarak icra ettikleri bir çatışmanın veya savaşın izine rastlamak mümkün olmamıştır. Dünya üzerinde yapılan arkeolojik ve antropolojik çalışmalar, uygarlık öncesine işaret eden bir savaşın varlığını ortaya koymamışlardır. Nil vadisi çevresinde MÖ 12. binyıla tarihlenen öldürülmüş olarak bulunan insan iskeletleri belki de elimizdeki en eski savaş izleridir. Homo sapiens sapiens’in yaşamı göz önüne alındığında da durum farklı değildir, MÖ 50 bin yıldan başlayarak MÖ 10 bin yıla gelene dek savaş izlerine rastlanmamıştır. Paleolitik Döneme tarihlenen mağara duvarlarına yapılmış yaklaşık 300’den fazla resmin hiç birinde savaş betimlemesi yoktur. Aslında söylemek gerekirse, savaş için bir neden de yoktur.[20]

Din, şiddet ve uygarlık

Uzun yıllar, uygarlığın ortaya çıkmasında tarım, hayvancılık ve yerleşik hayatın etkisi tartışılmaktaydı. Bu unsurların yan yana gelmesinin uygarlığı açığa çıkardığı ya da uygarlık denilen şeyin bu “gelişmelerden” ibaret olduğu ileri sürülmekteydi. Ancak son yıllarda yapılan arkeolojik çalışmalarda, uygarlık sürecini doğrudan etkileyen yeni bir paradigma keşfedildi: din. İspanya ve Fransa gibi Akdeniz ülkelerinde bulunan içleri resimlerle dolu mağaraların sığınaktan daha ziyade birer kutsal mekan olarak kullanıldığının tespiti çok farklı sonuçlara işaret etmektedir. Bu mağaraların bölgesinde avcı-toplayıcı kabileler halinde yaşayan insanların belli aralıklarla toplandıkları ve buralarda bazı kutlama ve ayinler yaptıkları neredeyse kesindir. Bu konudaki en büyük keşif ise Güneydoğu Anadolu bölgesindeki Göbeklitepe’dir.[21] Ciddi bir emek-yoğun ilişki gerektiren bu bölgesel tapınak, etrafta yaşayan pek çok insanın bir araya gelmesiyle inşa edilmiş olmalıdır. Avrupa’nın doğal prehistorik mağaralarının aksine Göbeklitepe’nin insan eliyle yapılmış bir mabet olması tartışmaları da yanında getirmişti: Uygarlığın ortaya çıkmasında dinin rolü nedir? Yerleşik yaşamın nedenleri içinde din-inanç bir rol oynamış olabilir mi? Bu sorular oldukça yerinde olup bin bir emekle inşa edilen mabedin terk edilip göç edilmesi rasyonel bir davranış olarak kabul edilemez. Bu tür taşınmaz kutsal alanların yerleşik hayata geçişte önemli bir rol oynadıkları düşünülebilir. Bu konudaki en kapsamlı çalışma Ian Hodder’ın liderliğinde gerçekleşmiştir ve kitaplaştırılmıştır.[22] Çok sayıda bilim insanının uzun soluklu çalışmasında üzerinde durulan dört problemin en önemlilerinden birisi (bu yazının da konusuyla ilişkili olduğu için) kuşkusuz dördüncüsüdür. Ortadoğu’da Erken Holosen çağının geçiş dönemlerinde şiddet ve ölüm, inanç deneyiminde ve insanların yerleşik düzene geçmelerinde veya gruplaşmalarında rol oynamış mıdır?[23]

Bereketli Hilal coğrafyasında Mezolitik ve Neolitik dönemleri içine alan çalışmalar, ölüm, inanç ve şiddet izleri taşıyan çok sayıda arkeolojik verinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Yaban hayvanlarının öldürülmesini, uzuvlarının ve kemiklerinin fetiş/tabu nesnesi haline gelerek simgeleştirildiğini gösteren veriler boldur. Öte yandan, ölü bedenleri üzerine uygulanan kimi organ ayırma (kafalarının kesilerek bedenden ayrılması) gibi işlemler inancın, gündelik hayatın yanı sıra ölümden sonrası için de belirleyici olduğunu ve bir miktar şiddet içerdiğini ortaya koymaktadır. Örneğin insanların “barış” içinde yaşadıklarını bildiğimiz Çatalhöyük’te özellikle hayvanlar üzerine uygulanan sembolikleşmiş şiddetin, “öbür dünya” tarafından yönlendirilmiş olabileceği tartışılmıştır. Bu, yerleşimdeki insanların barış içinde yaşayabilmeleri için üzerlerindeki gerilimi diğer canlılara yansıttıkları şeklinde de yorumlanabilirdi. Ortadoğu’nun tamamına bakıp uygarlığa geçişin inançla iç içe geçmiş bir süreç olduğunu söyleyebiliriz.[24]

Bu noktada insanın binlerce yıl önce dil yoluyla başladığı anlam arayışının kısa sürede bir başka dünyaya ve yaratıcılara referansla sonuçlandığı düşünülebilir. Bunun önemi, anlamın ve anlama referansın başka bir evrene işaret etmesi, inancın bu dünyadaki insan yaşamı üzerine iktidarını da ortaya koymaktadır. İnsanın bedeni ve yaşamı artık kendine ait değildir. Onun varlığı üzerine hak iddia eden büyük göksel makam, bedenin ve yaşamın kullanma kılavuzunu da belirleme iddiasındadır. Bu nedenle biyolojik hayat, “ölüm-aşkın” hayatın gölgesinde şekillenen bir zaman dilimine dönüşmektedir ki bu da insanı bedenine, biyolojik yaşamına yabancılaştıran unsurlar arasında değerlendirilmelidir. Gaibe yapılan bu referans, yaşam ve özellikle de beden üzerine kontrolü emretmekte, doğal olanı yasaklamakta, tabulaştırmaktadır. Artık yaşam da ölüm de insan iradesinde olan şeyler değildir ve hayat ölümün gölgesinde, korkusunda yaşanmaktadır. Çünkü Homo sapiens sapiens tarafından kurulduğuna kimsenin şüphesinin olmadığı bu uygarlık bir din uygarlığıdır ve bu uygarlıktaki şiddetin en azından bir bölümünün dinin gereği olarak görülmesi mümkündür.

Şiddetin mağduru “kadın”

Konuşmaya başlayan insanın kendisi için ürettiği anlam dünyası referansını göklerden almış, bütün yaşam ona göre yeniden dizayn edilmişti. Yaşam biçimindeki (yerleşiklik, evcilleştirme ve tarım gibi) değişimler milyonlarca yıldır ezberlenmiş rollerin yeniden belirlenmesine de yol açmıştı. “İlkel” doğasını terk edip kültürün dünyasında kendine dil yoluyla yeni bir hayat kuran insan, yeni yasal düzende, uygarlığın hedeflediği bedensiz bir Özne’ye dönüşmeye adaydı. Platon’un Şölen adlı eserinde Aristophanes’e anlattırdığı “androjen” insan öyküsündeki gibi arkaik tüm/bütün insanla yeni yaşam biçimi hayal dahi edilemezdi. Artık Zeus’un yasası geçerliydi; insan eksilecek, tatminsiz arzularını ötekine yöneltecek, hiç durmadan arayış halinde olacaktı. Yeni dünyanın göklerinden inen tanrısal vahiy, insanı arzularından mahkum etmiş, cennetinden kovmuş, bedenleri yeniden cinsiyetlendirmişti. Âdem, varlık dünyasının belirleyicisi, isim babası olurken Lilith’in kaderine şeytana hizmet düşmüştü. Çünkü artık devir arzularını tatmin eden erkekle eş Lilith’in devri değil, ikincil insan, günahkâr Havva’nın devriydi. Eski dünyanın Âdem’i göklerden aldığı vahiyle iktidara taşınmış, eski kadın lanetlenmiş yenisi ise erkeğin bedeninden geçerek ikincil pozisyona düşmüştü. Günahın nedeniydi ve ona takdir edilen yeni cinsiyet rolü itaatle sınırlıydı. Kamusal mekandan azat edilmiş, sınırları evin duvarlarıyla yeniden belirlenmişti. Tarım işlenen günahın cezası olarak insanı toprağa mahkum etmişti. Bundan böyle kadın ve erkek olarak cinsiyet atanan bedenler, toplumsalın dil yoluyla oluşturduğu, yukarıdan onaylı toplumsal hakikat simülasyonuna uygun davranmakla yükümlüydü. Nefesini aşkın olandan alan dil, heteroseksüel eril uygarlıkta herkesin yerini belirlemişti.

İlk “Homo sacer” olarak “kadın”

Heteronormatif ikili cinsiyete dayalı uygarlık, sistemini bedenleri kontrol etmek üzerine kurmuştu ve hakim cinsiyet eril olunca kontrol altına alınmak kadın bedenine düşmüştü. Bu nedenle uygarlık tarihi, kadın cinsiyeti atanmış bedenlerin kontrolü olarak da okunabilir. Evrimselci yaklaşımlar, davranışların eyleyicisi sinir sistemine dikkat çekerek bu kontrolün doğallığına vurgu yapsalar da “uygarlık” denilen yeni dünya düzeninde roller çok netti. Ev yapımını, toprağı işlemeyi ve evcilleştirmeyi başarı olarak gören bu yeni düzen, duvarlarla kapatılan kadın bedeni üzerine inşa edilmişti. Bu nedenle uygarlığın ilk Homo Sacer’i (kutsal insan) kadın bedeni olarak belirlenmişti. Kadına doğurganlığı nedeniyle atfedilen kutsiyet, onun bedeni, cinsiyeti ve yaşamı üzerine tasarrufu tamamen eril toplumsal düzene ve fallik yasalara bırakmıştı. Yaklaşık 10 bin yıl önce gerçekleşen bu düzen etkisini halen devam ettirmektedir.

“İlerlemeci” uygarlığın telkinleriyle ilk bakışta “daha medeni” bir yaşam sunuyor görünen ilk yerleşimler/köyler, insanlar arasındaki sınırların mekânsal düzenlemeleri, bir nevi mekan şiddeti olarak okunmalıdır. Ortadoğu’da kurulan ilk köyler, mülkiyetin (biz/im olmanın) sınırlarını çizerken, bu sınırların dışına “ötekiler”i yerleştirmektedir. Evleri birbirinden ayıran kalın ve sağır kerpiç duvarlar, mahremiyetin, kadın olmanın sınırlarını aşılmaz biçimde belirlemiş, mekanı bir şiddet unsuruna dönüştürmüştü.

“Kadının adı yok”

Başlık mecaz değil, doğrudan bir gerçeğe tekabül ediyor. Mezopotamya’nın ilk yazılı kültürlerinden itibaren toplumsal yaşamın dile getirildiği metinlerde kadının adı yoktur. Yazılı dünyada kadına karşı ilk şiddet dilde işlenmiş kadın yok hükmünde bırakılmıştır. Gılgamış mitini içeren tabletlerde ismi geçen tek kadın Shamhat’ın, eril dilin damgaladığı bir “fahişe/cariye” olması ilginçtir.[25] Benzer toplumsal tasavvur, kadın bedenine yok hükmünde yüklenen anlam ve cinsiyet rolü Herodotos’un ünlü kitabı Tarih’te de karşımıza çıkmaktadır. Herodotos yazdığı erkekler dünyasının savaşlarla dolu tarihinde, sadece birkaç kadının adını zikretme lütfunda bulunmuştu. Bu kitabı okuyanlar eskiden dünyanın sadece erkeklerden oluştuğu izlenimine kapılabilirler. Burada ismen veya cismen zikredilen kadınlar da erkekler dünyasına girmeye hak kazanmış “homo sacer”lerdir; vatana-millete hayırlı erkek evlat doğuran anneler, kraliçeler ayrıca eril iktidarın kılıç salladığı alanlarda boy gösterme cesaretini sergilemiş iktidar sahibi diğer “eril” kadınlar ve istisna olarak fahişeler. Özellikle Antik Yunan kültüründen itibaren, Akdeniz medeniyeti, muktedirlerin bedenlere yüklediği cinsiyet rolleri ile tam bir “fallokrasi”ye dönüşmüştü. Toplumsal hakikati ve ihtiyaç duyulan manayı tesis eden felsefe, siyaset ve din gibi unsurlar, kadını toplumsal alandan silmiş, yok etmişti. Antik Yunan kültürü aşkta bile kadına iyi bir rol vermemiş, arzularının tatminini oğlanların bedeninden beklemiş, küçük oğlan çocukların istismarını meşrulaştırmıştı.[26] Bu fallokratik soykırım kendini sanatta da göstermiş, Antik Yunan toplumunun tanrıların yeryüzündeki temsilcisi olarak gördükleri erkek bedeni yüceltilip saldırgan bir teşhire tabi tutulurken, kadını bedeninden azade, adeta elbise askısı gibi betimlemişlerdi.

Thukydides’in aktardığı cenaze söylevinde, Perikles’in ağzından fallokrasinin bilinçdışındaki kadın algısı şöyle dökülüyordu: “… Bir kadının en büyük zaferi, sizi ister övsünler ister yersinler, erkeklerin en az sizden bahsetmeleridir.”

Antikçağın peygamberi olarak kabul edilebilecek Hesiodos’un (MÖ 8.yy) kitaplarında da durum çok farklı değildir ve kadınlık atanan bedenlerin nasıl ötekileştirildiğini gösteren dinsel alt yapıyı gözler önüne sermektedir. Sesini ve aktardığı bilgileri vahiy yoluyla göklerden aldığını söyleyen Hesiodos, toplumsal cinsiyet rollerinin inşasını yapmakta, inancın temelinde yatan eril iktidar ve fallokratik despotizmi tüm kurumlarıyla yerine oturtmaktadır. Hesiodos’un metinlerinde, önceden yaratılan ve hiçbir günaha, kötülüğe bulaşmayan erkeğin kadının yaratılmasıyla nasıl günahkar olduğu şablonunun belki de en eski örneği görülebilmektedir. Havva yaratılana kadar Âdem’in günaha ve kötülüğe bulaşmadığı inancını merkeze koyan semavi dinlere benzer biçimde, Yunanlar da ilk kadın yaratılana kadar dünyada sadece erkeklerin olduğuna ve hiçbir kötü şeyin bulunmadığına inanıyorlardı. Zeus, daha en baştan kadını “öteki” olarak yaratmıştı. Erkeklere ve onların hamisi olan Prometheus’a duyduğu öfke, Zeus’un bir bela olarak Pandora’yı yaratmasına vesile olmuştu. İçinde her türlü musibeti, dünyayı kötüleştirecek ve kirletecek unsuru barındıran bir kutuyla/sandıkla insanın günahkârlığının müsebbibi bu ilk kadındı. Onun kutusundaki tek iyi şey ise insanların düşlerini geleceğe taşıyan umuttu. Fallokrasi böylece ihtiyaç duyduğu kutsiyeti yeryüzüne taşımış, kadını ötekileştirmişti.

Akdeniz Uygarlığı’nın kutsal metinlerinde kadına cinsel şiddet

Bugünün şiddet dünyasını anlamanın tek yolu, şiddetin kaynağına, kökenine inerek, filizlendiği Akdeniz Uygarlığı’nın kuruluş metinlerini oluşturan dini metinlere ve söylemlere bakmaktan geçer. Bu metinler, insanın zihinsel kodlarına, bilinçdışına inanç vasıtasıyla aktarılan simgeler ve göstergeler yoluyla, şiddeti iradi bir boyuta dönüştürmüş, toplumsal düzen içinde şiddet uygulamayı rasyonelleştirmiş ve meşruiyetinde önemli bir rol oynamıştır. Yakındoğu inançlarının kadim mitlerine bakıldığında rahatlıkla görülecektir ki, şiddet inancın ve hatta yaratılışın bir parçasıdır.

Akdeniz Uygarlığı’nın kutsal metinlerinde ve mitik söylemlerde kadın bedenine en fazla uygulanan şiddetin cinsel şiddet ve hatta tecavüz olduğunu vurgulamalıyım. Taciz, tecavüz ve kadın bedeni üzerine uygulanan cinsiyetçi şiddetin kökenlerini binlerce yıl öncesinde, bu fallokratik uygarlığı tesis eden kültürlerin metinlerinde bulmak tesadüfi olmasa gerektir. Örneğin, Mısır tanrılarının ve kültürünün yaratılışını anlatan metinlerde ilksel yaratıcı güç olarak Atum karşımıza çıkar ki yaratılmış olan varlığını bu arkaik tanrının mastürbasyonuna borçludur. Yaşamın kaynağı fallik bir tanrıya atfedilmektedir. Mezopotamya kültürlerinde de durum bundan farklı değildir. Göklerin efendisi Enlil, sonradan karısı olacak Ninlil’e, Nippur kentini inşa ettiği sırada tecavüz etmiştir. Üstelik metinlerde bu tecavüzün yaratılış için kaçınılmaz olduğu da vurgulanarak Ay Tanrısı Nanna/Sin’in bu tecavüzün ürünü olduğu aktarılmıştır. Gökteki ay varlığını bir tecavüze borçludur. Mezopotamya inancında dünyadaki neredeyse her şey varlığını tanrısal tecavüze borçludur. Dicle ve Fırat bile Enki’nin penisinden tezahür etmiştir. Yaratıcı tanrıların başında gelen Enki, tanrıça Nintu’ya tecavüz etmiş ve Ninmu’nun doğmasını sağlamıştı. Ancak Ninmu da Enki’nin tecavüzünden kurtulamamış ve Ninkurra’yı dünyaya getirmişti. Enki, Ninkurra’ya da tecavüz etmiş ve Tanrı Uttu’nun hayat bulmasına vesile olmuştu. Ve tahmin edebileceğiniz gibi Uttu da Enki’nin cinsel saldırısından kurtulamayıp dünyadaki bitkileri doğurmuştu.[27]

Antik Yunan inancında da durum bundan farklı değildi; Titanlar ve Devlerle yaptığı savaşları kazanarak baştanrı mertebesine yükselen Zeus, “yaratmak” için pek çok dişil mitik karaktere tecavüz etmişti. Kendi varlığının kaynağı olarak Antik Yunan’ı gören Batı kültürünün sanat dünyası da bu tecavüzleri estetize etmekten geri durmamıştı. Bu tecavüzler arasında en fazla estetize edilen herhalde Zeus’un Leda’ya tecavüzüdür. Zeus’un aşk teklifini reddedip kılıktan kılığa girerek kaçan Leda kuğular arasına karıştığında, kuğu kılığına bürünen Zeus’un tecavüzüne uğramıştı. Bu cinsel saldırı, antik dönemlerden başlayarak modern sanatta bile Leda’nın memnuniyet ifade eden yüzüyle betimlenmiş, dişil olana tecavüz adeta meşrulaştırılmıştır. Bunun gibi pek çok örneğini sunabileceğim tanrısal/dinsel tecavüzlerde Zeus yalnız değildi elbette. Hermes, Poseidon, Apollon ve Hades gibi panteonun önemli tanrıları da cinsel şiddeti esirgememiş, yurttaşlara tecavüzün ve cinsel şiddetin birincil ve tanrısal örneklerini sunmuşlardır.[28] Daha da çarpıcı olanı, Batı dünyasında yayımlanan mitoloji kitaplarında bu cinsel şiddet eylemlerinin “aşk” hikayeleri ve biraz da eğlenceli öyküler olarak sunulmasıdır. Üstelik mitlerdeki bu cinsel şiddet eylemleri sadece dişil bedenleri hedeflemiyordu. Erkek çocukları da tanrılardan gelen cinsel şiddetten paylarına düşeni alıyorlardı. Zeus’un Ganimedes’e ve Apollon’un Hyakynthos’a uyguladığı cinsel saldırılar bunun en net örnekleridir.[29]

Bir egemenlik savaş alanı: Kadın bedeni

Uygarlık, bedeni ve özellikle de kadın bedenini mülkiyetin bir parçası olarak belirlemiştir. Özellikle beden söz konusu olduğunda (Marx’tan mülhem) aile mülkiyetin kaynağı olarak kabul edilmelidir ve toplumun bu kurucu yapıtaşı fallik bir yasa etrafında örgütlenmişti. Bu nedenle de ailenin kadın olarak cinsiyetlendirilmiş üyelerinin kısmetine sadece Homo Sacer’lik düşmüştür. Dolayısıyla kadın bedeni erkeklerin mücadele ve egemenlik alanına dönüşmüştür. Üstelik de toprak ve kadın arasında oluşturulan simgesel özdeşlik, toprak gibi algılanan kadın bedeni üzerindeki arzuları artırmış, genetik mirasın/soyun devamı, soyun kırımı kadın üzerinden gerçekleştirilmeye başlanmıştı. Burası belki de cinsel şiddetin en fazla meşruiyet ve hatta kutsiyet bulduğu bir alan haline gelmiştir. Günümüzün şiddet kültürü, binlerce yıl önceki bu dini öykülerde kök salmış, sosyal yaşamın bir parçası haline gelmiştir.

Avrupa devletlerinin uzun süre, kendilerini devamı gibi göstermeye çalıştıkları ve uygarlık seviyesi nedeniyle gurur duyup öykündükleri Antik Roma kültürü işte tam da bu anlamda kadına uygulanan cinsel şiddetin üzerine kurulmuştur. Aka ordusunun saldırısı ile yıkılan Troia kentinden kaçanların torunları uzun süren mücadelelerden sonra Roma’yı kurmayı başarmışlardı. Ancak nüfusun büyük bir bölümü erkekti ve nüfus gelecek vadetmiyordu, üstelik kimse de onlara kadınlarını vermek istemiyordu. Bunun üzerine Roma’yı kuranlar bir şölen düzenleyerek komşuları olan Sabinleri davet etmişlerdi. İçkilerin nehir gibi aktığı bu şölende erkekler sarhoş olunca Romalılar, Sabin kadınlarını kaçırmış ve onlara tecavüz etmişlerdi. Bu yüzden iki topluluk arasında çıkan savaşı yine kaçırılmış kadınlar sona erdirmişti. Bu korkunç olay bile Roma kültürünün ve onlara öykünenlerin keyfini kaçırmamış, adeta gurur duydukları bu olay bir estetik arzu haline gelmiş, pek çok heykel ve resimde temsil edilmiştir.

Uygarlığın içinde yer alan bütün kültürlerde benzer korkunç öyküler görmek mümkündür. Örneğin Yunanistan’dan gelip Miletos’u işgal ettikten sonra erkekleri öldürüp karılarına tecavüz ederek kendileriyle yaşamak zorunda bırakanlar hiç yadırganmamış, kocalarını öldürüp kendilerine tecavüz edenlerle aynı sofraya oturmayan Miletos’lu kadınlar Herodotos tarafından onurlu olarak sunulmuştur. Aynı şekilde Euripides’in yazdığı “Troialı Kadınlar” trajedisi, kadın bedeni üzerine uygulanan şiddet ve egemenlik mücadelesini gözler önüne sermektedir:

“Savaş, gizlendiği karanlığın içinden çıkıp geldi savaş. Aman dileyenlerin kılıçtan geçirildiği bir erkek vahşetiydi bu.” 

“Ey tanrılar! Sahi, tanrılara niye sesleniyorum ki; bizim dileklerimize asla kulak vermediler”

Uygarlıklar savaşı mı, şiddet uygarlığı mı?

Doğu ve Batı kavramları tarih boyunca karmaşık biçimde kullanılmaya devam etmiştir. Bu yazının konusu değil belki ama şu kadarını söylemem lazım, bugün Batı’nın domine ettiği ve içinde gelişmiş-gelişmemiş bir çok ülkenin ve kültürün barındığı uygarlık bir ve aynı uygarlıktır. Bu uygarlığa Akdeniz Uygarlığı demek daha doğru olacaktır. Yakındoğu’da şekillenmiş, Mezopotamya, Mısır, Yunan ve Roma gibi siyasi oluşumlarla yoğrulmuş, önce Akdeniz’in tüm kıyılarına sonra da neredeyse dünyanın her tarafına yayılmıştır. Dinamiklerini, kültürün kökenlerini Akdeniz’den almaktadır ve aynı zamanda bu referansını göklerden alan bir Din Uygarlığı’dır. Başlangıcından itibaren şiddetle hemhal olduğu için aynı zamanda da bir Şiddet Uygarlığı’dır. Şiddeti, bu uygarlığın nasıl oluştuğunu bilmeden, anlamak mümkün değildir. Şiddetten arındırılmış bir uygarlık amaçlanıyorsa bataklığın ne ve nerede olduğu aşikardır.

DİPNOTLAR

[1] R. Solnit, Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar. Çeviren Asude Küçük, Encore Kitap, 2015.

[2] Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı. Adolf Eichmann Kudüs’te. Çeviren, Özge Çelik, 2009, Metis Yayınları.

[3] D. Bickerton, Âdem’in Dili: İnsan Lisanı Nasıl Yarattı, Lisan İnsanı Nasıl Yarattı? Çeviren Mehmet Doğan, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2012.

[4] I. Tattersall, Gezegenin Efendileri. İnsan Kökenlerinin Hikayesi. Çeviren Gökçe Metin, Redingot Yayınları, 2018.

[5] H. R. Maturano ve F.G. Varela, Bilgi Ağacı. İnsan Anlayışının Biyolojik Temelleri. Çeviren Mahir Ünsal Eriş, Metis Yayınları, 2010.

[6] F. L. Coolidge & T. Wynn, The Rise of Homo Sapiens. The Evolution of Modern Thinking. Willey-Blackwell, 2009; L. Barham ve P. Mitchell, The First Africans: African Archaeology From The Earliest Toolmakers to Most Recent Foragers. Cambridge University Press, 2008.

[7] D.Papagianni ve M.A.Morse, Neandertal. Modern Bilim Onların Hikayesini Yeniden Yazdı. Çeviren İlknur Urkun Kelso, Trend Yayınevi, 2017; P. Mellars, The Neanderthal Legacy. Princeton University Press, 1996; A. D. Aczel, The Cave and The Cathedral. How a Real-Life Inidiana Jones and a Renegade Scholar Decoded the Art of Man. Willey Publication, 2009.

[8] A. Barnard, Sosyal Antropoloji ve İnsanın Kökeni. Çeviren Mehmet Doğan, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2013; A. Barnard, Simgesel Düşüncenin Doğuşu. Çeviren Mehmet Doğan, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2014.

[9] İsmail Gezgin, Fallusun Arkeolojisi. Sel Yayıncılık, 2012.

[10] Coolidge & Wynn, 2009, s. 97; Barham ve Mitchell, 2008, s. 81 vd

[11] Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası. Feminist-Vejetaryen Eleştirel Kuram. Çev. G.Tezcan, M.E.Boyacıoğlu, Ayrıntı Yayınları, 2013, s.94, 340, 341; Carol J. Adams, “Ekofeminizm ve Hayvan Yeme”, çev. Ertuğrul Başer, Birikim Dergisi sayı 57-58, 1994, s.92-105.

[12] Ana akım bilimsel düşünce, uygarlığın başlangıcını, yerleşik hayata geçiş, hayvanların evcilleştirilmesi ve tarımsal yaşam biçimine geçişin gerçekleştiği Neolitik Dönemi olarak göstermektedir.

[13] Taylor çalışmasında doğru soruyu şöyle soruyor: “İnsanın insanı öldürmesi, erkeklerin diğer insanlar ve canlılar üzerine şiddet uygulaması nasıl normal hale geldi?” S. Taylor, Çöküş. Maya Kitap, 2015.

[14] Arno Gruen, Normalliğin Deliliği, Hastalık Olarak Gerçeklik. Çeviren İlknur İgan, Çitlenbik Yayınları, 2003.

[15] S. Taylor, Çöküş. Maya Kitap, 2015.

[16] Arno Gruen, İçimizdeki Yabancı, Nefretin Kökenleri, Yabancı olana ve nefret ve sonuçları. Çeviren İlknur İgan, Çitlenbik Yayınları, 2005, s. 69.

[17] İsmail Gezgin, Arkaik ve Klasik Dönemde Batı Anadolu, Detay Yayıncılık, 2007, s. 23-24.

[18] Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens. İnsan türünün kısa tarihi. Çeviren Ertuğrul Genç, Kolektif Kitap, 2015.

[19] John Zerzan, Makinelerin Alacakaranlığı, çeviren Rahmi Öğdül, Kaos Yayınları, 2013; John Zerzan, Gelecekteki İlkel, çeviren Cemal Atilla, Kaos Yayınları, 2012; N. Faulkner, Marksist Dünya Tarihi, çeviren Tuncel Öncel, Yordam Kitap, 2014; Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens. İnsan türünün kısa tarihi. Çeviren Ertuğrul Genç, Kolektif Kitap, 2015; B. Bowden, Civilisation and War. Edward Elgar Publishing Limited, 2013.

[20]

[21] K. Schmidt, Taş Çağı Avcılarının Gizemli Kutsal Alanı Göbeklitepe. En Eski Tapınağı Yapanlar. Çeviren Rüstem Arslan, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2007.

[22] Ian Hodder (ed), Uygarlığın Doğuşunda Din: Çatalhöyük Örneği. Çeviren Dilek Şendil, Alfa Kitap, 2018.

[23] Ian Hodder (ed), Uygarlığın Doğuşunda Din: Çatalhöyük Örneği. Çeviren Dilek Şendil, Alfa Kitap, 2018, s. 40.

[24] Ian Hodder (ed), Uygarlığın Doğuşunda Din: Çatalhöyük Örneği. Çeviren Dilek Şendil, Alfa Kitap, 2018.

[25] İsmail Gezgin, Kültürlenme Sürecinin Mitik Kahramanı Gılgamış, Alfa Kitap, 2009.

[26] İsmail Gezgin, Antik Yunan ve Roma Sanatında Cinsellik ve Erotizm. Alfa Kitap, 2010.

[27] İsmail Gezgin, Fallusun Arkeolojisi, Sel Yayıncılık, 2012.

[28] Eva C. Keuls, The Reign of Phallus. University of California Press, 1993.

[29] İsmail Gezgin, Antik Yunan ve Roma Sanatında Cinsellik ve Erotizm, Alfa Kitap, 2010.