Sınır kavramı, siyaset biliminin çeperde kalmış, durağan ve verili bir unsuru olarak ele alınmaktadır. Bunun yerine sınır direniş, şiddet ve egemen iktidar arasındaki ilişkilerin bir sonucu ve aynı zamanda bu ilişkilerin yeniden üreticisi olarak ele alındığında bu kavramın küresel yönetimsel mimarideki kuruculuğu ve üreticiliğine yoğunlaşmak mümkün hale gelebilir.
Sınır artık basitçe bir hat olarak değil toplumsal alanın tümüne yayılmış bir assemblaj (bir araya geliş-toplanış) olarak düşünülmelidir. Bu bağlamıyla içerisi ve dışarısı ayrımına dayanan bir dikotomi, sınırın nasıl çalıştırıldığını kavramak açısından doğru bir çerçeve olamaz. Artık hedef öncelikle bir öznenin kontrolü değil spesifik bir toplumsal bağlam yaratma amacıyla tüm akışın yönlendirilmesidir. Bu tarz bir işleyiş, iktidara kabul edilebilir ve kabul edilemez akışların belirlenimi, kontrolü ve bu akışların yönlendirilmesi konusunda önemli bir alan yaratırken öte yandan da sınır üzerinden ortaya çıkan direniş stratejilerinin tüm toplumsal alana yayılımını ve tüm diğer direniş biçimleriyle bir araya gelişleri de çok daha mümkün kılmaktadır.
90lı yıllardan itibaren artan uluslararası hareketliliğin bir sonucu olarak sınır kavramına ilişkin tartışmalar artmış ve bu tartışmalarla birlikte sınırın siyaset bilimi içerisinden ele alınma biçimi çeşitlendiği gibi sınır tartışmaları çok disiplinli yaklaşımlar çerçevesinde ele alınmaya da başlanmıştır. Sınırın ne olduğuna ilişkin şiddet ve egemen siyasal iktidar bağlamındaki tartışmalar, sınırlama (bordering) tartışmalarıyla daha analitik bir çerçeve kazanmış, siyasal tahayyülü teritoryel bir kipin sınırlılıklarından kurtarırken alternatif siyasal ve toplumsal biçimlerin örgütlenişi açısından alan açan borderscape kavramı ile bu tartışmalar daha da zenginleşmiştir. Tüm bu kavramların zenginleştirebileceği tartışmaların sınır=namus denklemiyle, aciliyet, kriz, insani yardım gibi söylemlerle kapatılması doğrudan siyasal tahayyüllere yönelik bir saldırıdır.
Sınırı ve sınır çizme pratiklerini tartışmak, kabul edilegelen haliyle sınırın mümkün kıldığı iktidar ilişkilerini yeniden tartışmaya açmak için önemli bir hareket alanı sağlamaktadır. Toplumsal ve bireysel pratiklerin düzenlenmesi, üretilmesi/yeniden üretilmesi ve akışlara dair kontrol süreçleri, hayat ve siyaset arasındaki ilişkinin nasıl tanımlandığı ile doğrudan ilişkilidir. İktidar süreçleri, bilgi pratikleri/hakikat rejimleri ve özneleşme biçimlerini çözümlemek, bu mekanizmaların işlemesi adına kenara itilen, değersizleştirilen ve dışlananların neler olduğunu kavramak ve var olanın başka türlü olmasının imkân ve sınırlarını yeniden düşünmek adına yaşam ve siyaset arasında kurulan ilişkinin irdelenmesi özel bir önem taşımaktadır.
Yaşama dair siyasetin nasıl işlediği sorusu, yaşam ve siyaset arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğuna, bu ilişkinin örtük ya da açık ön kabullerinin neler olduğuna, sonuç ve etkilerinin asıl olarak hangi çerçevede ele alınması gerektiğine ilişkin cevapları verecek olan sorudur. Yaşama ilişkin yeni bilgiler ve teknolojiler doğrultusunda bireysel ve toplumsal pratiklere yeni müdahale alanlarının açıldığını, bu bilgi ve teknik imkânlar doğrultusunda yeni düzenlemelerin hayata geçirildiğini ve siyasetin bu şekilde yeni anlamlar edindiğini dolayısıyla hayat ile siyaset arasındaki ilişkinin yeniden tanımlandığını söylemek mümkündür. Bu bağlamda biopolitika ve yönetimsellik önemli çerçevelerdir.
Devletlerden ibaret olmayan sınır yönetim mekanizmalarının uluslararası akışı güvenlik odaklı çeşitli tekniklerle yönlendirmesinin (modulation) küresel siyasal sistemin genel işleyişi açısından nasıl bir işlevi olduğunu ortaya koymak bugünün en önemli tartışma başlıklarından birini oluşturmaktadır. Son yıllarda giderek yoğunlaşan göçmen[1] hareketliliği temelinde güvenlik ve güvenlikleştirme (securitization) politikalarının nesnesi olarak tartışılan ve durdurma, engelleme, filtreleme işlevleriyle yeniden tanımlanan sınır kavramını siyasal kuruculuk ve üretkenlik üzerinden okumak mevcut iktidar mekanizmalarının ve tekniklerinin yapısı, işleyişi ve toplumsal sonuçları hakkında daha farklı sorular sormayı mümkün kılacaktır.
Giderek yoğunlaşan oranda teknolojinin de işbaşına koşulduğu yeni sınır yönetiminin önemli mekanizmaları geri kabul anlaşmaları, güvenli üçüncü ülke uygulamaları, sınırların dışsallaştırışması ve ayrımsal içerme olarak ortaya çıkmaktadır. Bu mekanizmalar AB üyesi devletlerin 1951 Mültecilerin Hukuki Statülerine ilişkin Cenevre Sözleşmesi ve onun türevi olan diğer sözleşmelerden doğan sorumluluklarını aşındırma çabasının bir sonucudur. Sınır yönetimi uygulamaları nedeniyle ‘yasadışılaştırılan’ ve “suçlulaştırılan” göçmenler[2], içinde yaşadıkları toplumun yürüyen sınır çizgilerine dönüştürülmektedirler. Bu bağlamda ayrımlı içerme (differential inclusion), sınırın yer değiştirmesi (dislocation of border), sınırın dışsallaştırılması (border externalization), sınır çoğaltımı (multiplication of border) günümüz sınır yönetim anlayışının önemli taktiklerini oluşturmaktadır.
Güvenlik bağlamında geliştirilen politikalar dijitalleşmenin yarattığı olanaklar üzerinden önemli bir dönüşüme uğramıştır. Bu dönüşümün yönetimselliğe ilişkin mimariyi, bu mimariden türeyen şiddeti ve direnişi de etkilediği/ etkileyeceği açıktır.
Evrensel eşitlik ilkesi ile siyasi ve toplumsal eşitsizlikler arasındaki açığın siyasallaştırılması çerçevesinde sınır, yalnızca kontrolün değil aynı zamanda göçmenliğe ilişkin “fazlanın” da iş başında olduğu bir uzamdır. Bu uzamın sınırları, yani sınırın sınırları, her an ihlal edilerek yeniden belirlenmekte, siyasalın sınırlarını hedef alan eşitlik istemi çok çeşitli biçimler altında yeniden örgütlenmekte ve içerisi ve dışarısının siyasal anlamı, içeri ve dışarı arasındaki net ayrımı bulanıklaştırarak yeniden inşa edilmektedir.
Avrupa kamuoyunda çoğunlukla kriz ve güvenlik gibi kavramlar etrafında örgütlenen sınır konusu göçmenleri aynı anda hem kurbanlaştıran hem de canavarlaştıran bir çerçevede ele almakta ve göçmenlere yönelik hak ihlalleri bu çerçeveden meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Sınır hem iktidar mekanizmalarının üretildiği ve yeniden üretildiği hem de bu mekanizmalara direnme biçimlerinin ve taktiklerinin geliştiği bir çatışma alanı olarak da düşünülebilir. Sınırı hem üretim hem de çatışma alanı olarak ele almak alternatif siyasal tahayyüller açısından üretken bir zemine işaret etmektedir. Sınır yönetim mekanizmalarının çalıştırılma biçimleri üzerinden açığa çıkarılan küresel yönetimsel mimarinin kapma pratiklerini ortaya koymak, bu pratiklerin ortaya çıkardığı öznellik biçimleri ve toplumsal hareketler çerçevesinde vatandaşlık, temsil ve sosyal içerme gibi yeniden yerliyurtlulaştıran tekniklerin ötesine uzanabilen siyasal aidiyet ve siyasal oluş biçimlerine dair kurucu imkanları soruşturmak için insan hakları söyleminin ötesinde bir zemine ihtiyaç bulunmaktadır.
İktidar mekanizmaları tanımlamaya, hareketliliğin kontrol edilmesine ve bu amaçla da teknolojinin çok daha fazla iş başına koşulmasına dayanmaktadır. Sınır asla tümüyle kapatılmaz, akışı tümüyle kesmez. Sınır daha çok akışı yönlendirmek, kontrol etmek üzere çalışmaktadır. Kapma mekanizmaları da sadece geri göndermek üzerinden işlememektedir.
Sınır yönetim teknikleri mültecileri içeriye alırken onları siyasal ve hukuksal anlamda da eksiltme çabasındadır. Bu anlamıyla sınır değişim halinde olan ve mevcut dünyayı sadece bölümleyen değil aynı zamanda dünyayı kuran esnek bir araçtır (Mezzadra and Neilson, 2011, p. 59).
Hareketliliğe (mobility) özerk bir çerçeveden bakmak perspektifimizi kurumsal kontrol düzeninden göçmenlerin hareketlerine kaydırmayı yani egemenlik oluşumunu hareketlilik üzerinden okumayı gerektirir. Hareketliliğe ilişkin otonom perspektif göçü basitçe siyasal ve ekonomik baskılara cevap olarak değil toplumsal ve siyasal hayatın kurucu unsuru olarak görme çabasındadır (Mezzadra, 2010; Papadopoulos et al. 2008; Papadopoulos and Tsianos, 2013; Rodriguez, 1996). Bu çerçevede göçe ilişkin haretlilik, iktidarı sürekli kendini yeniden örgütlenmek durumunda bırakmaktadır.
Göçün özerkliği (aotonomy of migration), göçün kontrolden bağımsız biçimde gerçekleştiği anlamına gelmemektedir. Gözetim, sınırdışı, suçlulaştırma, içererek dışlama, ayrımlı içerme, sınırın dışsallaştırılması ve sınır çoğaltımı gibi çok çeşitli teknikler göçe ilişkin hareketin sınır yönetim mekanizmaları tarafından nasıl bir şiddetle karşılandığını ortaya koymaktadır. Mültecilerin pasif ve göç politikaları üzerinde herhangi bir etkisi olmayan, sadece etkilenen kesimler olarak kodlanması, hareketlilik üzerindeki denetim mekanizmalarının en önemlilerinden birini oluşturmaktadır. Aslında denetim mekanizmalarının her yeniden düzenlenişi, tam anlamıyla bir denetimin olanaksızlığını ortaya koymaktadır. Tüm bu çerçevede göçü siyasal açıdan önemli kılan şey alternatif ontolojiler, alternatif oluş ve siyasal öznellikler üretme kapasitesidir. (Bishop, 2011; Papadopoulos, 2011, 2012; Papadopoulos and Tsianos, 2013; Winner, 1986).
Uluslararası göçün giderek, doğrusal, tek özneli, tek biçimli ve sınır yönetim mekanizmaları ile yönetilebilir bir hareketlilik olmaktan çıkarak iktidar mekanizmaları tarafından oluşturulan alanın dışına taşan, onun sınırlarını yeniden belirleyen, onun kendini yeniden ürettiği mekanizmaları biçimlendiren ve bu mekanizmaları sorun haline getiren bir akış olduğunu vurgulamalıyız. Sınır yönetim mekanizmalarının her yeniden düzenlenişi, tam anlamıyla bir denetimin olanaksızlığını ortaya koymaktadır. Uzun yıllardır devam eden ve yoğunluğu giderek tırmanan bu mekanizmaların varlığının en önemli nedenlerinden biri göçmenlerin, sınırı ihlal etme, onu aşındırma ve yeniden belirleme kudretleridir. Bunun elbette ki her şeyden önce siyasal bir kudret olduğunun altını çizmeliyiz.
Vatandaşlık ve sınır göçün özerkliğini kontrol etmek ve yönetmek açısından birbiri ile bağlantılı ve göç hareketiyle sürekli olarak yeniden şekillenen iki önemli araç olmanın yanı sıra küresel emek gücü piyasasındaki yeri ve sömürülebilirliği de belirlemektedir. Sınırların nerede olduğu, farklı bağlamlarda hangi toplumsal sonuçlara yol açmak için çalıştığı ve bu çalışma biçiminin ne türden mekanizma ve öznellikleri yeniden ürettiği mevcut küresel yönetimsel mimariyi anlamak açısından oldukça önemlidir. Küresel aparteid ve kontrol toplumu, bu açıdan oldukça iki önemli çerçevedir.
Sınırda yoğunlaşan ancak sınırın her iki tarafına da taşan uygulamalarla genişleyen göç yönetimi, bir yandan genel bir yasa dışılaştırmayla göçmenlerin daha iyi çalışma ve yaşam koşulları adına hak arama faaliyetleri önüne sınır çekerek yoğun bir sermaye birikiminin önünü açmakta, öte yandan göçmenler ve vatandaşlar arasındaki farkların derinleştirilmesi üzerinden ayrımcı bir söylemi meşrulaştırarak bu sermaye birikiminin gerçekleşmesini garanti altına almaktadır. Vatandaş olan ve olmayan arasındaki siyasal ayrım, giderek daha büyük oranda sermaye birikimini mümkün kılacak biçimde çatallandırılmaktadır.
Devlete ve sınıra referans veren ve her adımda onların varlığını onaylayan vatandaşlığın “doğru” siyasal öznelliği temsil ettiği kabulü karşısında göçmenlik hep bir boşluğa, eksikliğe ve dışlamaya denk düşürülmektedir. Böylelikle göçmenin sınırla çerçevelenen alan ve buradan türetilen siyasal kimliği zan altında bırakan ve her anlamıyla mevcut siyasal düzenin sınırlarını aşındıran siyasal kapasitesinden türetilebilen siyasal imkânları mümkün kılacak çok kritik bir soruşturma alanı kapatılmaktadır.
Sınır yönetimi ve göç kontrolü alanında giderek yaygınlık kazanan sayısal farklılaştırmayla etnisite, yaş, eğitim, yabancı dil bilgisi, engellilik vb. kriterler göçmenlerin ne türden bir yaşama razı edilmeye zorlanacağının önemli kriterleri haline dönüşmektedir. Etnik olarak en altta bulunan göçmenler genellikle yasa dışılaştırma yoluyla gerçeklik kazanan bir minimuma mahkûm edilirken, diğer göçmenler de niteliklerinin sayısallaştırılması ile işleyen bir puan sistemi üzerinden, kendisi ile benzer niteliklere sahip bir vatandaş ile aynı koşullara asla sahip olamayacağının taahhüt edilmesi ile içeriye alınmaktadır. Azınlığın güvenlik ve birikim “ihtiyacı” ancak çokluğun güvencesizliğe ve yoğun sömürüye maruz kalması ile elde edileceği varsayılmakta ve bunun sonucunda milyonlarca insan sürekli yeniden belirlenen asgarileştirilmiş haklarla güvencesizliğe mahkûm edilmektedir. Sınıfların varlığı toplumsal yaşamın içinden çizilen sınırların varlığına işaret ederken, siyasal sınırların varlığı da sınırın içindeki alanda bulunan ayrımları giderek derinleştiren bir işlev görmeye başlamıştır.
Ulus-devlete referansla tanınan vatandaşlık ve yine ulus devletler ve uluslararası kurumların oluşturduğu küresel iktidar mekanizmalarına referansla tanınan göçmenliğe ilişkin statüleri sorunsallaştıran siyasal tahayyül, en alta hiçbir statüsü olmayanların ve en üste de en avantajlı vatandaşlık kategorilerinin yerleştirildiği, altı ve üstü olan hiyerarşik yapıyı yeniden üreten tüm mekanizmaların teşhiri ve reddiyle mümkün olabilecektir.
DİPNOT
[1] Göçmen; yasal olan ya da olmayan, düzenli ve düzensiz göçün tüm özneleri ile mültecileri de içerecek biçimde kullanılmıştır.
KAYNAKÇA
Bishop, H. (2011). The worlds that migrants are making: the politics of care and transnational mobility. School of Social Sciences, Cardiff University, Cardiff: Unpublished PhD dissertation.
Mezzadra, S. (2010). The gaze of autonomy. Capitalism, migration and social struggles. In V. Squire (ed.), The contested politics of mobility. Borderzones and irregularity. New York: Routledge.
Mezzadra S and Neilson B (2011) Borderscapes of differential inclusion: Subjectivity and struggles on the threshold of justice’s excess. In: Balibar E´, Mezzadra S and Samaddar R (eds) The Borders of Justice. Philadelphia, PA: Temple University Press, pp.181–203.
Papadopoulos, D., Stephenson, N., and Tsianos, V. (2008). Escape routes. Control and subversion in the 21st century. London: Pluto Press.
Papadopoulos, D. (2011). Alter-ontologies: towards a constituent politics in technoscience. Social Studies of Science, 41 (2), 177 – 201. doi: 10.1177/0306312710385853
Papadopoulos, D. (2012). Worlding justice/commoning matter. Occasion: Interdisciplinary Studies in the Humanities, 3 (March 15, 2012), http://occasion.stanford.edu/node/79.
Papadopoulos, D. and Tsianos, V. (2013). After citizenship: autonomy of migration, organisational ontology and mobile commons. Citizenship Studies, 17 (2), 178 – 96. doi: 10.1080/13621025.2013.780736
Rodriguez, N. (1996). The battle for the border: notes on autonomous migration, transnational communities, and the state. Social Justice, 23 (3), 21 – 37.
Winner, L. (1986). The whale and the reactor: a search for limits in an age of high technology. Chicago: University of Chicago Press.