Siyasal Davalarda Savunmaya Dair

Oy n’olaydım n’olaydım oyy,
Okuryazar olaydım oyyy,
Deniz mahkemeye düşmüş
Avukatı ben olaydım oy…

Ceza davası suçun işlenmesiyle başlar. Kanunda tarif edilen ve suç sayılan bir eylem gerçekleşmiştir: adam öldürülmüştür, mal çalınmıştır, birileri dolandırılmış veya saldırıya uğramıştır… Soruşturma başlar, deliller toplanır ve toplanan deliller sonucunda suç sayılan eylemi gerçekleştirdiğinden şüphe edilen kişi/kişiler hakkında iddianame düzenlenerek ceza davası açılır. Şüphenin makul olması temel koşuldur; yani suçun faili olduğu düşünülen kişinin suç sayılan eylemi gerçekleştirdiğine dair kuvvetli emarelerin bulunması gerekir.

Sıradan bir ceza davasından farklı olarak siyasal ceza davalarında bu liberal soruşturmacı kurgu işlemez; faile dair makul şüphe olgusu suça dair bir şüpheye dönüşür. Çünkü bu davalarda temel tartışma, ortada bir suçun olup olmadığı noktasında cereyan eder. Burada bir parantez açarak şüpheye dair Ceza Muhakemesi Kanunu’ndaki bir inceliğe dikkat çekmek gerekiyor. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 100. maddesinde tutuklama gerekçeleri sayılırken “kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olguların bulunması hali”nden söz edilir. Burada ilginç biçimde şüphe faile değil, suça yönelik bir şüphe olarak düzenlenmiştir ve eğer sürç-i lisan edilmemişse -ki bugünkü ceza pratiği edilmediğini düşündürmektedir- durum vahimdir. Zira aynı olgu, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin kişi özgürlüğünün sınırlarını düzenlediği 5. Maddesi’nde “bir suç işlediği hakkında geçerli şüphe bulunan bir kimseden” söz ederek faili nitelemektedir. Anayasa’nın ilgili 19. maddesinde de şüphe suçu değil faili niteleyecek biçimde “suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişilerin…” belirli koşullar olduğunda tutuklanabileceği düzenlenmiştir. Siyasal dava tecrübemiz Ceza Muhakemesi Kanunu’nda geçen “kuvvetli suç şüphesi” ibaresinin bir yazım hatasından ziyade olağan ceza muhakemesi hukukundan bilinçli bir sapma olduğunu düşündürmektedir.

Suçu değil faili hedef alan siyasal davada, bir suçun işlenmesi sonrasında soruşturmaya başlanması söz konusu değildir: Kolluk-savcı ortaklığınca (bu ortaklıkta temel rol daima kolluktadır) bir siyasal hasım tespit edilir, hasmın eylemlerinin suç olduğu iddia edilir. Sözgelimi Abdullah Öcalan’ın avukatlarına, Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi bazı avukatlara “siz avukatlık yapmıyorsunuz örgüte ya da ‘teröriste’ yardım yataklık yapıyorsunuz” denir. Veya bir başka örnekte muhalif gazeteciler belirlenir, onların haberleri, kitapları örgütsel faaliyet olarak değerlendirilir. Bir kitabı “bombadan daha tehlikeli” gördüğünü sakınmadan, utanmadan söyleyebilen zihniyetin kolluk uzantısı tarafından hazırlanan bir fezleke, fezlekeden ‘kopyala-yapıştır’la özetlenen bir iddianame ve ceza davası başlar…

Söz sırası savunmaya geldiğindeyse, hukuk dışılığın had safhaya vardığı, böylesine yüksek dozda siyasal bir davada savunmanın bir strateji belirlemesi kolay değildir. Sanık ve avukat cephesi ortada bir suçun olmadığını anlatmak durumunda bulurlar kendilerini. Suçsuzluğunu ispat zorunda bırakılmak çaresizliğin belki de en büyüğüdür.

İmkansız Savunma

Siyasal yargılama pratiğinin bugün karşı karşıya olduğumuz bu son modelinde dava dosyasına savunmayı çaresiz bırakmaya yönelik yeni teknik zorluklar eklenir. Binlerce sayfadan oluşan dava dosyasında hiçbir sanık ve hiçbir avukat dosyaya tam olarak hakim hissedemez. Sanırsınız ki sizin incelemekten yorulduğunuz, gözden kaçırdığınız o klasörlerde uydurulmuş olsa da cevapsız bırakılmış başka deliller var. Bu tip davalar ortama 200-300 klasörle başlıyor. Her klasörde ortalama 400 sayfa belge var. Yargılama süresince klasör sayısı katlanarak artıyor. Örneğin Abdullah Öcalan’ın avukatlarının yargılandığı dava 214 klasörle başlamış, iki yılın sonunda klasör sayısı 258’e ulaşmış. Toplamda yüz bin sayfayı aşan bir dava belgesi ile karşı karşıyayız. Bu sayı Ergenekon, Balyoz, Oda Tv, KCK ana davasında kat be kat daha fazla. Bir avukat bütün zamanını tek bir dosyaya verip, başka hiçbir iş yapmasa dahi sadece dosyayı okuması aylar sürer ki bu asla mümkün değildir. Ancak, yüz binlerce sayfadan oluşan bu dava dosyalarında verilen kararlar, aynı sene içerisinde binlerce dosyaya bakan Yargıtay tarafından sonuçlandırıldığına göre kimsenin dosyayı okuması beklenmiyor. Kafka’nın tahayyülünü aşan karabasanla karşı karşıyayız.

Sayfa kalabalığının yanına bir de sanık kalabalığı ekleniyor. Ortada yargılanacak suç sayılabilir somut bir fiil olmadığından sanık sayısı arttırılarak organize bir ilişki varmış ve bu ilişkinin kendisi suçmuş gibi gösterilerek yargılamanın kendisine bir konu edinmesi sağlanıyor. Hanefi Avcı-Ahmet Şık örneğinde olduğu gibi olur olmaz denmeyip birbirini hiç tanımayan pek çok kişi aynı davanın sanığı haline getiriliyor. Kendilerini hasım belleyip soruşturan gücün aynı olması dışında onları bir araya getirebilecek hiçbir şey bulunmuyor. Bu biçimde aynı davada yargılanmak, suç ve cezada şahsilik gibi temel liberal değerlerin ruhuna bir kez daha Fatiha okuyor. Her duruşma sonunda, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 8, 9 ve devamı maddelerine göre birlikte görülse bile her birinin davası ayrı olan ve somut durumu birbirinden farklı bu kişilerin adı sıralanarak ortak, maktu bir tutuklama gerekçesi not düşülüyor.

Dosya kalabalığının adı teknik delil olarak niteleniyor yeni yargılama jargonunda. Telefon dinleme kayıtları, (kişilerin her türlü özel görüşmelerinin detayları sayfa sayfa sergileniyor kamuya) elektronik posta takibi, bilgisayarlardan çıkan dokümanlar vs… Bunların teknik doğrulamasının yapılması savunma açısından imkânsızlaştırılıyor. Oysa tek tek incelenseler-incelenebilseler, kolluğun çoğunlukla kendi yasal sınırlarının da dışına çıkarak ve kimi zaman sahte biçimde belge düzenlediği görülecektir. Örneğin, “bilgisayarında Abdullah Öcalan’ın fotoğrafının bulunması” diye bir delilden söz edilen bir dosyada, bunun suç olmadığını anlatmaya çalışırsınız, yetmez; söz konusu fotoğrafın Hürriyet Gazetesinin internet sitesinden verilen bir haberin okunması sırasında otomatik olarak bilgisayarın belleğine kaydedilmiş olduğunu ispat edersiniz. Yine de sonuç değişmez, başından düşünülmüş olan cezayı alırsınız. Bu durumda, savunma ne derse desin, ne yaparsa yapsın tutukluluk halinin devamına veya dava sonunda mahkumiyete karar verilmesinin yarattığı yabancılaştırıcı etkiden de söz etmek gerekir. “Ne yaparsak yapalım nasılsa bir işe yaramıyor” duygusu avukatlar açısından mesleki yabancılaşmaya neden olup, savunma hakkının bir başka biçimde ihlaliyle sonuçlanabilmektedir.

Yargı-Mekan-İktidar

Yeni model siyasi yargılamanın getirdiği en büyük teknik yeniliklerden birisi hiç kuşkusuz mekânsal değişimle gelen saldırı tekniğidir. Sanıklar yaşadıkları -dolayısıyla bir suç varsa suçun işlendiği- yerden ayrı bir yerde tutuluyor ayrı bir yerde yargılanıyorlar. Hayatı boyunca Ankara’da yaşamış, ailesi, avukatı, yakınları Ankara’da yaşayan bir kişi Marmara Bölgesi’nin bir başında Kandıra’da, Tekirdağ’da vs bir tutukevinde tutuluyor ve başka bir şehirde Silivri’de yargılanıyor. Böylece dava ve sanık, ailesinden, avukatından, davasını takip edebilecek kamuoyundan mahrum bırakılmış oluyor. Birçok önemli dava, ana akım medyadan neredeyse hiçbir gazeteci tarafından izlenmiyor. Silivri artık Marmara Bölgesi’nin bir kıyı ilçesi değil, AKP-Cemaat Koalisyonunun distopik yargı(!) mekanıdır. Üstelik devam eden inşaatlar henüz yargılanması planlanan çok sayıda siyasi hasım kaldığını ve yeni yargılama pratiğinin geçici bir durum olmadığını haber veriyor.

Sadece bu mekânsal saldırı nedeniyle kendisini savunacak, sürekli cezaevinde ziyaret edip başından sonuna Silivri yargılamalarını takip edebilecek avukat bulmakta zorlanan pek çok sanık avukatsız bırakılarak savunma hakkından mahrum ediliyor.

Sanığa baştan verilmiş bir cezayı uygulamak üzere kurgulanmış ve onun, asla kabul görmeyecek olan suçsuzluğunu ispat etmesi istenen bir ceza davası, olsa olsa zulüm olarak nitelenebilir. Bu manzaraya bir de mağdur olarak yer alınan davalardaki durumumuza ilişkin resimler eklenince yargı ile ilişkimiz daha net olarak ortaya çıkar. Bu davalarda failin kaçırılmasındaki tek amaç, işkence, katliam, saldırı gibi somut suçu örtbas etmek değildir. Bundan daha önemli olan davanın tarafının değiştirilmesi, davanın mağdur/müşteki ve mahkeme arasında cereyan eden bir karşıtlığa dönüştürülerek mağdurun faile çevrilmesidir. Gazi Davasından Gezi Davalarına, fail olması gereken kolluk iddia makamının yanına, mağdurlar ise fail sandalyesine yerleştirilir. Davalar farklı şehirlere sürgün edilip, sanıklar mahkemeden, kamuoyundan ve dolayısıyla ceza tehdidinden uzakta tutulup korunurlar. Ali İsmail Korkmaz davasında, toptan mahkemeyi Eskişehir’den alıp Kayseri’ye kaçırdılar. 12 Eylül Davası’nda sanıklar bir hastane odasına kaçırılıp dijital görüntülü film kahramanına dönüştürüldüler. Davaya katılan mağdur ve/veya avukatları kendilerine karşı işlenmiş bir suçun yargılamasından ziyade, Güney Amerika ülkelerinden birine ilişkin darbe haberini televizyondan izledikleri kanısına kapıldılar.

Söz Savunmanın

Kimse, bugünlerde, Şarkışla Ağıtı gibi bir ağıt çıkmasını beklemiyor. Ancak bunun nedeni, ne davanın sanıkları ne de davanın avukatlarıyla ilgilidir. Davanın sonucu ne olursa olsun, o gün Halit Çelenk’in yaptığı savunmanın bugün aynı etkinlikte yapılamamasının en önemli nedeni, burada sıralamaya çalıştığım pek çok nedenle, artık savunmanın siyasal gücünü yitirmiş olmasındandır.

“Bu karamsar tabloda savunmanın sözü, işlevi ne olmalıdır?”, “bu davalardan savunma bir öznellik inşa edebilir mi ya da neden edilemiyor?” sorularına verilecek cevap, sorunun öznesinin ‘bir gerçek kişi sanık’, ‘bir de siyasal hareket’ olmak üzere iki cephesinin olduğu hesaba katılarak verilmelidir. Sanık olan kişi açısından, onu özgürlüğüne kavuşturacak her türlü çabanın harcanması gerektiğine kuşku yok. Bu minvalde akla ilk gelen tüm güçlüklere ve yabancılaştırıcı unsurlara karşın güçlü bir hukuksal savunmanın yapılmasıdır. Davanın tüm siyasallığına karşın, hukuk dışılığını göstermek, mahkeme görmezden gelse bile kamuoyuna göstermek eninde sonunda işe yarayacaktır. Bunun son dönem en iyi örneklerinden biri, Balyoz Davası’nda Çetin Doğan’ın yakınlarının yaptığı araştırma ile dava dosyasına konulan bazı CD örneklerinin sahte olduğunun ortaya çıkarılmasıdır. Bu tespit, davanın üzerine gölge düşürmüş, kamuoyunda davaya ilişkin büyük kuşkuların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Ancak bilenler bilir, ne kadar güçlü bir hukuki savunma yaparsanız yapın çoğu zaman duvara çarparsınız. Bu nedenle iktidar odakları tarafından siyasi mücadelenin en temel aracı haline getirilen yargı ile başa çıkabilecek asıl aktör muhalif siyasi hareketin kendisi olmalıdır. Her türlü siyasal muhalefetin ceza davası aracılığıyla imha edilmeye çalışıldığı bugünlerde, söz konusu ceza davalarından bir öznellik inşa edilecekse bunu yargılanan siyasal hareket kuracaktır. Siyasal hareketler yargı meselesi üzerine daha fazla söz söylemeli, daha fazla politika üretmelidir. Bu hem esir muamelesi yapılan siyasal tutukluların özgürlüğü için, hem açılan her davanın muhalefet üzerinde oluşturduğu baskıyı kırmak için hem de iktidarın fena halde yargı üzerinden örgütlenmesi nedeniyle gereklidir. Ne var ki söz konusu siyasal hareketlerin bugüne değin bu alanı ihmal ettiklerini söylersek hata yapmış olmayız. Bu tespitin önemli bir istisnasını anadilde savunma hakkının oluşturduğunu da eklemek gerekir. Anadilde savunma hakkı için açlık grevi de dâhil pek çok protesto biçimini her alanda yürüten Kürt siyasal hareketi başarılı olmuştur.

Ancak siyasal hareketlerin yargı alanına dair ürettikleri politikanın, özellikle protesto biçimindeki kararların tutuklular üzerinden yürütülmesinin de kendine özgü zorluklar taşıdığını bilmek gerekir. Birçok tutuklu ve yakını, protesto eylemine katılmaması halinde belki daha erken tahliye olunabileceğini düşünmüş olabilirler ki onların bu duygusu da yabana atılmamalı. Zira tutsaklık kolay değil ve birçoğumuz Ankara 1 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin, üst aramasını protesto için ayakkabısız gelen sanıkların ayaklarına bakarak tahliye kararı verdiğine bizzat tanık olduk. Anadilde savunma hakkı eylemleri devam ederken hem annesi hem babası tutuklu olan 10 yaşlarındaki bir çocuğun tahliye hayalinin, annesinin Kürtçe söze başlamasıyla birlikte gözlerinden akan sulara düştüğünü gördüğümüzde yüreğimiz daraldı. Neyse ki şu günlerde iktidar koalisyonunda meydana gelen çatlak bizim yıkamadığımız pek çok duvarı yerle bir etti; hayaletin ne kadar korkunç olduğu net biçimde göründü. Şimdi Özel Yetkili Mahkemelerin derhal kaldırılması, siyasi genel af, tüm siyasal tutukluların derhal özgür bırakılmaları talepleri çok daha yüksek sesle ve güçlü biçimde dile getirilmelidir.