Sol ve Seçimler

Seçimler öncesinde “sol ve seçim” üzerine düşünüp yazmak adettendir. Bu yazı da o alışkanlığın bir ürünü aslında.

Sol epeyce geniş bir kavram. Başlığı “sosyalist/devrimci sol” olarak değiştirdiğimizde bile homojen ve tek bir hareketten, yapıdan söz ediyor olamayacağız ve kendisini bu adla tanımlarken aynı ada talip başkalarını dışarda tutanlar olacak. Geniş anlamıyla sol, sosyal demokratlardan sosyalist ve komünistlere kadar uzanan bir yelpazeyi kapsıyor. Bu yazının asıl derdi, seçim bahsi etrafında sosyal demokratlara değinse de,  “sosyalist/devrimci sol”un seçimlerle ilişkisi olacak.

Dar çerçevede kullanılan anlamıyla solun, onun da bir kesiminin, seçimlere yaklaşımı epey mesafeli olmuştur. Bu mesafe, seçimi ve seçimlere dört elle asılmayı adeta devrim hedefine ve devrimci mücadele tarzına ihanetmiş gibi gören bir hissiyattan beslenir.

Kuşkusuz seçim, devrimci bir sol hareketin tek seçeneği, tek siyaset aracı olamaz. Bu nedenle de, seçimlere mesafeli ve “gönülsüz” yaklaşımın anlaşılabilir bir yanı var. Öte yandan, seçimi önemsemek ve bir seçime asılmak; seçimi farklı devrimci mücadele tarzlarına tercih etmek, diğer tarzları dışlamak, sandığı öne çıkarırken sokağı boşlamak değil. Öyle olmak zorunda değil.

Sokağı temel alan bir siyasi hareketin, aradaki çizgiyi göz ardı etmedikçe, seçim dönemlerinde sandığı işaret etmesinin yanlış bir yanı yok. Tersine, böyle zamanlarda sandığın ihmali hata olur. Sokağı her zaman temel alanlar, seçim döneminde sandığa işaret ettiklerinde sokaktan vazgeçmiş olmazlar.

Sol için sandık, kazanmanın ya da kaybetmenin tek göstergesi değil. Bu böyle! Hayatın sandık dışında da kazanılan ya da kaybedilen pek çok alanı var ve bir devrimci sol hareket onların tümünü birer mücadele alanı olarak önemsemek zorunda. Bu alanların birindeki başarının diğerini beslemesi de, başarı kazanılan bir alanda bir başka alandaki başarıyla desteklenmediğinde gerilemek de, bir alandaki başarısızlığın başka başarısızlıklara yol açması da olası.

Güçlü bir ideolojik arka planı olduğu için anlaşılabilir olan “seçimi ciddiye almama hali”nin, bu hissiyatın, solun uğraşması gereken bir sorunu olduğunu düşünüyorum. Bunu söylerken, sokağın ve diğer mücadele alanlarının önemine dair yukarıdaki vurgulamaları ihmal ediyor değilim. Sandık sokağın alternatifi değil ve aslında yalnızca sol için değil, sandığı iktidara ulaşmanın asıl hatta tek yolu olarak görenler için de önemli sokak. Gezi bu öneme dair yakın dönemde yaşanmış bir anımsatmaydı. Siyasette ve siyasi mücadelelerde sokağın Gezi’de tanık olduğumuz gücü dün de vardı, yarın da olacaktır.

Şöyle birkaç vurgudan sonra devam etmek belki yazının kastını açan yorumların önüne geçecektir:

Sosyalist sol için seçim tek siyaset yapma biçimi değildir, olamaz.

  • Öte yandan, seçimler sol için de, sokakta örgütlenmenin ve sokağı örgütlemenin önemini göz ardı etmemek koşuluyla, son derece önemlidir, önemsenmelidir.
  • Esasen, solun sandığa dönük mesafeli yaklaşımı onun kendi tercihi olmaktan çok, burjuvazinin sandıktan çıkarak iktidar olmaya yaklaştığı her dönemde karşısına ordusunu, polisini, tankını topunu dikmesi olmuştur. Devrimci solun sandığa dair mesafeli hali bir tercihin değil, tarih boyunca defalarca bu yolla iktidara gelmesinin önünün şiddet ve zorbalıkla kesilmiş olması tecrübesinin sonucudur.
  • Sokakla sandık arasında bunun ötesinde bir zıtlık kurmanın, sokağı kazanamayan bir devrimci hareketin sandığı da kazanamayacağı gerçeği karşısında fazla bir anlamı da yoktur.

CHP ve seçim

Bu noktada, CHP ve seçim üzerinde bir şeyler söylemek gerek. “Seçim-savar” bir hali olan sosyalist/devrimci solun aksine ve anlaşılır nedenlerle, CHP “seçim-sever” bir parti. İktidarı mevcut düzeni tehdit etmediğinden, seçimle iktidar olmasının yolu açık. Tarihsel tecrübesi de, becerebildiğinde, sandıktan iktidara gidebildiğini gösteriyor.

Seçim süreçleri ve kampanyaları, sosyalist/devrimci solun sağındaki partiler için bir tür “şova” dönüşüyor. Görücüye çıktıkları bir an seçim. Kaderlerini o anda kendilerini beğendirip oylarını alacaklara seçmenlere, bir gün belli bir zaman aralığında sandığa atılan oylara bağladıkları ve en fazla kampanya dönemi kadar uzun/kısa bir süreç.

Bu, kitlesel desteğin sandığa yansıması için tüm silahların cepheye sürülmesi, beğenilmek için bazen epey rüküş kaçan makyajların yapıldığı, vatandaşlara da sandığın “her şey” olarak anlatıldığı günlere dönüştürüyor seçimleri.

Kendi soluna son derece açık bir tabanı ve sosyalist/devrimci sol kökenli ara kadroları olan bir parti olmasına karşın, CHP, tarihinde Ecevit’le zirve yaptığı bir dönem dışında, Türkiye siyasal haritasının belli bir sosyolojik okumasıyla gidiyor seçime. Bazen açık, bazen de daha örtük biçimde partinin seçim stratejisini belirleyen o okuma kabaca şu: Türkiye toplumu yüzde 70 sağ, yüzde 30’da sol olmak üzere bölünmüş durumda. Bu sosyolojik manzara hiç değişmiyor. O halde iktidar olmak için o yüzde 70’e yönelmek onları ikna etmek gerek!

İlk bakışta doğru görülen bu saptama ile varılan sonuç, Ecevit’le başarı yakalanan tek dönem olan 70’lerin öğrettiğinin tersine, partinin sağa kayıp, sağdan adaylarla başarı kazanabileceği oluyor.

Dün pek çok kez yaptığı gibi, 30 Mart seçimlerine gidilirken de CHP sağa yaklaşarak kazanabileceği anlayışına sarıldı. Mevcut konjonktürde buradan bir seçim başarısı çıkarabilir. Sonucu bir zafer olarak ilan edebilir. Ancak, bu zaferin kendisi bu partide bir türlü kendini gösteremeyen, “kanat” olamayan solun tasfiyesine, partinin kendisinin de çağdaş anlamda sosyal demokrat olma iddiasından hızla uzaklaşmasına yol açacaktır. AKP’nin içine düştüğü yolsuzluk  çukurunda debelenmesinin ve Cemaatle kavgasının sağlayabileceği konjonktürel zafer, yapılan sağa yaklaşma stratejisinin başarısı sayılabilecek ve CHP takip eden seçimlere de aynı stratejiyle, kendi solunu daha fazla tırpanlayarak gidebilecektir. Bu nedenle, sosyal demokrat olma iddiasındakiler için sağa yaklaşarak elde edecekleri bir seçim başarısı, o da olursa, ancak Pirus Zaferi olabilir.

CHP için konjonktürel bir başarının zeminini hazırlayan ve seçim kampanyasının ana unsuruna dönüşen ses kayıtlarından, bu partiye de bir pay çıkacak. Seçim sonrasına ertelenen bazı tartışmalar, sonuca da bağlı olarak, yaşanacak. CHP’nin Parti Meclisi’nde, MYK’sında, Meclis Grubu’nda, il ve ilçe yönetiminde görev alanlar, daha kendileri İstanbul adaylarının kim olduğunu bilemezken, Hoca Efendi’ye telefon açan birinin “Aydın Ayaydın geldi. Şu an CHP Genel Başkan Yardımcısı. ‘Gürsel Tekin olmayacak. Kesinlikle Mustafa Sarıgül olacak, bir problem yok’ dedi” diye konuştuğu kayıtları da anımsatacaklar. Herkesten önce onların gözüne epey tekinsiz görünecek, sağa yanaştığı Hoca Efendi’nin tapelerinden de yansıyan partileri.

CHP’nin kendisini iktidar alternatifi olarak tanımlarkenki hali şu: “Bu alternatif siyasi parti kimliğinin üstünde, ulusal ve toplumsal bir cephe niteliğinde olacak… Özellikle sanayi ve ticaret odalarında kendisine yer bulmaya başlamış yeni bir kuşak var. Laikliği de biliyorlar, demokrasiyi, devleti, dünyayı da ekonomiyi de biliyorlar. Çok tatlı, ufku açık insanlar geliyor. CHP bu isimleri önemsiyor ve beraber olmak istiyor. Çağrımızın muhatabı toplumun bütün kesimleridir. İş dünyasından, medya dünyasına, esnaf odalarına, borsalar birliği ve orada görev alan vatandaşlarımıza çağrımızdır… ‘Muhafazakarsın, liberalsin, solcusun’ ayrımı yapmadan bütün milleti davet ediyoruz… Biz artık yelpazeyi daha da genişlettik… Daha önce bize oy vermemiş, DP’den, AP’den (artık buna MHP ve AKP de dahil edildi) gelen insanlardan çok sayıda destek alıyoruz. Bize ‘Aman ha, aynen devam edin. Dualarımız sizinle’ diyorlar”.

Bunlar 2006 Mayıs’ında dönemin CHP Genel Başkanı Baykal’ın söyledikleri. 2014 Mart’ında, son derece avantajlı koşullarda olağanüstü önemli bir yerel seçime “yenilenme” iddiasıyla giden CHP’nin siyasal stratejisinin de yukarıda söylenenlerden hiç farklı olmadığı görüldü.

Sol bir partinin “muhafazakarsın, liberalsin, solcusun ayırımı yapmadan bütün milleti kucaklamaya” hazırlanırken, birlikte yürüyecekleri arasında sanayi ve ticaret odalarını, borsaları sayması ama TMMOB, TTB, KESK, DİSK hatta Türk-İş’i bile saymaması, sol olma iddiasını bütünüyle sıfırlayan bir durumdur.

Ancak, sosyalist/devrimci sol CHP’nin böyle sağa yanaşmasını, sol alanın boşaltılması ve kendisine bırakılması gibi algılayarak memnuniyet duymaz.

Sosyal demokratından komünistine, solun hiçbir renginin bir diğeri aleyhine büyüyüp gelişebileceğini sanmıyorum. Sol, kendi türevlerini yiyip bitirerek büyüyüp toplumsallaşamaz. Bugün Türkiye’de kendisini solda tanımlayan herkesin gerçek ihtiyacı, solun bütününün içinde soluyup serpilebileceği bir sol siyasal atmosferin yaratılmasıdır. Seçimler bu açıdan da değerlendirilmesi gereken bir fırsat olarak görülmelidir.

Sağa yönelene solu göstermek

Son yıllarda Latin Amerika’dan başlayarak dünya genelinde esmeye başlayan sol rüzgarlara karşın, Gezi ile kazanılan morali bir yana bırakırsak, Türkiye solu henüz ve hala oldukça zayıf. 12 Eylül öncesi ulaşılan toplumsal destek ve güç, bugün yalnızca maziden el sallayan bir hayal gibi. O günlerin havasını teneffüs edenler artık epeyce yaşlılar ve sosyalist/devrimci solun devrim sanki uzanılsa tutulacakmış gibi yakın hissedilen dünü, bugünün gençlerinin ancak duydukları kadarıyla bilebildikleri bir dönem.

30 yıldır, bugün içinde bulunulan durumun gerekçesi olarak 12 Eylül’e işaret edildi. Doğru bile olsa, artık halimize dair gerekçeler söylemekten hali değiştirmeye dönük çabaların öne çıkması gereken günlerdeyiz. Gezi, bunun olabilirliğini gösterdi. Ancak, Gezi sonrası mahalle ve park forumlarının hemen tümünde bir süre sonra tartışmanın gelip seçimlere dayandığı, geniş bir topluluğun Gezi’yi pekiştirecek bir aşama olarak seçimlere bel bağladığı görüldü. Ne yazık ki, o yaklaşım, birkaç adım sonra da, sosyalist/devrimci solu da bir alternatif olarak görmediğinden, AKP’den kurtulmanın en kestirme yolu sayılan CHP’ye çıktı. Öte yandan, yukarıda anlatılan haliyle CHP’nin çıkmaz bir yola girdiği de ortada.

Seçim süreci böylesi sağ ve çıkmaz bir yola giren CHP’nin kendi tabanından, yerellerde tabandan ve soldan uyarılması açısından da değerlendirilmesi gereken bir süreçti.

Fındıklı, Tonya ve Avanos’ta bu “uyarı”nın en somut ve anlamlı biçimiyle gerçekleştiğini düşünüyorum. Bu üç ilçenin hiçbiri de CHP’de olan ve CHP açısından çantada keklik görülen yerler değildi. Hiçbiri, adayların tepeden ve yalnızca CHP içi hesaplarla belirlendiği yerler de olmadı. Üçünde de, bir taban inisiyatifi ve zorlaması ile CHP kendi soluna açıldı.

Türkiye siyasetinde uzlaşma, birleşme, işbirliği ve hoşgörü kültürü güçlü değildir. İşbirliği ve ittifak yapılan yerlerde, ittifak yapanların birbiriyle rekabete girdikleri görülür çoğu zaman. Seçmen ittifakın samimiyetinden kuşku duyar!

Fındıklı’nın ve Tonya’nın siyasi dinamiklerini şekillendiren çevre mücadelesi oldu. Halkın derelerine sahip çıkması, HES’lere itiraz etmesi, taş ocaklarını, çimento fabrikalarını, siyanürle altın aramalarını, baz istasyonlarını ilçelerine sokmamak için tabanda yürütülen kavga, o kavgada sosyalistlerin halkla bütünleşmesi, CHP’nin solunda bir gücün varlığı, CHP’yi de geneldeki yaklaşımının aksine buralarda sola dönmeye zorladı.

Partinin genel yöneliminden farklı olarak, hayatın içinde birlikte mücadele edenler, seçim gündeme geldiğinde de, aşağıdan yukarı oluşturulan ortak programlar ve ortak aday belirleme yöntemleriyle sosyalist kimliği öne çıkan isimleri CHP’den aday gösterdiler.

Kendi içinde yarıştığı, tepeden isimler aradığı, dahası sağdan isimlere sarıldığı yerlerde krizler yaşayan CHP, elini sola uzattığı, soldan uzatılan elleri tuttuğu yerlerde benzer sorunları yaşamadı.

Öte yandan, sokak mücadelesinde öne çıkan sosyalist/devrimci sol, bu ortak seçim pratiğinde kendisine en açık sosyal demokrat tabanla daha yakından tanışma ve yarattığı etkiyle daha yaygın bir toplumsallaşma olanağı buldu. Sağa yönelen bir partiye, kendi tabanından ve somut bir işbirliği üzerinden sola açılan bir yol da olduğu gösterilebildi.

Buralarda sağlanacak seçim başarılarının, bu anlamda buraları da aşan etkileri olacağı söylenebilir. Buralarda gerçekleştirilen işbirliklerinin, başka anlamları yanında, sağa yönelmiş bir partiye, kendi tabanı aracılığı ile solu göstermek ve anımsatmak gibi bir anlamı, önemi olduğunu da düşünüyorum.

Ortak muhalefet, birlikte mücadele

Sol kavramı en geniş anlamıyla kullanıldığında, bu çerçeve içine giren sosyal demokratların bilinçli bir tercih olarak sağa sapmaları durumunda, sosyalist/devrimci bir çizgide duranların yalnızca kendileri için değil, aynı zamanda yürekleri solda atan sosyal demokratları da seçeneksiz bırakmamak için yapmaları gerekenler var.

Sağa yönelmiş bir “sosyal demokrat” yapıyla birlikte yürümek, ortak bir mücadele zemini yakalamak mümkün olmayacaktır. Bir adım ötede, kendisini sosyalist solda sayıp neo-liberalizmin ya da milliyetçiliğin pençesinde siyaset yapanlarla da, sola dışardan bakan bir kitlenin anlaması ne kadar zor olsa da, birlikte yürümek gerçek sola ancak zarar verir.

Solu yeniden keşfetmek gerekmiyor. Sol olmanın olmazsa olmazları var; sınıf perspektifine sahip olmak, kamuculuk, emekten yana olmak, insan haklarını ve özgürlüklerini savunmak, enternasyonalizm, ekolojik bir perspektifle insan-doğa uyumunu gözetmek, vb. Kendisini solda tanımlayan ama birlikte yürümeleri mümkün olmayan gruplar olduğu gibi, solun olmazsa olmaz değerlerinde anlaşan ve hiç değilse seçim süreçlerinde işbirliği yapabilecek çevreler de var. En azından bu çevrelerin, seçim işbirliklerini becerip başaramamaları, bu süreçlerin getireceği olgunlaşma ile daha uzun süreli ve kalıcı işbirliği, ortak eylem, muhalefet ve mücadele yapıları oluşturamamaları solun ortak hanesine ancak kayıplar yazmaktadır.

Solun kendisi için önemli görülen tartışmaların, asla bir araya gelinemeyecek kadar yaşamsal sayılan ayrılıkların, sola dışarıdan bakan geniş kitleler açısından görünürlüğü yok. Sol bu ayrımlar üzerinden kendisini ne kadar solculuk testine tabi tutarsa tutsun geniş kitleler için hepsi aynı, hepsi solcu ve birbirlerinden bir farkları yok.

Karşıda dağ gibi sorunlar dururken, solun onları ikincil plana itip kendi aralarındaki sorunları öne çıkarması, en azından böyle algılanmaları, toplumsallaşmanın önündeki önemli engellerden biri.

Dışarıdan bakıldığında, sol, incir çekirdeğini doldurmayan meseleler yüzünden didişip duran, toplumsal ilişkileri zayıf, somut işler için somut birliktelikler gerçekleştiremeyen, ha babam hayatın felsefesini yaparken hayatın kendisini ıskalayan, konuşmaktan ve söylemekten yapmaya ve eylemeye fırsat bulamayan bir kitle olarak görülüyor.

Seçim dönemleri toplumun en geniş kesimlerinin en geniş anlamda politize oldukları, politik mesajlara açık hale geldikleri, siyasal duyarlılıklarının arttığı dönemlerdir. İşte tam da bu yüzden, seçimler solun yukarıda sözünü ettiğim algılanma biçimini değiştirme ve toplumsallaşma açısından büyük bir avantaj sağlar. Kimse böyle bir avantaja sırtını dönemez.

Kuşkusuz kendisini solda tanımlayanların doğru kuramsal yaklaşımlara sahip olmaları önemli ve bunun için de bir mesai harcamak gerekiyor. Piyasayı kutsayan, gelişmenin dinamiği olarak yalnızca kârı gören, toplumsal fayda/kamusal yarar gibi kavramları önemsemeyen, özelleştirmeyi baş tacı yapan neo-liberal yaklaşımların soldaki etkilerine karşı kuramsal panzehirler geliştirmek önemli. Milliyetçi yaklaşımların solu içten içe kemirmesine karşı sözümüz güçlü ve ikna edici olmalı. Ama bunları yapmak yetmiyor. Doğruluğu tanrı tescilli dinlerin taşıyıcıları peygamberler bile insanları ikna etmek için cihat etmek, mucizeler göstermek zorunda kaldılar.

Bu nedenle, toplumsallaşmanın en kestirme yolu hayatın içinde ve “solcular” ortak imzasıyla başarılar göstermekten geçiyor. Sokakta ve hayatın her alanında gösterilmesi gereken başarıların yanında, toplumun pür dikkat siyasete kilitlendiği bir dönemde seçim başarısı göstermek sol için azımsanamayacak bir kazanç. Ortaklaşmadan, işbirliği ve ittifaklar yapmadan böyle bir başarı gösterilemeyeceği de ortada.

Öte yandan, solda ve belli ilkeler temelinde siyaset yapanların her ne pahasına ve nasıl olursa olsun işbirliği/ittifak yapmaları da düşünülemez. Seçim işbirlikleri, karşı olunan bir iktidar ya da yerel yöneticiden kurtulmak için, onun karşısındaki herkesle ortak hareket etmek olamaz. Solun meşrebi bu denli geniş değildir.

Bir siyasi öznenin, hele de sosyalistse ve çizgisinin ahlakına sahipse, işbirliklerini yalnızca “karşı oldukları” üzerinden yapması, “neden yana olunduğunu” dikkate almadan işbirliğine gitmesi kabul edilemez. “Karşı olduğumuz” konusunda ortaklaşacağımız, fakat ne istediğimiz, neyi nasıl yapacağımız konusunda asla bir araya gelemeyeceklerimiz vardır! “Şu gitsin, bu gitsin de ne gelirse, kim gelirse gelsin” yaklaşımı ahlaken de, siyaseten de kabul edilebilir değil.

Solda siyaset yapanların, bir seçim işbirliğinin gerekli ve kaçınılmaz olduğuna karar vermişlerse, yapmaları gereken öncelikle neyi nasıl yapacaklarında anlaşmak, bu anlaşmanın kimin, hangi adayın şahsında ve hangi çatı altında somutlanacağını en sona bırakmaktır.

Sosyalist/devrimci sol bir çizgide siyaset yapanların; bu ülkenin yoksullarının birbirleriyle konuşup dayanışarak, farklılıklarını zenginliğe dönüştürerek, daha fazla üretip daha adil paylaşarak, kendi kendilerini yöneterek yaşayacakları kentler yaratmak gibi bir ortak paydada birleşmemeleri mümkün mü? Bunda birleşenler, böyle kentler yaratabilmeye giden bir yol olan yerel seçimlerde işbirliği yapmayı başaramazlarsa, bu isteklerinde samimi olduklarını göstermekte zorlanmazlar mı?

Bu sorulara, kolaylıkla “Hayır mümkün değil”, “Evet, zorlanırlar” diye yanıt verilebilir. Peki, o halde solda bu işbirlikleri neden kolaylıkla başarılamaz?

Bu sorunun benim aklıma gelen ilk yanıtı da, solda işbirliği yapabilecek siyasi öznelerin, parti ve hareketlerin kendilerini diğerlerine dayatmaları, kendilerini etrafında birleşilebilecek tek merkez, altında toplanılabilecek tek çatı olarak görmeleri oluyor. Bu tutum, olası işbirliği ve ittifakları baştan engellerken, işbirliği/ittifak yapılabilen durumlarda ortaya çıkan kimi tavır ve davranışlar da sağlıklı bir işbirliği kültürünün gelişmesini engelliyor.

Ankara’da ortak bir sol aday çıkarmayı başaranların başka bazı yerlerde bunu başaramamış olmalarının temelinde bu “ben merkezci” tavrın, dayatmanın rol oynadığını söylemek mümkün.

Benzer şekilde, HDP’yi de içeren daha geniş işbirliklerine gidilememesinin de aynı yaklaşımdan kaynaklandığını düşünüyorum. Asıl gücünü Kürt hareketinden alsa da, bu seçimlerde yeni bir sol ve “Türkiye Partisi” olarak rüştünü ispat etmeyi önceleyen HDP, kendisi dışında bir çatıyı ya da kendi adayları dışında yerel meclislerden çıkacak bir ortak adayı tartışmaya pek yanaşmadı. Oysa, İstanbul’da HDP adayının, Ankara’da solun ortak adayının desteklendiği daha geniş ve Kürt hareketini de içeren bir işbirliği, ileriye dönük yeni işbirliği ve ortak mücadele zeminleri arayıp yaratmayı kolaylaştıracak bir adım da olabilirdi.

Geçmişte işbirliği/ittifak yapılabilen durumlarda yaşanmış olumsuzlukların da bugünkü işbirlikleri önünde engel oluşturduğunu bilmek gerek. Bu noktada, bir gazeteci olarak daha önceki yıllarda izlediğim seçim ittifakı/işbirliği pratiklerinde gözlemlediğim ve oyları istenen vatandaşların da mutlaka görüp hissettikleri, bu nedenle de o işbirliğine mesafeli durdukları bir durumu vurgulamak isterim. İşbirliği/ittifak yapan çevrelerin, birlikte yürüttükleri bir kampanya boyunca, bir yandan “beraberiz” nutukları atarken, diğer yandan birbirlerini eteklerinden çekmeleri, hep kendilerini öne çıkarmaya çalışmaları, bunun miting kürsülerinde ya da ortak fotoğraf çekimlerinde açıkça görülmesidir anlatmaya çalıştığım. Bu manzara ortaklığın samimiyetine gölge düşürürken, “samimiyetsizlik algısı” da seçmeni o ittifaktan uzaklaştırmıştır.

Karşısına çıkılan vatandaşlarca işbirliği/ittifakta samimiyetsizlik olarak algılanan bu durum, işbirliği/ittifaktan beklenen sonucun alınamamasına yol açıyor. Bu, işbirliği yapanların başarısızlığı işbirliği yapma biçimlerine değil de işbirliğinin kendisine bağlamalarıyla birleşince, yeni ve daha sağlıklı işbirliklerinin önü de baştan kesilmiş oluyor.

Sonuç  

Seçimler, özellikle de yerel seçimler sosyalist/devrimci sol tarafından birçok nedenle mutlaka önemsenmeli ve seçim başarısı için azami çaba gösterilmelidir. Kitleselleşmenin, toplumsallaşmanın, iktidara aday bir güç olarak algılanabilmenin önemli yollarından biri seçimlerde başarı göstermekten, daha önemlisi de seçim kazanılan yerelde bir başarı öyküsü yaratmaktan geçiyor.

Solda seçim ittifak ve işbirlikleri dünyanın her yerinde de, burada da seçim başarısının bir önkoşulu olarak kendisini dayatıyor. Zaten, solda atan yüreklerin ve vicdanların, bir dayatma beklemeden el ele vermeye, enerjisini kendisiyle didişmeye değil, dışarıya kaydırmaya ihtiyacı var. Farklılıklara saygı duyarak bir arada durabilmek, bir arada bir başarı öyküsü yazabilmek… Hem solun kendi kendisini ciddiye alabilmesi, hem de kitleler tarafından ciddiye alınabilmesi için bu şart.

Unutmayalım ki, bugün hala Fatsa’yı konuşuyor, Fatsa ile yatıp Fatsa ile kalkıyoruz. İspanya’da Fatsa ile aynı yıl sosyalistlerin kazandığı Marinaleda hala sosyalistlerce ve Terzi Fikriyle birlikte seçilen Başkan Gordillo tarafından yönetiliyor. Krizle kıvranan İspanya’da kapitalizmin akıl hocaları bile Marinaleda’yı “kapitalizmin aptallığına bir cevap” olarak gösteriyorlar. Fatsa’yı yaratan, sokağı asla reddetmeyen devrimcilerin seçim sandığı zaferiydi. Marinaleda’dan “kapitalizmin aptallığına bir cevap” olarak söz edilmesinin arkasında da 1979’dan bu yana her seçimden oylarını artırarak çıkan Başkan Gordillo’nun seçim başarısı var. O başarıları mümkün kılan da seçimleri kazandıktan sonra yapılanlar.

Seçimleri ve sandığı önemsemek, sokağı, hayatın başka alanlarında yapılacakları yadsımak değil. Seçimlere, yeni Fatsalarımız olsun diye, hayatın başka alanlarında yapacaklarımız, yapabileceklerimiz olduğu için asılmak gerek.

Seçimi sol için önemli kılan emekçilerin kendi kendilerini yönetme, yaşamak istedikleri hayatın, kurmak istedikleri demokrasinin nüvelerini yaratmaya dönük bir fırsat olarak görmeleridir.

Gezi’de Başbakan’ı korkutan şeyle Fatsa’da Demirel’i, Evren’i korkutan aynıydı. Geziciler yerleştikleri parkta komünal bir hayatın tohumlarını yeşerttiler. Paranın geçmediği, ihtiyaç fazlasının ortaya konulup ihtiyaç sahiplerinin kullanımına sunulduğu “acayipliği” yarattılar. Kendi marketlerini, revirlerini, kütüphanelerini kurdular, kendi kültürel üretimlerini gerçekleştirdiler. Her koyunun kendi bacağından asılmasını kutsayan, özelleştirmeyi ve bireyciliği tanrı buyruğu gibi algılayan düzenin karşısına, dayanışmanın güzelliğini çıkarttılar.

Fatsa’da da olan buydu. Yalnızca oyu istenen, sonrasında buyruklara uyması beklenen vatandaşlar özneleştiler. Devrimci birer özneye dönüşüp kendi kararlarını almaya, kendi kendilerini yönetmeye ve yapmaya başladılar. Yalnızca söyleyen değil, eyleyen bireyler oldular. Kendi çamurlarını, kendi karaborsalarını kendileri yok ettiler. Tepeden inme yöntemler ve bürokratik yapılarla bir şeyler yapmanın karşısına, aşağıdan yukarıya, birlikte karar alıp birlikte uygulamanın örneğini yarattılar.

Sol için seçimler bunları yapabilmeye giden bir yol olarak önemli.

Yönetme becerisini geliştirmek ve yönetebilir olduğunu göstermek için önemli. Bir kasabada da olsa, yoksulluğun yenilebileceğini, sağlık ve eğitim sorunlarının çözülebileceğini, devrimcilerin elinin değdiği bir yerin nasıl değiştiğini göstermek için önemli.

Bir yerel seçime, yerelde öne çıkanların yerel dinamikleri gözeterek  inisiyatif aldığı, yerel programlar oluşturup onları gerçekleştirecek ortak adaylarla yürüdüğü zaman neler olacağını kanıtlamak için önemli.

Bir seçim sürecinde sağlanacak olan birikimler ve ortak çalışma pratiği, daha uzun süreli ve sağlam temelli birliklerin, sağlıklı bir birleşik muhalefet hareketinin temellerini atmaya vesile olabileceği için önemli.

Kendisini solda görenlerin, canlarını dişlerine takıp bir ortak başarıya imza atmadan kitleler tarafından ciddiye alınmaları, toplumsallaşabilmeleri zor. Seçimler buna olanak sağladığı için ve sağlayabildiği ölçüde önemli. Seçim kazanmak, solun alternatif olabilmek için yapması gereken pek çok şeyden biri. O yüzden önemli.