Siyaseti ve toplumu anlamak için kullandığımız kültürel klişeler, toplumsal ve siyasal özneleri temsil ettiği kadar bu özneleri kurmakta ve onları kolektif aktörler olarak var etmektedir de. Aynı klişelerin yaşamını sürdürmesini sağlayan toplumsal karşılıkların olduğu teslim edilirken siyasal öznelerin de bu klişelerin dolaşımını teşvik ettiği gözden kaçırılmamalıdır. Yani her halükarda bu klişelere eleştirel bir şekilde yaklaşmak, düşünme süreçleri üzerindeki aşağıda tanımlamaya çalışacağım çoğu zaman taraflı etkilerini anlamak gerekiyor. Bu klişeler arasında uzunca bir süredir en çok tesadüf ettiğimiz “Beyaz Türkler” belki de. Özallı hızlı özelleştirme ve liberalleşme yıllarının ve onun ürettiği tüketim toplumunun batılı zevk yargıları üzerinden tanımlanan ayrıcalıklı bir katmanını işaret etmek için kullanılan Euro Türkler kavramı zamanla Beyaz Türkler’e dönüştü ve bu kavram siyasete ve topluma dair popüler analizlerin önemli bir aracı haline geldi. Bu metinde kavramın tarihi ve gelişimine ilişkin bir analiz sunmayacağım zira bu çok daha yetkin çalışmalar tarafından gerçekleştirilmiş durumda.[1] Bu yazıda iki şey yapmayı planlıyorum. Bu kavramın yükselişini sosyal bilimler açısından daha uzun bir tarihsel dönüşümün zemininde kavramaya çalışacağım ve ardından da bu sosyal bilimsel anlatıların ve onların zemininde yükselen kültürel klişelerin cari siyasi etkilerini güncel bazı örnekler aracılığıyla göstermeye çalışacağım.
Sosyal bilimsel anlatıların dönüşümü ve değişen söz dağarcıkları
“Beyaz Türkler”in siyasete ve topluma dair popüler tahayyülün bir bileşeni haline gelmesinin işaret ettiği daha kapsamlı etkilere sahip dönüşüm 1980’ler sonrası ivme kazanan ve belki de çok yerinde olmayacak bir ifadeyle, “siyasetin kültürelleşmesi” olarak tanımlanabilecek bir süreçtir. Türkiye’de Marksist bir terminolojinin hakim olduğu 60’lar ve 70’ler boyunca topluma ve siyasete ilişkin popüler tahayyülü de büyük oranda belirleyen söz dağarcığı “egemen sınıflar”, “egemen güçler” veya “oligarşi” karşısında emekçi sınıfları ya da halkı konumlandırmaktaydı. Kültürel muhtevası zayıf bu sosyal bilimsel anlatının kendisini takip eden kültüralist anlatıyla kıyaslandığında toplumsal sınıfların siyasal konfigürasyonu açısından daha farklı bir dengeye karşılık düştüğü ileri sürülebilir. Bu farklılığı ortaya koyan en önemli gösterge ise şu anda, temel olarak kültürel gerekçelerle, oy oranları açısından yüzde yirmi – yirmi beş bandına sıkışmış olduğu düşünülen CHP’nin çok partili siyasal hayatta aldığı en ciddi başarıyı ortanın solu söylemiyle bu dönemde göstermiş olmasıdır.
Ancak yine Marksist terminolojinin çizgileriyle belirlenmiş toplumsal sınıflara ilişkin anlatı içerisindeki tartışmalar ve kamplaşmalar ilerideki kültüralist sosyal bilimsel anlatının bazı nüvelerini de içermekteydi. Dönemin neredeyse bütün saygın sosyal bilimcilerinin şu veya bu şekilde katkı sunduğu Osmanlı’ya ve Türkiye’ye yönelik Asya tipi üretim tarzı (Atüt) – feodalizm tartışmalarındaki çatışan toplumsal katmanlar tahayyülü İdris Küçükömer’in yorumlarında siyasal ve kültürel bir karşıtlık arasında bir sınırda kalmıştı. Atüt’ün yöneten ve yönetilen sınıflar arasında yaptığı siyasal iktisadi ayrım, Küçükömer’in meşhur tersine çevirme hamlesiyle solcu fakat İslamcı-Doğucu halk cephesi ile sağcı fakat Batıcı devlet seçkinleri arasında bir mücadeleye tercüme edildi. Küçükömerci karşıtlığın ilerici ve halkçı tarafını Hürriyet ve İtilaf’tan Demokrat Parti’ye ve Adalet Partisi’ne uzanan siyasal gelenek temsil ederken gerici ve mütehakkim tarafı İttihat ve Terakki’den CHP’ye uzanan siyasi gelenek temsil eder.[2] Burada kritik olan müdahale temel siyasi karşıtlıkları tanımlarken siyasal öznelerin dine ve geleneğe karşı tavırlarının ve daha genel olarak kültürel eğilimlerinin yeni bir vurgu ve önem kazanmasıdır.
Bu uzun ve indirgemeci özdeşlik zincirleri ve ikili karşıtlıklar daha yetmişlerin başında billurlaşmış bir kültüralist ifadeyi Mardin’in merkez-çevre makalesinde bulmuştu.[3] Fakat dönemin koşulları bu kültüralist anlatının egemen olmasını uzunca bir süre engelledi. Toplumsal hareketlerin yükseldiği bu dönemin popüler siyasal dilini de, sosyal bilimsel anlatılarını da belirleyen söz dağarcığı her şeyden önce yukarıda da altı çizilen kavramların içinden türediği Marksizmdi. Fakat Türkiye’de seksenlerle birlikte başlayan kültürelleşme eğiliminin küresel düzeyde kimlik siyasetlerinin yükseldiği yeni bir döneme tesadüf etmesiyle en net ifadesini Mardin’in çalışmalarında bulan kültüralist anlatı hızla egemenleşmeye ve popüler tahayyülü de etkisi altına almaya başladı. Beyaz Türkler kavramının yükselişini de sosyal bilimsel anlatıların yukarıda kabaca betimlenmiş olan bu dönüşümüyle bir karşılıklılık içinde düşünmek gerekiyor. [4] Türkiye’de siyaseti mağdur edilmiş muhafazakar- mütedeyyin kesimler ile askeri-bürokratik seçkinler ve bunlarla işbirliği halindeki büyük sermaye çevrelerinin arasında geçen bir mücadele olarak okuma alışkanlığının kendisinin ömrünün, kurulan anlatının tarihsel sürekliliğiyle kıyaslandığında çok daha kısa olduğu ortada. Aşağıda, Türkiye’de siyaseti mağdur edilmiş muhafazakar ve mütedeyyin kitlelerin temsilcisi partiler ve onların kentli, iyi eğitimli, varlıklı ve seküler bir yaşam tarzına sahip bir azınlık olan muarızları arasında bir savaşım olarak okumaya yönelik popüler alışkanlığı gösteren bazı örnekler sunarak bu anlatının yetersizliklerine ve siyasal işlevlerine dair birkaç not düşmeye çalışacağım.
“Beyaz Türkler” halkın otantik siyasal temsilcisine karşı
Hayli gergin bir ortamda girdiğimiz 30 Mart yerel seçimlerinin hemen öncesinde ve seçimlerden hemen sonra yayınlanan bir kaç yazı yukarıda oluşturmaya çalıştığım çerçeveyi açıklamak için elverişli olanaklar sunmakta. Bu yazılardan ilki bir internet blogcusunun yayınladığı ve sonrasında hükümeti destekleyen medya organlarında da ağır eleştirilere uğramış “AKP mitinginde bir çapulcu!” adlı metin.[5] Kendisini bir çapulcu olarak tanımlayan metnin yazarı AKP’nin büyük İstanbul mitingine “küpesini çıkararak” “tebdil-i kıyafet” gitmiş ve buradaki gözlemlerini aktarmaktadır. Yazar mitinge katılma gerekçesini katılan insanları tarif ettiği aşağıdaki cümlelerle aktarmaktadır. Metnin internette yayınlanan orijinal halini değiştirmeden aktarıyorum:
Öncelikle kitleden bahsetmek lazım. Kim bu bir milyon insan? Onlar görmezden gelinenler…evet, bugüne kadar gözümüzün önünde olan ama görmezden geldiğimiz insanlar var ya, hani farkına varmadığımız, hani iki kelime konuşmaktan sıkıldığımız… İşte onlar…Çoçuğumuzun bakıcısı Nermin Abla…Sitemizin güvenlik görevlisi Kadir…Tekstil atölyesinde günde 12 saat sigortasız çalışan Hatice…Annesi Meliha…Kardeşi Sanlı…İski’den emekli Necati Amca…Zabıta…itfaiyeci…otobüs şöförü…taşeron inşaat işçisi…Onlar işte! Bizi ayakta tutan, “kendiliğinden” olduğunu sandığımız bir çok işi gerçekte sessiz sedasız, afra tafrasız yapan insanlarımız. Onlar “CV”si olmayan işlerin insanları… Onlar “uzaktan” gelenler…onlar İstanbul’da denizi yılda bir kez görenler… Onlar birbiri ile konuşmayanlar…onlar yanlarında bir adet gazete bile getirmeyenler… Evet hiçbirinin kolunun altında bir gazete yok…bir adet bile… Onlar telefona, internete bakmayanlar…twitter vimitter filan bilmeyenler…”selfie” çekmeyenler… Onlar nasırlı eller…yorgun bacaklar… Onlar talimatla bayrak kaldıranlar…itaat edenler… Onlar beslenemedikleri için boyu benden kısa olanlar…en son Japonya’da metroda böyle hissetmiştim…ama onlarınki genetikti, bizimkisi yetersizlik… Hepsi can, hepsi canan! Onlar biziz. Otobüs ile geliyorlar çünkü arabaları yok çoğunun… Olsa da benzine paraları yok… Nerede ise tamamı geldikleri ilçe teşkilatı tarafından sağlanan anlık veya devamlı yardıma muhtaç, Bizim “Makarnaya, bulgura oyunu satuyorlar!” diye kızdığımız, aşağıladığımız insanlar..,Ama o “Makarna” o kadar değerli ki onlar için…çoçuğu o makarna sayesinde doyuyor. Bunu 1 liraya satılan simite, 50 kuruşa satılan suya yutkunarak bakan onlarcasını görünce anladım. İşte ben bunu görmek için oradaydım. […] Takkelisi, cihat bayraklısı, aczimendisi de burada…burada “inançsız” olarak tabir edilebilecek kimse yok.
Yazar AKP mitingine katılan insanların bilişsel yeteneklerine ilişkin olarak ise aşağıdaki genellemeyi yapmaktadır:
Eğitimsiz kafalar düalistik çalışıyor. Yani basit “ikilemler” çok etkili… İyi kötü…sıcak soğuk gibi… Recep Tayyip Erdoğan – Kılıçdaroğlu Tayyip iyi, Kılıçdaroğlu kötü…Tayyip akıllı, Kılıçdaroğlu aptal… Tayyip sağlam irade, Kılıçdaroğlu çürük elma…
Yazar, bu tespite karşın betimlemelerinde kullandığı “düalist” genellemeler yoluyla dar gelirli, eğitimsiz, dindar halk-çoğunluk özdeşleşmesi karşısına kültürlü, iyi eğitimli, varlıklı, seçkin azınlık özdeşleşmesini koyarak merkez sağın siyasal seçkinlerinin ve entelektüellerinin yıllardır işleye geldiği bir mağduriyet söylemiyle belki de hiç niyetlenmediği bir işbirliğine giriyor. Fakat kuramsal izahlara girmeksizin blogdaki aynı yazıya yapılmış birçok yorumun da ortaya koyduğu gibi bu anlatı çerçevesinde düşünmek Türkiye’de siyasal partilerin seçmen profilleriyle ilgili oldukça yanıltıcı değerlendirmelere yol açmaktadır. Buradaki yorumları da internette yayınlandıkları orijinal halleriyle aktarıyorum:
-Mesleğe göre insan gruplamak???? Nice cv’siz çalışan onurlu emekçi var. Berkin’in annesi, Ethem, Mehmet Ayvalıtaş’ın babası ve daha tanımadığımız birçok örnek. AKP seçmeni dışında herkes plaza insanı /beyaz yakalı mıdır, olmak zorunda mıdır? Bayılıyorsunuz insanları ötekileştirmeye, sınıflamaya.
-Zaten chp, mhp seçmeninin orta yaş kesimi de elinde viski bardağı röpteşambırıyla geziniyor malikanelerinde.
-Ben Üniversite Mezunuyum. Yüksek Lisans yapmaya bu yıl başlıyorum. Twitter mivitter de kullanıyorum sosyal medya da cirit atıyorum. Gayette eğitimli ve bilinçliyim. Maddi durumum da çok şükür iyi. Fakir de değilim. Fakat ben Akp yi destekliyorum. Ve Akp yi detsekleyen Doktora yapmakta olan arkadaşlarım var tanıdıklarım var. Peki şimdi bu söylediklerim senin bu tezini çürütmeye yetti mi aslanım? Akp seçmenine fakir aç insanlar diyemezsin çünkü ben fakir değilim. Cahil diyemezsin çünkü Ben Yüksek Lisans yapmaya hazırlanan bir bireyim. Sosyal Medya dan uzak diyemezsin ben tam da ortasındayım. Selfie hiç çekmemiş diyebilirsin ama. Çünkü o sizin işiniz. Özenti AB ve ABD işleriyle ancak siz uğraşabilirsiniz. Biz Değil. Biz Güçlü Türkiyeyi düşünüyor hayal ediyor ve çalışıyoruz. Siz Selfie yapmaya devam edin. Senin Tezini çürütmeye yeter mi aslanım bu kadarı?
-ben itü bilgisayar mühendisliği mezunuyum, almanyada yüksek lisans yaptım, 2 kardeşimde şuan elektronik ve bilgisayar müh. okuyor. hayatımın son 15 yılı aralıksız internet başında geçti. evet biz hiçbir şey bilmiyoruz, twitter nedir youtube nedir bilmeyiz. biz cahiliz. biz hiç taksim’de olanları görmedik, hiç taksime giden arkadaşımız olmadı. at gözlüğü takmışsıınız ve hiçbir zaman çıkarmaya niyetiniz yok. türkiyenin entelektüel, seküler ve elit takımısınız. sizin gibi olmayan herkes de cahil ve aşağılık. mutlu oldun mu şimdi? sizin gibilerin inadına bu adamı desteklemeye devam edeceğim. içinden çıktığım bu halka hangi konuma gelirsem geleyim ihanet etmeyeceğim.
-ODTÜ Bilg. Müh. mezunuyum. 7000 tl maaş alıyorum. (Makarna ve kömüre ihtiyacım yok) Twitter kullanıyorum. AKP ile aramda özel bir çıkar bağı yok. Oyumu AKP’ye vereceğim. Oldu mu? 2002’den beri özeleştri yapmamakta, değişmemekte direniyorsunuz. Devam edin: Kibrinizle, elitizminizle, Suçlayın: makarnacı, kömürcü diye. Sormayın, bizde bir hata olabilir mi diye. Sizde bu kafa oldukça AKP daha nice seçimler kazanır.
-Microsoft calisaniym. Profession olarak kernel debug timinde pozisyon aliyorm. Oylarimi hep akp ye vermisim bugune kadar.
-Türk hava yollarında pilotum, 25 bin lira maaş alıyorum, ve henüz 24 yaşındayım internetin her alanını zaman buldukça kullanan biriyim. AK Parti veya Başbakan ile herhangi bir yakınlığım alakam bir kömür alış verişim olmadı açıkçası. Yıllardır AKP ye oy veren insanları koyunmuş gibi gösterip buna kendiniz inandınız.
-Yıllarca Kadıköy’ de oturdum ve aynı bu tavırla, bu küçümsemeyle davranan insanlarla maalesef bir arada yaşadım. Bu yazı da aynı üstten bakma tavırla yazılan bir yazı olmuş ve görünce tüylerim diken diken oldu.. Sizin gibi memnuniyetsiz, tatminsiz, kendi düşüncesinden olmayanları hor gören insanlar oldukça bu seçimin sonuçları da, bir sonraki seçim sonuçları da aynı olacaktır. Emin olun o saf temiz insanların, CV’ si twitter’ı bile olmayan(!!!) insanların tırnağı değilsiniz.. Kusura bakmayın ama sizin de Tayyip Erdoğan’ dan hiçbir farkınız yok; ötekileştiriyorsunuz, üstten bakıyorsunuz. Nefret ettiğiniz adamdan bin betersiniz. Ha bu arada gayet iyi okullarda okumuş ve yine çok iyi bir yerde çalışan, ailesi de azımsanmayacak derecede eğitimli bir vatandaşım. Böyle insanlar da çıkıyor ve benim gibi de bir sürü insan var. Tek okuyan, tek bilen siz değilsiniz yani. Azıcık kafanızı kumdan çıkartın! Eğer söz sahibi olmak istiyorsanız insanlara üstten bakmak yerine, sahiplenin! İnsanları inatlaştırmayın, fanatik hale getirmeyin! AKP’ ye ne kadar çok kızsam da, bu tarz yazıları gördükçe iyice inatlaşıyorum. İnşallah bir gün olsun makarnacı, koyun diye yıllarca küçümsediğiniz insanları anlarsınız.
Cari kültürel temsillerle düşünmek Türkiye’de merkez sağın her siyasal bunalımını ve meşruiyet krizini aşmasını sağlayan bir mağduriyet söylemini de güçlendirmektedir.[6] Yirmi milyonun üzerinde oy almış bir partinin seçmenlerini tamamıyla dar gelirli, eğitimsiz, dindar bir kitle olarak görmek ne kadar yanlışsa on iki milyonun üzerinde oy almış bir partiyi de varlıklı ve iyi eğitimli bir azınlığın taleplerinin ve beklentilerinin siyasal ifadesi olarak görmek o derece hatalı bir çözümleme olacaktır. Partilerin seçmen profilleriyle ilgili bu genelleyici ifadeler nereden bakarsak bakalım altmış yılı aşkın bir süredir merkez sağın siyasal seçkinlerinin mağduriyet anlatılarını güçlendirmiş ve meşruiyet bunalımlarının üstesinden gelmelerine katkı sağlamıştır. Metne blog okuyucularından gelen itirazların ortaya koyduğu bir diğer olgu ise bu tarz analizlerin muhafazakar arka planlardan gelen üst orta sınıfları bu kültürel hiyerarşiler anlatısına duydukları tepki üzerinden hızla sağcı siyasal seçkinlerin iktidarıyla bir özdeşliğe doğru itmesidir. Bu etkilerinin yanı sıra siyasete dair cari kültürel temsiller, gerek destekçileri gerekse muarızları tarafından kullanıldığı durumlarda olsun, merkez sağ iktidarları istikrarlı bir şekilde halk sınıflarının otantik temsilcisi olarak konumlandırmaktadır.
Şarap ve Peynir adlı blogdaki yazıyı hicveden diğer bir yazı ise, ironik bir dille de olsa, bu kültürel temsiller dünyasını ve onun içinden türetildiği yukarıda işaret edilen sosyal bilimsel anlatıyı yeniden üretmektedir.[7] “AKP mitinginde bir monşer” başlıklı yazıdaki monşer ifadesi halihazırda Türkiye kamuoyunun yabancısı olduğu bir kavram değil ve başbakanın bir çok konuşmasında özellikle bürokrasideki siyasal muarızlarına yönelik alaycı, tahkir eden bir niteleme işleviyle karşımıza çıkmıştı. Aynı yazıya yazar “bu yazıyı belli bir elitlik seviyesindeyseniz okuyun, değilse lütfen reklamlara tıklayıp gidin” diyerek başlamaktadır.
Bu çerçevede ilginç malzemeler sunan diğer bir örnek ise hemen seçim sonrasında Cam Kırıkları adlı blogda yayınlanmış olan “Seçim ve Ötesi” adlı yazı.[8] Yazının girişinde kendisini bir “Beyaz Türk” olarak tanımlayan blog yazarına göre seçim sonuçlarını tayin eden en önemli duygulardan biri sınıf farklılıklarından kaynaklanan kıskançlıktır:
Birçok kişinin gözden kaçırdığı çok kritik bir konu da, sınıf farkından doğan kıskançlıktır. Bugün siz mevcut iktidarı hem cahil, görgüsüz, köylümsek, hem de aynı zamanda ahlaksız, sahtekar, hırsız ve katil olduğu için sevmiyor, hatta nefret ediyor, böyle bir iktidarın sizi yönetiyor olmasını nasıl hazmedemiyorsanız, o iktidarın seçmeni de sizin kendilerinden kat be kat fazla para kazanıyor olmanızı, kız/erkek arkadaşlarınızla nikahsız yaşamanızı, parklarda öpüşmenizi, içki içmenizi, kendisi Temmuz sıcağında metrobüste pardesü ve türbanıyla son derece rahatsızken, sizin klimalı arabanız, mini eteğiniz ve askılı bluzunuzla yanından geçmenizi, kendisi çarşafla denize girerken sizin bikiniyle güneşlenebilmenizi ve buna benzer her konuda sınırsız özgürlüğe sahip olmanızı kıskanıyor, hazmedemiyor ve ‘Ben yapamıyorsam, o da yapmasın.’ duygusu bu kitlenin kalbinde perçinleniyor. İşte bu ayrıma sürekli vurgu yaparak, haset ve kıskançlığı daha da arttıran ve bunu yönetebilen de iktidarın sahibi oluyor. Bu noktada ‘Yahu durduran mı var, o da yapsaymış.’ diyorsanız bilin ki bu halkı hiç tanımıyorsunuz ve ‘mahalle baskısı’ denen kavramı hiç duymamışsınız. Ayrıca bunca hırsızlığa rağmen hala mevcut iktidarı nasıl olup da desteklediğini bir türlü anlayamadığınız halkın cebinden aslında bir kuruş bile çalınmamaktadır. Çalınan sizin paranız, imkanlarınız ve özgürlüğünüzdür. Ve hayatının hiçbir döneminde sizin kadar zengin, kültürlü, bilgili ve özgür olamamış ve zaten hayatının her döneminde hor görülmüş olan bu insanların her zaman gıptayla baktıkları Beyaz Türkler’e karşı galibiyet kazanabildikleri tek alan seçimlerdir. Evet, hayatlarında belki bir iyileşme olmamaktadır ama en azından bir alanda kendilerini kazanmış hissedebilmekte ve kendilerinin hiçbir zaman sahip olamadığı özgürlüğe artık Beyaz Türkler’in de sahip olamayacak olması onları içten içe çok mutlu etmektedir. Kıskançlık insana dair en temel duygulardan biridir. ’Tanrım, beni zayıflatmıyorsan bari arkadaşlarımı şişmanlat.’ sözünü size hatırlatmak isterim. Yasakların ve baskıların bu kesim tarafından bu kadar canhıraş biçimde savunulmasının başlıca nedeni budur.
Bu metnin en dikkat çekici tarafı yaşam tarzlarını, sınıfsal konumları ve siyasal tercihleri, Şarap ve Peynir adlı blogda yayınlanan yazıyla kıyaslandığında çok daha net bir şekilde özdeşleştirmesi ve ikili karşıtlıklar üzerinden bir siyasal topografya tanımlaması. Metnin yazarına göre varsıl, kültürlü, bilgili ve kadın-erkek ilişkilerinde özgür olan bir azınlık karşısında yoksul, pardesüsü ve türbanıyla metrobüslerde seyahat etmek zorunda kalan dindar kitleler vardır ve sonuçta bu iki grup arasındaki aritmetik dengesizlik AKP’nin başarılarını açıklamaktadır. Tıpkı Şarap ve Peynir adlı blogdaki metinde olduğu gibi burada da AKP, siyasal bir muarızı tarafından, yoksul ve mütedeyyin halk kitlelerinin otantik temsilcisi konumuna yükseltilmektedir. Yoksullukla muhafazakar-mütedeyyin yaşam tarzının özdeşleştirilmesinin AKP iktidarının on ikinci yılı itibariyle edindiği ampirik yetersizliği uzun uzadıya tartışmaya gerek yok. Şarap ve Peynir adlı blogdaki yazıya, yukarıda aktardığım çoğu AKP’yi destekleyen okurlar tarafından yapılan yorum bu özdeşliğin ampirik yetersizliğini göstermekte.
Diğer taraftan, yukarıdaki alıntıda görülen klişeler çerçevesinden düşünmenin muhafazakar hayat tarzlarının karşısında seküler hayat tarzlarını üstün ve arzu edilir bir konuma oturtarak Türkiye’de muhafazakarlığın içerdiği çok daha pragmatik ve karmaşık içerikleri görmezden gelmemize yol açtığı da ortada.[9] Bunun yanı sıra muhafazakar bir hayat tercihi olanların bu hayat tarzını diğerine üstün görüyor olmaları da pekala mümkündür. Tam da bu noktada bizi bu anlatıyla ve onun zeminindeki kültürel klişeler üzerinden düşünmenin getirdiği hoşgörüsüz ve çoğulculuktan fazlasıyla uzak anlayışların sınırına gelmekteyiz. Kendi yaşam tarzını kıskanılacak, arzu edilecek bir konumda düşünen anlayış kendi karşısında hızla öfkeli ve yine kendi hayat tarzını üstün gören bir diğer anlayışı çağırmaktadır. Bu karşıtlık ise yukarıda tanımlamaya çalıştığım sosyal bilimsel anlatıya ve bunun üzerinden de merkez sağ hegemonyaya sürekli yeni enerjiler sağlamaktadır. Anlatının diğer bir paradoksal tarafı ise onun siyasal olarak avantajlı kıldığı aktörlerin olduğu kadar muarızlarının da üzerine bastığı hegemonik bir zemin olarak ortaya çıkmasıdır. Diğer bir deyişle Türkiye’de toplumsal muhalefet siyasal iktidarın adlandırmalarını ve dilini kabul ederek moral-entelektüel üstünlüğü yitirmiştir: Beyaz Türklükle itham edilenler kendilerinin Beyaz Türk olduğunu kabul etmektedir. Bu durumun ilk pratik siyasal sonucu muhalefetin zihinsel donanımı açısından Türkiye şartlarında niceliksel bir atılım yapmaktan aciz hale gelmesi, toplumsal sınıfların, grupların ve katmanların siyasal konfigürasyonunu yenileyecek yeni bir söylem geliştirememesidir. Aşağıda adeta bir çıkmaza dönüşen bu anlatıdan olası çıkış güzergahları üzerine birkaç tartışma notu düşerek yazıyı sonuçlandıracağım.
Yeni mağduriyet söylemlerine karşı çoğulcu bir ethosun inşası üzerine düşünmek
Yukarıda farklı örnekler üzerinden tartışmaya açtığım Türkiye siyasetine ve toplumuna dair egemen sosyal bilimsel anlatının son yıllarda güçlü eleştirilere konu olduğunu teslim etmek gerekiyor. Özellikle Mardinci merkez-çevre yaklaşımının Türkiye’de güncel siyaseti anlamak açısından ortaya çıkardığı zorluklar yenilikçi birçok sosyal bilimsel çalışmada değişen kapsamdaki revizyonlarla karşılanmakta[10] ve devlet geleneği söylemleri özellikle siyasal iktisadi bir damardan kökten eleştirilere konu olmakta.[11] Fakat buna karşın Türkiye’de siyaseti dar gelirli, muhafazakar ve mütedeyyin toplumsal kesimlerin ya da çevrenin otantik temsilcisi olan merkez sağ iktidarlarla devletçi seçkinler ve onların varsıl kentli ve iyi eğitimli destekçilerinin temsilcisi CHP arasında bir savaşım olarak gören şablon, paradigmatik konumundan çok az şey yitirmiş durumda. Yukarıda, daha popüler bir mecradan vermeye çalıştığım örnekler de sanırım bu paradigmatik konumun göstergeleri olarak değerlendirilebilir. Söz konusu olan yalnızca bir akademik hegemonya değil daha kapsamlı, popüler siyasal tahayyülü de etkisi altına alan bir moral- entelektüel üstünlüktür.
İktidarın siyasal muarızları kendilerini bu anlatı içinde konumlandırmayı sürdürdüğü sürece, muhafazakar ve mütedeyyin toplumsal katmanlar, iktidar seçkinlerinin hızlı zenginleşme ve oligarşikleşme eğilimine karşın siyasal iktidarla kültürel özdeşlik duygusunu sürdürmeye devam ediyor. Ayrıca aynı toplumsal katmanlar Türkiye’de mütedeyyin kesimlerin özellikle 28 Şubat sürecindeki mağduriyetleri tekrar yaşamamasının yegane güvencesi olarak AKP iktidarını görmeye de devam etmektedir. Bu noktada, yukarıda ana hatlarıyla verilen sosyal bilimsel anlatı ve onunla ilişki halinde bulunan bir mağduriyet söylemi karşısında, uzun AKP iktidarı süresince oluşmaya başlayan yeni bir mağduriyet söyleminden de bahsetmek gerekiyor. Bu yeni mağduriyet söyleminin de kendisini önceleyen muhafazakar-mütedeyyin söylemin pathosunu paylaştığını vurgulamalı. Bu duruma işaret eden dikkat çekici göstergeler Ertuğrul Özkök’ün yeni kitabında görülebilmekte. Özkök’ün kavramı kışkırtıcı bir şekilde yeniden kullanıma sürmesini açıkladığı kitabının giriş bölümünde yukarıda değindiğim pathosa işaret eden birkaç örneği aşağıda aktarıyorum:
Giderek otoriterleşen, hatta totaliterleşen yeni muhafazakar baskı altında kendini kaybetmiş hisseden bir nüfus kesiminin trajik profili çıkmıştı ortaya. … Evet, Türkiye’nin küçümsenmeyecek bir bölümünde, yeni muhafazakar dönemin insan profiline aykırı bir kesim vardı. ülkenin başbakanı tarafından ve giderek İslami dozunu artıran yeni muhafazakar ideolojinin müttefiki olan liberal aydın kesimi tarafından devamlı horlanıyordu. O insanlar manevi gettolarda yaşamaya mahkum edilmiş bir ruh halindeydiler. Vatanları ellerinden alınmış gibiydi. Kendilerini kendi ülkelerinde parya gibi hissetmeye başlamışlardı. “Beyaz Türk” kavramını işte böyle bir dönemde, ülkenin hala en eğitimli, en modern ve Batı’ya en açık kesimine “utanılacak bir şeyimiz yok” diyebilmek için kullanmaya başladım.[12]
Bu satırlarda, merkez sağın mağduriyet anlatısındakine benzer bir pathosa rastlanmasının Ertuğrul Özkök’ün Türkiye’de belirli bir toplumsal kesimle paylaştığı bir deneyimle yakından ilgili olduğunu düşünüyorum. Kendisini “sonradan görme bir Beyaz Türk” olarak tanımlayan Özkök’ün mütevazı sınıfsal arka planını ve yükselme hikayesini şu satırlardan okuyabiliyoruz:
İlk Corvette arabayı da aynı yıl gördüm. İzmir’in tanınmış ailelerinden birinin oğlu olan Enis Berki’nindi. Onu, Yeni Asır gazetesinin sosyete sayfalarında, hep güzel kızlarla birlikte görürdüm. [… ] Mustang, hayatımın en derin klişelerinden biri olarak bir yerlerimde hep kaldı. Mütevazı ailemin asla sahip olamayacağı bu araba, içimdeki güçlü duyguyu uyandırdı. […] Evet, gerçek bir sonradan görmeyim. Ne gördüysem, 45 yaşımdan sonra gördüm. Çocukluğum, gençliğim hep mütevazı imkanlarla geçti. [13]
Bu satırlar mütevazı sınıfsal arka planlardan fakat muhafazakar ve mütedeyyin toplumsal ve siyasal şebekelerden gelmeyen birinin yukarıya doğru toplumsal mobilizasyonunu vurgulaması açısından kayda değer. Beyaz Türkler’in mağduriyetleri üzerine kurulan anlatının muhafazakar kesimlerin mağduriyet anlatısındakine benzer bir pathos taşımasına, Özkök’ünkine benzer mütevazı fakat seküler toplumsal arka planlardan gelen kimselerde uyanmaya başlayan ve sistematik bir şekilde muhafazakar toplumsal ve siyasal ağlar içinde yükselen kimselerle aynı ayrıcalıklara sahip olamadıklarına dair oluşan güçlü bir kanı sebep olmakta.
Bu kanının oluşmasındaki önemli etmenlerden birisi devlet aygıtlarında hali hazırda radikal sola karşı en azından 1980’lerden beri uygulanagelen sistematik dışlamanın AKP iktidarı altında genişleyerek muhafazakar-mütedeyyin toplumsal ve siyasal şebekelerden gelmeyen herkese karşı liyakat gözetilmeksizin uygulanmaya başlandığına dair oluşan güçlü bir izlenim. Bu izlenimi daha da güçlendiren yakın tarihli gelişmelerin başında ise Gülen Cemaati ve AKP arasındaki kavgayı saymak gerekiyor. Her ne kadar kavgaya dair, hükümeti destekleyen medyada cemaat mensuplarının devlet aygıtının stratejik noktalarına hukuksuzca yerleştiklerine dair bir “paralel yapı” anlatısı oluşturulduysa da, ortaya çıkan savaşım toplumun seküler ve ayrıcalıksız kesimlerinde devlet aygıtının muhafazakar-mütedeyyin kadrolarca doldurulduğuna dair daha genelleyici ve güçlü bir izlenim oluşturdu. Bu noktada kadrolaşmanın ampirik gerçekliği ve düzeyi, memuriyet pozisyonlarının niceliği de göz önüne alındığında ayrı bir tartışma konusu olarak görülmeli. Burada vurgulamaya çalıştığım daha çok yukarıda tarif edilen mağduriyet duygusuyla gelişen güçlü bir dışlanma hissiyatının oluştuğu. Seçim sonrasında dahi hükümeti destekleyen medyada hükümete muhalif kesimler için kullanılmaya devam eden öfkeli ve tahkir edici dilin de bu hissiyatı güçlendirdiğini vurgulamalı. Bu noktada ilginç bir örnek Nagehan Alçı’nın hemen seçim sonrasında yazdığı köşe yazısında görülebilmekte:
Bu çok büyük bir başarı… Bu başarıyı görmezden gelmek, seçim sonuçlarını tartışmalı gibi göstermeye çalışmak, bin dereden su getirip AKP’nin aslında başarısız olduğunu anlatmaya girişmek, bu partiye oy verenleri kısa boylu, koyun gibi vs diyerek faşizan bir dürtüyle aşağılamak gibi acınası tavırları maalesef görüyoruz. Demokrasi budur beyler, bayanlar! Demokrasilerde azınlık çoğunluğu yönetemez. Çoğunluğun tercihi de tartışmasız bir şekilde ortada… Etrafınıza bakıp da Türkiye’yi anladığınızı zannetmekten vazgeçin artık… Ben zaman zaman ‘Beyaz Türkler’in kalesi olan Nişantaşı’nın nabzını tutmaya bayılırım. Gide gele ahbap olduğum büfelerde çalışan, dükkanlarda tezgahtarlık yapan, eczanelerde kalfa olan insanlar var. Onların gözünden Nişantaşı’na bakmak bence çok önemli. O nedenle özellikle birkaç gün bekleyip perşembe günü bir nabız yoklamasına gittim. Gördüğüm kadarıyla seçim sonuçları travmatik bir etki bırakmış Nişantaşı’nda. 30 Mart’a kadar her gün internete düşen ses kayıtlarını büyük bir coşkuyla birbirleriyle paylaşan ve her seferinde ‘bu kez Tayyip kesin düştü’ diyenler, Türkiye’yi Vali Konağı ve Teşvikiye’den ibaret sananlar öyle mantıktan uzak bir halde ki belli ki anketlere de ya bakmamış ya da bir mucize beklemişler… Yıllardır gittiğim bir mağazaya girince çalışanlar gülerek yanıma geldiler. ‘Abla buralardan cenaze çıktı sanki. Görsen, her gün bu ülkeden gitme planları yapıyorlar. Çocuklarını nereye göndereceklerini konuşuyorlar. Bize her gün neden Sarıgül’e oy vermemiz gerektiğini anlatıp duruyorlardı, artık kurtulmak için ‘yok biz Sırrı Süreyya’ya veriyoruz’ dedik sonra da Topbaş’a attık oyu tabii. Aman abla sakın bu konuştuklarımızı duymasınlar. Biz de günlerdir üzgün numarası yapıyoruz…’ Durum özetle bu. Nişantaşı’ndaki havanın bundan fazlası var, eksiği yok… Bu kafa, bu körlük, bu ülkesine yabancı olma hali bir yere kadar anlaşılabilir de bu halin, kafa değişmeden hiçbir zaman iktidar olamayacağı kısmı onlara nasıl anlatılır bilmiyorum… Halbuki o yanlarında çalışan, beğenmedikleri, yukarıdan baktıkları insanlara kulak verseler… Yaşadıkları ülke yanı başlarında, bakıp da görmeyi bir öğrenseler…[14]
Alçı’nın yazısı, Nişantaşı’ndaki emekçi kesimlerle AKP arasında kurduğu özdeşlik ile tam da yukarıda örnekleri gösterilen siyasal muarızları ile aynı dili, benzer bir tahkir edici üslupla yeniden üretiyor ve bu sırada da CHP seçmenini Nişantaşı’nın “ülkesine yabancı”, “kör” “Beyaz Türkler”i ile özdeşleştiriyor. Burada kültüralist sosyal bilimsel anlatının ve onun içinden türeyen kültürel klişelerin ikili işlevi bir kez daha ortaya çıkıyor: bu da AKP’yi ve daha genel olarak merkez sağ iktidarları geniş halk kesimlerinin otantik temsilcisi olarak sunarken aynı zamanda muhalefeti de seçkin bir azınlıkla özdeşleştirmektir. Burada paradoksal olan durum, yukarıdaki örneklerden de görülebileceği gibi, siyasal iktidarın örgütsüz muarızlarının da bu popüler dili, yakıştırmaları, adlandırmaları ve teşhisleri benimsemiş olmalarıdır.
Bu noktadan hareket edildiğinde, görünen o ki, varılan seçeneklerden birisi yukarıda örneklendirmeye çalıştığım ve Özkök tarafından belirli bir somutluk da kazandırılan, muhafazakar-mütedeyyin mağduriyet söyleminin karşısına aynı oranda güçlü bir pathosa sahip bir Beyaz Türk mağduriyeti koymak. Bu mağduriyet anlatısının politik ifadesi olan ulusalcılığın sınırlı etkisiyse sanırım yaşadığı tekrarlayan seçim başarısızlıkları vesilesiyle ortaya koyulmuş olsa gerek. Tekrar basit bir sınıf anlatısı üzerine gelişecek yeni söylemlerin de aynı oranda kifayetsiz kalacağını öngörmek Türkiye toplumunun çok daha karmaşık fay hatları göz önüne alındığında pek zor olmasa gerek. Daha adil, daha özgür, daha çoğulcu bir düzene giden yolda Türkiye toplumunun önünde beliren yollardan bir diğeri ise, Gezi sürecinde de bir parıldamayla kendini göstermiş olan yeni bir toplumsal tahayyül gibi görünüyor. Türkiye’de AKP iktidarı altında, ironik bir şekilde ve büyük oranda da AKP seçkinlerinin muhafazakar toplumsal tahayyüllerini aşan dönüşümler yaşandı. AKP’nin son birkaç yıldaki performansına bakıldığında Türkiye toplumunun cari fay hatlarından en önemlisi olan Kürt sorununu izale etmekte gösterdiği başarıyı diğer fay hatlarına yayabildiğini de söylemek güç görünüyor. Bu noktada Türkiye’de AKP’nin muhafazakar toplumsal tahayyülünü aşarak diğer fay hatları için de çözümler üretecek ve fakat hem dar gelirli hem de muhafazakar kesimleri de yabancılaştırmayan, bu kesimlerin AKP iktidarı altında sosyal politikalar ve hak ve özgürlükler alanındaki sınırlı fakat hayati kazanımlarını güvence altına alacak bir tahayyüle ihtiyaç var. Bu tahayyülün oluşturulmasının yolu ise yeni ve çoğu zaman da kibirli bir mağduriyet sicilinin işlenmesi yoluyla olanaksız görünüyor. Bu tahayyülün oluşturulması, aksine, entelektüel alanda, Türkiye’nin bütün farklı toplumsal kesimlerinin mağduriyetlerinin yarattığı yaralarla yüzleşen, merkezinde toplumsal adalete, hukukun üstünlüğüne ve bağımsızlığına inancın yer aldığı çoğulcu bir ethosun uzun ve zahmetli inşasıyla olanaklı kılınacaktır.
DİPNOTLAR
[1] Bu kavramın doğuşu ve yaygın bir dolaşıma kavuşmasının titiz bir takibi şu kitapta bulunabilir: Rıfat N. Bali, Tarz-ı Hayattan Life Style’a, İstanbul: İletişim, 2002.
[2] İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, İstanbul: Bağlam, 2002.
[3] Şerif Mardin, “Center-Periphery Relations: a Key to Turkish Politics?”, Daedalus, 102, no. 1 (1973).
[4] Burada vurguladığım dönüşümün hakkıyla açıklanması şüphesiz çok daha kapsamlı bir çözümlemeyi ve araştırma gündemini gerektirmektedir. Burada çok temel hatları ve değişimleri belirlemeye çalıştım. Böylesi kapsamlı bir çözümlemenin başlangıç noktalarından birisi Ahmet Murat Aytaç’ın Mardin, Berkes ve Küçükömer’in paylaştığı ortak bir sosyal bilimsel zemine işaret eden çalışması olacaktır: Aytaç, “1960 sonrası düşünüşte siyaset ve toplum ilişkileri: Berkes, Küçükömer ve Mardin üzerine bir deneme”, Toplum ve Bilim, 106, (2006).
[5] Metne şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz: http://sarapvepeynir.blogspot.com.tr/2014/03/akp-mitinginde-bir-capulcu.html (son erişim tarihi: 13 Nisan 2014).
[6] Bu mağduriyet söyleminin klasikleşmiş bir analizi için bakınız: Fethi Açıkel, “Kutsal Mazlumluğun Psikopatolojisi”, Toplum ve Bilim, 70, (1996).
[7] Metne şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz: http://beyinsizadam.net/akp-mitinginde-bir-monser/ (son erişim tarihi: 13 Nisan 2014).
[8] Metne şu bağlantıdan ulaşabilirisiniz: http://camkiriklari.com/2014/03/31/secim-ve-otesi/ (son erişim tarihi: 13 Nisan 2014).
[9] “Kızlı-erkekli” öğrenci evleri tartışması üzerine Alev Özkazanç’ın yakın tarihli değerlendirmesi bu açıdan çok zihin açıcı bir perspektif sunmuştur: http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=1050&makale=Geziden%20Sonra%20Gelen:%20%22K%FDzl%FD-Erkekli%22%20%DEeyler%20%DCzerine%20D%FC%FE%FCnceler (son erişim tarihi: 13 Nisan 2014).
[10] Toplum ve Bilim’in 2006 yılında yayınlanan 105. sayısı merkez-çevre paradigmasını eleştiren bir dizi çalışmayı içermekte. Merkez-çevre yaklaşımına farklı düzeylerde eleştiriler getiren ve revizyonlar öneren diğer iki yakın tarihli derleme ise şunlardır: Berna Turam (Der.), Secular State and Religious Society-Two Forces in Play in Turkey, New York: Palgrave MacMillan, 2012; E. Massicard & N. Watts (Der.), Negotiating Political Power in Turkey: Breaking Up the Party, London: Routledge, 2012. Burada anamadığım ve bilgim dahilinde olmayan bir çok başka eleştiri de olduğunu tahmin ediyorum.
[11] Galip L. Yalman, “Tarihsel bir Perspektiften Türkiye’de Devlet ve Burjuvazi: Rölativist Bir Paradigma mı Hegemonya Stratejisi mi?”, Praksis, 5, (2002).
[12] Ertuğrul Özkök, Bir Beyaz Türk’ün Hafıza Defteri, İstanbul: Doğan Kitap, 2014, s. 17.
[13] A.g.y., s. 108-9.
[14] Yazıya şu bağlantıdan ulaşılabilir: http://gundem.milliyet.com.tr/besiktas-ta-kazanan-kayseri-de/gundem/ydetay/1862789/default.htm (son erişim tarihi: 13 Nisan 2014).