Stadyum ve Siyaset

Sokakta ne varsa, stadyumlarda da o var[1]. Hırgür, şamata, destek, dayanışma, kavga, gürültü, küfür ve eşitsizlik. Sokağın yoğun bir halini, daha omuz omuza ve adrenalini yüksek bir kesimini bir araya getiriyor bu alanlar. Çoğu zaman karşı oldukları şey dışında ortak noktası pek de olmayan kişiler. Yani rakibi alt etmenin ötesinde onları bir arada tutan nosyon yok gibi. Kimi takımın başkanını sevmez, öteki teknik direktörünü, beriki kaleciyi, diğeri forvetin saçlarına takmıştır, kimi romantikler de takımın forma rengine… Maç sonunda skor dışında hiçbirinin birleştiği konu olmayabilir. Bu farklılıklarıyla, tahammülün sınırlarını zorlayan yerlerdir aynı zamanda. Belki bir karnaval alanı olarak söylenemeyenlerin söylendiği, kendisi dışındaki herkesin tefe konabildiği bir alan burası. Öte yandan ne kadar çok sesi çıksa da futbol camiasında sesi en az duyulan kesimdir tribünler. Pankartla konuşur, tezahüratla konuşur, ıslıkla, alkışla ve evet ne yazık ki küfürle, bazen de sahaya bir şeyler atarak; yetmedi o alana girerek. Artık müdahale etmenin yolları tükendiğinde… Karnaval orada sona erer. Tribünün gerçekle ve sahadaki oyunla bağını koparmaya çalışan, onu sadece eğlenceye indiren her girişim direniş görmeye mahkumdur.

Tribün kelimesinin, kabile anlamındaki “tribe”dan ve Roma dönemindeki siyasal ünvanlardan dönüştüğünü düşünecek olursak bu direnişin köklerine dair ipucu buluruz. Genelin ve kural koyucuların karşısında, her zaman karşısında olmasa da onlarla muhatap ve ilişki içinde olan bir gruptan bahsediyoruz. Bu grubun kendi sözünü söylemeye başlaması, işlerin rutinini bozar. Bu sözün nasıl söyleneceği, tribünün kendini örgütlemesi, yakın zamanda önemi gittikçe artan bir meseleyle, demokrasinin tam olarak ne olduğuna dair sorgulamayla kesişir. Bir taban hareketi olarak tribün örgütleri, önce kendi camialarını ilgilendiren sorunların sonra da o camianın barındığı genel futbol atmosferinin, en dışarıda da siyasal karar vericilerin doğrudan muhatabıdır. Onların konuşmasını engellemek, siyaset yapma biçimini dar bir alana sıkıştırmak anlamına gelir.

Tribündeki kitleyi, siyasal bir mitingden ayıran nedir? Miting de bir konuşma biçimi değil midir? Temsilcilerine dert anlatamayan, hegemon güce diş geçiremeyen kalabalıkların, tüm farklılıklarıyla bir araya gelip en azından birkaç sloganda ortaklaşıp sesini yükseltme çabası. Sandıkların, iletişim araçlarının yetmediği anda doğrudan siyasete müdahale etmenin bir yolu. Tıpkı stadyumdakiler gibi, karşı olunanın birleştirdiği bir kitle. Stadyumdakilerin derdi hayatın küçük bir bölümünü değiştirmektir belki; o hafta sonunu mutlu kılmak için bir heyecanın peşinden gitmek. Siyasal olan, hayatın daha geniş alanlarını kapsıyor ve gündelik hayatın içindeki her çatışmaya dokunuyor olabilir. O çatışmaların biri de mutlu olma çabası ise eğer stadyum da kalabalıkların mutluluk aracı olarak ta eski dönemlerden beri bir araya geldikleri bağırıp çağırdıkları ve bir şekilde konuştukları bir alan. Siyasal olanın kapsadığı çatışmaların küçük bir fotoğrafıdır bu alan.

Bu durumda sokakta olan biteni değiştirmeden stadyumları değiştirmek mümkün değil. Bunun örneklerini her yıl yeniden yaşıyoruz. Sokağın hukukunu değiştirmekten aciz kalan yasalar ve yasaklarla sokağın bir kesitini değiştirmeye çalışıyoruz. Tabii ki başarısızız. Siyasal olanı, hukuki ilişkiler düzeyine indirip yasa, yasak, norm, kural, çizgi belirlemeye çalışsak da bu her yerde işlemiyor. İşlemediği yerlerden biri de stadyum. Kuralların tam olarak bilinmediği, ortak çizgiye çekilmekte zorlanan insanların yeridir çünkü orası.

Kalabalıkların kontrolü her zaman zordur. Hukuki ya da toplumsal kurallar hep kalabalıkları disipline etmeye, bir kalıba sokmaya çalışır; eğer bunu rasyonel akıla devretmişsek bu kez yöneten-yönetilen ilişkisini meşrulaştıran bir dizgeye bağlar. Ehlileştiremediği kitleleri, suçlu ya da gözden çıkarılabilir hale getirir. Onları “norm”a uydurana kadar mücadelesine devam eder. Ama stadyumlardaki kitle, kalabalığın farklı bir versiyonu olarak bu normun tutturulabildiği yerlerden değildir. İlla ki biri veya birileri bu alana müdahale eder. Oyun alanının kuralları, ona sorulmadan dizayn edilmiştir çünkü.

Tribünlerin Ruhu

Oyunun kurallarına müdahale etme isteği, tribünün konuşmayı öğrenme sürecidir aynı zamanda. Bu konuşmanın, akademik bir tabirle kamusal alan yaratma süreci olduğu açık. Tüm farklılıklarıyla bu kamusal alanı nasıl bir arada tutacağız? Oyunu nasıl bizim oyunumuz haline getireceğiz? Tarafların ve taraftarın sorunu bu.

Tribün grupları örgütlendikçe, bu sorunun cevabını kendilerince vermeye çalışıyorlar. Örgütlenme, modern hayatın bir parçası ise örgütlenen tribünleri daha organize, derli toplu ve daha çok konuda söz üretmesi de doğaldır. Dolayısıyla örgütlü tribün, futbolun modernleşme, başka bir deyişe zamana ayak uydurma çabasının bir sonucu. 1980’lerde tribün gruplarından bahsetmezken 1990’larla birlikte artık her takımın birden çok taraftar oluşumunun olduğunu görüyoruz. Demek ki sivil toplumun örgütlenmeye başlaması, futbol ortamını da etkiliyor.

Eğer futbolun yöneten eliti endüstrinin gereklerine göre örgütleniyorsa, bu ilişkinin etkilenen tarafının da kendince yollar geliştirmemesi gerekli. Tribün örgütlerinin siyasal ilişkilerin dışında bırakılması, endüstriyel ilişkilerin siyasetin dışında bırakılması kadar zor ve hatta imkansız. Paranın ve parasal ilişkilerin yönettiği bir düzende, paranın resmi yöneticisi siyasal karar alıcılardan bağımsız bir futbol ortamı düşünülemez. O vakit siyasal ilişkilerin, örgütlenmeye başlayan futbol ortamına da sirayet etmesi doğaldır.

Tribün grupları, herhangi bir siyasi partinin destekçisi olmasa da siyasal meselelerin tribünde tartışılmaması imkansızdır. Aslında bu siyasetten ne anladığımızla da ilgili. İstiklal Marşı’nın okunması, marş sırasında kurt işaretinin yapılması ya da PKK karşıtı sloganlar atılması yıllarca normal karşılandı. Bunların, stattaki kalabalığın ya da ülkenin ortak paydası olduğu varsayıldı. Bu normalliğin karşısında, anormallikler de yaşanmıyor değil. Solculuğuyla ünlü bir İtalyan takımının, Livorno’nun dostluk maçı için Türkiye’ye gelmesi bunun bir örneğiydi. Adana Demirspor taraftarı Türkiye’de bir ilki gerçekleştirip, tribünlere kızıl bayrakları, solcu sloganları sokmuştu Eylül 2009’da[2]. Bunu da bir istisna hali, bir karnaval olarak görüp gerçek hayata dönmemiz gerekebilir tabii. Demirspor taraftarlarının hepsi bu tavrı doğrudan benimsemedi örneğin ama yine de karnavalın içinde yer aldı.

Bu açıdan tribünün gerçeği ve farklılıkları bir arada tutma kapasitesi onu bir siyasal çizgiyle eşleştirmeyi zorlaştırır. Ama bir partinin sözcüsü olmasa bile, hayata dair bir duruşun, tavrın ve isyanın sesi olabilir. Tribün için pankartlar, tam da bu şekilde kullanmak için bir araçtır. Oradaki sözler, göndermeler, doğrudan söylenemeyen pek çok şeyi barındırır.

Tabii ki üniversite öğrencilerinin tribünler daha çok gelmeye başlaması, iletişim kanallarının gelişmesi, tribünün örgütlülüğünü etkiliyor. Bunlar tribün gruplarının bilgi sermayesini artırıyor. Karşısındaki finansal sermayenin gücü kadar olmasa da önemli bir artış. Artık tribün ahalisi, biraz daha ne yaptığını bilir durumda. O yüzden bu alanları kontrol-dışı kalabalıklar kategorisine indirgemek sıkıntılı. Tribün, kendince düşünen ve konuşan, eğer bunu örgütlü bir şekilde yapıyorsa da etkili bir alan. Tabii ki iktidarın siyaseti, yaşamın her alanını kontrol etmek istediği gibi bu önemli alanı da kontrol etmek istiyor. O noktada, tıpkı hükümet-merkezli sivil toplum örgütleri yaratıldığı gibi, hükümet destekli/etkileşimli tribün grupları da yaratılıyor. Hele ki siyasetin bu kadar merkezileştiği, gücün tek bir elde toplandığı Türkiye siyasetin, bu merkezin böylesi önemli kalabalıkları kontrol etmeyeceğini düşünmek garip olurdu. Sokaklarda kendine karşı yükselen sesler yükseldiyse, sokağın bir yansıması olan tribünde de kendi sesini duyurmak isteyecektir, ya da kalabalıkların kendi istediği gibi konuşmasını sağlayacaktır. Örneğin Ankara ve Adana’daki pankart yasakları, tribünün konuşmanın ve tavrının önündeki bir engel olarak görülebilir.

Her Yer Taksim, Her Yer Direniş

Gezi direnişi sırası ve sonrasında büyük kitleleri yönetme gücüne sahip İstanbul takımlarının taraftar gruplarının hükümete destek ya da eleştiri yükseltmesi bu noktada konuyu popüler hale getirdi. Hâlbuki beklenecek bir gelişmeydi. Futbolun sermayesi, kendi bilgisini de kurmak istiyor. Bilginin örgütlenmesini kontrol etmek istiyor. İşin garip yanı, hükümete desteklerini açıklamanın siyaset olarak görülmezken, eleştirmenin siyaset olarak algılanmasıydı. Siyaset, her zaman eleştiriyle, farklı sözle, sıradan olmayanla ilişkilidir ama bunun anormal hale getirilmesi, aslında siyasetin anormalleştirilmesi ve sıradanlığın normalleştirilmesi anlamına geliyor.

Beşiktaş taraftar grubu Çarşı’nın Gezi Direnişi sırasında aldığı tavır, Beşiktaş tribünlerinde ona karşı bir yeni grubun kurulmasını ya da en azından Çarşı-muhalifi kitlenin yeniden bir araya getirilmesinin önünü açtı. Benzer gelişmeyi diğer takımların tribünlerinde de görmek olası. İktidarın toplumu dönüştürme çabası dirençle karşılaştıkça bu tür karşılaşmalar olacaktır. Bunu direncin tarafını, iktidarın karşı kutbunu güçlendirecek şekilde yürütmek muhalif siyasetin bir alanı olarak beliriyor. Türkiye’de muhalif siyasetin perspektifi devrim anından başka bir alanı görmeye başladıkça noktaları görmeye daha çok başladı. Devrimci siyasetin, iktidarın tıkadığı alanları siyasetin konusu haline getirmek olduğu, aslında 1968’ten beri gündemde. Biz 68’i farklı yaşadığımız için, en azından 2000’lerin karşı-küreselleşmeci bakış açısını 15 yıl kadar da olsa ucundan yakalamaya çalışıyoruz. Sokakların yeniden söz söyleme alanı olarak belirmesi, bunu hayatın her alanını yeniden örgütleyerek ama bu kez hiyerarşik bir biçimde değil, yöneten-yönetilen ilişkisini, temsilciği sorgulayan ve demokrasinin köklerine dönmesini arzulayan bir şekilde yürütülmesi 2000’lerin muhalif siyasetine küresel çapta yön verdi. Gezi direnişinde beliren güç, dünyanın her tarafında siyasetin yapılış biçimine karşı çıkan, siyasetin ekonomiyle bağını sadece üretim ilişkileri üzerinden değil her alanda sorgulayan bir bakış açısının yerel yorumuydu. Böylece siyasetin, hükümetin güdümündeki siyasa boyutuna indirgenmesine karşı, siyasal olanın yeniden hatırlatıldığı bir karşı-çıkıştı. Bu karşı-çıkışı, bir “toplu çıkış”a dönüştüren kurumsal siyasetin tıkanıklılığını aşan kendiliğindenlik ve sıradan insanın sürece katılmasıydı. Böylece örgütlü olmanın anlamı yeniden yorumlandı ve kendine söyleneni yapan edilgen bireyin yerine kendi sözünü söyleyen ve bunu diğer özlerle birleştiren “aktivist” insan aldı. Kurumlar ve örgütler, olması gerektiği gibi, eylemdeki insanlara ayak uydurdu.

Bu değişimin tribüne yansımasını, kendiliğinden yükselen “Her Yer Taksim Her Yer Direniş” sloganlarında gördük. Tribün gruplarının kimisi ıslıklayarak bunu bastırsa da diğer gruplar bu sesi yükseltti. Böylece birilerine ne yapmasını söyleyenlerin yönettiği siyasetin yerini kendi sözünü söyleme gücüne erişen bir bakış açısı aldı. Sokakta eylemci, tribünde taraftar, sandıkta seçmen vatandaş kendi sözünü söylemenin kanallarını yaratmaya çalışıyor. Bunlar eski usûl parti veya sendikalar ve hatta tribün grupları olmayacak. Onun yerine tabanın sesini yükselten yapılar gelecek. Muhalif siyaset bu yapıların yollarını aramalı. Muhalif tribün de bu taban hareketini bir örneği. İktidarın denetimi ta tabandan başlatmasının nedeni bu gücü durdurmak. Kimi zaman suçlayarak kimi zaman görmezden gelerek ve çoğunlukla fiziksel müdahaleye başvurarak.

Futbol seyircisine, taraftar gruplarına sürekli sorun çıkaran ya da potansiyel suçlu gözüyle bakarak, kriminal yollarla bu “sorunun” üstesinden gelmeye çalışanlar, meseleye tam bir at gözlüğüyle bakmaktalar. Sorun, sadece stadyumun içerisinde değil, stadyumları oluşturan zeminden-sokaktan kaynaklanıyor. Memleket meselelerinin orada nasıl algılandığı, olan biten karşısında nasıl tepki verildiği, hukuk ve siyaset ilişkisinin toplumsal olan üzerindeki etkisi göz ardı edilerek suçu futbola ya da futbolseverlere kesmek, sadece kolaya kaçmak olur.

Desteklediği takımda, futbol camiasında, sahada olan bitene,-yaşanan her türlü gelişmeye ve haksızlıklara, sadece “seyirci” olma görevini verdiğimiz kesimler, sürece müdahil olmak için şiddetten başka bir yol bulamıyor. Tıpkı hayatı seyretmekle görevli kıldıklarımız gibi… Hayatın herhangi bir alanına siyaset bulaştırmamak için gösterilen hüner, meseleleri bir kısır döngü içinde ele almaktan başka sonuç doğurmuyor.

Bu bağlamda siyasetin pürüzsüz bir zeminde ya da tam bir mutabakat altında mümkün olmadığını bir kere daha hatırlatmak gerekiyor. Tersine siyaset, tam da stadyum gibi her türlü çelişkinin bir arada bulunduğu ortamlarda anlam kazanıyor.

Esas mesele şu: Artık bir şeyleri değiştirme azmini, günlük hayatımızın içinde bulmak gerekiyor. Toplumsal hareket diye bir şey yaratılacaksa, bu sadece büyük meselelerin peşinde olmakla değil tersine, günlük hayatta değişim yaratmakla ilgili olacak. Tribündeki taraftar, mahalledeki kadın, okuldaki öğrenci… Kendilerine dair sorunlarda söz almaya başladıkça ancak daha büyük değişimlerin yolu açılabilir. Bu aynı zamanda, daha önce siyasi gibi görünmeyen sorunların da siyasileşmesi ve bu haliyle yeni bir güzergâha girmesini de beraberinde getirir.

 

DİPNOTLAR

[1] 15 Mart 2010 tarihli Radikal Gazetesi websitesinde ‘Tartışıyorum’ bölümünde bu başlıklı bir yazım yayınlanmıştı; http://www.radikal.com.tr/tartisiyorum/sokakta_ne_varsa_stadyumda_da_o_var-985790 . Burada da o hattı izleyeceğim için bu ifadeyle başlamak istedim.

[2] http://www.radikal.com.tr/radikal2/tribunde_solculuk_olur_mu-954277 , Bu yazımdan da alıntılar yaptım burada.