İlk olarak 1978 yılında Serxwebun adlı illegal dergide yayınlanan ve PKK’nin manifestosu olarak da bilinen Kürdistan Devriminin Yolu başlıklı kitapçık, temelde, Kürt Hareketini dönemin siyasal paradigmaları içerisine kaydetme amacı güdüyordu. İlk cümlesi “Sınıflı toplumda, başlangıcından günümüze kadar iki tip sömürü yöntemi geçerlidir” biçimindedir. Teorik hedefin, bir ulusal harekete devrim teorileri içerisinde yer açmak olduğu daha ilk cümleden itibaren duyulur. Bu tutum sosyalist olmayan bir harekete sosyalist mücadele içinde bir yer bulma arayışından değil, kendisinin sosyalist olduğundan hiçbir kuşkusu olmayan bir hareketin sosyalist teori içerisinde kendisine meşruiyet dayanakları oluşturma çabasından kaynaklanmaktadır. Buna uygun olarak Kemal Pir, mahkemede verdiği savunmasında şunları söyleyecektir[1]:
Bu tartışmalar burada iddia edildiği gibi, Türkiye’de Kürtlerin sömürüldüğü biçiminde değil, zaten bu biçimde yanlış, burada geçtiği biçimiyle anlayışımıza da, Marksizm’e de ters, Kürdistan’da bir toplum vardı, biz Marksizm’i toplumlara uygulamak istedik, benim düşünceme göre böyle, o arkadaşlar da öyle idi, tartıştığım insanlar. Tüm toplumları kurtarıyorsa Marksizm, Kürdistan toplumuna da uygulanabilir. Kürt toplumuna değil, Kürdistan toplumuna uygulanabilir.
Bu sözleriyle, iki ayaklı bir siyasi söylemin Türk Mahkemelerinde de kayıt altına alınması amacını gütmektedir. Hem PKK programında, hem de Kürdistan Devriminin Yolu’nda açıkça ifade edilmiş olan bu siyasi söylem, bir yandan yerel bir hareketi evrensel bir söylemin sözcülerinden kılmak (“Kürdistan Devrimi, Ekim Devrimi’yle başlayan ve ulusal kurtuluş hareketleriyle gittikçe güçlenen dünya proletarya devriminin bir parçasıdır. … Emperyalizme karşı dünya halklarının kazandıkları kesin üstünlük, günümüzde, tek tek ülkelerde devrimlerin yapılmasını mümkün kılmaktadır”), bir yandan da evrensel bir söylemi yerel şartlara uyarlamak (“Sömürgelerde legal çalışma ve örgütlenme olanağı olmadığından, devrimcilerin, kendilerini korumak, halkı örgütlemek ve sömürgeci kurumları işlemez hale getirmek için, ideolojik, politik ve askeri mücadele biçimlerini iç içe kullanmaları zorunludur. Ülkemizde devrimin objektif şartlarını bağımsız ve gelişmiş kapitalist ülkelerdeki gibi tahlil etmek isteyenler, ancak devrim yapmak istemeyenler ve devrim kaçkınları olabilirler”) üzerine kuruludur. Böylelikle, devrimci taktiğin kurulu örgüt ve ülkenin somut koşulları tarafından belirlendiği düşüncesinin de eşlik etmesiyle, iki ayrı mevzide konuşlanmış iki düşman saptanmıştır: İlki “ajan şebekeleri ve istihbarat örgütlerinin ağ gibi örüldüğü bir ülkede …ajanlaşmış yapı ve istihbarat örgütleri”, ikincisi ise “sömürgeci dış güçler tarafından üretim güçlerinin önüne bir engel olarak dikilmiş bulunan üretim ilişkilerinin taşıyıcısı durumundaki aşiretler”. Uzun erimli bir tarihsel-siyasal çözümleme içerisinde, feodal ilişkiler bütünü, özellikle 2. Abdülhamit’in yürüttüğü politikaların neticesi olarak, kandaşlık asabiyesini canlı tuttuğu için siyasal bir birliğe giden yolun da önündeki en büyük engel olarak vazedilmiştir. Kürdistan Devriminin Yolu’na göre, Kürdistan’ın toplumsal yapısı, modern siyasi örgütler kurulmasını olanaksızlaştırmak üzere tertiplenmiştir: “Durgunlaştırılmış feodalizm, bu feodalizmi temsil eden uşak aşiret reisleri ve feodal şeyhler büyük bir engeldir. Modern bir burjuva ve proletarya sınıfı yoktur. Bu ortamda yeniden örgütlenen Türkler milli kurtuluşlarını kazanırken, emperyalistlerle de Kürdistan’ı bir daha ameliyat masasına yatırdılar.”
Bu zeminlere yaslanan PKK, ilk olarak bir iç egemenlik-dış egemenlik ayrımına gitmiştir. Yoğun bir İbn Haldun etkisinin hemen fark edildiği bu ayrıma göre, “İç egemenlik, esas olarak içinde doğduğu toplumun sosyal gelişmesini hızlandırır. Bireyin bağlı bulunduğu klan, kabile, aşiret, aile gibi kan bağına dayalı birimleri parçalayarak, daha üst düzeyde örgütlü halk, milliyet, ulus gibi birimlerin doğmasına yardımcı bir etken olur. İç gelişmeler sonucu devletin doğmuş olduğu toplumlarda kan bağına dayalı birimler daha erken ortadan kalkar. Aşiret bağı yerine sınıf bağı, yurttaşlık bağı doğmuş toplumlar, dil, kültür ve siyasi alanda daha da güçlü olurlar.” Yabancı egemenlik ise üzerinde uygulandığı toplumun sosyal ve ulusal yönde gelişme göstermesini köstekleyen bir egemenlik biçimi olarak kodlanmıştır. Buna göre sosyal açıdan daha üst bir toplum biçimine dayanan yabancı egemenlik, denetimi altına almış olduğu toplumu geri sosyal yapı içinde tutarak, gelişmesine olanak vermez. “Verdiği zaman o toplumu egemenlik altında tutması zorlaşır. Ulusal açıdan da daha üst düzeyde, örneğin ulus düzeyinde bir örgütlenmeye dayanan yabancı egemenlik, daha alt düzeydeki birimlerde örgütlü bulunan aşiret ve halk topluluklarının ulusal yöndeki gelişmesi önüne çeşitli engeller diker.”
Bütün saptamalar, uzamı, kurulmakta olan bir savaş aygıtının işleyebileceği bir yer olarak inşa etmeye dönük saptamalardır. Bu savaşla belirli bir insanlık durumuna son verilmek istenmektedir. Son verilmek istenen insanlık durumu tarifini şu biçimde bulur: “…siyasal ve ekonomik alanda güçten iyice düşürülmelerinin bir sonucu olarak kültür alanında da Kürtler üzerinde hâkimiyetlerini kolayca kuran Türkler, siyasal, ekonomik ve ideolojik bağımsızlık nedir bilmeyen, emeğine, ulusuna, giderek insanlığa yabancılaşmış, hayvanlaşmanın eşiğinde bir Kürt tipi oluşturup, kendi eserleri olan bu tipi “vahşi Kürt” diye damgalayıp, ortalığa attılar.” Bu saptama, düşman ilan edilen Türk Devletinin, bir kimlik inşa seferberliğine sürebildiği ve sürebileceği kaynakların gücünün de farkında olunduğunu ortaya koymaktadır. Böylelikle asli olarak neye karşı direnileceği de belirlenmiştir: “Tarih bize, devrimci akımların geliştiği her dönemde, çıkarları bozulanların, zorla engelleyemedikleri bu akımları, içten saptırıp diledikleri doğrultuda kullanmak istediklerini öğretmektedir.”
Daha baştan son derece uzun erimli bir direniş olarak kodlanmış olan hareket (Kürdistan Devriminin Yolu’nda, Medlerin Asurlulara karşı vermiş oldukları mücadelenin 300 yıl sürmüş olduğu hemen metnin başında dile getirilir ve birkaç defa vurgulanır), kendisine karşı direnilecek şey olarak, temelde, devletin karşı-inşa olarak adlandırılabilecek etkinliklerine ve istihbarat dilindeki adlandırmayla ‘rehabilitasyon’a işaret eder. PKK Ana Davasındaki siyasi savunmalar da bu çerçeveye uygun olarak gelişmiş; özellikle Kemal Pir, Mazlum Doğan ve Hayri Durmuş’un savunmaları, mahkemeyi işlemez kılmaya dönük bir tutum takınmak yerine, mahkeme işlesin diye uğraşarak, hüküm anında açığa çıkacak egemenliği daha açığa çıkmadan işlemez kılmaya yönelmişlerdir. Bu tutumlarıyla, hukukun özerk olduğu biçimindeki örtük kabul doğrultusunda, mahkemenin ideal-özerk halini reel mahkemenin ölçütü (Platoncu bir dille söylenirse mahkeme ideasını mahkemenin ölçütü) kılan klasik siyasi tutumu terk etmişlerdir.
Klasik tutuma en güzel örnek herhalde Sokrates’in Atina yasaları karşısındaki tutumudur. Atinalı olmaklığın kendisinin tartışma konusu haline getirildiği Kriton diyalogunda Kriton, Sokrates’e canını kurtarmasını öğütlemekte; Sokrates ise neden Atina’dan ayrılmaması gerektiğini açıklamaktadır. Kriton, Sokrates’e bir kötülük yapıldığını düşünmektedir, ama Sokrates onu şöyle yanıtlar: “Keşke bu insanlar en büyük kötülükleri yapabilseler de en büyük iyilikleri yapmak da ellerinden gelse. Ama gerçekte ne kötülük yapabilirler ne de iyilik, çünkü ne bir insanı bilge kılmak gelir ellerinden ne akılsız; yaptıkları rastlantının sonucudur” (Kriton, 44d).
Kriton’un bütün ısrarlarına karşın Sokrates kaçma fikrini reddeder. O hep aklının sesini dinlemiştir ve düşüncelerinin idam cezası karşısında da değişmesi beklenmemelidir. Hiçbir durumda bile bile eğri davranmamak gerektiğini kabul etmiş ve yanlışlığın her durumda onu işleyen insan için bir kötülük ve utanç olacağına inanmıştır bir kere. Sokrates için kaçmak eğri bir davranış olacaktır ve eğriliğe eğrilikle cevap vermemek ve ne olursa olsun hiçbir insana kötülük etmemek gerekmektedir (Kriton, 49a-c). Aslında o anlaşmasına sadık davranmaktadır. Devletin bekasını sağlayacak olan şey, bu anlaşmadır. “Verilen hükümlerin hiçbir gücü olmaz, kişiler onlara uymaz ve onları yok ederse, bir devletin devrilmeyip yaşamaya devam edeceğini mi sanırsın?” (Kriton, 50a-b). O, yaşamını ve varlığını siteye borçludur zaten.
Yurtla arasındaki ilişki de bir eşitlik ilişkisi değildir Sokrates’e göre. Eğer kaçmaya kalkışacak olursa yasalar sanki ona şöyle diyeceklerdir: “Seninle baban ve efendin (eğer bir efendin varsa) arasında eşitlik yokken, onun sana yaptığını sen de ona yapmak, küfre küfür, yumruğa yumruk ya da buna benzer bir şeyle karşılık vermek hakkına sahip değilken, yurduna ve yasalara karşı bu hakka sahip mi olacaksın?” (Kriton, 50e-51a). Yurt bir ana babadan ve bütün atalardan daha değerli, daha saygıdeğer ve daha kutsaldır. Yurt öfkeliyken ona çok daha fazla saygı ve itaat göstermek gereklidir; böyle bir durumda yurt ya inandırılarak yatıştırılmalı ya da sessizce buyruğu yerine getirilmeli; savaştan mahkemeye kadar her yerde devlet ve yurdun buyurduğu yapılmalı ve bu buyruk da yasaların izin verdiği yollarla değiştirilmelidir (Kriton, 51a-b). Çünkü Platon’a göre öteki türlüsü bilgelik değildir.
Peki yasalar kötü olamazlar mı? Söz konusu olan Atina yasalarıysa kötü olamazlar. Kötü olan yasa değildir, yasayı uygulamakta olanların haksızlığı söz konusudur. Ama Sokrates bu haksızlığa direnmeyi bile yasaya ve yurduna itaatsizlik olarak değerlendirmektedir:
Bugün öbür dünyaya yola çıkarsan, biz yasalar tarafından değil, fakat insanlar tarafından haksız olarak mahkûm edilmiş gideceksin. Oysa tersine, seni bize bağlayan antlaşma ve sözleşmeleri bozduktan, en az haksızlık yapman gereken kimselere, kendine, dostlarına, vatanına ve bize kötülük yaptıktan sonar; haksızlığa böyle çirkin bir şekilde haksızlıkla, kötülüğe kötülükle karşılık vererek kaçarsan, yaşamın boyunca dargın kalırız seninle ve orada kardeşlerimiz olan Hades yasaları, seçme hakkı elinde olduğu halde bizi yok etmeye çalıştığını bildiklerinden, iyi karşılamazlar seni (Kriton, 54c).
Sokrates yasalara ve yasanın yurt kıldığı yere bizatihi kendi varlığını, varoluşunu borçlu olduğunu düşünmektedir. Onunla yurdu arasında ontolojik bir ilişki vardır ve bu ilişki koptuğu anda o, kendisi olmaktan çıkacaktır. Ola ki kaçıp da giderse, gittiği yerde hep eksik, yarım bir insan olacağı düşüncesindedir. Yasaları iyi olan bir yere giderse, varoluşunun hiçbir meşru dayanağı kalmayacak, yasaları daha kötü olan bir yere gittiğinde ise iyice alçalmış, düşkünleşmiş olacaktır. Bu nedenle eksiksiz ve tam kalabilmesinin tek yolu kalıp cezasına rıza göstermesidir. Böylelikle aslında devlet için öngördüğü “bütün kalma” fikrinin tek bir insandaki yansıması, sadık bir uygulanışıyla karşılaşırız.
Fakat PKK Ana Dava mahkûmları, bir idealle karşı karşıya getirerek mahkemenin meşruiyetini iptal etmek değil de mahkemeyi kendi gerçekliğine iade etmek biçimindeki tutumlarıyla, gerçek üzerindeki söz haklarını muhafaza etme olanağını yakalamışlardır. Mazlum Doğan mahkemedeki ifadesinde şunları söylemektedir:
… ben hukuku bir üst yapı kurumu olarak, egemen sınıfların kanun biçimindeki müeyyidelerinin ortaya konuluşu olarak anlıyorum. Bir yaptırım gücü varsa, ancak o an için geçerli olabilir. Hukuki bazı kanunlar veya kurallar o an için geçerli olabilir. Yani yaptırım gücü olduğu için geçerli olabilir. Bunun tarihsel geçerliliği ancak üretim güçlerinin gelişmesine engel değilse söz konusudur. Fakat bu kurallar üretim güçlerinin gelişmesine ket vuruyorsa, engelliyorsa tarihsel bir geçerliliği yoktur. Ben de gerek benim, gerekse bu parti davasıyla yargılanan diğer kişiler hakkında verilen kararların şu anki geçerliğini değil, tarihsel geçerliliğini dikkate alarak, yani ben tarih karşısında kendimi sorumlu hissederek ifade vereceğim.
Bu tutum, mahkemeyi anlamsızlaştırmakla ya da anlamsızlığını ifşa etmekle değil, bir başka uzamda bir başka anlamla donatmakla ilgilenmektedir. Mazlum Doğan, belki 300 yıl sürecek bir mücadele geleneğinin belki 150 yıl sonraki bir taşıyıcısına seslenir gibidir; mahkemeyi de bunu kayıt altına almakla işlevlendirir. Kemal Pir’in ifadelerinde, bu durum daha da açık olarak dile gelmektedir:
Benim bu siyasal akıma katılmam niye mümkün oldu ve yahut ben böyle bir siyasal harekete niye katıldım? Katılışım hangi yıllara rastlar ve yahut benim böyle bir ideolojik, siyasi akımın ortaya çıkmasında ideolojik olarak katkılarım var mı? O noktanın da açığa çıkması, tarih önünde açığa çıkmasını istiyorum aynı zamanda ben. Yani şey açısından değil; zaten bu mahkemenin tarihsel bir mahkeme olduğuna inanıyorum ben. Yani basit bir dava olduğuna değil; yani herhangi bir hukuki şeyden ziyade, tarihsel önemi olduğuna da, yani buradaki mahkemenin tarihsel önemine de inanan bir insan oluyorum. İnsan olarak tarih önünde de gerçeklerin ortaya çıkmasını yani şahsımla ilgili olarak tarih önünde de gerçeklerin ortaya çıkmasını yani şahsımla ilgili olarak gerçeklerin tarihe gerçek olarak geçmesini istiyorum (vurgular benim).
Uzun, upuzun bir hikâyenin bir parçası olarak kodladıkları kendi hikâyelerinin doğru anlatılması için konuşurlar mahkemede. Suçlanışlarına ilişkin 30’a yakın madde sıralanmıştır ve Mazlum Doğan, ellerinde bir kanun kitabı olmadığı için bu maddelerin ne anlama geldiğini bilmediğini belirtir.“Öyle bir aparat terimi geçiyor. Polislerin kullandığı bir terim mi, hukuki bir terim midir, biz bilemiyoruz. Bu aparattan ne anlaşılıyor, birbirimize sorup duruyoruz.” Yine Hayri Durmuş’un bu konudaki sözleri şu biçimdedir: “…bugün yargı önüne çıkarılmakta olan yüzlerce parti militanı, parti kadrosu ve taraftar, her türlü savunma olanaklarından aslında mahrum bırakılmıştır. Adli müşavirliklere defalarca müracaatlarda bulunulduğu halde, bu konuda gerekli kolaylıklar gösterilmemiştir, kitaplar, kanunlar, yasalar talep edilmiştir, malzemeler, materyaller talep edilmiştir, bu konuda adli müşavirlik kolaylık göstermemiştir. Bunun dışında, sıkıyönetim komutanlıklarının emriyle avukatlarımız çalıştırılmamıştır, defalarca gözaltına alınmışlardır.” Fakat buradaki esas arzu, doğru düzgün bir strateji ve savunma oluşturma arzusu değil, mahkemeyi tarihselleştirme arzusudur. Mazlum Doğan’ın sözleriyle, “Tarihsel olarak da pek çok gerçeği açığa çıkarabilecek bir ifadenin verilmesi mümkün olabilirdi. Eğer elimize söz konusu istihbarat dokümanları -istenmiştir- geçebilseydi, ifadelerimizi yazılı olarak verme imkânımız olsaydı, yasa kitapları elimizde olabilseydi geniş açıklamalarda bulunabilecektik.”Ancak burada da söz konusu yoksunluklar, temelde, daha iyi bir strateji kurmak yolundaki olanaklardan yoksun bırakılmak biçiminde tarif edilmemektedir. Kelimenin edebi anlamıyla ‘biçimsel’ eksikliklerin nedeni üzerine bir beyandır bu. Hikâye edişin bir ayağının neden sarsak olduğunun ibraz edilmesidir.
Mahkeme esnasındaki tartışmalar, eninde sonunda ‘gerçeğin’ (hakikatin değil) ne olduğu üzerine bir tartışmaya dönüşmüştür. Örneğin duruşma yargıcı Kemal Pir’e Kürdistan’la nereyi kast ettiğini sorduğunda Kemal Pir “Kürt dilinin yayılma alanı Kürdistan’ın kesin sınırıdır” yanıtını verir, “Burası Antep’i içine alır, Maraş’ı içine alır, Sivas’ın bir kısmını oradan Erzurum, Kars’ın bir kısmı ile…” Bunun ardından yargıcın peş peşe soruları gelir: “Siz dilci olarak buraları gezdiniz, dil alanında inceleme yaptınız, dilin yapısı hakkında?” “Dil hususunda inceleme yaptınız mı siz?” “Çok az bir inceleme yaptığınıza göre, bu dil hususunda, dilin yayılma alanı ile ülkenin yayılma alanı hakkında nasıl bağıntı kurabiliyorsunuz?” Duruşma ‘tartışma’ya dönüşmüştür ve yargıç, Kemal Pir’i ‘bilimsel’ olarak boşa çıkarma çabasına yönelir: “Hayır, bilimsel olarak araştırma yaptım diyorsunuz, ondan sonra dile göre ülke sınırı çiziyorsunuz.” Kemal Pir buna yanıt olarak, Avrupa’da ulus devletler oluşurken, ülkelerin, dilin yayılma alanına göre tespit edildiğini belirterek, çeşitli örnekler (Fransa, Norveç, İsveç, Hollanda) sıralayınca, yargıç İsviçre’de kaç dil konuşulduğunu sorar. Tek bir örneğin bile Kemal Pir’in genellemesini boşa çıkaracağının farkındadır.
Bu karşılıklı konuşma içerisinde artık Kemal Pir herhangi bir şeyle suçlanmakta değildir; mahkeme adeta bir hukuk kişisi olarak Kemal Pir’le konuşmamakta, başka bir siyasal söylemin temellerini ortadan kaldırma arzusuyla hareket etmektedir. Bu durum, tuhaf ve paradoksal bir eşitlik momenti yaratır. Bu moment açığa çıktıktan sonra ‘bilimsel’ tartışmayı kazanmanın ya da kaybetmenin pek bir önemi yoktur; sadece kendi siyasal gündemi içerisinden söz alan bir özne konuşmaktadır. Kemal Pir bir an için bile olsa ‘tanınmıştır’.
Mazlum Doğan’ın savunmasında da benzer bir tekrar yaşanır; biçimsel bakımdan özdeş bir yinelenmedir bu. Doğan’ın Kürdistan tarihinden söz ettiği sırada, yargıç, “Şimdi bu okuduğunuz yayınlar, yazarların şahsi fikirlerine mi dayanıyordu, yoksa belirli bir kaynağı aktararak mı?” biçiminde bir soru sorarak, tartışmanın ‘bilimsel’ bir tartışma olduğunu bir kere daha onaylar. Ardından Mazlum Doğan’a kültür konusunda bir araştırmasının olup olmadığını sorar. Sonra da yargısını dile getirir: “Araştırman yok ise böyle bir dilin varlığından, çeşitli dillerden meydana gelmiş olamaz mı?” Doğan bunun bir öneminin olmadığını dile getirince, “Ama sen diyorsun ki Kürt dili vardır, kültürü vardır diyorsun. Bu dil çeşitli dillerden toplanmış, kelimelerden mürekkepse yine bu dili böyle mi kabul edeceğiz?” diyerek, konuyu iyiden iyiye dilbilimsel ve tarihsel bir konuya dönüştürür. Mahkeme salonunda, artık, Kürtlerin kökeni, tarihlerinde bir devlet kurmuş olup olmadıkları vs. tartışılmaktadır.
Mazlum Doğan, kendi gündemi içerisinden söz alırken, mahkemeyi tarihsel kayıtla işlevlendirmenin, fakat bir hamleyle, mahkemeyi de kendi söylem ve gündemine kaydetmenin bir diğer örneğini ise şu biçimde sunmuştur:
partiye yönelik bazı suçlamalar var … Bunların içerisinde partinin halka karşı zorbalık yaptığı, zor kullandığı biçiminde bir şey var. Eğer halktan işçiler, köylüler, aydınlar, gençler ve diğer yurtseverler anlaşılıyorsa bu doğru değildir; ama çeşitli feodal güçler, gericiler, ajanlar falan anlaşılıyorsa doğrudur. Bunlara karşı hareket, kendisini korumak için zor uygulamıştır. Yalnız ben açık yüreklilikle şunu da tespit edeyim; hareketin safında olan veya ona destek sağlayan, onunla beraber kavga eden insanların hepsinin siyasal bilinç düzeyi, ideolojik bilinç düzeyi, meseleleri kavramaları bir değildir, bu mümkün değildir. Yani insanlar aynı kalıptan çıkmaz. Bu insanlardan bir kısmı parti adına ya da hareket adına çeşitli kişilere karşı kaba da davranabilir, zor da kullanmış olabilir veya belli baskılar da yapmış olabilir: ama bu, partinin çizgisini, ideolojisini yansıtmaz. Böyle bir şey yoktur. Yani parti kendisini halkın içinden çıkmış kabul ediyor. Ve onun kavgasını veriyor. Bu işçi sınıfının örgütü, işçi sınıfı temeline dayanıyor ve sınıf olarak işçi sınıfı temeline dayandığı halde kitlesel temel olarak kendisine geniş halk kitlelerini, emekçi kitleleri almış. Gene emekçi kitlelerine dayanan, ondan güç alan bir siyasi organizasyonun onlara karşı baskıcı, onlara karşı zorbacı olması kendi kendisini tüketmesidir.
Açık yüreklilikle! Bu sözler elbette mahkeme heyetine söylenmiş değildir. Eşitsizliğin tarihinin aynı zamanda ‘yazı’nın da tarihi olduğu bilinmektedir; fakat Kemal Pir ile Mazlum Doğan, öyle bir konumlanmışlardır ki yazıcıyı, bir geleneğin aktarılması yolunda bir araca, bir ulağa dönüştürmüşlerdir. Bu çaba sırasında, özellikle Mazlum Doğan’ın, hâlâ burjuva aklıyla hesaplaşmasını sürdürüyor oluşu da hayranlık uyandırıcıdır. Genel olarak hareketin Türkiye kamuoyunda, resmi basın tarafından, yayın organları tarafından “Apocular” biçiminde tanıtılmasında burjuva aklının işlemekte olduğu saptamasında bulunur: “Kürdistan’daki burjuva milliyetçi hareketler tarafından böyle adlandırılmaktadır. Oysa bir siyasal organizasyonun bir kişinin adıyla lanse edilmesi doğru bir şey değildir. Aslında gerçekte de böyle değil. Adı üzerinde bir partidir ve adı da Partiya Karkeren Kürdistan’dır. Daha çok Apocular diye lanse edilmesi Kürt burjuva milliyetçileri tarafından yapılmıştır.”
Burjuva aklın sızmalarına karşı verilen mücadelenin kendisini kayıt altına aldırmak ve bunu yaparken de devletli anlatıyı parçalamış bir hikâyeyle ortaya çıkmak… PKK Ana Dava mahkumlarının bir stratejisi varsa o da budur. Özellikle de Mehmet Hayri Durmuş’un tek isteğinin mahkemede yazılı ve detaylı bir siyasi savunma yaparak Kürt halkının davasını tarihe mal etmek olduğu bilinmektedir. Hayri Durmuş hem Merkez Komite Üyesi hem de kurucu üye olduğu için, onun savunması, içerik bakımından biraz değişmekle birlikte, diğer savunmaların esasını yineler. Bir ek yaparak… Durmuş, mahkemeyi bir iktidar rejiminin bir uzantısı biçiminde tanımlayarak, asıl bakılması gereken yerin devletin politikası olduğu saptamasını yapar ve tam da bu zeminden hareketle mahkemenin politik olmadığını ileri sürer. “İddia makamı ve dolayısıyla mahkeme hareketimizi yargılarken veya değerlendirirken politik davranmamaktadır.” Bundan kast ettiği PKK’nin basit bir çete muamelesi görmesidir. Diyarbakır 7. Kolordu Komutanlığı 2 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesini politik düzleme davet ederek, yalnızca, bağlısı bulunduğu hareketin siyasal niteliğini öne sürmekle kalmamakta, aynı zamanda ‘politik olan’ı da devletin elinden almakta ve böylelikle hakiki anlamıyla politikaya bir çağrı çıkarmaktadır. Bu çağrı, mahkemenin stratejisini açığa çıkarır. Bu strateji ne olursa olsun, PKK’lilerle siyasal bir düzlemde karşılaşmamak üzerine kuruludur. Tartışmaların ‘bilimselleşmesinden’ de aslında bu strateji sorumludur. Hayri Durmuş’un bu stratejik konumlanışa müdahalesi “Hareketimiz ideolojik olarak ortaya çıkmıştır. Giderek politikleşmiştir. Belli bir programı, tüzüğü vardır, düşünceleri vardır, ülkeyi değerlendirişi, şusu busu vardır. Bunlarla ilgili olarak mahkemenin elinde bir ton belge vardır, kitaplar vardır. Yani, bir geniş çapta ideolojik düşünceler aslında iddianameye yansıtılması gerekirken, bu hususta iddialar adeta çete şeyine uydurulmuştur” biçiminde olmuştur. Böylelikle, paradoksal bir biçimde, mahkemenin PKK’lileri siyasetin dışına atmak üzerine kurulu stratejisi, bizzat mahkemeye ve dolayısıyla devlete karşı tersine dönmüş bir bıçak halini almıştır. Çünkü bu strateji, yalnızca ‘gerçek’ bildiklerini dile getirmekten başka bir seçeneği kalmayan ve yalnızca bunu dile getiren mahkûmlara, sözün inisiyatifini ele geçirmeleri şansını vermiştir.
14 Temmuz 1982 tarihli duruşmada, Hayri Durmuş, siyasi savunma yapma haklarının ellerinden alınmış olduğuna işaret ederek ölüm orucuna başladığını duyurur. Mahkeme Başkanı Hakim Albay Emrullah Kaya, “Ölüm orucu kararından vazgeç. Mahkeme heyeti olarak savunma sorununuzu ve cezaevi koşullarınızı ilgili yerlere yazılar yazarak halledeceğiz. Savunma hakkınız vardır, savunma yapabilirsiniz” deyince, Hayri Durmuş “Artık söyleyeceğiniz hiçbir şey umurumda değil” diye karşılık verir. Mezar taşına “Halkına karşı borçlu öldü” yazılmasını vasiyet eder.
14 Temmuz 1982 günü yapılan bu duruşmadan sonra Diyarbakır Cezaevinde başlatılan ölüm oruçlarında Kemal Pir 7 Eylül, Hayri Durmuş 12 Eylül, Akif Yılmaz 15 Eylül ve Ali Çiçek ise 17 Eylül 1982 tarihinde yaşamlarını yitirdi. Cezaevi ile mahkemenin iç içe geçmiş olduğu bir makine gibi çalışan bu düzenek, peş peşe ölümlerle, ölüm ve yaşam üzerindeki söz sahipliğini yitirmekte olduğunu görünce yeniden hukukun alanına çekilmek biçiminde bir manevra yapmış ve Sıkıyönetim Komutanlığı Adli Müşavirliği duruşmalarda sanıkların siyasi yazılı savunmaları önüne konulan engellerin kaldırılacağını açıklamak zorunda kalmıştır.
DİPNOTLAR
[1] Bu yazıda kendilerinden alıntı yapılan metinler Abdullah Öcalan’ın Kürdistan Devriminin Yolu kitabı ile Kemal Pir, Mazlum Doğan ve Mehmet Hayri Durmuş’un mahkeme savunmalarının tutanaklarından oluşmaktadır. Bunlara internet üzerinden erişmek mümkündür. Ayrıca Platon’un Kriton diyalogundan çeşitli alıntılar mevcuttur ki yerleri metin içinde belirtilmiştir.