Kerwin Lee Klein (2000:128) tarih ve belleğin birbiriyle zıt şeyler olmadığını söylemenin artık bir klişe haline geldiğinden söz ediyordu. Görece erken bir tarihte yapılmış bu tespitin bugün ne derece güncel olduğu, tarih ve bellek arasında kurageldiğimiz ilişkide kendini açığa vuruyor. Zıtlıklar, ikilikler sadece düşünce temrinlerini değil, gündelik hayatı da kolaylaştırıyor. Kıvam kazanmış, meşruiyetini sorgulamaya lüzum görülmeyen, toplumsal hayatın sınırlarını çizdiğini varsayılan yapıların karşısına çıkarılan düşünsel açıklıklar umudun, iradenin, failliğin görünür olduğu, belirginleştiği bir hareket alanı sağlıyor sağlamasına ama kimi zaman bu gibi girişimler, kimi kavramların handiyse fetiş nitelikler edinmesine de kapı aralıyor. Bellek ve tarih arasında, kimi zaman niyetlenilmeden kurulan ikilik de benzer bir kaderi yaşıyor. Bunda, bellek etrafında örülen çalışmaların ve bellek tartışmalarının son 30-40 yılda, yaygın olarak kabul gören bir “patlama” yaşadığı gerçeği de etkili elbette.
Belleğin, özellikle de kolektif belleğin daha arkaik bir kavranışı, tarihin alternatifi, tarihin antitezi, hatta tarihin zıddı olarak bellektir. Tarihin merkezi, yapısal, kapalı bir anlatı olarak kavranıyor olmasında, elbette ulus-inşa süreçleri ve ulusal belleklerin tekleştirici hikayelendirme biçiminin etkisi büyük. Resmi tarih yazımı, kanonlar, ulusal tarih kurgusu, merkezi biçimde inşa edilen tarihin bilindik örnekleri. Geçtiğimiz yüzyıl içinde sözlü tarih, sosyal tarihçilik gibi açılımların, geçmişle hesaplaşma deneyimlerinin etik-politik mirasının bu otoriteyi hayli sarstığı bilindik bir gerçek. Bellek tartışmalarının tarihin karşısındaki sorgulayıcı ve meydan okuyucu potansiyelinin de aynı çatlaktan sızdığını söylemek mümkün. Tarihin devletlerle, dışlayıcı anlatılarla hizalandığı koşullarda, bellek tarihin karşısında sivil olanın, yurttaşlara ait olanın, hatta yurttaş olamayanların, sesi olmayanların sesi olarak anlaşılır. Bellek çalışmaları ve sözlü tarih epistemolojisi arasında paralellikler olduğu, bellek çalışmalarının da tıpkı sözlü tarih gibi, sesi olmayanlara, sesi duyulmayanlara yöneldiği doğru elbette. Ancak, tarih ve bellek arasında böyle bir karşıtlık kurmanın da sakıncaları var.
Her şeyden önce bu ikisini birbirinden kopuk entiteler olarak kavramak, bellek dediğimiz şeyin tarihin hammaddesi ya da daha az işlenmiş bir versiyonu olarak düşünülebileceği fikrini gözden kaçırmamızı sağlar. Söz gelimi, Zelizer (1992) gazetecilerin bellekle ilişkisinden bahsederken, gazetecilik pratiğinin ortaya çıkardığı şeyin tarihin ilk taslağı olduğunu hatırlatır. Ona göre, medya bir tür bellek arşivcisidir; gazetecilerin tuttuğu kaydın, oluşturduğu arşivin, kim tarafından, ne zaman, ne maksatla, hangi bağlamda tutulduğu ya da oluşturulduğu hassasiyetle üzerinde durulması gereken sorulardır (Zemon Davis ve Starn’dan aktaran Zelizer, 1992: 194). Böyle bakıldığında, kamusal bellek pekâla, “toplumsal düzenin depolama sistemi” olarak kavranabilir (Douglas’tan aktaran Zelizer, 1992: 195). Bu hatırlatmanın işaret ettiği şey, örnekleri çoğaltılabilir olmakla birlikte, gazetecilik pratiği özelinde işleyenin de tarihle içli dışlı, onunla açık ekonomi-politik bağları olan bir bellek inşa sürecinin varlığıdır. Bu türden bir bellek inşası, tarihin karşısına dikilebilecek, onu aşındıran bir şey olmaktan çok, onun yazılmasına ve zaman içinde katılaşmasına olanak sağlayan bir bellek işleyişine işaret eder.
O halde belleğin yukarıda söz edilen ve özlem duyulan kimi niteliklere kendiliğinden biçimde sahip olmadığını teslim ederek tarihe meydan okuyabilecek bir bellek anlayışından söz edeceksek, belleği daha özgül biçimde tanımlamamız gerektiğini hatırlamakta fayda var.
***
XX. yüzyılın başında, klasik sosyolojinin kadim sorusu – hala güncelliğini koruyan bu soruya verilen cevap, şüphesiz bir dünya görüşünün de ifadesiydi – yeni toplumu neyin bir arada tutacağıydı. Başta Durkheim olmak üzere, “kolektif bellek” kavramının sosyolojinin konusu haline gelmesini sağlayan Halbwachs’ın (1992) ortak hatırlama üzerine düşünürken ki esin kaynakları da aynı soruya cevap arıyordu. Halbwachs’ı ilgilendiren irili ufaklı toplumsal grupların (kuşaklar, aile vs.) bir arada kalmasında ortak hatırlamanın nasıl bir yeri olduğuydu. Halbwachs’ın sorduğu soru, adına kolektif bellek dediği ortak hatırlama ediminin ontolojisine dair de ipuçları yakalayabileceğimiz yerdir. Halbwachs, ortak hatırlama etrafında birleşmiş grupların çoğulluğundan bahseder bahsetmesine ama buradaki temel ilgisi, bu gruplar arasındaki güç ilişkileri yahut belleği potansiyel bir çatışma alanı olarak görmesi değil, gruplar içindeki tutunum meselesidir. Yani, Halbwachs’ın bu ilgisi, yüzyıl başı sosyolojisinin ilgilerini yansıtır; dolayısıyla, bir yanıyla muhafazakardır. Temel olarak ilgilendiği şey, hatırlama ve hatırlananı kamusal görünürlüğe taşıma asimetrisi değil, ortak hatırlamanın yarattığı uyum ve bunun gruplar düzeyinde toplumsal işleyişidir.
Bu muhafazakâr sayılabilecek bellek anlayışını, bugün bizim anladığımız anlamda demokratik bir epistemolojiye taşıyan, kavramsal açılımlardan çok reel toplumsal gelişmeler ve onları takip eden tartışmalar olmuştur. Wertsch (2002) tarihin demokratikleşmesinde ilk adım olarak 2. Dünya Savaşı’nın sonunu işaretler. Savaşın ve soykırımın ardından yaklaşık yirmi yıl süren travmatik sessizlik, savaşın kahramanlarının değil, hayatta kalanlarının lehine bozulmuştur. 1960’larda ve 1970’lerde genelde tarih yazımı, özelde sosyal tarihçilik alanında olup bitenler, yine kanonik olanın, katılaşmış ve toplumsal eşitsizlikleri görmezden gelen tarih anlatılarının dışında var olmaya çalışan yeni bir tarih anlayışının ortaya çıkması açısından önemlidir. E. P. Thompson’ın 1963’te yayınladığı İşçi Sınıfının Oluşumu ve 1975 tarihli The Edwardians’ın ardından, politik ve angaje tarihçiliğin kurumsallaşması açısından, 1976 yılında çıkmaya başlayan ve bugün hala yayınlanan History Workshop Journal’ın kurulması anlamlı bir gelişmedir. 1982’de İngiliz Kültürel Çalışmalar Okulu’ndan gelen Popüler Bellek Grubu, tıpkı okulun geri kalanının yaptığı gibi, Gramsci’den ve onun hegemonya kavrayışının vaat ettiklerinden esinlenen bir bellek kuramını ve bellek mücadelesinin olanaklarını tartışan, manifesto benzeri bir metin yayınlamışlardır[1]. Yaptıkları, popüler belleğin, yani tarihin, kanonların, ana akım bellek anlatılarının dışında kalan belleğin etrafında bir toplumsal araştırma hattı için çağrıda bulunmaktır. Tüm bu tartışmaların ve gelişmelerin arkasında, 2. Dünya Savaşı’nın ve soykırımın hayatta kalanlarının, 1960’lı ve 1970’li yılların toplumsal hareketlerinin, sömürge sonrası toplumlardan yükselen yerli seslerin ve yaklaşık yirmi-otuz yıl sonra sosyalizm sonrasını deneyimleyen toplumlarda devlet arşivlerinin kamusallaşması/demokratikleşmesinin beraberinde getirdiği hareketlenmelerin rüzgarı vardır.
Tarihin otoritesini sorgulayan bellek anlayışı böyle bir tarihsel seyrin içinde serpilmiştir. Ancak, bellek işinin içkin olarak demokratik bir ontoloji ve epistemolojiye sahip olamayacağını düşünmek için elimizde hayli büyük kanıtlar var. Bellek tek tek insanlara, susturulmuşlara, sesi bastırılanlara ait olduğu kadar, devletlere ve tarihsel bir olayın nasıl anlatılaştırılacağını belirleyen kurumlara da ait ve toplumsalın her bileşeninde olduğu gibi, bu alan da güç ilişkilerinden, temsil ve dolaşım olanaklarının eşitsizliğinden muaf değil. Dijital dünyanın yarattığı olanaklardan, dünyada gittikçe güç kazanan bellek aktivizmlerine, hakikatin kendini açığa vurma potansiyelinden, hatırlamanın faillerinin iradelerine bir dizi açıklık, tarih karşısında belleğin elini güçlendiren durumlar ve gelişmeler olarak okunabilir elbette. Belleğin, belleklerin tarihe yön verme kabiliyeti artık yaygın olarak kabul görüyor. Weine’nin (2006: xxi) kışkırtıcı önermesi, yani belleğin tarihe yön verdiği bu çağda, gelecek üzerine verilen mücadelenin aslında hikayeler üzerine verilen mücadelenin ta kendisi olduğu önermesi, tarih ve bellek ilişkisi üzerine düşünürken yol açıcı görünüyor. Üstelik sadece hikayelerin nasıl anlatılacağı değil, hatırlanıp hatırlanmayacağı da bellek işinin daha da zahmetli hale gelmesini sağlarken.
***
Bellek bir mücadele alanı ve Weine’nin hatırlattığı üzere, tarihe yön verme kabiliyetine sahip olsa da, büyük ölçüde bu mücadelenin niteliğine ve mücadelenin verildiği koşullara bağlı. Ne devletler ne tarih yazımını şekillendiren kurumlar, alternatif, meydan okuyucu, baskın anlatıda gedikler açan anlatıların tarihe eklemlenmesine, hatta çoğu zaman sızmasına dahi tahamüllü değil. Özellikle de ihtilaflı ve bu ihtilaf(lar)ın görmezden gelindiği tarihsel olaylar ve bunların yarattığı toplumsal travmalar söz konusu olduğunda. Oysa toplumsal travmaların hatırlanması muhatap ister. Muhatapsız ve yüzleşmeyle tamamlanmamış travmalar sağalmaz[2]. Hatırlama, sorumlu “öteki”nin (yani, çoğu zaman devletin ve resmi faillerin) şahitliğinde gerçekleşmediği sürece, travmanın zihinsel ve duygusal olarak tekrarlanmasının ötesine nadiren geçer. Dolayısıyla, aslında hem bir bireye hem de toplumsal bir gruba uygulanabilecek en ağır şiddet biçimlerinden biri inkâr, sorumluluğun reddi, bir diğer deyişle, onu muhatapsız bırakmaktır. Tarih ve belleğin bir zıtlık olarak değil, tarihin bütün gönülsüzlüğüne karşın, işbirliği içinde işlemesi gereken iki pratik olarak kavranması gerekliliği de buradan ileri gelir.
Hatırlama gibi, bazen unutma da sağaltıcıdır. Ancak travmanın, en basit tanımıyla, bellek dizgesine yerleşememiş, zaman zaman onun sınırlarını zorlayan, bütünlüğünü bozan anı olduğu düşünüldüğünde, henüz bellek dizgesine yerleşmemiş olanın unutulması da mümkün değildir. Yani, sağaltıcı bir unutma da ancak hatırlamayla mümkün hale gelir. Geçmişle hesaplaşma, hatırlamanın siyasal alana taşınması ve bu belli türden hatırlamanın kamusal olarak tanınması ile mümkün hale gelir. Kamusal olarak tanınma özellikle önemlidir, çünkü geçmişle yüzleşme süreçlerinde muhatap, olayın kurumsal ve bireysel failleri olduğu kadar, olanlara seyirci kalanlar, yani, suçun işlenmesiyle doğrudan ilişkisi bulunmamakla birlikte, suçun işlenmesine şahit olup suç karşısında sorumluluk almayanlardır da. Yanı sıra, tanıma yas tutmanın ve adalet duygusunun tatmin edilmesinin de ön koşuludur (Danzikyan, 2013: 116). Burada kaçınılmaz olarak, Arendt ve Jaspers arasında, Yahudi Soykırımı’nın ardından suç ve onunla hesaplaşma etrafında şekillenen tartışmayı anmak gerekiyor. Bu etik, politik ve entelektüel mübadeleyi etraflıca ele alan metinlere bakılabilir[3]; tartışmanın önemli bir veçhesinin bu olağandışı, yıkıcı ve travmatik olaydan kimin ya da kimlerin sorumlu tutulması gerektiği üzerine geliştiğini, Jaspers’in suçlar işlenirken eylemsiz kalanların da suça ortak olduğu fikrinden yola çıkarak “kolektif suç” anlayışını savunmasının karşısına, Arendt’in herkesin suçlu sayıldığı koşullarda kimsenin yargılanamayacağı itirazıyla çıktığını hatırlatmakla yetineyim (Sezer, 2015). Şüphesiz Yahudi Soykırımı ve Alman toplumunun geçmişle ilişkisinden fazlasını vaat eden bir tartışma bu. Bu tartışmadan yola çıkmamış olsa da, 10 Ekim 2015’te, Ankara Garı’nda meydana gelen patlamadan kısa bir süre sonra yazdığı kısa yazıda, Necmi Erdoğan’ın (2015) Türkiye toplumunu bir arada tutanın ne olduğu sorusuna cevaben, Türkiye toplumunun bir suç ortaklığı toplumu haline geldiğini söylemesi, olan bitene şahitlik eden ancak bunlarla ilgili sorumluluk taşımıyormuşçasına, “gündelik hayatın hiçbir şey olmuyormuş gibi devam ettirilebildiği” koşullarda suça ortak olunduğunu hatırlatması, bana göre, yukarıda bahsettiğim tartışmanın da güncel bir görünümü olarak okunabilir[4].
***
Bu metindeki tartışma, bellek ve tarih ilişkisine sakınımlı bir şekilde bakma çabasıydı. Bu tartışma kaçınılmaz olarak geçmişin nasıl işlendiği ve işlenebileceği etrafında örülmüş, sadece psikanalizden sosyolojiye, travma çalışmalarından bellek araştırmalarına farklı disiplinlere değil, aynı zamanda dünyanın farklı coğrafyalarındaki deneyimlere de değen bir tartışma. Bu deneyimlerin ve onların arkasında bıraktığı mirasın bu yazıdaki tartışmanın sınırlarını kat be kat aşan bir hacmi var[5]. Neyse ki, bu öğretici ve zaman zaman ümitvar tarihsel gelişmeler akademik disiplinlerden daha çok, hatırlamanın politik bir eylem olarak kavrandığı demokratik bellek hareketlerinin ilgisini çekiyor, şayet bu gelişmelerin bizzat faili değillerse.
Kundera, insanın iktidara karşı mücadelesinin belleğin unutmaya karşı mücadelesi olduğunu söylüyordu Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’nda. Bellek işine etik-politik boyutunu kazandıran da, nerede üretilmiş olursa olsun, bu mücadelenin kaçınılmaz olarak bir parçası haline geliyor olması olmalı. Hatırlamanın en ağrılı biçimi olan bir felakete tanıklık etmenin etik, politik ve hatta terapötik içerimleri, hatırlamayı devletlerin ve onların kurumlarının tekelinden çekip alan bellek işlerinin de içerimleri aynı zamanda. Weine’nin bahsettiği haliyle, üzerine mücadele verilen hikayeler de, hatırlama da çoğul; belleğe tarih karşısındaki kuvvetini ve umut verici karakterini sağlayan da bu çoğulluk. Ortak belleğin dirayeti ve direngenliği de çoğu zaman bu çoğulluk ısrarının bir tür garantisi olarak ortaya çıkıyor. Felaketlerin kolektif, hatta kimi zaman örgütlü bir dirençle unutturulmaması, şahitlik yükümlülüğü, bellek cemaatleri içinde ve bu cemaatlerin toplumun bütünü karşısında şahitlik ediminin “karşılıklılığının ve karşılıklı sorumluluğunun” (Booth, 2006: xii) bir tür etik norm olarak kavranmasındaki ısrar, zaman zaman en kıyıcı olanı dahi bütün başka sesleri bastırıp katı, kapalı, değişmeye dirençli anlatıların sınırlarından çekip çıkarabiliyor.
Benjamin’e bakılırsa, “tarih bizden kendi kefaretini bekler”. Kefaretin aradığı, geçmişin bütünlüklü biçimde hatırlanmasıdır; “ ’büyük’ ya da ‘küçük’ olaylar ya da bireyler arasında herhangi bir ayrım gözetmeksizin” bir hatırlama. “Tek bir insanın acısının unutulduğu yerde dahi, kurtuluş mümkün değildir” (Löwy, 2005: 34). Resmi tarihyazımının pragması, çoğu zaman kimi acıların unutturulmasını gerektirir. Gerçekte aralarında düşünsel herhangi bir yakınlık bulunmasa da, Weine’nin Bakhtin’den esinlenerek (2006: 96) söyledikleri, Benjamin’in kefaret ve kurtuluş sorusuna bellek ve hatırlama ilgisinden verilmiş bir cevap gibidir: Ya felaket çoktan vardığımız bir olay değil de, bir başlangıçsa? Ve felaket, hatırlayanın felaketin tortularını pasif biçimde taşıdığı düşünülen birinin hayatta kalana ve şahitliğe ses veren, çok sesli bir şahitliğin aktif katılımcısına dönüştüğü açık uçlu bir başlangıç noktasıysa? Bu sorular, tarih ve bellek arasında gerçekçi olmayan bir zıtlık inşa etmektense, örgütlü, kolektif, karşıt belleğin tarihi dönüştürücü kuvveti üzerine düşünmenin çok daha vaat edici olduğunu anlatıyor.
DİPNOTLAR
[1] Bkz. Popular Memory Group, “Popular Memory: Theory, Politics, Method”.
[2] Bkz. Kaptanoğlu, C. “Travma, Toplumsal Yas ve Bağışlama”.
[3] Türkçe’de ilk akla gelen iki metin için Bkz. Sezer, D. “Soykırım, Yüzleşme, Sorumluluk: Lemkin, Jaspers, Arendt” ve Bora, T. “Geçmişle Hesaplaşmak: ‘Söyledim ve Vicdanımı Kurtardım’dan Ötesi”.
[4] https://www.birgun.net/haber/turkiye-bir-toplum-mu-92688
[5] Çok sayıda farklı deneyimi inceleyen bir metin için bkz. Günal, A. Ve Özengi, Ö. (yay. haz.) Bir Daha Asla! Geçmişle Yüzleşme ve Özür; feminist perspektiften çatışma ve barış deneyimlerinin değerlendirilmesi için bkz. Daşlı, G. ve Alıcı, N. (haz.) Toplumsal Cinsiyet ve Barış; hukuki bir perspektiften kapsamlı bir inceleme için bkz. Sancar, M. Geçmişle Hesaplaşma.
KAYNAKÇA
Booth, W. J. (2006). Communities of Memory: On Witness, Identity and Justice. Ithaca: Cornell University Press.
Bora, T. (2009). “Geçmişle Hesaplaşmak: ‘Söyledim ve Vicdanımı Kurtardım’dan Ötesi”. Birikim 248. 7-17.
Danzikyan, Y. (2013). “Özür, Yüzleşme, Yas”, içinde Bir Daha Asla! Geçmişle Yüzleşme ve Özür (yay. haz. A. Günal ve Ö. Özengi). İstanbul: İletişim. 105-117.
Daşlı, G. ve Alıcı, N. (haz.) (2019). Toplumsal Cinsiyet ve Barış. Ankara: Dipnot.
Erdoğan, N. (2015). “Türkiye Bir Toplum mu?”. Birgün Gazetesi, 18 Ekim 2015. https://www.birgun.net/haber/turkiye-bir-toplum-mu-92688
Günal, A. Ve Özengi, Ö. (yay. haz.) (2013). Bir Daha Asla! Geçmişle Yüzleşme ve Özür. İstanbul: İletişim.
Halbwachs, M. (1992). On Collective Memory (ed. L. A. Coser). Chicago: The University of Chicago Press.
Kaptanoğlu, C. (2009). “Travma, Toplumsal Yas ve Bağışlama”. Birikim 248. 32-36.
Klein, K. L. (2000). “On the Emergence of Memory in Historical Discourse”. Representations 69. 127- 150.
Löwy, M. (2005). Fire Alarm: Reading Walter Benjamin’s “On the Concept of History”. London: Verso.
Popular Memory Group (1982). “Popular Memory: Theory, Politics, Method”, içinde Making Histories, Studies in the History Writing and Politics (ed. R. Johnson vd.). London: Hutchinson, 205-252.
Sezer, D. (2015). “Soykırım, Yüzleşme, Sorumluluk: Lemkin, Jaspers, Arendt”. Toplum ve Bilim. 132. 7-32.
Weine, S. (2006). Testimony After Catastrophe, Narrating the Trauma of Political Violence. Evanston: Northwestern University Press.
Zelizer, B. (1992). Covering the Body: The Kennedy Assassination, the Media, and the Shaping of Collective Memory. Chicago: University of Chicago Press.