“Tarihi değiştirenler hemen her zaman yaralanan ve yaralarını sarma çabasında olanlardır” (Burhanettin Kaya ile Söyleşi)

Yaşadığımız topraklar özellikle son yıllarda toplumun ve toplumda yaşayan bireylerin kolay kolay atlatamayacağı travmalara sahne oluyor. 7 Haziran seçimleri öncesinde başlayan ve her yeni güne yeni bir şiddet haberiyle uyandığımız atmosfer, bugünlerde, sokağa çıkma yasakları, özel güvenlik bölgeleri üzerinden de devam ettiriliyor. Türkiye Psikiyatri Derneği Medya Koordinatörü Doç. Dr. Burhanettin Kaya ile Türkiye’de ve dünyada son yaşanan gelişmelerin toplumsal psikolojiye yansımalarını ve çıkış yollarını konuştuk.

Hocam, özellikle 7 Haziran seçimlerinden önce başlayan ve günümüze kadar hala yoğun bir şekilde devam eden bir şiddet ortamı içindeyiz. Burada toplumun bir kesimi bu şiddet ortamından yoğun bir şekilde etkilenirken diğer bir kesim bu olan biten karşısında ciddi bir kayıtsızlık içinde izlenimi veriyor.  Politik psikolojik perspektiften Türkiye’ye baktığımızda toplum ruh sağlığının kırılma noktalarının neler olduğunu söyleyebiliriz?

Eğer son dönemdeki kırılma noktalarından söz ediyorsak şiddet ortamından öncesine, Gezi direnişine ve siyasi iktidarın orada sergilediği tutuma, polis şiddetine, Ethem Sarısülük, Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ali İsmail Korkmaz, Medeni Yıldırım, Mustafa Sarı, Berkin Elvan’ın diğer tüm gençlerin öldürülmesine gösterilen resmi tepkiye, ardından Kobani direnişine gösterilen destek eylemlerine yönelik sergilenen yoğun polis şiddetine, onlarca insanın öldürülmesine ve buna meşruiyet kazandıran resmi söyleme bakmak gerekir. Aslında Kırılma noktası Gezi direnişi sonrası yaşananlardır. HDP’nin büyük insanlık ve yeni bir yaşam sloganıyla başlattığı ve Kürt halkının yanında ülkenin batısındaki sol ve sosyalist kesimlerinin de sempatisini kazandığı sürecin devamında AKP iktidarı bundan büyük rahatsızlık duymaya başladı. Tek başına iktidarın önündeki en büyük engel HDP idi ve etkisizleştirmesi gerekiyordu. Bunu seçimle başaramadı. Ama Kürt sorunu konusundaki politik zaafları olan partileri kullanarak ve hükümet kurulmasını önleyerek, tekrar seçimlerin olmasını sağlayarak başardı. İkinci kırılma noktası burasıdır. Şiddeti başlatan, onlarca masum insanın ölmesine devrimci gençlerin ve barış için mücadele edenlerin katledilmesine, onlarca genç insanın ölmesine yol açan savaş politikası… Politik psikolojinin kendine kaynak olarak kullandığı kavramlar buradaki travmayı anlamaya ve anlamlandırmaya yetmez. Psikolojik kuramlar ve bunun toplumsal ve siyasal olaylara yönelik açıklamalarının bu gerçekliğin iç dünyasını yeterince aydınlatacağına yeterince inancım yok. Akla uygun gelen açıklamalar sözcük trenlerine dönüşse de gerçeğin kendisinin içerdiği acı duygusu ve ruh dünyasına bıraktığı izi tanımlamaya yetmez. Her birinin kendi kuramsal zemininde can bulan indirgemeci eğilimin bütünü anlamada ciddi güçlükler yaratacağı kanısındayım.

Buna rağmen bu yönde bir çözümlemenin anlamlandırma sürecindeki onarıcı rolü göz ardı edilemez.

Toplumun bir kesimi şiddetten yaygın biçimde etkilenirken bir kesimin ısrarlı duyarsızlığı bu döneme özgü bir durum değil. Bunda iktidarın elinde bulundurduğu baskı ve ideolojik aygıtları etkin kullanmasının dışında daha yapısal ve tarihsel nedenleri var. Cumhuriyetin başından bu yana inkâr edilen, yok sayılan, aşağılanan, küçük görülen, herhangi bir hakka sahip olduğu kabul edilmeyen Kürt halkının siyasi temsilcileri ile varoluşuna duyulan tepkidir.  Genel olarak sola duyulan öfke ya da tepkilerden daha ötedir Kürtlerin maruz kaldıkları. Kürt olduklarını unuttukları ya da reddettikleri müddetçe kardeş olabilen, kardeşliği lütfen kabul edilen bir halktır ve haklı mücadeleleri ve kendini savunmak için sergilediği her tavır damgalama, yok sayma ve diğer özgün şiddet biçimleri ile sonlanır. Türk halkının büyük kesimi açık ya da örtük bir ötekileştirmenin üreticisidir ve bunun yansıması bu tür siyasal ve toplumsal olaylarda- medyanın gücünden bağımsız- sessizliktir. Sosyal demokrat toplum kesimlerine ait olduğunu ifade eden bireylerde bile bu söylemi benimseyen ve ötekileştirici bir söylemi inşa eden azımsanmayacak bir büyüklükte bir karşıtlık ve duyarsızlık vardır.

Bu zeminde medyanın yandaşlaşması ve yalan üzerinden kurduğu haberlerle gelen informasyonu olduğu gibi alan, bilgiye, eleştirel bilgiye dönüştürmeyen bir okuyucu kitlesi oluşturması, devletin ideolojik aygıtlarının aktif biçimde kullanılması ile ortaya çıkan yabancılaşmada önemli bir etken olarak ele alınmalıdır. Bugün iktidar farklı toplum kesimlerine ulaşan medya araçlarının, iletişim araçlarının, özellikle ana akım medyanın tamamına yakınını kontrol etmektedir. Kontrolün ötesinde yalan ve çarpıtılmış bilgiyi, her zamanki biz ve onlar üzerinden kurgulayarak ve bir resmi nefret söylemi oluşturarak itaatkâr, boyun eğici ve şiddeti özgün bir davranış biçimi olarak özümsemiş, kapalı düşünce sistemini kendi günlük etkinliği ve eyleminde yeniden üreten,  hatta kopyalayan bir alıcı kitlenin algısına servis etmekte ve zihin dünyalarını biçimlemektedir. Duyarsızlığın bir kaynağı da burada yatmaktadır. 1980’li yıllarda işkence ve işkencecinin psikolojisini tartışırken Millgram deneylerine atıf yapardık. Otoritenin etkisi altındaki bireyin otoritenin refere ettiği kutsal değerler adına öldürücü bir şiddeti meşru görerek uygulayabildiğini gösteren bu deney halen, üzerinden geçen 50 yıla rağmen doğruluğu defalarca teyit edilen bir bilimsel bulgu olarak bugünü anlamamıza olanak veriyor. O dönemde vatan uğruna işkence yapan işkenceci polislerin akşam evlerine dönerken çimenlere basmaması, çocuklarını mutlu edecek jestler yapması gibi ötekileştirmenin ve yabancılaşmanın doruğa vardığı örnekler vardı. Medyanın bugünkü durumu bununla tıpatıp aynı. O korkulan sözcükle ifade edersem, o dönemle paralel. Her gün onlarca çocuğun, kadının, gencin, yaşlının annesinin karnındaki bebeğin ölümünü gizliyorlar. Onları hiçbir utanma, hiçbir ahlaki ve değer çatışması yaşamadan terörist olarak gösterebiliyor, nefret söylemi ile örülü manşetler üretiyor, akşam iş çıkışı ise sevgilileri ya da eşleri ile buluşup aşkla, sevgiyle örülü saatler geçiriyorlar, ailelerini mutlu etmenin telaşına kapılıyorlar. Ahmet Kayanın deyimiyle “bu ne yaman çelişki anne”… Tüm bu yaşananlar körlüğün, sağırlığın, dilsizliğin, en kötüsü hissizliğin yaratıcı unsurlarından bazıları. Tüm bu sürecin azmettiricisi İktidar gibi bu sürecin birer aracısı olanlar tarih karşısında siyasi, ahlaki, etik ve hukuki sorumluluk taşıdıklarını ve bunun bedelini bir biçimde ödeyebileceklerini unutmamalıdırlar.

Hep aynı şeyi deneyip farklı sonuç çıkarabileceğine toplumu inandırmaya çalışan kuvvetli bir iktidar aygıtı karşısında “rasyonel” bir karşı çıkış yaratılabilir mi? Rasyonellik ne kadar mümkündür?

Rasyonellik, diğer bir deyişle “akli”lik her zaman bir gerçeğe,  hakikate karşılık gelmez. Ama bu rasyonel bir gerçeklik oluşturabilir. Bu hakikate denk düşen bir gerçeklik olacağı gibi bir kurgu da olabilir. Diyalektik bir ilke olarak her sürecin kendi karşıtını da doğuracağını, bunun oluşacağı ve kendini üreteceği, örgütleyeceği bir zemin ve dinamik bir süreç üreteceğini söylemek gerekir. Rasyonel bir çıkış ya da bu verili koşullarda geliştirilen bir rasyonel çerçevesinde bir karşı çıkış, bir alternatif üretmek elbette mümkündür. Bu rasyonelin gerçeğe ne denli yakın olduğu, bir muhalefet geliştirmede ne denli etkili bir düşünsel çerçeve ve zihinsel tasarım ürettiği, onun yaşama geçirilebilirliğini belirleyecektir. Bu rasyoneli geliştirmede, bunu bir mücadeleye dönüştürmede ülkenin tüm halklarının ve toplumcu, demokrat kesimlerinin ve temsilcisi oldukları siyasal yapıların ön koşulsuz bir dayanışma geliştirmeleri ve bunu acilen tartışmaları gerekmektedir. Bence en önemli ilk adım olarak, ülkenin batısının ve Gezi direnişinde alanları dolduran halk kitlelerinin, emekçilerin, gençlerin ve sosyalistlerin benzeri toplumsal muhalefeti yeniden yaratmanın çabası içine girmeleri gerekir. Acilen tüm sosyalist partilerin, örgütlerin, derneklerin, STK’ların vb. ulusal kongre toplayarak ortak bir hareket geliştirmenin rasyonelini –gecikmeden- tartışmaları ve oluşturmaları gerekir. Bugün neredeyse tek başına bir mücadele yürüten HDP’nin koşulsuz desteklenmesi gerekir.

Derinlikli bir bakışla tek adam olgusuna indirgenmiş bir siyasal dinamiğin, o tek kişinin ruh sağlığı  bağlamında sürekli salınım gerçekleştirebileceğini söyleyebilir  miyiz? Bu salınımın toplumsal etkileri neler olabilir?

Elbette söyleyebiliriz. Ama o tek adamın etkisi,  etkinin boyutları, tek adamın kişiliği ya da ruhsal özelliklerinden öte toplumun gelişmişlik ve bireylerin yetkinlik durumuna bağlıdır. Sosyal Psikoloji çalışmaların önemli katkısı olan Sovyet Toplumsal Ruhbilimcisi A.V. Petrovski’nin “Topluluk ve Birey” adlı kitabında vurguladığı bir şey vardı. Bir toplum ne denli gelişmiş ve bireyler ne denli yetkinse, lider o denli demokratik; toplum ne denli gelişmemiş ve bireylerin yetkinlik düzeyleri ne denli düşükse, lider o denli otokratik, sistem ise o denli totaliter olur der. Eş deyişle liderin, tek adamın ruhsal özellikleri bağlamında salınımı ve bunun ülkenin siyasetine yansıyışı toplumsal gelişmişlik düzeyi, örgütlenme yapısı ve bireylerin insanlığı temel alan, toplumsal yararı gözeten bir etkinlik üreten yetkinlik düzeyine bağlı. Tek adam olmak bu rolü üstlenen için de çok ağır yük ve yorucu. Bunca tehdit algısı, korku, paranoya ve aşırı denetim içinde yaşamak, en küçük tıkırtının dokuz büyüklüğünde bir deprem gibi algılandığı bir siyasi atmosferde bulunmak, kendisine yönelik en küçük eleştirinin peşinde koşup haddini bildirmeye çalışmak, tehditler savurmak, bu amaçla ortada hukuk, adalet, ilke, teamül, erdem, değer, hatır ve benzeri hiçbir kavramı bırakmamak, bunun yanında bunların hiçbiri yokmuş, dünyanın gıpta edilecek en ileri demokrasisinde yaşıyormuş yanılsaması içinde yaşamaya çalışmak çok yorucu olsa gerek. Tek adamı da bu teklikten, bu yalnızlıktan, aslında çektiği bu ruhsal yükten kurtarmanın yolu örgütlü bir dayanışmanın, yetkin bireylerden oluşan bir siyasal ekibin ve toplumsallaşmış, örgütlenmiş duyarlı toplum kitlelerinin oluşturulması, muhalefet etmesi, çok kültürlü, özgürlükçü bir demokrasi inşa etmesinden geçiyor.  Bu tek adamlığın yalnızlığından kurtulmaya çalışmayan bir liderin mutlu bir sona ulaştığını gösteren tarihsel bir örnek yok gibidir.

İntikamcı ve kinci bir iktidar mantığının, geri planındaki psikolojik motivasyonları açıklaya bilir misiniz?

Çok açık. En küçük, en masum eleştirinin varlığının bir tehdit olarak algılanması. Bu algılama biçimi düşünce tarzı ve hayata ilişkin temel şemaların ötekileştirmeye, ayrımcılığa zemin hazırlayan, ya hep ya hiç biçiminde görünür olan “kutsal” düşüncenin etkin bir düşünce tarzı olduğunu gösterir. Genellemeler, seçici algılamalar ve zihin okumalar, tüm bu bilişsel hatalar, resmi ideolojinin içinde sinmiş ve yerleşmiş olan olumsuz şemaların bir ürünü. Burada adeta “karşılıklılık” ilkesinin bir düşünce hatası biçiminde nasıl etkin ve intikamcı yaklaşımların dinamiği olduğunu görmek mümkün.

İnsanın gelecekten doğru belirlenen bir bütünlük olduğunu söylediğimizde “umudu” tekrar yeşertecek bir ruhsal dinamik yaratmak ne kadar mümkündür?

Aksini söylemek tarihin ilerleyişi ve doğanın diyalektiğine aykırı olur. Tüm travmalar, yaşanan örselenmeler anlamlandırıldığında ve işlendiğinde, bu süreci aşmaya olanak verecek ruhsal güç de gelişecek ve olgunlaşacaktır. Tarihi değiştirenler hemen her zaman yaralanan ve yaralarını sarma çabasında olanlardır. Boşa dememiştir şair “biz halkız yeniden doğarız ölümlerde”. Ama bu dinamik kendiliğinden gelişmeyecektir. Ancak bu gelişime olanak verecek olan zemin insanın eyleminden bağımsız olmayan bir rastlantısal zorunluluklar sürecinin sonunda oluşacaktır. Burada sorunun can alıcı noktası bu dinamiği geliştirmek ve etkin kılmak için tarihi değiştiren bir aktör olarak bireylere, örgütlere ve kitlelere ne tür sorumluluklar düştüğü olmalıdır.

Kesintisiz bir haber bombardımanına maruz kalan insanların yabancılaşma ekseninde “empati duygusundan” yoksun kalmaya başladıklarını söyleyebilir miyiz?

Aslında bunu az önce vurgulamaya çalıştım. Elbette söyleyebiliriz. Bugün klasik medya ve sosyal medya insanın düşünce dünyasını, algısını değiştirme ve biçimlendirme gücüne sahiptir. Bunu yalnızca haberle yapmaz. Filmler, diziler, eğlence programları, en önemlisi tanıtım ve reklamlar vb. çok önemli araçlar kullanılır.

Türkiye’de Siyaset kendini stratejiler üzerinden kurmuştur. Medya bu stratejik dili etkin biçimde kullanan ve kitlelere oluşturan önemli bir aracıdır. Strateji aslında kulağa hoş gelse de özünde etik açıdan net olmayan bir kavramdır. Yani “var olmak, güçlü olmak, egemen olmak” adına bir insanın ölümünü, kan dökmeyi, ilçeleri abluka altına almayı, sokağa çıkma hatta pencereye çıkma yasağı koymayı, başka bir ülkeye saldırmayı hoş görmeyi içerir. Dehumanizedir çoğu kez. Eşdeyişle insansızdır. Stratejinin ana parçaları ötekileştirmek ve ayrımcılıktır. Bu stratejik dil empatiyi dışlar. Empati demek duygudaşlık demektir. Diğerinin –öteki demiyorum- ne düşündüğünü ve ne hissettiğini anlamak ve bunu ona ifade edebilmektir. Medya empati duygusunu, duygudaşlığı sarsmakta, yok etmekte ve yerine sempatiyi, yani yandaşlığı koymaktadır. Yandaşlık demek nesnelliğin yitimi demektir. Nesnelliğini yitiren, ötekileştirici, ayrımcı, tarafgir ve şiddet üreticisi olmaya mahkûmdur.

Empati yoksunu kişinin “psikopatinin” temel eğilimlerini geliştirdiği psikiyatrik bakışla söylenebilir mi? Eğer bu söylenebilirse toplumun bir grubunun sürekli yaşadığı şiddet konusunda katı bir suskunluk geliştiren kitlenin “psikopati” eğilimi gösterdiğini söyleyebilir miyiz?

Empati yoksunluğu, ötekinin duygularını, düşüncelerini ve gereksinimlerini önemsiz görme, hatta bunları kendi varoluşuna bir tehdit gibi algılama eğilimi yaratır. Ötekini suçlama, aşağılama ve saldırganlık gösterme gibi davranış örüntüleri ortaya çıkar. Aslında psikopati kavramı toplum karşıtı davranışlar sergileme, otorite ile uyumsuzluk yaşama gibi durumları içerir. Burada resmi otoritenin topluma karşı gösterdiği bir davranış biçim olarak aslında bir ironi oluşturuyor.  Sosyopati ya da antisosyal davranış aynı anlamdadır. Burada benmerkezcilik, üstünlük duygusu, yalan söyleme, yönlendiricilik, insanları sömürme ve onun gereksinimlerine hizmet eden bir nesne gibi algılama, nesneleştirme, yararcılık vb. özellikler bu psikopatinin ana özellikleri haline gelir. Liderinin bu özellikleri sergilediği ve erdemli hale getirdiği bir noktada onu izleyenlerin, idealize edenlerin liderlerine öykünerek aynı davranışları sergileme, ona benzeme, onun geliştirdiği rasyoneli kendi zihninde yansıtma ve eyleminde kurma eğilimi bu antisosyal davranışların yaygınlaşmasını, kitlesel hareketlere dönüşmesini sağlayabilir. Yakın tarihimize yansıyan bazı saldırı, işyeri, kitabevi yakma, parti ve dernek binalarına saldırma eylemlerinde bu öykünmenin ve Lacan’a atıfla aynalanmanın izlerini görebiliriz.

Geniş bir toplumsal kesimin talep ve arzularına kulakları tıkamış olan “entelijansiyanın” tutumunun ruhsal analizini nasıl yapabiliriz?

Ruhsal durumunu sınıfsal durumuna göre açıklamak daha uygun olacaktır kanımca. Toplumsal yapı içindeki konumlanışı ve sınıfsal özelliklerinin belirleyici olduğunu düşünüyorum. “Entelijansiya”nın ne denli demokratik görüşlerle dilini bezerse bezesin, özel olarak akademi ve aydınlar burjuva kültürünün nimetlerinden kolaylıkla vazgeçemeyeceği için steril bir muhalefet ve resmi ideoloji ile örtük bir bütünleşme içinde oluyorlar. İsmail Beşikçi, gibi büyük bedeller ödemeyi göze alacak kadar gerçeği, hakikati cesurca söze dökebilecek entelektüel bir kuşak olduğunu söyleyemeyiz. Genel olarak “entelijansiya” sınıfta kalmıştır. Konjonktüre göre kimi zaman korkan, steril bir muhalefet ve hızlı geri dönüşler sergileyen, zaman zaman da iktidarın ateşli savunucusu konumuna gelen refleksler gösterirler. Yine de son zamanlarda ilkeli, onurlu ve cesur davranışlar sergileyen ve bedelini göze alan azımsanmayacak sayıda entelektüel olduğunun altını çizmek gerekir.

Ülkenin batısındaki görece makbul vatandaşlar “ülkenin bütününe” dair söylem geliştiremediklerini iddia etikleri HDP gibi siyasal yapılara karşı düşmanca ve empati yoksunu bir eğilim geliştiriyorlar. Bu eğilimlere karşı, bir barış iklimi geliştirecek toplumsal psikolojik ortam nasıl geliştirilebilir?

Bu çok yaşamsal ve aynı oranda zor soru. Ama çözüm o kadar uzak değil. Bu iklimin iktidarın tüm baskı ve engellemelerine rağmen geliştirilmesi, toplumsal muhalefetin çok parçalı yapısının olgun bir ortaklaşma içinde bir araya gelmesi ve tüm grup çıkarlarından,  eski aidiyet hastalıklarından arınık bir biçimde bir dayanışma ruhu, hattı ve dinamiği oluşturmak için toplanması ile başlayabilir. Tek başına mücadele eden HDP’nin ön koşulsuz desteklenmesi önemlidir.  Sonrasında oluşan bu dayanışmanın var olan tüm olanaklar, sosyal medya, belki eski haberleşme yöntemleri kullanılarak topluma yayılması ve destek bulması sağlanmalıdır. Çağdaş ve toplumcu bir demokraside en temel insan haklarından biri düşünce ve inançlarını özgürce ifade etme ve bir diğeri topluma-yaşama zarar verdiğini düşündüğü bir yönetimi değiştirme hakkıdır.