Sıkça yinelenen bir gerçekten başlayalım: Cumhuriyet dönemi şiiri, kısacık tarihinde hızlı değişim ve dönüşüm momentleri yaşamış; arkasında normalde beklenebileceğinden çok daha fazla köşe, engel, çıkış çabası bırakmıştır. Tabii bunun birçok nedeni var. Bunların en başında da, bırakalım kısa bellekteki hızı ve yoğunluğunu, uzun bellekte dahi hızlı adımlar atan, reveranslar kadar öfkeli kalkışmaları da bünyesinde taşıyan bir siyasal hayatımız olması var. Kaldı ki Türkçe şiiri siyasetten bağımsız düşünmek mümkün değil. Dönemleştirmeler ve gruplaşmalar, tüm bireysel çıkışlara rağmen ortak kültürel ve siyasal referansları gerektirir. Buradan hareketle önümüzdeki yıl –özellikle dergilerde– “yeniden” meydana dönen bir şiirle karşılaşmak hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. “Yeniden”i neden vurguluyorum? Burada ilk taşı atanın Nâzım Hikmet olmasından ötürü. Cumhuriyet dönemi boyunca şiirin evde, kısık bir sesle okunmasına karşı şiirin sesini yükselten ve meydana çağıran ilk şair Nâzım’dı. Tabii burada organizmacılığın kalbine –gücünü şiirden alarak– saplanan ilk bıçağın izini görüyoruz. Böylelikle Ulus devletin şiir için tasarladığı “pedagojik” rol ilk kez hakkıyla kırılmıştı. Hatırlayalım: Duvarlara “Turgut Uyar’ın dizeleriyiz” yazan “çocuklar”, Âkif’in “tek dişi kalmış canavar”a açtığı savaşın, yani Batı karşısında kendi kimliğini organizmacı bir tekrar ve onayla kurmaya çalışan, bütün sahih değerleri kendi bünyesinde topladığını ve aslında Batı’nın bunları uygarlık adına çalıp yeniden kendisine “pazarladığını” düşünen bir kimlik politikasının rahle-i tedrisatından geçmişti. Tayfın bir rengini daha da ayrıştırıp netleştirelim. Kurucu ideolojinin şiire biçtiği rolün izleri her yerde görülebilir: Haftada beş gün bağır çağır kulaklara dolan o sesin gerçek sahibi olan Reşit Galip, sözde şiir formundaki yurttaşlık yemininde, organizmacı anlayışın dahili eğitim aracı olan okul bahçelerinde ne diyor? “Türküm, doğruyum, çalışkanım…”
Nâzım’ın açtığı kanal aslında çok şairi boğdu. İlhami Bekir Tez, Hasan İzzettin Dinamo… İsimleri çoğaltabiliriz. Bunun asli nedeni, şair olarak yalnızca meydana dönerek konuşması değil, bunu yapmanın yeni tekniklerini bulmasıydı. Böylece üslup açısından yeni bir çıta çakmış oldu. Bu çıtayı aşmak yalnızca siyasal bildiri iletmekle olacak gibi de değildi; gereken “teknik” mahareti gösterenler sırasıyla Garip ve İkinci Yeni şairleri oldu. Kendi içinde benzerlikleri kadar çok ciddi farklılıkları da olan bu isimlere tek tek yaklaşmak başka bir yazının konusu ama bu iki şiir tarzının günümüze etkisini anlamak zor değil.
Uzun bir sıçrama yaparak ilerleyelim. Nâzım’ın meydana dönen sesi yıllar boyunca yanına başka sesleri katarak kendine özgü bir kanal açıyordu; ta ki 1980’de Kenan Evren’in sesi bütün sesleri bastırana kadar. Böylece şiir, ya “eve döndü” ya da “kıra kaçtı”. Bu bir reveranstı. Türkçe şiir tarihinde “doğa” temalı şiirlerde patlama yaşanan yılların bu döneme denk gelmesine şaşırmamak gerekir. Bu çizgiyi izleyen ‘90 şiirinin –elbette istisnai isimleri haricinde– İkinci Yeni’nin şiire kattığı ego’yu büyük oranda yanlış anlamış ve bireyciliğin gölgesinden yararlanarak “ben”e pervane olmuş Kartezyen bir şiir yazmaları da şaşırtıcı değil. 2000’lere gelindiğindeyse burada artık yeni bir atakla karşı karşıya kalıyoruz: Şiirin gündemini yeniden kendisinin belirlediği bir dönemle. Romanın endüstriyel ve kültürel belirleyiciliğinin kısmen zorladığı ama öte yandan da şiirin yılankavi bir şekilde eski derisini atıp kendisine yeni bir deri, yeni bir dil aradığı bir döneme de kapı açılmış oldu.
“Yeniden” ve “meydan” demiştik; söz konusu dönemi bunlardan yola çıkarak anlayabiliriz. Şiir, ulus devlet paradigmasının terbiye verici rolünden çok uzun zaman önce sıyrıldı. Her ne kadar ders kitaplarıyla bunu sürdürme peşinde olan “talim ve terbiye” kurulları şiirden başka bir şey anlasa ve bu uğurda sansüre başvurup şiirlerden dize atma hakkına sahip olduğunu düşünse de…
Sözünü ettiğim durumun etkilerini en iyi şekilde Gezi Direnişi’nde gördük. Burada duvarlara yansıyan, pek çoklarına “yeni” ve “ironi” yüklü gelen dil, zaten son on yıldır Türkçe şiiri sırtlayan dildi. Şiir meydana çıkmak için “yeni” bir yol buldu; yani şiir zaten sokaklardaydı, sadece bildik formatıyla değil. Önümüzdeki yıllarda bu dilin kendisini şiirde ve sokakta eşzamanlı olarak olmasa da kabul ettirmesini izleyeceğiz en başta. Böylece organizmacı anlayışın kalbine bir bıçak daha saplanacak. Tabii, bunun hakkıyla gerçekleşmesi için öncelikle “çoksatarlık”, “popülerlik”, “meşhurluk” gibi tuzaklardan uzak durabilmek daha da ehemmiyetli hale gelecek; hele ki “herkesin on beş dakikalığına sıradan” olacağı teknoloji çağında.
Kısacası, bıçak bir kez daha tersine dönmenin eşiğinde. Şimdi asıl mesele bu bıçağı, hem şiiri milli seciyenin oluşturulmasının bir parçası olarak görenlere hem de “tüzüklerle çarpışmayı” yalnızca Kemalizm ile hesaplaşmak olarak anlayıp araçsallaştıranlara çeviren bir şiirin peşine düşmekte.