Toplu Sağkalım ile Ulusal Özlem Arasında: Ermeni Soykırımı Göçmenleri, Milletler Cemiyeti ve İki Savaş Arası Hümaniteryenizm Uygulamaları

Ortadoğu’da, Ermeni Soykırımından sağ kalanların torunlarının oluşturduğu en büyük topluluğa ev sahipliği yapan Halep’teki Karen Jeppe Jemaran’ın (bizdeki lise dengi bir okul – ç.n.) girişinde, ziyaretçileri, Wilson Ermenistan’ının (Birinci Dünya Savaşının galipleri Osmanlı İmparatorluğunu kendi aralarında paylaşırken Amerikan Başkanı tarafından çizilmiş bir coğrafi konstrüksiyon) sınırlarıyla çakışan Ortaçağ Ermeni Krallığının sınırlarını gösteren bir harita karşılar. Wilson’un 1920’de Paris Konferansına sunduğu bu harita (Resim 1), dünyanın çeşitli yerlerindeki okulların, kültür merkezlerinin ve kiliselerin duvarlarına yerleştirilmiş yitik bir sıla imgesinin temeli halini almıştır. Diaspora Ermenileri için bu harita, bir vakitler, bir ‘halk’ olarak Ermenilerin yok edilmesine yönelik bir girişimin hemen ardından kendilerine söz verilmiş, ardından kısa bir süre için kurulmuş ve en nihayetinde, Türkiye Cumhuriyetinin askeri ve siyasi egemenliği ve uluslararası düzene entegrasyonu karşısında Milletler Cemiyeti ile Birleşik Devletler, Britanya ve Fransa tarafından ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin feda edilmesiyle yitirilmiş bir ulus-devletin bir yadigârıdır.[1] Bu, aynı zamanda iki savaş arası dönemde Amerika’nın gücünün (ki bu güç 1920’lerin başında doruk noktasındaydı) gerçek sınırlarının da kesin bir hatırlatıcısıdır.[2]

Özellikle de Cemiyetin ilk on yılında Ermeniler, Ermenistan ve Milletler Cemiyeti arasındaki ilişkiler, Ermenilerin ulusal özlemlerinin terk edildiği bir tarihi ortaya koyarken, üye ülkelerin tutumlarında ve Cemiyetin politikalarında beliren kaymalar ve evrimler hâlâ göçmen Ermeni topluluklarının ve bireylerinin statüsünü, konumunu ve hatta sağkalımlarını etkiliyordu. Büyük Savaşın galiplerinin Ermenistan’ın kurulmasını temin etmedeki, yani Ermeniler için bir devlet –o dönemde ulusal özlemlerin gerçekleştirilmesinin en önde gelen aracı olarak anlaşılıyordu– hususundaki başarısızlıkları karşısında Milletler Cemiyeti, Ermeniler adına sui generis bir hümaniteryenizm formüle etti.

wilson_border
Resim 1: “Amerika Birleşik Devletleri başkanı Woodrow Wilson tarafından belirlendiği haliyle Türkiye – Ermenistan sınırı”, Lawrence Martin, ca. 1920. Kaynak: Kongre Kütüphanesi Harita Bölümü

Bu yegâne hümaniteryen girişim a) Ermenilerin ulusal haklarını öne sürüyor, b) Milletler Cemiyetini açık bir biçimde Ermeni ulusunun müşterek sağkalımıyla ilişkilendiriyor ve c) Ermeni göçmenlerin kolektif ve bireysel esenliğini destekleyerek, söz konusu sağkalımı gerçekleştirme arayışına giriyordu. Yalnızca asimilasyon yerine müşterek sağkalıma yönelik vurgu, bu projeyi, Cemiyetin aynı dönemde örneğin Rus göçmenlerle ilgili olarak geliştirdiği politikalardan ayırıyordu. Fakat bu politikanın biricikliğine karşın, öğeleri, iki savaş arası dönemin hümaniteryenizmiyle ilgili diğer sorunlarla –Batılı devletlerde ve Orta Avrupa devletlerinde de facto ulus-dışılaştırılmayla karşı karşıya olan Yahudilere yönelik muameleler, sömürgeci ülkelerde yurttaşlığın göçmenleri ve mültecileri de kapsayacak biçimde genişletilmesi, barış zamanlarında uluslararası örgütler ile sivillerin korunması düşüncesi arasındaki ilişkiler– kesişmektedir.

Cemiyetin uğraşları içinde sömürgeciliğin, ulusalcılığın ve müşterek sağkalımın yan yana gelişi, aynı zamanda, iki savaş arası dönemi, bizzat hümaniteryenizmin soykütüğü içindeki ayrı bir şey olarak damgalamakta ve hiç kuşkusuz, bu dönemi İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi kavramların topluca namevcut olduğu ve bireysel bir insan hakları rejiminin hümaniteryenizmin çerçevesi üzerinde etkili olduğu on yıllarda özenle hazırlanan hümaniter pratiklerden ayırmaktadır. Daha kapsamlı bir ifadeyle, hümaniteryenizmin 1920’lerdeki ve 1930’lardaki tarihinin doğruladığı şey, bir ideoloji ve pratikler toplamı olarak modern hümaniteryenizmin, kendisini çevreleyen kültürel normlardan, ahlaki ekonomilerden ve politikalardan kaçamayacağıdır; kendisine etki eden güçler tarafından şekillendirilmiştir – ve bunun bir sonucu olarak da aksi yönde daha küçük bir güç (belki de yalnızca, pratisyenlerinin veya öznelerinin direnişi formunda) sarf edebilir.

Daha da ötesi, Cemiyet ile Ermeniler arasındaki çok yönlü ilişkiler azınlıklar, mülteciler, kültürel ve ulusal sağkalım kavramları gibi baskın düşüncelerin Birinci Dünya Savaşının ve Ortadoğu’nun Milletler Cemiyetinin mandası altında sömürgeler olarak bölünmesinin ardından tükenmesinin zeminini oluşturmuştur. Aynı dönemde, Milletler Cemiyeti, Ermenilerin acılarıyla ilgili olarak bir dizi yeni ve ilginç politika geliştirirken, sözü edilen ilişkiler, iki savaş arası dönemin modern hümaniteryenizminin ideolojik içeriğini daha iyi kavramak yolunda kayda değer bir önem taşımaktadır. Bu kavrayış konusunda, o uğrağın hümaniteryenizminin, insan onuru ve ortak insanlık gibi baskın ve evrimleşmekte olan kavramlarla hangi noktada kesiştiğini ve en nihayetinde, nasıl da iki savaş arası dönemin ulusalcılığının ve geç dönem sömürgeciliğinin sürekliliğinin taleplerine tabi kılındığını göstermek kritik bir değer taşımaktadır.

Milletler Cemiyeti arşivlerine, Cemiyet görevlileri tarafından hazırlanmış raporlara, Suriye’deki Fransız Mandasının arşivlerine ve çağdaş hukuki yazına dayanan bu makale, eski Osmanlı İmparatorluğunun Soykırımdan artakalan Ermeni toplulukları ile Milletler Cemiyeti arasındaki ilişkilerin izlerini sürmektedir. Ermenilerin hümaniteryenizmin olmazsa olmaz nesneleri olarak inşasından başlayarak, sözü edilen ilişkiler içerisindeki üç kritik epizoda odaklanarak devam etmektedir: Kurtarma Hareketi, Ermeni mültecilere Nansen Pasaportu verilmesi ve Ermeni mültecilerin Fransız mandası altındaki Suriye’ye ve Lübnan’a “Nihai İskân”ı. Bu son konunun çerçevesini, Milletler Cemiyetinin toplumsal çatışmaları halkların iskanı yoluyla çözmek üzere geliştirdiği çeşitli planlar çizmektedir ki bu politika, Yunanistan ile Türkiye arasındaki mübadeleleri, diğer Ermeni mülteci gruplarının Güneydoğu Avrupa’da ve Sovyet Ermenistan’ında iskan edilmesini biçimlendiren politikadır ve bu politikanın gerçekleşmemiş bir ayağını da 1930’larda Iraklı Süryani mültecilerin Güney Amerika ormanlarına yerleştirilmeleri oluşturmaktadır.[3] Bu yazıda temel odağı, dünyaya yayılmış Ermenilerin Milletler Cemiyetiyle meşguliyetleri değil de Milletler Cemiyetinin Ortadoğu’nun hayatta kalmış Ermeni topluluklarıyla meşguliyetleri oluşturuyor olsa da, Ermenilerin bireysel düzeyde ve Uluslararası Ermeni Hayırseverler Birliği gibi uluslararası örgütler aracılığıyla, Cemiyetle ilişkilerini yeniden biçimlendirdiklerini ve bir dereceye kadar aktör olduklarını (bu durum, bizzat Cemiyetin arşivlerinde bile sıklıkla eksiktir) hatırlatmak son derece önemlidir.[4]

Cemiyet arşivlerindeki bu dönemsel sessizlik, Cemiyetin uluslararası bir örgüt olarak kendi köklerine karşın arşivin hâlâ son derece sömürgeci bir arşiv olduğunu göstermektedir. Sömürgeci bir arşiv olarak da, kendi politika ve programlarının yöneldiği Ortadoğu halklarının tarihsel deneyimini düzleme eğilimindedir. Cemiyetin bölgedeki çalışmalarına ilişkin incelemeler, -Türkçe, Ermenice, Arapça ve Kürtçe- yerel kaynakları devreye sokmaktaki başarısızlığın da bir sonucu olarak, Cemiyetin, Batı-olmayan üzerinde Avrupa egemenliğinin kolaylaşması işlevini gördüğünü[5] yakalamakta da başarısız olmaktadır. Bu yaklaşım, Milletler Cemiyetinin bazen aleni, bazen de örtük paternalizmini ve sömürgeciliğin meşrulaştırılmasında ve sürdürülmesinde yüklendiği işlevi görmezden gelmektedir. Milletler Cemiyetinin ‘yeni bir tarihi’ ortaya çıkarken, bu yeni tarih, eleştirel bir biçimde, arşivin kendi gerçekliğini inşa ediş biçimini sorgulamalı ve gerektiğinde tümden tersine çevirmelidir. Ayrıca Cemiyetin arşivi, diğer ‘yerli’ arşivlerden (zaman zaman sömürgeciliğin bir işlevi halini alması nedeniyle) daha geniş, daha iyi muhafaza edilmiş ve daha ulaşılabilir olduğu için, bu arşivin temel tarihsel soruları formüle edişimiz üzerinde nasıl çarpıtıcı bir etki yaratabileceği hususunda da bilinçli olmamız gerekmektedir.

Evrensel Hümaniter Nesne Olarak Ermeniler

Eski bir Rus yargıcı ve diplomatı olan ve sonradan, Ermeni ulusal özlemlerini terk ettiği için Cemiyetin önde gelen Avrupalı eleştirmenlerinden biri haline gelen André Mandelstam, La Société des nations et les puissances devant le problème arménien (1926) adlı yapıtında, Ermeniler ile Avrupa’nın büyük güçleri arasındaki ilişkilere dair tartışmasını sonlandırırken, Ermenilerin mutlakıyetçi Osmanlı İmparatorluğunun istibdat yıllarının ardından ve uluslararası toplumun desteği aracılığıyla, ulusal bir yurt hakkını ‘kazanmış’ olduklarını ileri sürüyordu:

“On dokuzuncu yüzyıl boyunca Türkiye’deki Güçler tarafından üstlenilen hümaniteryen müdahaleler, hiçbir tezat olmaksızın, Osmanlı İmparatorluğunun bastırılmış uluslarının lehine, adetlere uygun bir hak yaratmıştır ve deyim yerindeyse, bu hak devam etmektedir. Bu belirli bastırılmış ulusun [Ermeni Ulusunun] durumunda, ilk başta ilksel insani çıkarları [le intérêts primordiaux de l’homme] (yaşam, özgürlük ve eşitlik) korumayı hedefleyen bu hak, zamanla, Türkiye’nin iflah olmaz zorbalığı yüzünden garanti altına alınmış bir özerklik hakkına ve ayrılma hakkına dönüşmüştür.[6]

Mandelstam, ulusal bir Ermeni yurdu olasılıklarının çöküşünden derin bir hayal kırıklığı duyan geniş bir Avrupalı ve Kuzey Amerikalı politikacı, yazar ve diplomat grubunun temsilcisiydi. On dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren Batıda göreli olarak popülerleşen Ermeni ülküsü, savaş yıllarında ve savaşın hemen ertesinde de sürmüştü. Savaş esnasında Avrupa’nın ve Amerika’nın sivil toplumları Ermeniler için harekete geçmiş, bağış paraları toplamış ve yardım sağlamaları için kendi hükümetlerine baskı uygulamaya başlamışlardı. Savaş sonrası dönemde, Batılı bir hümaniter bilincin ortaya çıkışında Ermeniler önemli bir yer tuttular; öyle ki tecritçi niteliği gittikçe ağır basan Birleşik Devletlerde bile Ermenistan konusunda Amerikan mandası yolundaki öneriler Milletler Cemiyetinin kendisinden daha fazla destek alıyordu. Bunun bir sonucu olarak Ermeni ülküsü, adil bir dünya kurulması biçimindeki daha geniş bir hedefin simgesi ve bizzat Ermeniler de hümaniteryenizmin prototipik nesnesi haline geldiler. Ermenilere yönelik ilgi, Cemiyetin ve Cemiyet bürokrasisinin Ermenilerin acılarını nasıl kavramsallaştıracağı ve Ermeni meselesi için ne kadar çaba gösterileceği biçimindeki bir ilgiye dönüştü. Basitçe söylemek gerekirse, iki savaş arası döneme devletsiz giren tek halk Ermeni halkı değildi; fakat Cenevre, Washington ve üye ülkelerin başkentlerinde ilgi konusu olmaları bakımından biriciktiler.

Mandelstam’a göre Ermeniler, kesin bir dönem için hümaniteryenizmin nesnesi olmuşlardır ve hem Ermenilerin ulusal hakları, hem de uluslararası topluluğun kendi nam ve hesaplarına davranma yolundaki başarısızlıkları konusundaki gözlemleri, Osmanlı İmparatorluğunun küçülme dönemlerinde İstanbul’daki Rus Sefareti Baş Tercümanı olarak yaşadığı deneyimler tarafından şekillendirilmiştir. Bu durum içinde, Osmanlı İmparatorluğunun ağırlıklı olarak Ermenilerden oluşan altı doğu vilayeti ve bunlara bitişik olmayan Adana (Kilikya) için bir dizi özerklik planı içinde müzakereler yapmaya çalışmıştır. Mandelstam Taslağı (1913) olarak bilinen özerklik planı, ilk olarak, Lübnan Dağında gerçekleştirilen gaddar Batılı ‘insani müdahale’nin (1860) ve kendine mahsus bir yönetim biçimi olan mutasarrıflığın kurulmasının ardından yürürlüğe konulan mezhep-temelli temsil biçimlerini de içeriyordu. Taslak, on dokuzuncu yüzyılın sonları boyunca Osmanlı İmparatorluğunun Balkan vilayetlerinde Avrupa devletleri tarafından dayatılmış olan siyasi ve yönetimsel reformları yankılıyordu.[7] Muvafakat, iki savaş arası dönemde çeşitli ‘azınlık anlaşmaları’nda, klişe halini almış pek çok özelliği –örneğin yasal hizmetlere azınlık dillerinde erişim olanağı ya da anadilde eğitim– içeriyordu. Daha geniş bir Ermeni siyasal ortaklığı ve yönetimsel kontrolü yönünde siyasal bir yeniden örgütlenmenin, düzensiz aşiret savaşçıları örgütünün (Hamidiye Alayları) lağvedilmesinin, Avrupalı subayların komuta ettiği Türklerden ve Ermenilerden oluşan bir jandarma gücünün oluşturulmasının ve Balkanlar ile Kafkaslardan gelen yeni iskân edilmiş Müslüman göçmenlerin tehcirinin dışında, Mandelstam Taslağı kültürel öğeler de içeriyordu. Böylelikle önerilen anlaşma resmi dil olarak Türkçenin yanına Ermeniceyi ve Kürtçeyi de ekliyor; her bir topluluğa (Ermeniler, Kürtler ve Türkler) vergiler yoluyla kamu tarafından finanse edilecek biçimde kendi okullarını kurma hakkını tanıyordu. Avrupalı Güçler zorla kabul ettireceklerdi.[8]

Bâb-ı Âli plana razı olurken, savaşın başlaması, birkaç ay sonra bu metni bir ölü belgeye dönüştürmüştür. Gerçekte, Mandelstam Taslağının kalbinde yer alan demografik bölge düzenlemelerini değiştirme fikri, 1915-1922 arasında gözler önüne serildiği üzere, Osmanlı Ermenilerinin kırımının motifleri arasında yer alıyordu. Uslamlama, sözü edilen bölgelerde Ermenilerin artık yoğun olmadığı –ya da toptan imha edildikleri– için, Batının ya da Ermenilerin özerklik taleplerinin savaştan sonra üzerinde durmaya değmeyecek bir konu olacağı biçimindeydi.[9]

Her şeye karşın, Mandelstam, Lahey’de durumla ilişkili pek çok organizasyon için çalışmalar yürüttüğü sırada, Osmanlı İmparatorluğundaki bir diplomat olarak geçirdiği dönemi hatırlayarak, Cemiyete yönelik eleştirilerini yoğunlaştırırken, Batı Avrupa ve Ortadoğu’daki ulusların ve azınlıkların hakları konusundaki ‘hukuksal’ düşünüşün binasını, Osmanlı İmparatorluğu içinde, 19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında, Ermenilerin lehine gerçekleştirilmiş olan diplomatik ‘hümaniteryen müdahaleler’ oluşturmuştu. Savaştan sonra, çerçevesi 1913 Taslağında oluşturulmuş olan süreç, Osmanlı İmparatorluğunun Sevr Anlaşmasında (10 Ağustos 1920) planlandığı gibi bölünmesinin yaşama geçirilmesini başarmış gibi görünüyordu. Bu anlaşma, Ermeni Cumhuriyetinin tesisini ve Kilikya’nın da Fransa’ya bağlı bir Ermeni Devleti olarak kurulmasını onaylıyordu.

Osmanlı Devleti ve ordusu içindeki kimi unsurlar, imparatorluğun işgaline ve bölünmesine direnerek, modern Türkiye’de Kurtuluş Savaşı (1919-1922) olarak hatırlanan şeyle sonuçlanan bir hareket oluşturdular. Sömürgecilik karşıtı bir savaş ile bir iç savaşın karışımı olan bu dönemde, milliyetçi Türk güçleri Ermenilerin, Yunan ordusunun ve sömürgeci Fransız ordusunun karşısına dikildiler. Türklerin zaferi, Anadolu’nun bölünmesinin önüne geçti: Fransa, yerlerinden edildikleri için o bölgeye yerleştirilmiş yüz binlerce Osmanlı Ermeni’sini Halep ve Beyrut civarındaki kamplara tahliye ederek Kilikya’dan vazgeçti; Ermeni Cumhuriyetinin varlığı sona erdi ve bu cumhuriyetin son kalıntısı da Sovyetler Birliği tarafından soğuruldu.

Türk ordusunun zaferleriyle yaratılan siyasal gerçeklik, ilk olarak, zaman zaman Franklin-Bouillon Anlaşması olarak da anılan Ankara Anlaşmasıyla (20 Ekim 1921) ve ardından da Lozan Anlaşmasıyla (24 Temmuz 1923) tanındı. Lozan Anlaşması, Müslüman olmayan dinsel azınlıkları (bu anlaşma herhangi bir etnik grubun özellikle de Ermenilerin adını zikretmiyordu) korumaya, özellikle de mülklerin, dinsel hakların ve toplu eğitimin korunmasına yönelik kimi hükümler içeriyordu, fakat bunlar, ulusal bir yurt bir kenara, siyasal özerklik gibi bir şeyi andırabilecek konularda bile son derece yetersizdi. Daha da ötesi, Türkiye, pratik düzeyde, savaşın, Soykırımın ve Milletler Cemiyeti tarafından yürütülen mübadelelerin birleşik bir sonucu olarak, etnik bakımdan olmasa da dinsel bakımdan homojen bir devlete dönüşmüş; sonrasında da Türkiye Cumhuriyetinin resmi politikaları, Osmanlı Ermenilerinin yurda dönmelerinin önüne geçmişti. Yeni Cumhuriyette Ermenilerden artakalan, büyük şehirlerdeki küçük gruplar ile küçük taşra kasabalarında izole edilmiş gruplar durumundaydı ve bunlar da resmi ve gayri resmi zulümlerin en berbat biçimleriyle yüz yüzeydiler.[10]

Mandelstam bu gelişmeleri siyasetin hukuka galebe çalması olarak görüyor ve ayrıca bu durumu, Milletler Cemiyetinin ruhuna aykırı olarak değerlendiriyordu: “Doğrusu, İktidarların Ermenistan’a yönelik tutumları, [Milletler Cemiyeti] Sözleşme[si]nin büyük ilkelerinden arızi ve bir anlık bir sapma olarak görünmektedir.”[11] Ona göre, 1920’lerin başı boyunca, Cemiyetin Ermeniler adına geliştirdiği çeşitli hümaniter projeler, şunu kanıtlıyordu:

… Cemiyet, başlangıçta, coşkulu Ermenistan umutlarına karşılık vermezken, sonrasında, dünya üzerindeki prestijinin ve nüfuzunun sürekli artmasının verdiği güce dayanarak, gereksiz yere feda edilmiş bu millet lehine, ya da başka bir ifadeyle, yanlış yöne sapmış politikalara karşı haklar [veya hukuk] lehine sesini yükseltmeyi hiç kesmedi.[12]

Ermeniler lehine gelişen hümaniter etkinlikler, 1920’de, Ermenistan Cumhuriyetinin yeni oluşan Sovyetler Birliğine katılmasının ardından kesin bir aciliyet kazandı; çünkü Cemiyetin ahlaki yetkesi, hem uluslararası hukuka bağlılığı hem de idealizmi, Lozan’da Ermenilerin başına geleler dolayısıyla zedelenmiş ve gerçekte, diğer alanlarda gelecekte başarılı olması Ermeni halkından artakalanları kurtarmasına ve başlarına gelenleri bir nebze olsun telafi etmesine (ya da belki de yalnızca muhafaza etmesine) bağlı bir hal almıştı. Bu yazının ilerleyen bölümlerinde yer alan ırk ve kültürel asimilasyon tartışmalarında da görüleceği üzere, Cemiyetin söylemine sokulan bu türde bir ‘misyon’ bir yandan, varsayılan Müslüman barbarlığına karşı Hıristiyan uygarlığının başarısını vurgularken, diğer yandan da Ermenileri, şimdi aralarında yaşadıkları Sami ve Türk Müslüman kitlelerinden korunma gereksinimi duyan “Beyaz” Avrupalılar olarak gören iki savaş arası dönemin ırkçı ideolojilerini vurgulamış oluyordu.

Misyonun anlamı, Cemiyetin Ermenilerin savaş sonrası kötü durumlarını nasıl anladığıyla ilintili olarak şekilleniyordu. Bu bakış, Ermenileri yalnızca, savaşın sivil kurbanları ya da kıyımlardan sağ kalmışlar olarak değil, daha ziyade kolektif olarak, yok olma tehlikesiyle yüz yüze gelmiş (ve bu durumun sürdüğü) bir ulus olarak görüyordu. Ermenilerin nelere katlandıklarıyla ilgili olarak tutarlı bir anlatı, temelde, iki diplomatın sunduklarına dayanılarak, Cemiyet tarihinin erken bir döneminde belirmişti: Arnold Toynbee’nin Ermeni Mezalimi: Bir Halk Kıtali (1916) ve Henry Morganthau’nun Büyükelçi Morganthau’nun Hikâyesi (1918). Bu bildirimlerin bilimsel doğası, kanıt ve ‘bilgi-toplama’ standartlarını karşılıyordu ve Cemiyet, özellikle de Sekreterlik, buna dayanarak üzerine düşünülmüş bir gövde oluşturdu ve bu anlatı, söz konusu dönem boyunca, azınlıkların Cemiyete sundukları ‘dilekçelerle’ ve ayrıca, Ermeni Ulusal Delegasyonu ile Ermeni Hayırseverler Birliğinin de içinde olduğu dinsel önderler ve organizasyonlar tarafından, kendilerini müdafaa çabalarının bir parçası olarak oluşturulan raporlarla pekiştirildi.[13]

Özetle, Cemiyet ve özellikle de Cemiyet Sekreterliği, Ermenilerin sorununu olabilecek en paternalist terimlerle kavrıyordu. Ermeniler, temelde dullar, genç kadınlar ile öksüz ve yetim çocuklardan oluşan devletsiz fakat “bir ödülü hak eden” bir halk durumundaydı. Ermenilerin kurtarılması, bir dizi düzeyde, bizzat Cemiyetin başarısı ile iç içe geçmiş durumdaydı. Kimilerine göre, bu hedefler, ahlaki otoritesi zedelenmiş ve Soykırım sırasında Ermenilerin uğradığı kötülükler ile savaş sonrası diplomasinin sonuçlarının getirisi olan ‘yanlışları’ telafi etmeye dayalı bir hal almış olan Cemiyetin daha geniş hümaniter hedefini tanımlamaktaydı.

Cemiyet Hümaniteryenizmi ve Ermenilerin Toplu Sağkalımı

İki savaş arası dönemde Ermenilerin devletsizliği olgusu, Ermeniler, Ermeni ‘ulusu’ ve Cemiyet arasındaki her türlü ilişkinin, devletlerarası bir kesitte bulunan Cemiyetin olağan etkinlik alanının dışında yer alması, bunun yerine hümaniteryenizm başlığı altında değerlendirilmesi anlamına geliyordu.[14] Yukarıda da işaret edildiği üzere, hümaniteryenizmin bu özel biçimi açısından kritik olan şey, yalnızca bireysel Ermenilerin acılarını hafifletmeye değil, daha ziyade, dağıtma ve kültürel asimilasyon yoluyla Ermenilerin ortadan kaldırılmasını önlemek suretiyle, bu ulusun daha fazla aşınmasının önüne geçmek için çabalamak biçimindeki temel ilkesiydi. Cemiyetin mevcudiyeti esnasında gözler önüne serilen bu plan ve programlar, aynı zamanda müdahale (özellikle de Ortadoğu’daki İngiliz ve Fransız işgallerinin gölgesi altında), göçmenler ve sömürgeciliğin sürekliliği hususundaki değişen tutumların izlerini takip ediyordu.

Kurtarma Hareketi[15]

Milletler Cemiyetinin ilk edimlerinden biri Türkiye, Küçük Asya ve Komşu Bölgelerden Sürülmüş Kadın ve Çocuklar İçin Beşinci Komitenin kurulması oldu. Bu komitenin nihai raporu, Soykırım-sonrası Ermenilerin yüz yüze geldiği durumun en kapsamlı muhasebelerinden birini oluşturmaktadır.[16] Romanyalı delege şair ve halkbilimci Hélène Vacaresco bu raporu, Cemiyetin 17. genel toplantısında (22 Eylül 1921) sundu. Komitenin bu çalışması, Birinci Dünya Savaşının galipleri ile Osmanlı İmparatorluğu arasında yapılan 1920 Sevr Anlaşması’nı, özellikle de, 1914-1918 arasındaki İslam dinine geçişleri, insanların buna zorlandıklarını varsayarak tanımayan ve imparatorluktan yerinden edilmiş insanların durumlarının iyileştirilmesi ile “savaş süresince Türkiye’de yapılan topluca öldürmeler sırasında kişilere verilen zararları en geniş ölçüde karşılanması”[17] için Milletler Cemiyeti’yle işbirliği yapmasını talep eden 142. maddenin uygulanması yönünde bir adım olarak görülüyordu. Ek olarak, Milletler Cemiyeti, Uluslararası Kadın Barış ve Özgürlük Derneği’nin ve benzer grupların çağrılarına –bunlar, yerinden edilmiş kadın ve çocukların durumunun savaş esirlerinin durumuyla aynı değerlendirilmesi yanlısıydılar– bir yanıt olarak komiteyi oluşturmuştu.[18]

Özetle, Kurtarma Hareketi, Soykırım sırasında, iradeleri hilafına alıkonulmuş ya da satılmış ve Müslüman hanelerle çeşitli statüler içerisinde bütünleşmiş veya tersanelerde, devlet fabrikalarında, çiftliklerde ve genelevlerde çalışmaya zorlanmış Ermeni kadınlarının ve çocuklarının durumlarının düzeltilmesi amacındaki Ermeni bireylerin ve grupların, Yakın Doğu Amerikan Yardım Heyetinin ve sonradan da Cemiyetin gerçekleştirdiği, zayıf koordine edilmiş bir girişimdi.[19] Kadınların ve çocukların kitlesel düzeyde zorla transferi, Ermenilerin bir halk olarak imhası sürecinin bütünleyici bir parçasını oluşturuyordu.[20] Soykırım sırasında, kadınların ve çocukların kaçırılması ve satılmasının rolüne ilişkin bu yorum, sahada, hayatta kalanlarla doğrudan etkileşim içerisinde bulunan ya da durumu Cenevre’den ve diğer Avrupa başkentlerinden gören Milletler Cemiyeti yetkilileri tarafından da paylaşılıyordu. Yakın Doğu Yardım Heyeti ve diğer gruplar ve hatta kimi aileler, alıkonulmuş olanları ‘geri satın aldılar’ ya da ikna, zor veya dalavere yoluyla kurtardılar ve bölgede, kadınların ve çocukların kaçabileceği bir Kurtarma Evleri sistemi oluşturdular. Bu sistem içinde, ailelerin yeniden birleşmeleri umuduyla insanlar hakkındaki bilgiler derlenip toparlanıyor ve yayılıyordu.

Beşinci Komite raporunun kalbinde, o dönemdeki yapısı itibarıyla Osmanlı Devleti’nin durumla muhatap olma kapasitesinin bulunmadığı ya da buna gönüllü olmadığı ve Osmanlı toplumunun da bu pratiği ya desteklediği ya da görmezden geldiği biçimindeki sonuç yer alıyordu. Beşinci Komisyonun önerileri arasında, Kurtarma hareketini, Cemiyetin işe el atması yoluyla genişletmek biçiminde bir çağrı da bulunuyordu ki bunun içerisinde, Müslümanların evlerinin ve kurumlarının denetlenmesi hususunda sınırsız bir erişim ve eğer gerekirse askeri destek de bulunmaktaydı.[21]

Cenevre’de ve sahada, özellikle de işgal altındaki İstanbul’da ve Fransız Mandası altındaki Suriye’de (yani Halep’te ve Yukarı Mezopotamya’da) bulunan Cemiyet görevlileri, bu işi insani bir edim olarak görüyor ve kendi çabaları ile 19. yüzyılın kölelik karşıtlarının çabaları arasında benzerlikler kuruyorlardı. Modern hümaniter perspektiften bakıldığında, bu kadınların ve çocukların köleleştirilmeleri çok daha büyük bir anlama bürünüyordu: İçerisinde yaşamış olabilecekleri koşulların aktüel maddi gerçekliği ne olursa olsun, bu, çektikleri acının ölümcül temel nedeniydi. Bu durum, hem Cemiyetin, Osmanlı toplumunun nasıl da modern hukuki ve ahlaksal normların dışında olduğu biçimindeki kurumsal duyumunu teyit ediyor, hem de Cemiyetin savunmasız halklar yararına saldırgan bir biçimde müdahale etmesi ve bu halklara mensup insanların rehabilitasyonuna olanak sağlaması yolunda meşruiyet yaratıyordu. Cemiyetin uzmanları ve diğerleri, çocukların ve kadınların transferine eşlik eden zorla din değiştirmelere ve evliliklere de karşıydılar. Onlara göre uygun bir ırksal düzenin restorasyonu da, ‘beyaz’ Ermeniler ile ‘Asyalı’ Türklerin daha fazla karışmasının önlenmesi de önem arz ediyordu. Bu durum, Cemiyetin aynı dönemde, aynı ya da benzer koşullardaki Müslüman kadınlar ve çocuklar için, örneğin Kürtler için, herhangi bir kaygı geliştirmemiş olduğunu da anlatmaktadır. Yalnızca Ermenilere yardım etmek yolundaki bu tercihin anlaşılması konusunda, yalnızca Ermenilerin devletsiz olduğu ve o dönemin devletleri tarafından tamamen reddedildikleri yönündeki konsensüs hayati bir öneme sahiptir; yine aynı nedenle Cemiyet, Kürtlerin ve Türklerin Türk Devletinin sorumluluğu altında olması gerektiği sonucuna ulaşıyordu.

Devletsizlere hizmet etme gereksinimi, Danimarkalı bir misyoner ve Cemiyetin Halep komiseri olan ve Halep’teki Kurtarma Evine nezaret eden Karen Jeppe’nin çalışmasının içeriğinin bir kısmını açıklamaktadır.[22] Jeppe’nin, Ermeni kadın ve çocukların neden bir yerlere yerleştirilmesi ve rehabilite edilmesi gerektiği konusundaki düşünceleri, savaşın hemen ardından, Batıda gerçekleşen modern toplumsal reformların Doğu Akdeniz’e de nakledilmesi gerektiği yönündeki güçlü kanısına da yansımıştı. Cemiyetin modern hümaniteryenizminin, Cemiyeti, sadece acil yardım sağlamaktan ziyade, savaşın bir halk olarak Ermeniler üzerindeki vahim etkisini değiştirip tersine çevirebilecek ahlaki bir özne olmasına olanak tanıyacağı beklentisi içindeydi.[23] Hümaniter edim, uluslararası bir yardım projesinin sınırlarını aşacak ve kurtarılmış kimselerin insanlığını ve ulusal özneler olarak bütünlüklerini geri verme yolunda kilit bir önem arz edecekti – ve topluma yayılmasıyla da doğru dürüst bir ahlaki düzeni mümkün kılacaktı:

Ermenilerin uygarlaşma standardı … genç Ermenilerin bütünleşmeye zorlandıkları kimselerin uygarlaşma düzeyinin bir hayli üzerindedir. Onların soyu, çok daha fazla gelişmiştir ve bunun en açık kanıtı da en berbat acılara katlanmak zorunda kalmalarına karşın İslam’a batmak yerine Hıristiyanlığa sadık kalmış olmalarıdır. Kendileri çok bilincinde olmasalar da bu genç insanları cezbeden iki şey [din ve etnik kimlik] vardır. Karakter ne kadar arı ve güçlüyse çekim de o kadar güçlü olmaktadır. Zayıf ya da dejenere olmuş bireyler Muhammed’in dinine teslim olmaya daha eğilimlidir.[24]

Bu satırlar, savaş öncesi dönemin misyonerlik literatüründe gözlemlendiği üzere Müslümanlara yönelik geleneksel bir kötüleme biçimi olarak görünmesine karşın bundan farklıdır, çünkü bu uğrakta, Jeppe’nin dinsel kimlik kavrayışı, ulusal kimlikle sıkı bir biçimde iç içe geçmiştir. Başka bir ifadeyle, 19. Yüzyılın misyonerlerinin aksine, Ermenileri kendi Protestan Hıristiyanlığına dönüştürmeye çalışmıyor, aksine, Ermenilerin kendi geleneksel dinlerinin bütünlüğünü etkin bir biçimde destekliyordu ki bu haliyle din, Ermenilerin ulusal kimliğinin bir parçası ve öğesi durumundaydı.

Ermeni kadınların ve çocukların kurtarılmasının Ermeni ulusunun hayatta kalması yolunda özsel bir önem taşıdığı ve gerçekte tam da ulusun simgesi halini aldığı düşüncesi, Vacaresco’nun ateşli konuşmasında şöyle özetlenmişti: “Hepiniz hikayeyi biliyorsunuz: Gençlik yıllarında haremin alçaltıcı cansızlığında solup giden kadınlar, kendi ailelerinin bağrından koparılmış ve acımasızca bir soydan diğerine geçirilmiş, kendi soylarının imhasını amaç edinmiş kimselere hizmet etsin diye eğitilen çocuklar…”[25] Başka yerlerde olduğu gibi burada da tanıdık oryantalist mecazlar ulusal sağkalımın mantığıyla iç içe geçmiş durumdadır. Bu mecazlar, o dönemde aşırı etkili oldukları kanıtlanmış retorik birer aygıt durumundaydılar.

Vacaresco’nun konuşması, rapor ve Cemiyetin diğer projeleri, toptan, savaşın neden olduğu yaraları iyileştirmeye işaret ediyordu ve Soykırım da Cemiyetin kendi vekaleti altında olduğunu düşündüğü bir koyutlama durumundaydı. Cemiyetin kararının ahlaki içeriği, etkileyici bir biçimde, onun vekaletini varsayıyordu. Uluslar arası toplumun Cemiyet formunda aldığı bu kararın ahlaki içeriği de Türklerin –burada hem etnik bir gönderim hem de Müslümanları ifade eden bir kod söz konusudur– insanlığa karşı, süregitmekte olan bir suç içerisinde olduklarını ve bu durum içindeki kolektif sorumluluklarının da onları uygarlık çıtasının altına yerleştirdiğini içerimliyordu.

Toprak üzerindeki askeri durumla ilgili gelişmeler, kısa süre sonra bu büyük ahlaki görüşü tartışmalı hale getirdi. Kurtarma Hareketinin genişletilmesi niyeti, Osmanlı yönetiminden artakanlar ve İstanbul’un Müslüman elitleri tarafından şiddetli bir muhalefetle karşılanmış ve Türk ordusunun askeri zaferlerinden kaynaklanan diplomasiye kurban gitmiştir. Türkiye’de ve Fransız mandası altındaki Suriye’de yürütülen zayıf kurtarma çalışmaları 1927’de sona erdi.

İnsan hakları teorisyeni Barbara Metzger’e göre, Karen Jeppe’nin Kurtarma Evi’ndeki çalışmaları, tikel düzeyde, insan hakları teorisinin pratik bir uygulamasının kanıtını oluşturmaktadır – bu teorinin biçimsel detaylarıyla ortaya çıkmasından önce.[26] Bu gözlem, Jeppe’nin kendi çalışmasını nasıl gördüğü hususunda anakronik bir sonuçtan türetilmiştir. Jeppe’yi insan hakları aktivizminin bir ön örneği olarak tahayyül eden Metzger’in tartışması, Jeppe’nin gelecekteki bir insan hakları rejiminin beklentisi içinde olmadığı, onun çalışmalarının, daha ziyade bizzat hümaniteryenizmin temel terimlerinin dışlaşması biçiminde olduğu gerçeğini ıskalar. Mümkün olsa, Jeppe’nin kendi görevinin evrensel bir görev olduğu yönündeki kanıyı onaylaması muhtemeldir; fakat neden başka gruplara değil de Ermenilere yardım ettiğine ilişkin kendi açıklamaları, elbette köklü bir tikelliğe işaret etmektedir. Jeppe’ye ve daha genel olarak da hümaniterlere göre, hümaniteryenizmin amacı acılara son vermekti; fakat onlar için, hem pratik düzeyde, hem de tercih düzeyinde, bazı halkların ya da grupların yardımı diğerlerinden daha çok hak ettiği ve bunun için daha uygun olduğu biçimindeki kanı da eşit derecede önem taşıyordu. Bu durumda, hümaniteryenizmin hedefi evrensel olmaktan çıkıyordu.

Nansen Pasaportu

1922’de, uluslararası toplum Kemalist hareketin Türkiye’deki başarısının içerimlerini değerlendirirken, Milletler Cemiyeti Göçmen Dairesi Yüksek Komiseri Fridtjof Nansen (1861-1930) Nobel Barış Ödülü’nü aldı. Kabul konuşması “Avrupa’nın Acı Çeken Halkları” başlığını taşıyor ve Kutup kâşiflerine dönmüş hümaniteryenlerin, Büyük Savaşın ardından beklenmedik düzeylerde ortaya çıkan acılara ilişkin endişelerini özetliyordu. Konuşması boyunca, aynı zamanda, kendisinin de içinde yer aldığı programların özeti durumunda olan hümaniter bir meydan okumayı konu ediniyordu: “Bu bir iktidar mücadelesi değil, hâlâ kör kalmak isteyenlere yönelik tek ve berbat bir itham, insanlara, hayatta kalmaları yolunda bir damla merhamet için tek bir büyük duadır.”[27]

Savaşın sonunda, Milletler Cemiyeti, Nansen’i, özellikle de Doğu Avrupa’da, savaş esirlerinin ülkelerine iadelerine nezaret etmekle görevlendirdi. Rus göçmenleri krizini sonuna kadar kavrayabilen ilk Batılı hümaniteryenler arasında o da vardı. Savaş, devrim ve kıtlıklar eski Rus İmparatorluğunun tebaası durumundaki 1,5 milyon insanı –Ruslar, Lehler, Letonyalılar, Ukraynalılar, Türki Müslümanlar, Yahudiler ve Kafkasya Ermenileri– yerinden etti. Sınırların yeniden çizilmesiyle, Sovyet Yönetimi, yerinden olmuş bu insanların büyük bir kısmını yurttaşlıktan çıkarak bir yasa çıkardı ve böylelikle büyük ve heterojen bir kitleyi devletsizliğin çeşitli biçimleriyle yüz yüze bıraktı. Nansen’e durumun ağırlığını gösteren şey, özellikle, İstanbul’da bulunan ve sayıları 120.000’e yaklaşan Rus göçmenleri oldu.

Sevr Anlaşması’nda öngörülen esir değiş tokuşunun çöküşü, bağımsız bir Ermeni devletinin kurulması yönündeki birçok başarısızlık ve Ermenilerin kendi yurtlarına dönüşlerini istemeyen ve yeni kurulmuş ülkenin sınırları dışında olanları yurttaşlıktan çıkaran Kemalist politikaların yükselişiyle birlikte, Soykırımdan artakalıp da Güneydoğu Avrupa’da ve Ortadoğu’da yaşayan Ermeniler de bir anda devletsiz duruma düştüler (1920-1922). Birleşik Devletler’e göç etmiş ya da Sovyet Ermeni Cumhuriyeti’nde yaşayanları saymayan Cemiyet, bu durumdaki Ermenilerin sayısını 340.000 olarak tahmin ediyordu. Bunların da yarısı göçmen kamplarında, yetimhanelerde ya da Doğu Akdeniz’in büyük şehirlerinin kenarlarındaki gecekondu bölgelerinde yaşıyordu.

O dönemde yeni oluşmuş uluslararası yardım organizasyonları –her zaman değil ama bazen Cemiyetle uyum içinde hareket ediyorlardı– yerinden edilmiş bu insanlar için muazzam yardım çalışmaları yapıyorlardı. Amerikan Yardım Birliği Rusya’ya, Yakın Doğu Heyeti de Osmanlı sonrası Doğu Akdeniz’e gıda yardımı yapıyordu. Bununla birlikte, hiçbir organizasyonun yerinden edilmiş insanların hukuksal statüsü konusuyla ilgilenme yetkisi yoktu.[28] Bu insanlar için kritik olan gıda, barınak ve sağlık konularıydı, fakat zamanla bu göçmenlerin evlerine asla dönmeyecekleri duygusu büyüdü, çünkü bu insanlar hukuksal, hatta aşırı-hukuksal bir ulussuzlaşma ile yüz yüzeydiler. Bir sonraki en baskılayıcı zorluk, bu insanların, savaşın dolaysız bir sonucu olan devletsizliklerinin ele alınabileceği uluslararası tanınırlığı olan hukuksal bir çerçevenin yokluğuydu. Bu devletsizlerin kimlik kâğıtları yoktu (ya da vardıysa bile, bu kâğıtlar artık var olmayan devletler tarafından verilmişti) ve kendilerine ev sahipliği yapan toplumlar, onları ekonomik bir yük, bir sağlık tehdidi ve güvenlik sorunu olarak algılıyorlardı. Sürülmeye, sömürülmeye ve insan kaçakçılığına son derece açık bir haldeydiler.

Bu belirsiz statü, modern hümaniteryenizmin tam kalbindeki bir sorunu ortaya çıkardı: Yerinden edilmiş ve devletsiz insanlardan kim sorumlu olacaktı? Nansen’e ve cemiyetteki diğer kimselere göre, yanıt kendisini dayatıyordu: Göçmenlerle ilgili olarak ‘bir şeyler yapmak’ hususunda uluslararası bir sorumluluk söz konusuydu.[29] Fakat bu sorumluluğun nasıl bir biçim alması gerektiği meselesi karmaşık ve eziyetli bir meseleydi. Bu durum, aynı zamanda, tam ters soruyu da görünür kılıyordu: Bu, bir bireyin bir göçmen olarak uluslararası toplum tarafından korunma hakkına sahip olduğu anlamına mı geliyordu; üstelik de hak kavramsallaştırmalarının açıkça ulusal yurttaşlıkla doğrudan bir ilişki içerisinde yapıldığı ve bu çerçevenin dışında, tanınabilir bir hukuksal haklar gövdesinin tam bir kesinlikle tanımlanmasının son derece zor olduğu bir durum içerisindeyken? Başka türlü söylenirse, Nansen Pasaportu rejiminin altında yatan teorinin de gösterdiği üzere, bireylerin korunmaya erişimi, onların birey olmalarından ziyade belirli bir ulusal gruba ait olmalarını esas alıyordu.

Göçmen krizinin uluslararası idaresi, Göçmenler Yüksek Komiserliği Dairesinin kurulmasına yol açtı ve bu daire, sonunda, Uluslararası Nansen Göçmenler Dairesine dönüştü. İlk edimlerinden biri, Nansen Pasaportu olarak adlandırılan, Cemiyet onaylı bir seyahat belgesinin oluşturulması oldu. Bu pasaport ilk önce, Temmuz 1922’de, eski Rus İmparatorluğunun tebaası olan insanlara ve sonra da Mayıs 1924’te Osmanlı Ermenilerine verildi. 54 ülke Ruslara verilen bu seyahat belgesini tanımayı kabul ederken, daha sonra da 38 ülke Ermenilere verilen belgeleri tanıdı.[30] 1926 Mayıs’ında Cemiyet, Nansen’in önerilerini izleyerek, göçmeni daha detaylı olarak tanımladı ve seyahat belgelerine sahip olmanın koşullarını formelleştirdi:

Kongre ‘göçmen’ terimi için aşağıdaki tanımları benimser:

Rus: Rus kökenli olup da artık Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin Hükümeti tarafından korunur durumda olmayan ve başka bir ülkenin yurttaşı olmamış herkes.

Ermeni: Eskiden Osmanlı İmparatorluğu tebaası olup da artık Türkiye Cumhuriyetinin koruması altında olmayan ve başka bir ülkenin yurttaşı durumuna gelmemiş herkes.[31]

Aynı dönemde Birleşik Devletler Kongresi de Osmanlı Ermenilerine göçmen statüsü veren bir yasayı onayladı.

İki savaş arası dönemin göçmen rejiminin ideolojik ve teorik boyutları Göçmenlerin Uluslararası Statüsüne İlişkin 28 Ekim 1933 Konvansiyonunda daha da ayrıntılandırıldı. Kurtarma Hareketinin hümaniter çabaları gibi, bu belge de Nansen’in Nobel konuşmasında mevcut olan ortak insanlık ve evrensellik simgeleriyle doludur. Başlangıcı şu biçimdedir:

Milletler Cemiyeti tarafından göçmenler yararına gerçekleştirilen çalışmaları tamamlamak ve pekiştirmek isteğindedir;

Çeşitli Devletlerin bu konuyla ilgili kararlarının tam olarak etkili olmasını sağlayacak koşulların yaratılması kaygısını güder ve göçmenlerin medeni haklara, mahkemelere özgür ve kolay erişime, iş ve çalışma konularında güvenlik ve istikrara, mesleki, ticari ve endüstriyel uygulamalarda ve ayrıca kişisel seyahat, okullara ve üniversitelere giriş konularında kolaylıklara sahip olmaları konusunda isteklidir…[32]

Fakat bunun ardından elbette belge evrenselden tikele kaymaktadır: “Bu Konvansiyon, 12 Mayıs 1926 ve 30 Haziran 1928 düzenlemelerinde tanımlandığı üzere Rus, Ermeni ve asimile edilmiş göçmenleri kapsar.”[33] Gerçekte, Cemiyette kararlaştırılan bu ölçüler, göçmenin o dönemde ne anlama geldiğini saptamaktadır: Yani “Bir göçmen, hiçbir uluslararası hareket özgürlüğü bulunmayan bir grubun üyesidir ki bu tür bir grubun üyeleri, kendi hükümetlerinin formel korumasından yoksun bırakılmışlardır.”[34] Ve bunun geçerli olduğu yalnızca iki devlet vardı: Eski Osmanlı İmparatorluğu (işlevsel olarak Türkiye Cumhuriyeti) ve Sovyetler Birliği. Bir başka önemli konu da tanımlamanın, günümüz göçmen tanımlamalarının eğilim gösterdiği gibi koşullara ve göçmenlerin insan haklarının tanınmasına değil de sadece devlet korumasına bağlı hale gelmesidir.[35] Zihinlerdeki bu sınırlamalarla, Osmanlı sonrası Ortadoğu’da ve imparatorluklar sonrası Doğu Avrupa’da büyük göçmen topluluklarının idaresi ve onlarla ilgilenilmesi ve bunun yanı sıra, 1945’ten sonra biçimlenen göçmen politikaları hususundaki ölçülerin sınırlı doğasına ilişkin anlayışımızı birleştirmekten sakınmak kritik bir önem taşımaktadır.

Nansen Pasaportunu Cemiyet üyeleri için çekici kılan şey tam da bu pasaportun özsel ve kasıtlı sınırlılığıydı. Nansen Pasaportu, göçmen emeğinin serbest akışına izin vererek ve koşullarının düzelmesini/iyileşmesini piyasa ile liberal ekonominin mekanizmalarına havale ederek, ev sahibi ülkeleri, göçmenleri barındırmanın toplumsal ve ekonomik yükünden kurtarmayı vaat ediyordu. Belgeler üye ülkeler tarafından işleniyordu ve asgari antropometrik veri, fotoğraf, köken bilgisi ve işlem tarihiyle yerini içeren bu belgeler, temelde birer seyahat belgesiydi. Vizeler, giriş pulları belgeye iliştirilebiliyordu. Cemiyet ile üye ülkeler arasında işleyen uluslararası uzlaşımlara göre, belge sahibinin şunları yapabilirliği vardı (fakat bunlar onun hakkı değildi): 1) Sığınma yerlerinden, genellikle iş aramak için, sığındıkları ülkeye dönememe ya da sınır dışı edilme korkusu yaşamadan ikinci bir ülkeye seyahat edebilme ve 2) üçüncü bir ülkeye geçebilme olasılığı.[36] Göçmenlerin dolaşım halinde olduğu ülkeler için, belgeler, de facto bir geçici oturum –yurttaşlıktan bir hayli uzak bir konum– izni sağıyordu ki bunun anlamı, göçmenlerin ekonomik baskı ya da siyasal kargaşa dönemlerinde kolaylıkla sınır dışı edilebilecekleriydi. Her şeye karşın, seyahat olanaklarının genişletilmesi, Ermeni göçmenlere devletler arası bir kesitte ve uluslararası bir organizasyonun isteğiyle, az da olsa bir hukuksal statü sağlamıştı. Daha geniş bir anlamda, bu, Cemiyetin, küçük bir etkinlik çerçevesi içinde, Ermeni göçmenler için fiili bir devlet halini alması anlamına geliyordu. Bu edim, retrospektif olarak, Nansen’in Nobel konuşmasında ifadelendirdiği anlamda, azda olsa bir saygınlık ve bunun yanı sıra da Ermeniler için (siyasal değil) ekonomik yapılara göreli olarak kolay katılma olanakları sağladı. Kimi hukuksal ve toplumsal garantiler aracılığıyla ‘piyasa’ ile ilişki kurmalarına izin vererek, kendi hayatları üzerinde bir miktar denetim edinmelerine olanak tanıdı.

Onnig Isbenjian’ın Nansen Pasaportu ve üzerindeki vize pulları (Resim 2) bir göçmen olarak hikâyesini anlatmaktadır. Bu pasaport, Osmanlı İmparatorluğundaki Ermenilerin, her zaman olmasa da sıklıkla yurttaşlığa kabul edilmeyi başarabildikleri Batı Avrupa’ya ve ötesine kolaylıkla geçebildiklerini doğrulamaktadır. 1907 İzmir doğumlu olan Isbenjian’ın pasaportu, savaşın ardından pek çok kere işgücü kıtlığı yaşayan Belçika tarafından işlenmişti ve Isbenjian, bu pasaportu önce İngiltere’ye ve ardından da Birleşik Devletlere gitmek üzere kullanmıştı ki torunları hâlâ Birleşik Devletlerde yaşamaktadır. Her şeye karşın, Nansen Pasaportunun ve Yüksek Komiserliğin çalışmalarının özsel zayıflığı konusunda Michael Barnett’in de hükmettiği üzere, “Bu belge, bütünüyle, yürütücü devletlere bağlıydı ve devletler işbirliği yapmak istemediklerinde pek de bir şey olmuyordu.”[37] Nansen Pasaportunun hümaniter pratiğinin, iki savaş arası dönemin göçmen rejimiyle ve Cemiyetin Ermenilerle ilgili sorumluluk alma düzeyiyle ilgili olarak belirginliğe kavuşturduğu şey, erişim bakımından ne kadar sınırlı olduğuydu. Bu pasaportun, Romanya’daki Yahudi göçmenler, Avrupa’nın dört bir yanına yayılmış Romanlar ve Macarlar da dahil olmak üzere diğer devletsiz göçmenleri de kapsayacak biçimde genişletilmesi yönündeki çabalar genellikle başarısızlıkla sonuçlandı. 1938’den önce, Ermeniler ve Ruslarınkine benzer bir tanınmayı elde edebilen tek grup Suriye ve Irak’taki Süryani ve Keldani göçmenler olmuştu. Bu türlü bir korumanın diğer Avrupalı grupları da kapsayacak biçimde genişletilmesi söz konusu olduğunda, Avrupa devletleri, yapmacık bir tavırla, bu insanların herhangi bir biçimde yurttaşlıktan çıkarılmış durumda olmadıkları argümanına sarılıyorlardı – bu insanların, yurttaşlıktan, ikamet ettikleri Avrupa ülkelerindeki diğer insanlarla eşit bir biçimde faydalanamıyor olmalarına karşın. Bu, elbette, aynı zamanda, Avrupalı göçmenlerin etnisite ve yerleşim tiplerinin bir sonucuydu. Bu bakımdan, açıkça, Ortadoğu’daki sömürgeci Manda otoritelerinin perspektifinden, kendi yönetim tarzlarının yararına demografik gerçekliği değiştirmek yolunda Müslüman/Arap olmayan göçmenlere yer açmak daha kolaydı. Suriye ve Lübnan’da yurttaşlık 1928’de Ermeni mukimleri de kapsayacak biçimde genişleyince –o sene gerçekleşen seçimlerde Ermeni erkekler oy da kullandılar– Doğu Akdeniz’de Nansen Pasaportu belirginliğini iyice yitirdi. Nansen Pasaportu uygulaması, genelde, yeni göçmen gruplarını kapsayacak biçimde genişletilmediği için, Nansen Göçmenler Dairesi, ilgisini, göçmen gelişim şemalarına, mikrokredilere ve eğitim programlarına yöneltti. Bu pasaport Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı yıllarında da kullanılmaya devam etti.

Resim 2. Onnig Isbendjian’ın 1928’de Belçika tarafından verilen ve Büyük Britanya üzerinden Birleşik Devletlere yolculuk etmek için kullanılmış Nansen Pasaportu. Sol alt kısımda Nansen pulu duruyor. Kaynak: Zohrab Merkezi Dijital Koleksiyon.
Resim 2. Onnig Isbendjian’ın 1928’de Belçika tarafından verilen ve Büyük Britanya üzerinden Birleşik Devletlere yolculuk etmek için kullanılmış Nansen Pasaportu. Sol alt kısımda Nansen pulu duruyor. Kaynak: Zohrab Merkezi Dijital Koleksiyon.

Nansen, Cemiyetin politikaları aracılığıyla göçmenlerin saygınlığını geri vermeyi ne kadar çok istemişse de, bizzat pasaportlar, iki savaş arası dönemin göçmen rejiminin ahlaki ve etik boşluğuna (hatta işlevsizliğine) tanıklık etmektedir. Bu, siyasal haksızlıkları temsilen ya da adalet talebi temelinde gerçekleşen bir müdahale değildi. Nansen Pasaportu, göçmenlerin herhangi bir arenada siyasal edimde bulunma kabiliyetine ilişkin hiçbir öngörüde bulunmuyordu. Bu pasaport, pasaportu onaylayan ülkelere, siyasal öznellik veya medeni haklar talep etme kabiliyetinden yoksun bırakılmış denetlenebilir bir işçiler rezervi sağlıyordu ve böylelikle bu insanlar, ev sahibi ülkelerden herhangi bir siyasal talepte bulunabilir bir durumda değillerdi ve ev sahibi ülkeler de onlara karşı herhangi bir yükümlülük taşımıyordu.

Daha da ötesi, pasaport gibi hümaniter-bürokratik aygıtların kullanımı, Türkiye gibi ülkelerin, göçmenlere dönüşmüş yurttaşlarına karşı sorumluluklarından kurtulmalarını sağlıyordu; Ermenilerin durumunda, Nansen Pasaportu, o dönemde, dünyanın pek çok yerinde geçerliydi, pasaport sahibinin anayurdu hariç. Sürgünlerinin kalıcılığının uluslararası hukuk tarafından verilmiş bir işareti gibiydi bu pasaport.

“Nihai İskân”

Ermeni Soykırımından artakalan göçmenlerin en büyük kısmı Doğu Akdeniz’in büyük Arap şehirlerinde, özellikle de Halep ile Beyrut’ta yoğunlaşmıştı. Nansen Pasaportu tartışmalarının da işaret ettiği gibi, 1920’lerin ortalarına doğru, Ermeni göçmenlerin büyük bir çoğunluğu için Anadolu’ya, anayurda dönmek artık bir seçenek olmaktan çıkmıştı. Sovyet Ermenistan’ına göçün bir miktar çekiciliği vardı ve bu, küçük ölçeklerde gerçekleşti; Cemiyetin Nansen Dairesi, bunu daha geniş ölçeklere taşımak için Sovyet hükümetiyle işbirliği arayışına girdi. Amaç biraz da Sovyet Ermenistanı’nı Ermenilerin ulusal yurduna dönüştürmekti. Fakat Ortadoğu’da hayatta kalmış olanların ezici bir çoğunluğu daha iyi ekonomik fırsatlar arayışıyla ya Batı Avrupa ile Kuzey ve Güney Amerika’da kaldı ya da buralara göç etti.

Fransız Mandası, Milletler Cemiyetinin bir buluşuydu. Fakat Fransız Mandasının kuruluşunda, Doğu Akdeniz ülkelerine muazzam büyüklükte kitlesel Ermeni göçlerinin gerçekleşebileceği öngörülmüş değildi. Milletler Cemiyeti ile mandater ülke olarak Fransa arasındaki ilişkiler geliştikçe, Ermenilere yaklaşım konusu da gittikçe önem kazandı. Manda yetkililerinin uyguladığı Ermeni politikalarının Cemiyet tarafından yakından gözlemlenmesi ve Fransa’nın da hem kendi kamuoyuna hem de Cemiyete, Ermenilere yaklaşımı konusundaki kolonyal-hümaniter sorumluluklarını yerine getirmekte olduğunu göstermeye çalışması, bunu açık kılmaktadır. Fakat Fransız arşivlerinde muhafaza edilen iç tartışmalarda görülmektedir ki Fransız sömürge görevlilerinde, Suriye ve Lübnan’daki Ermeni nüfusun, bağımlı ve istikrarsız konumundan ötürü, siyasal istismara açık olduğu ve sömürge yönetimi için kullanışlı bir tamamlayıcı olarak araçsallaştırılabileceği görüşü gittikçe güçlenmiştir. Suriye’deki Fransız politikasının temel örgütleyici ilkesi, ülkedeki geleneksel Sünni elit tarafından dile getirilen Arap milliyetçiliğini çeşitli ve farklı nedenlerle istemeyen kentli toplumun –Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi– içinde inançlar arası bir seçim ahalisi inşa etmekti.[38] Ermeniler bu inşa faaliyetine düzenli bir biçimde uydular ve 1920’ler ile 1930’ların başındaki seçim politikaları içinde, eksiksiz bir biçimde milliyetçilik-karşıtı bir tutum sergilediler.[39]

Bu uyumlulaştırma süreci, aynı zamanda, Cemiyet ve Cemiyetin, Ermenilerin Arap nüfusu içinde bütünüyle asimile olmayacakları bir biçimde iskân edilmeleri yönündeki kaygıları tarafından biçimlendiriliyordu.[40] Kültürel heterojenliğin sürekliliği konusundaki bu uluslararası kabul, pek çok bakımdan, Cemiyetin, Ermeni ulusunun muhafazası ve zararlarının giderilmesi yönündeki orijinal projesinin artakalmış birkaç tortusundan biriydi. Türk sınırı boyunca ve İskenderun Bölgesinde oluşturulan tarımsal yerleştirmeler aracılığıyla ‘ayrıklık’ kısmen gerçekleştirildi.[41] Fakat başarı tutkusunun en yoğun olduğu plan, Beyrut ve Halep’teki bütün göçmen kamplarının modern mahallelere ve Ermeni göçmenlerin de saygı gören ve çalışan şehirli orta sınıflara dönüştürülmesi planıydı. Fransız Yüksek Komiseri Henri Ponsot’nun (1877-1963) 1936’da açıkladığı üzere,

Bu durumun [göçmenlerin statüsünün] yarattığı gerçek eziyete karşı destek sunulmalıdır. Suriye ve Lübnan’da yapılan budur. Bu durum maddi bakımdan kredilerle ve ahlaki bakımdan da bu insanların, onlara kapılarını açıp da yurttaşlık elde etmelerini sağlayan ülkelerde insani bir karşılamayla kontrol altına alınmalıdır. Göçmenlerin her şeyden önce kalıcı olarak yerleştirilmeleri hususunda onlara yardımcı olmak zorunludur. Hedef budur. Ermenilerle ilgili olarak insanı korkutan şey, küçük bir birikim oluşturur oluşturmaz başka bir yerle gitmek isteyecek olmalarıdır. Bu engellenmelidir ve bunu engellemek için de bir ev, bir arazi ya da bir tarla sahibi olmalarını sağlamamız gerekmektedir. Bu görev yürütülmektedir: Doğu Akdeniz’de bu hedef doğrultusunda yapılanlar Milletler Cemiyetinin onuru için yapılmaktadır[42] (vurgular benim).

Planın uygulanması, arazi satışını, tapusu göçmenlere verilen evlerin inşasını, göçmenlerin kamuda istihdamını, tarım kredilerini ve küçük ölçekli işletmeler için mesleki yardım ve fonları içeriyordu. Ermeni organizasyonları, Yakın Doğu Amerikan Yardım Heyeti ve diğer STK’lar da Cemiyetin koordinasyonu altında yer alıyorlardı. Bu kenar mahalleler şekillenirken, Nansen Dairesinin 1936’da Cemiyete sunduğu rapor, bu yeni mahallelerin “Halep ve Beyrut’u Şarkî şehirler olmaktan çıkararak modern şehirlere dönüştürmüş olduğu”[43] yorumunda bulunuyordu.

Halep’teki iskân sürecinin ilk aşamasının sonlarına doğru (1936) 2061 adet yeni ev inşa edilmiş ve üç bin civarı aileye ya da yaklaşık 15.000 insana konut sağlanmıştı. Evler yarı müstakil ya da bitişikti; su ve elektrik tesisatları mevcuttu ki şehrin geri kalanında böyle bir şeye pek de rastlanmıyordu (Resim 3). Beyrut, İskenderun ve Yunanistan’da da benzer projeler yürütüldü.[44] Ayrıca yeni kiliseler ve okullar inşa edildi ya da eski binalar, yeni amaçlar doğrultusunda yeniden düzenlendi ki elinizdeki yazının başında zikredilen Karen Jeppe Okulunun binası da bu yeniden düzenlenen binalardan biriydi. Nansen Dairesi, mahallelerde sosyal yardım ofisleri kurdu. Ermenilerin Nor Giwgh (Yeni Şehir) adını verdikleri Midan gibi Ermeni mahallelerinin biçimlenişi, günümüzde bile Halep’e giden ziyaretçileri çarpmaya devam etmektedir. Bölgenin geniş yolları ve düz caddeleri, her yerde hazır ve nazır olan Ermeni sembolleri, Arapça yerine Türkçe ve Ermenice sesler, burayı, biricik bir yer ve ayrık bir Ermeni topluluğunun Suriye’de toplu sağ kalımının açık bir kanıtı kılmaktadır.

Resim 3. Göçmen bir aile için inşaat halindeki yeni bir ev, 1930. Sokağa bakan pencereleri ve elektrik erişimiyle, bu inşa projesinin modern doğasını açığa vuruyor. Kaynak: AGBU, Paris Nubarian Kütüphanesi, Fransa.
Resim 3. Göçmen bir aile için inşaat halindeki yeni bir ev, 1930. Sokağa bakan pencereleri ve elektrik erişimiyle, bu inşa projesinin modern doğasını açığa vuruyor. Kaynak: AGBU, Paris Nubarian Kütüphanesi, Fransa.

Her şeye rağmen, Fransız Mandası esnasında ayrı bir Ermeni topluluğunun korunması ve desteklenmesi, yukarıda da belirtildiği gibi, Fransız yönetimini destekleyip Arap milliyetçisi tutkulara muhalefet edecek bir nüfus kesiminin oluşturulması maksadını taşıyordu; elbette bu politika, bir ek sonuç olarak, Ermenileri, çoğunluk tarafından –ve kendileri tarafından da– tam anlamıyla Suriyeli olarak görülmeyen tabi bir nüfus haline getirdi.

Tamamlanmamış ulusal aidiyet biçimindeki bu temel ilkenin kritik boyutları, Ermeni topluluğunun Suriye’nin daha sonraki efendileri olan Baasçı-Alevi elitle ilişkilerinde dışlaştı. Bu durumda da rejimin Ermenilerin imtiyazlı konumunu desteklemesinin bedeli muhalefet etmemek oldu. Suriye’deki iç savaşın dinamikleri içinde, rejim, topluluğu radikal muhafazakar bir Sünni İslam devletinden koruyan tek şey olarak görüldü ve görülmektedir. Doğrusu, Suriye’deki Ermeni topluluğu, ayaklanmanın siyasi önderliği içerisinde temsil edilmemesiyle Suriye’deki gayrimüslim azınlıklar arasında biricik bir konumda bulunmaktadır. Özellikle de genç Ermenilere göre, rejime muhalefetteki bu başarısızlık, Ermenilerin Suriye’yle ilişkilerinin temelini yurttaşlık olarak kurmaktaki başarısızlıklarını ortaya koymaktadır; onlara göre, bir topluluğun umutlarının demokratik ve insan haklarına dayalı ulusal bir topluluğa değil de bir diktatörlüğün hayatta kalmasına bağlanması öngörüsüzlük ve tehlikeye yelken açmak anlamına gelmektedir. Fakat göçmenlik, yurttaşlık ve ulusal aidiyet hakkındaki bu zorunlu konuşmanın –rejim tarafından ve Ermeni topluluğunun dinsel ve seküler önderliği tarafından baskılanmış– gerçekleşiyor olması, Ermenilerin, Suriye’deki sürgünlerinin iki savaş arası hümaniteryenizmi tarafından kendilerine dayatılan temel varsayımlarını ve koşullarını anlamlandırma biçimlerinde köklü bir değişimin yaşanmakta olduğunu göstermektedir. Çatışmanın sonuçlarından bağımsız olarak, Suriye’deki Ermenilerin statüsü belirsiz durumdadır ve buraya ilk olarak 1920’lerde gelen göçmenlerin torunları, nüfus gençleştikçe ve genç Ermeniler de göç ettikçe, pek de buralarda kalmayacakmış gibi görünmektedirler.

Sonuç

Bağımsız bir Ermeni devletinin kurulması, Milletler Cemiyetini oluşturan yönetimlerin ve kamunun önemli bir ülküsüydü ve Ermeniler de pek çok Batı Avrupalının hümaniter imgeleminde, Cemiyetin erken döneminde “hak sahibi” baskılanmış halk olarak inşa edilmişti. Fakat Ortadoğu zeminindeki olgular, Ermenilerin kendi yurtlarında bir ulus devlet kurabilmelerinin önüne geçti. Soykırım, yurttaşlıktan çıkarma ve sürülme, Anadolu’daki demografik gerçekliği o kadar değiştirdi ki iki savaş arası dönemde, böyle bir yurt yalnızca hasretin bir konusu haline geldi ve hukuksal veya ahlaki olarak bir anlam taşımayı sürdürdüyse de gerçek bir başarı şansına hiçbir zaman haiz olamadı. Bu gerçeklik, Cemiyetin kendi kendisine tanıdığı dünyayı savaşın ardından yeniden düzenleme ve uluslararası yasalar ile küresel normların oluşturduğu, ahlaki bakımdan yüksek olduğu varsayılan bir zemin üzerinde yükselen bir sistemi yürürlüğe koyma rolüne de meydan okuyordu.

Ermenilerin yararına edimlerde bulunacak bir devletin yokluğu, Cemiyeti, Ermenilerin modern hümaniteryenizm içerisinde toplu sağkalımı için çabalamaya götürdü. Süreç içinde bizzat hümaniteryenizmin kapsamı ve erimi genişledi. Ermenilere göz kulak olmak üzere rehabilitasyon programlarını, seyahat belgelerini ve iskanı içeren pek çok uygulama yürürlüğe kondu ki bunlar, bu dönemde, modern hümaniteryenizmin doğasını tanımlayan şeyler oldular. Bu uğrak açısından oldukça simgesel bir nitelik taşıyan bir başka şey de hümaniter imgelemin, ulus ve etnisiteye ilişkin baskın görüşlerin –sıklıkla ırkçı terimlerle dile geliyordu– içerisine acının tavsifini de sokması olmuştur. milliyetçilik, etno-merkezcilik ve ırk üzerine düşünümün acının tanımını ve hümaniter tepkiyi ne dereceye kadar biçimlendirmiş olduğunu görmek, iki savaş arası dönemin hümaniteryenizminin ortak bir insanlık nosyonuna, evrenselliğe ve bunların uygulamadaki gerçekliğine yönelik vurgusunu bağdaştırmaktaki bir zorluğa işaret etmektedir. Bu biçimli hümaniter uygulamaların çeşitli veçheleri, İkinci Dünya Savaşının ardından gelen dönemde de devamlılık göstermiştir ve bu bağlantıları ve bunlara nasıl meydan okunduğunu ya da benimsendiğini anlamak, modern hümaniteryenizmin tarihini yazmaya yönelik her girişim için zorunludur. Bu tarihi vazetmek yolunda, son derece temel bir soru şudur: Hümaniteryenizm ulusun ve ırkın paradigmatik gölgelerinden ne zaman çıkmıştır ya da hiç çıkmış mıdır?

Aynı sebeple, iki savaş arası dönemin hümaniteryenizmi, [Nansen Pasaportu rejiminde örneklendiği üzere] ne devletlerin egemenliğine ve egemenlik hakkına, ne de [Kurtarma Hareketi ve göçmenlerin Suriye ile Lübnan’da iskân edilmesi olaylarında örneklendiği üzere] geç sömürgecilik dönemine içkin baskıcı ve eşitsiz iktidar ilişkilerine meydan okumuştur. Hümaniteryenizm ile sömürgeciliği meşrulaştıran retorik arasındaki bağlantı, daha doğrusu Milletler Cemiyetinin Manda sisteminin bütün yapısı göstermektedir ki iki savaş arası dönemin hümaniteryenizmi, her geçen gün ölüme biraz daha yaklaşan bir kurumun birazcık daha nefes almasını sağlamıştır. Hümaniteryenizm, sömürgecilik ve milliyetçilik arasındaki ilişkiler, 20. Yüzyılın ilk yarısında Doğu Akdeniz’de vuku bulan diğer göçmen krizlerine içkin olan acımasız mantığın içinde yankılanmaya devam etmiştir. Holokost sonrası Avrupa Yahudi kimliğinin muhafazası (diğer amaçların yanı sıra), başarısını, sonradan Filistin diasporasını yaratan sömürgeci bir projeye borçludur ki bu proje, pek çok kuşağın devletsizleşmesine neden olmuştur. Filistin’in boşaltılmasına yönelik uluslararası tepkilerin –en azından 1990’lara kadar– iki savaş arası dönemde Ermeniler için yürürlüğe sokulan hümaniteryen pratiklere –yurttaşlığa kadar gidilmesinin önüne geçen geçici seyahat belgeleri, büyük göçmen kampları aracılığıyla ayrıklığın sürdürülmesi ve Filistinlilerin eğitim ile sermayeye erişim olanaklarına sahip olunacak bir biçimde Batıya göç edebilmeleri imkânlarının son derece daraltılması ki bu imkânlara sahip olmayanlar yaşadıkları yerlerin kıyılarına sürülmüş ve yurttaşlık haklarından faydalanamaz durumdaydılar– benzemesi elbette rastlantı değildir.

Bu gözlemleri hatırda tutarak, Milletler Cemiyetinin göçmenler, kadınlar ve azınlıklar konusunda takındığı tutumun hümaniteryen söyleminin neden zaman zaman hümaniter destek pratiği içinde bireysel insan haklarını öne sürme noktasına geldiğini nasıl açıklayabiliriz? Özellikle de retrospektif bir biçimde, kimi gözlemciler, bu projelerin, modern insan hakları hukukunun ve eyleminin temel öğelerinin zeminini, özellikle de göçmenler söz konusu olduğunda terk ettiği saptamasında bulunduğundan beri…[45]

Okumakta olduğunuz yazının gösterdiği gibi, belirli insanların neden hümaniter destekler alması ya da almaması gerektiğine ilişkin iki savaş arası dönemin (ve doğrusu 20. Yüzyılın neredeyse tamamının) anlayışı, bu insanların insan haklarını per se korumak ve desteklemek hususunda pek az şey ve bu insanların etnisitesi, dini, yurttaşlığı ve devletler ile ideolojiler açısından işe yararlıkları hususunda da pek çok şey yapmıştır. Bu bakımdan, insan hakları sorularının hümaniteryenizmin tarihi içerisine çok erken bir dönemden itibaren yedirilmesi, her iki kavrama ilişkin anlayışımızı da tahrif edecektir. Bu, aynı zamanda, modern hümaniteryenizmle ilgili en ilginç ve kışkırtıcı meseleyi de, özellikle de hümaniteryenizmin tarihinin, insan hakları tarihi içerisinde araçsallaştırılmadan incelenmesinin açığa çıkarabileceği bir olguyu, yani 20. Yüzyılın başlarında ‘ortak insanlık’ (ve insan-dışılık), kolonyal bölünme boyunca ‘ayrımın inşası’ ve ‘empati sorunu’ gibi kavramlardan ne anlaşıldığını –medyanın, göçün, sömürgeciliğin ve ticaretin bu kavramların tam da köklerini dönüştürdüğü bir dünyada– açığa çıkarma imkanını karanlığa gömecektir.

Evrensel insan hakları ve hümaniteryenizm ile ilgili olarak 1930’ların sonlarında gelişen fikirler, André Mandelstam’ın insan ve yurttaş hakları ile azınlık haklarının korunması için rapporteur olarak hizmet ettiği Institut de Droit International da dâhil olmak üzere, Cemiyetle işbirliği halindeki organizasyonların programlarını belirlemeyi sürdürüyordu. Örneğin Daniel Whelan, Mandelstam’ın sözü edilen kurumdaki çalışmalarının, Evrensel İnsan Hakları Deklarasyonuna Amerikalıların yaptığı katkıların kavramsal çerçevesinin oluşmasına katkıda bulunduğunu ileri sürmektedir. Daha da ötesi Mandelstam, bir devletin yurttaşının, yurttaşı olmak bakımından o devlet karşısında sahip olduğu ya da daha doğrusu devletin karışmayacağı bir dizi asgari hakkını –yaşam, özgürlük ve sonradan vicdan özgürlüğü– açıkça tanımlamaktadır. İkinci Dünya Savaşının patlak vermesinde önceki yıllarda, Mandelstam, devletlerin bu hakları korumakta başarısız olmaları durumunda askeri ‘hümaniter müdahale’ riskiyle karşı karşıya kalmaları görüşünü bile dile getirmişti.[46]

Bütün bunlar, Milletler Cemiyetinin hümaniteryenizmle ilgili söyleminin kıyılarında ortaya çıkan ‘hak konuşmalarının’ sonradan nasıl olup da insan hakları kuruluşlarının ve Birleşmiş Milletler gibi paktların formüle edilişlerinin tam merkezine kaydığı sorusunu doğurmaktadır. İki savaş arası dönemin hümaniteryenizminin bu soruyla en ilgili öğesi, muhtemelen, gitgide evrimleşen ‘göçmen’ tanımıdır. Fakat Nansen Pasaportu tartışmalarının doğruladığı şey, iki savaş arası dönemdeki göçmen yardımlarının teori ve pratiğinin, günümüzün göçmen rejiminden özsel bir farkının olduğudur. Bana kalırsa bu tartışmadaki kritik kırılma, yurttaşlıktan çıkarılmış grupları kolektif bir biçimde yardıma uygun olarak tanımlamaktan çıkarak, göçmeni, müsamahasızlığın, zorbalığın ya da baskının bireysel bir kurbanı olarak –bu kurbanın koşulları savaş, devrim ya da çatışma nedeniyle daha da kötü hale geliyordu– kavramsallaştırmaya dönük kaymada bulunmaktadır. Bu kaymanın kuvvetli bir örneği, Hannah Arendt’in 1943 tarihli kısa yazısı “Biz Göçmenler”de görülmektedir. Bu yazıda Arendt, bireysel göçmenin statüsünü, artık onu koruyamayan (ya da zaten buna niyeti olmayan) sistemler ve ideolojilerle yüz yüze bir insan olarak haykırıyordu. ABD’li diplomat Hiram Bingham ile gazeteci Varian Fry tarafından hümaniter bir müdahaleyle (Hiram Bingham 1941’de 2500 göçmene yasadışı vize vermişti –ç.n.) kurtarılan –bu kurtarma, uluslararası hukukun çerçevelerinin bütünüyle dışındaydı– Arendt’in durumu, yerleşmiş mülteci sözleşmeleri bağlamında bir göçmenlik durumu değildi.

Açıkçası, hümaniteryenizmin çalışma alanı içerisinde, bireysel hakların evrenselleştirilmesi ve devletlerin egemenliğinin sınırlanması için siyasal mücadele biçimleri içerisinde yer almış kişiler ve gruplar bulmak elbette mümkündür. İki savaş arası dönemin hümaniteryenizmine ilişkin gelişen hayal kırıklığına, sınırlı göçmen rejiminin çok yönlü başarısızlıklarına ve ulusal topluluklara üyeliği vurgulayan şu plansız grup hakları sistemine ışık tutacak olan şey de tam olarak Milletler Cemiyetinin içinde ve çevresinde vuku bulan ve bireyler için verilen bu mücadeledir. 1940’larda, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin yazıldığı dönemde ortaya çıktığı haliyle insan hakları, biraz da bu başarısızlıklara karşı geliştirilmiş bir tepkidir. İkinci Dünya Savaşı esnasındaki ve 1930’ların sonlarındaki insan hakları söylem ve politikalarının kökenlerine ilişkin bu temel soru, insan hakları tarihine ilişkin çalışmaların başlangıç noktası olarak görülmelidir.

Son olarak, Milletler Cemiyeti’nin hümaniter çalışmaları, iki savaş arası dönemde Ermenilerin ve bir Ermeni topluluğunun sağkalımı konusunda kritik de olsa belirsiz ve karşıt değerli bir rol oynamıştır. Yürürlüğe konulan programlar, yüz binlerce Ermeni bireyinin yaşamını dönüştürmüş ve onlara, kendi geleceklerini oluşturmak konusunda oldukça sınırlı bir öznellik alanı tanımıştır. Wilson Ermenistanının haritasının hatırlattığı ihanetin anısı gibi, Cemiyetin onlar yararına yaptığı işlerin –Kurtarma Evleri, Nansen Pasaportu ve göçmen mahalleleri– kalıntıları, pek çok Ermeni için, kendisinin ya da ailesinin hayatta kalma hikâyesinin önemli dönüm noktalarını oluşturmaktadır.

 

Çeviri: Abdurrahman AYDIN

 

DİPNOTLAR:

[1]Donald Bloxham, Büyük Güçlerin desteğinin Ermenistan’dan Osmanlı İmparatorluğunun ardılı olan Kemalist Türkiye’ye ve bu yeni devletin bölgesel nüfuz yönündeki tutku ve arzularına doğru kaymasını incelemektedir. Bu konuda bkz. The Great Game of Genocide: Imperialism, Nationalism, and the Destruction of the Ottoman Armenians (Oxford: Oxford University Press, 2007). Ermeni Soykırımının daha geniş bir tarihi için bkz. Raymond Kévorkian, The Armenian Genocide: A Complete History (London: I.B. Tauris, 2011); Taner Akçam, The Young Turk’s Crime Against Humanity (Princeton: Princeton University Press, 2012); Fuat Dündar, Crime of Numbers: The role of Statistics in the Armenian Question (1878-1918) (New Brunswick, New Jersey: Transaction Publishers, 2010); Uğur Ümit Üngör, The Making of Modern Turkey: Nation and State in Eastern Anatolia, 1913-1950. (Oxford: Oxford University Press, 2011); Uğur Ümit Üngör & Mehmet Polatel, Confiscation and Destruction: The Young Turk Seizure of Armenian Property (London: Continuum, 2011); Fatma Müge Göçek, The Transformation of Turkey: Redefining State and Society from the Ottoman Empire to the Modern Era (London: Tauris Academic Studies, 2011).

[2] Bkz. Llyod E. Ambrosius, “Wilsonian diplomacy and Armenia: the limits of power and ideology,” 1131-145, in Jay Winter, ed. America and the Armenian Genocide (Cambridge: Cambridge University Press, 2003).

[3] Jules Pam, Fritjof Nansen, et al., Scheme for the settlement of Armenian refugees: general survey and principal documents, publication of the League of Nations, C. 699. M. 264. 1926. IV.

[4]Ermeni Ulusal Delegasyonunun arşivi, kısmen, Paris’teki Nubarian Kütüphanesinde bulunmaktadır. Delegasyonda Ermeni Hayırseverler Birliğinin baskınlığı vardı. Delegasyon, iki savaş arası dönemde, diaspora Ermenilerinin çıkarlarını temsilen, fakat aynı zamanda iskan ve eğitim projelerinde birincil işbirlikçi olarak Milletler Cemiyetiyle devlet benzeri bir oluşum biçiminde işbirliğine gitmişti. Bkz. See, Raymond Kévorkian, Vahé Tachjian, eds., The Armenian General Benevolent Union: One Hundred Years of History, 2 vols., trans. GM Goshgarian (Cairo: AGBU Central Board, 2006).

[5]Yerel dilleri Milletler Cemiyetinin tarihini incelerken devreye sokmaktaki başarısızlık konusunda Ortadoğu’dan yakın dönemli bir örnek için bkz. Sarah Shields, Fezzes in the River: Identity Politics and European Diplomacy in the Middle East on the Eve of World War II (New York: Oxford University Press, 2011).

[6] Mandelstam, 322.

[7] Osmanlı İmparatorluğunda ‘hümaniter müdahale’ ile üzerine Avrupa’nın perspektifinin yakın dönemli bir tarihi için, bkz. Davide Rodogno, Against Massacre: Humanitarian Interventions in the Ottoman Empire 1815-1914 (Princeton: Princeton University Press, 2012).

[8] Kévorkian, 155.

[9]Fuat Dündar, Crime of Numbers: The role of Statistics in the Armenian Question (1878-1918) (New Brunswick, New Jersey: Transaction Publishers, 2010) 103-104.

[10] Levon Marashlian, “Finishing the Genocide: Cleansing Turkey of Armenian Survivors, 1920-1923,” in Richard Hovannisian, ed., Remembrance and Denial: The Case of the Armenian Genocide (Detroit: Wayne State University Press, 1998) 113-146.

[11] Mandestam, VIII.

[12] A.g.y.

[13] Örneğin bkz. ALON-UNOG C.508.1929 “Türkiye’de Azınlıkların Korunması”. Bu resmi şikâyette Kilikya Ermeni Patriği Paul Terzian, Güneydoğu Anadolu’da Ermenilere yönelik saldırıları, bir Ermeni Katolik Rahibinin yargısız infazı da dâhil olmak üzere, uzun uzun anlatır. Terzian’ın sondan bir önceki cümlesi, bu tür saldırıların Ermeni ulusal topluluğuna yönelik saldırılar olarak algılandığını göstermesi bakımından anlamlıdır: “Nous sommes dans l’espoir que la Société des Nations, par sa haute Intervention, pourra obtenir justice des attentats et des spoliation dont sont victimes les Chrétiens, et améliorer la condition des épaves survivantes de notre Nation en Anatolie.”

[14] Cemiyetin etkinliklerine ilişkin, arşivlerin incelikli bir incelemesinin sonucu olarak beliren daha geniş bir anlatı için bkz. Dzovinar Kévonian, Réfugiés et diplomatie humanitaire: Les acteurs européens et la scéne proche-orientale pendant l’entre-deux-guerres (Paris, 2004).

[15] Aşağıdaki tartışmanın çoğu kısmı, benim şu yazımdan alınmıştır: “The League of Nations’ Rescue of Armenian Genocide Survivors and the Making of Modern Humanitarianism (1920- 1927)” American Historical Review 115:5 (December 2010) 1315-1339.

[16] ALON-UNOG,12/15998/4631, Türkiye, Küçük Asya ve Komşu Bölgelerdeki Kadın ve Çocukların Sürgünü, Beşinci Komitede Sunulan Rapor, Cenevre, 21 Eylül 1921.

[17] “Madde 142”, Türkiye ile Barış Anlaşması, (Sevr Anlaşması), 10 Ağustos 1920 (Londra, 1920).

[18] Kadınların oy hakkını savunan Helena Swanwick, Mayıs 1920’de Cemiyete şunları yazıyordu: “Bütün Doğu boyunca, savaşın bir sonucu olarak kadınların ve çocukların köleleştirilmesi ve aşağılanması sorunu, Milletler Cemiyetine bağlı özel bir Komisyon tarafından ele alınmalı ve bu komisyonda Doğuda yerleşik kadınlar etkin bir rol almalıdır.” ALON-UNOG, 638 12/4631/647, H. M. Swanwick’ten Robert Cecil’e, 20 Mayıs 1920. Birkaç yıl sonra, Cemiyete yazan Ermeni Kızılhaç’ı ve Göçmen Fonu (Büyük Britanya) sekreteri Emily Robinson şunu söylüyordu: “Binlerce Ermeni kadın ve çocuğun, esir alındıkları 1915’ten beri Müslümanların evlerinde alıkonuyor olmaları nedeniyle ortaya çıkıp büyüyen yoğun acı duygusunu da iyilikle temsil edilmesi… Türkiye ile yapılan ateşkes, bütün savaş esirlerinin salıverilmesini sağlıyordu. Yalnızca erkekleri salıverdiler ve Ateşkesin şartları kadınlar konusunda uygulanmadı. … Gelinen nokta, Doğuda barış amacı bakımından son derece tehlikeliyken, 20. Yüzyıl uygarlığı bakımından da bir skandal ve yüz karası niteliğindedir. ALON-UNOG, R 1763 48/25899/ 38147, Emily Robinson’dan Mektup, 28 Eylül 1924, vurgu orijinalinde.

[19] Ermeni organizasyonları tarafından gerçekleştirilen kurtarma çalışmaları ve girişimleri üzerine bkz. Vahé Tachjian, “Gender, Nationalism, Exclusion: The Reintegration Process of Female Survivors of the Armenian Genocide,” Nations and Nationalism 15 no. 1 (2009) 60-80.

[20] Osmanlı Ermenilerinin soykırımında tehcirin tamamlayıcı rolü tartışmama bkz. “‘Are there any children for sale?’: Genocide and the Forced Transfer of Armenian Children (1915-1922),” Journal of Human Rights, 12:2 (2013).

[21] Daha geniş bir tartışma için şu yazıma bkz. “The League of Nations’ rescue of Armenian Genocide.”

[22] Halep’teki kurtarma hareketinin daha kapsamlı bir anlatımı için bkz. Vahram L. Shemmassian, “The League of Nations and the Reclamation of Armenian Genocide Survivors” in Looking Backward, Moving Forward, Richard G. Hovannisian, ed., (Rutgers: Transaction Press, 2003), 81-111.

[23] Karen Jeppe, “Account of the Situation of the Armenians in Syria and of My Own Work amongst Them from the 1st of May til the 1st of September 1922,” 18. Şu belgenin eki: ALON-UNOG, Uluslararası Nansen Göçmen Dairesi Kayıtları, 1920–1947.

[24] A.g.y.

[25] Beşinci Komite Raporu, 360.

[26] Barbara Metzger, “The League of Nations and Human Rights, From Practice To Theory” (yayınlanmamış doktora tezi, University of Cambridge), 2001.

[27] http://nobelprize.org/nobel_prizes/peace/laureates/1922/nansen-lecture.html Erişim tarihi 20 Eylül 2012.

[28] James L. Barton, Story of Near East Relief (New York, MacMillan, 1930).

[29] Michael Barnett, Empire of Humanity: A History of Humanitarianism (Ithaca: Cornell University Press, 2011) 88-89.

[30] Milletler Cemiyeti, Rus ve Ermeni Göçmenlerin Hukuksal Statüsüne İlişkin Düzenleme, 30 Haziran 1928, Milletler Cemiyeti Anlaşmalar Dizisi, LXXXIX, No. 2005.

[31] Milletler Cemiyeti, Rus ve Ermeni Göçmenlerin Kimlik Sertifikalarına İlişkin 12 Mayıs 1926 Düzenlemesi, Milletler Cemiyeti Anlaşmalar Dizisi, LXXXIX, No. 2004.

[32] Milletler Cemiyeti, Göçmenlerin Uluslararası Statüsüne İlişkin Konvansiyon, 28 Ekim 1933, Milletler Cemiyeti Anlaşmalar Dizisi, CLIX No. 3663.

[33] A.g.y.

[34] James C. Hathaway, “The Evolution of Refugee Status in International Law: 1920-1950,” The International and Comparative Law Quarterly, Vol. 33, No. 2 (Nisan, 1984), 348- 380, 353.

[35] “İş izinleri, sosyal güvenlik, vergi ve diğer konularda yurttaşlarla eşit muameleyi temin etmeyen, fakat bu konularda göçmenlere iyi davranılmasını salık veren 30 Haziran 1928 Düzenlemesi”, Louise W. Holborn, “The League of Nations and the Refugee Problem” Annals of the American Academy of Political and Social Science, 203, Refugees (1939), 124-135, 126.

[36] A.g.y.

[37] Barnett, 89.

[38] – Benim şu çalışmama bkz. Being Modern in the Middle East: Revolution, Nationalism, Colonialism and the Arab Middle Class (Princeton: Princeton University Press, 2006) 211-308.

[39] A.g.y.

[40] Watenpaugh, Towards, 597-622.

[41] MAE, Nantes, Fonds Unions Internationales 2ème versement, no. 1902, “Rapport de M.B. Nicolsky sur l’oeuvre d’établissement de réfugiés arméniens en Syrie,” 30 Haziran 1936.

[42] MAE, Nantes, Fonds Beyrouth, carton 575, “Comité de secours aux refugiés arméniens, Procès-verbal” 24 Haziran 1931.

[43] MAE, Nates, Fonds Unions Internationales 2ème versement, no. 1902, “Rapport de M.B. Nicolsky sur l’oeuvre d’établissement de réfugiés arméniens en Syrie,” 30 Haziran 1936. Ayrıca bkz. Les Arméniens, 1917-1939, la quête d’un refuge, Raymond Kevorkian, Lévon Nordiguian, Vahé Tachjian, eds. (Beirut: Presses de l’Université Saint-Joseph, 2006).

[44] Holborn, “1937 Aralığının son günlerine doğru, 36.016 göçmen 5.576 eve ve 1.090 göçmen de yerleştirildi beş büyük tarım bölgesine yerleştirildi,” 128.

 

[45] Bkz. Dzovinar Kévonian, “Question des réfugiés, droits de l’homme : éléments d’une convergence pendant l’entre-deux-guerres” Matériaux pour l’histoire de Notre temps, vol. 72 (2003) 40-49. Also, Eric D. Weitz, “From the Vienna to the Paris System: International Politics and the Entangled Histories of Human Rights, Forced Deportations, and Civilizing Missions,” American Historical Review 113, no. 5 (Aralık 2008): 1313-1343.

[46] Daniel Whelan, Indivisible Human Rights: A History (Philadelphia: University of Pennsylvania Press, 2010) 50-51. Jan Herman Burgers, “The Road to San Francisco: The Revival of the Human Rights Idea in the Twentieth Century,” Human Rights Quarterly, Vol. 14, No. 4 (Kasım 1992), 447-477, 451-454.