Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşının Sandık Sevgisi, Mecburiyeti ve Tepkisi

Hatırlanacağı üzere AKP, 2017 yılında halkoylamasına götürüp “atı alanın Üsküdar’ı geçmesiyle” kabul ettirdiği anayasa değişikliğini/yeni hükümet biçimini ilk gündeme getirdiğinde türlü isimlendirmeler denedi. Önce ‘başkanlık’ sistemine geçileceği dile getiriliyordu, ancak talep edilenin ABD başkanlık sistemi ile bir benzerliği olmadığı anlaşılınca, yeni sistemin adı “Türk tipi başkanlık” oldu ve nihayetinde, Batı demokrasilerinde eşi benzeri olmayan bu sisteme Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verildi. 1909 yılından itibaren genel bir ilke olarak kabul gören “meclis üstünlüğü” ilkesi yaklaşık yüz yıl sonra tarihe karıştı ve bugün tanık olduğumuz parti-devlet devri başladı.

O hengâme içinde can sıkıcı bulduğum tutumlardan biri de, bu garabetin “Türk tipi” olarak adlandırılmasıydı. Osmanlı-Türk anayasacılığının, toplumsal hareketler birikiminin, kör topal da olsa işleyen demokrasisinin, genel ve yerel seçimler tarihinin, düşünce yaşamının, böylesi küçük düşürülmeyi hak etmediği kanısındayım. Bu toprakta bir anayasa yapılıp da meşruti monarşiye geçilmesinin üzerinden yaklaşık 150 yıl geçti ve o yıllarda Rusya gibi bir ülke henüz çarlık rejimiyle yönetiliyordu. Osmanlı-Türk anayasacılığı, gecikerek de olsa çağdaşlarını takip etti, kuşkusuz kendi tarihi ve koşulları içinde.

Henüz 1877’de meclis seçimi yapılmıştır. Kanun-ı Esasi’de en güçlü makam padişahtı, meclis ancak Sultan’ın çizdiği sınırlar içinde hareket edebiliyordu ve Meşrutiyet’in en önemli isimleri, Namık Kemal, Ziya Paşa ve Anayasa’nın baş yapıcısı Mithat Paşa, meclis açılmadan sürgüne gönderilmişti, doğru. Yine de, tüm sınırlılıklarına, Heyet-i Mebusan seçiminin ‘geçici yönetmeliğe’ göre yapılmasına, yönetmeliğin Anayasa’ya aykırı biçimde “nüfus ilkesi” yerine Heyet-i Mebusan’a 80 Müslüman 50 Gayrimüslim temsilci (bu sayılar tam olarak sağlanamadı) seçileceğini kabul etmesine, seçmen erkek nüfusla sınırlanmasına, seçilmek için biraz mal mülk sahibi olma koşulu getirilmesine, bir başka deyişle seçilenlerin belli bir zümreden gelen insanlar oluşuna karşın, seçim (iki dereceli) yapıldı ve 20 Mart 1877’de ilk kez meclis toplanabildi. Şaşırtıcı olan ve siyasi deneyimimizin hiç de azımsanmaması gerektiğini düşündüren ise bu koşullarda seçilen mecliste sergilenen muhalefetin etkisi oldu. Öylesine sert eleştiriler yapıldı ki, II. Abdülhamit yalnızca 56 birleşim dayanabildi, 28 Haziran’da Heyet-i Mebusan’ı dağıttı, seçim yapıldı. 13 Aralık’ta yeni meclis toplandı ve yeni meclis de aynı doğrultuda davrandı. Sultan bu kez 29 birleşim tahammül edebildi, 14 Şubat 1878’de meclisi ‘tatile’ gönderdi, bilindiği üzere 30 yıl boyunca  geri çağırmadı, ta ki 1908 yılındaki II. Meşrutiyet’e dek. Burada sınırlı haklarla da olsa yapılan bir seçimin dahi ne ölçüde etki yaratabildiğini görüyoruz.

Dolayısıyla, yaşadığımız toprağın ahalisi temsilcilerini seçmenin ve kurumsal karşı çıkışın önemini/hayatiyetini kavrayalı çok zaman oldu. Nitekim onca yıllık Abdülhamit istibdadı ardından patlayan devrim ve II. Meşrutiyet’in ilanını takip eden anayasa değişiklikleri ile tüm zorluklara/engellemelere rağmen yapılan seçimler, ‘birikimin’ görülmesi açısından son derece çarpıcı. Nisan 1909’da Padişah’ın tahttan indirilmesi ardından yapılan Ağustos 1909 anayasa değişiklikleriyle, artık güç Padişah’ta değil parlamentodaydı, heyetler gerçek birer meclise dönüşmüştü. Bu arada, parlamenter sistemin ana kuralı olan ‘bakanların meclise sorumluluğu’ ilkesi de kabul edilmişti. Tabii bu devrin bir talihsizliği, bir tarihten sonra (1913), artık büyük ölçüde dönüşmüş olan İttihat ve Terakki ceberutluğunun hâkim olmasında. I. Dünya Savaşı ile birlikte, İttihatçıların silahşor yönetimleriyle yönetilen İmparatorluk kısa süre içinde tarihe karıştı. Buna mukabil aynı dönemde, örneğin bir hükümet (Kâmil Paşa hükümeti) güvensizlik oyuyla düşürülmüş, 1912’de güçlü bir muhalefet (Hürriyet ve İtilaf) doğmuş, dört seçim (1908, 1912, 1914, 1919) yapılabilmiş; toplumsal canlanmayla birlikte düşünüldüğünde, yönetimden hesap soran, sorabileceğini gören (ve gelişip yaygınlaşması için daha uzun yıllar geçmesi gerekecek) çağdaş bir yurttaş tipi doğmuştu.

Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkıp bir süre sonra Millî Mücadeleyi başlattığında hâlihazırda Anadolu’nun 30 küsur yerinde kurulmuş bulunan, irili ufaklı ve bazıları devletçik gibi hareket eden “yerel kongreleri” de bu çerçevede, halkın meclis ve seçme geleneğine yanıt veren örgütlenmeler kabul etmek gerekir. İşgal edilen toprağın insanı, yenilgiyi kabullenmeyip dağınık biçimde de olsa meclisler eliyle kendi kaderine yön vermeye çalışmıştır. Bülent Tanör’ün yerel kongreleri konu ettiği çalışmalarında belirttiği üzere, üyeleri seçimle (yine, sınırlar var kuşkusuz) belirlenen yerel kongreler kısa sürede ulusal kimliğe bürünecek Büyük Millet Meclisi’nin nüvesiydi. Kongreler için de -işgal koşullarında- seçim yapıldığını ve gerek bölgesel-ulusal kongrelerin, gerekse Anadolu’da 23 Nisan 1920’de açılan ilk Meclis’in, bu seçimlerin/sürecin sonucu olan büyük bir çeşitliliği yansıttığını söylemek gerek. Meclis için yapılan seçimde o anki seçim sisteminde yer alan kurallar kısmen göz ardı edilmişti. 1920 seçimine, 1923 ve sonrasına (1946’ya dek) ilişkin ayrıntılı bilgi için Ahmet Demirel’in İlk Meclisin Vekilleri: Millî Mücadele Döneminde Seçimler 2010) ve Tek Partinin İktidarı, Türkiye’de Seçimler ve Siyaset (1943-1946) (İletişim Yayınları, 2013) çalışmalarından yararlanılabilir.

İlk Meclis kurulmakta olan devletin anayasasını da yapmıştır. Türkiye’de konu üzerine çalışanlar içinde, I. Meclis ve 1921 Anayasası’nın yapım sürecinin son derece çoğulcu profile sahip olduğu (artık Gayrimüslümler’in olmadığını hatırda tutarak) kanısı genel kabul görür. Ancak o çeşitliliği uyum sağlama ve karar alma aşamaları bakımından olumsuz-güçleştirici bir durum olarak değerlendirenler de mevcut. Yorumlar her ne yönde olursa olsun, bu durum, seçim ve temsil konusunun kuruluş aşamasında da hayati bir konu kabul edildiği gerçeğini değiştirmiyor.

Burada, Mustafa Kemal’in hemen her durumda kararları meclislere aldırdığı gerçeğini ihmal etmemeli. Kuşkusuz son derece pragmatik bir lider olsa ve düşüncesi-eylemleri-kararları koşullara göre değişse de meclisler ve kongreler hem savaşın hem sonrasının karar verici organlarıydı. Mustafa Kemal’in o kongre ve meclislerde kendi görüşlerini kabul ettirmek için sert konuşmalardan, baskıdan ve günü geldiğinde tasfiyeden çekinmediğini, unutmadan. Kuruluş aşamasında farklı görüşler, düşünce akımları, her birinin azımsanmayacak nicelik-nitelikte taraftarı ve aralarında sert bir mücadele vardı; belli bir tarihe dek o farklıklar mecliste dile getirilebilmişti. Özellikle 1927’den itibaren mecliste muhalif görüşte olan birilerinin sesini duymak güç, ta ki 1945’e dek.

Bu arada, meclis içindeki muhalefetin büyük ölçüde tasfiye edildiği 1923 seçiminde adaylar Mustafa Kemal başkanlığındaki bir seçim kurulunca belirleniyordu ki bu durum (1923 CHP tüzüğü uyarınca), İnönü döneminde de sürmüş, milletvekili adaylarını önce Mustafa Kemal, sonrasında İsmet İnönü belirlemiştir. 1920 seçiminde her yörenin önde gelenleri kendiliklerinden aday olmuş ve seçilmişti. Ahmet Demirel’in ifadesiyle, listeler oluşturulurken çoğu kez aday yapılacak isimlere dahi danışılmamış, pek çok bürokrat hayatlarında görmedikleri illerden seçilmiştir. Ahmet Demirel, Yakup Kadri’nin 1923’te haberi olmadan Mardin’de aday yapıldığını, Hakkı Tarık Us’un Giresun’dan aday olduğunu gazetelerden öğrenince şaşırdığını belirtiyor. (s.21) 2000’lerin Türkiye’sinde milletvekilleri, haber vermeden seçilmiyor kuşkusuz, ancak aday belirleme süreçlerinde o gün bu gündür ne kadar yol alınabildiği de tartışılır.

1920’lerdeki meclis-demokrasi kavramlarına atıf yapılırken, meclislerin ve demokrasi düşüncesinin, 1920’lerin hem ‘koşulları’ hem ‘yönetim tercihleri’ göz önünde bulundurarak değerlendirilmesi gerekir. Buna mukabil, muhalefet tasfiye edilerek “uslu duracak” vekillerden oluşturulan İkinci Meclis’teki milletvekillerinin, 1924 Anayasası yapılırken, Mustafa Kemal’in “veto” ve “meclisi fesih” gibi taleplerine şiddetle karşı çıktığını, egemenliğine düşkünlüğünü de söylemek gerekiyor. Yukarıda altını çizdiğim gibi, 1927 seçimi sonrasında, 1945’e de artık son derece uysal, hiçbir kişisel inisiyatif kullanmayan vekillerden oluşan, hemen her kararın yüzde 98-99’lara varan çoğunlukla alındığı, eleştiriye rastlanmayan, Mete Tunçay’ın zamanındaki ifadesiyle ‘oybirlikli demokrasi’ devri söz konusu.

Çok partili yaşama geçene kadar 1924 ve 1930 iki kez parti kurma denemesi yapıldı, ilki Mustafa Kemal’e muhalif olanların TCF (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası), diğeri 1930’da bu kez Mustafa Kemal’in isteğiyle kurulan SCF (Serbest Cumhuriyet Fırkası). 1923-27 arasındaki boşalmalar nedeniyle (ölüm, istifa ve idamlar) yapılan ara seçimleri genellikle CHF kazansa da, üç yerde (Kırklareli, Kayseri, Bursa) sürpriz oldu ve bağımsızlar Meclis’e girebildi. Bunlar içinde TCF’nin desteklediği isimler vardı. (1925-46 arasındaki tüm genel ve ara seçimlerde ise Halk Fırkası desteği olmaksızın hiç kimse Melis’e giremedi. [Ahmet Demirel, 42-43]) 5 Mayıs’ta Ankara İstiklal Mahkemesi hükümetten TCF’nin kapatılmasını talep etmiş, TCF 5 Haziran 1925’te hükümet kararıyla (beş gerekçe sayılmıştır) kapatılmıştır. Erik Jan Zürcher’in Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924-1925) kitabında parti ve yaşananlarla ilgili ayrıntılı bilgi bulmak mümkün. SCF ise, her ne kadar Mustafa Kemal’in istek ve desteğiyle kurdurulmuş olsa da, kısa sürede hoşnutsuz kesimlerin ilgisiyle karşılaştı, sonbaharda yapılan belediye seçimlerinde sürpriz biçimde parladı. Beklenmeyen ve istenmeyen bu başarı, partinin sonunu getirdi, Mustafa Kemal desteğini çekti ve SCF 17 Kasım’da kendisini feshetti.

Her iki parti hakkında, diğer konularda olduğu gibi bir resmi tarih ile karşı anlatı söz konusu. Buna mukabil, iki partinin de daha o yıllarda yeni rejime muhalif yurttaş tarafından ilgiyle karşılandığı bir gerçek. (Özellikle SCF). Buradaki sorun, resmi tarih anlatısında görmezden gelinenler olsa gerek. Devrimlerin tüm yurttaşlar tarafından desteklendiği, karşı çıkanların ise ihanet içinde bulunduğu savının günümüzde de epeyce alıcısı var; oysa Cumhuriyet bir imparatorluk bakiyesi ve devraldığı miras gerek maddi olanaklar gerekse eğitimli yurttaş bakımından pek parlak olmadığı gibi, ahali, “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” de değildi. Ne ideolojik ne sınıfsal ne inançsal bir kaynaşmadan söz etmek mümkün.

Bu koşullarda, 1930’daki partileşme deneyiminin “hoşnutsuz” yurttaşın iltifatıyla karşılaşması beklenebilir bir gelişme ve durumu her ne kadar doğruluk payı bulunsa da, yalnızca “pusuda bekleyen gericilik” ifadesiyle açıklamanın yeterli olmadığı kanısındayım. Sandık, bu toprağın demokrasi deneyiminde her zaman, destek verme yanında tepki gösterme, hoşnutsuzluğu sergileme fırsatı olarak da işlev gördü. İyi kötü katılımcı bir siyasal sistem kurabilmiş diğer Batı demokrasisi örneklerinden farklı olarak, neredeyse bugüne dek “yönetime katılımın tek aracı” olarak kaldı. Nitekim bu satırların yazıldığı 2022 sonbaharında, ülkede bir parti-devlet rejimi hüküm sürerken, milyonlarca yurttaş bir kez daha “sandık” bekliyor, on yıllardır beklediği gibi.

Seçimler konusundaki bu heves ve halk iltifatının muhtelif gerekçeleri yanında çok önemli bir nedeni de, seçme hakkının mücadeleyle, yurttaş direnciyle elde edilmiş olması ve bu direncin en güçlü biçimde görünür hale geldiği 1940’lı yıllarda yaşananlar. 1946-50 arasında DP (Demokrat Parti)’nin “hukuksal sınırlar” içinde sergilediği kararlı tutumun, yurttaşın “oyuna sahip çıkma” konusundaki kararlılığında çok önemli bir dönemeç.

Bilindiği üzere DP (Demokrat Parti) 1946’da kuruldu ve ülkede büyük bir heyecan yarattı. DP, CHP içindeki bir ayrışmanın sonucu ve “toprak reformu” görüşülürken “takrir” (önerge) veren dört önemli isim tarafından kuruluyor, kurulur kurulmaz da büyük bir heyecana neden oluyor. Durup dururken değil tabii, II. Dünya Savaşı ardından Türkiye’nin seçtiği yolun bir sonucu çok partili yaşama geçme gereksinimi, haliyle, CHP-İsmet İnönü’nün teşviki söz konusu. Türkiye 26 Haziran 1945’te BM (Birleşmiş Milletler) Antlaşması’nı imzalamıştı ve CHP 17 Haziran’daki ara seçimde (boşalan vekillikler için yapılan) ilk kez aday göstermedi, Temmuz’da Nuri Demirağ MKP (Milli Kalkınma Partisi)’nin kuruluşu için valiliğe başvurdu ve Eylül başında Başbakan Saraçoğlu partiye izin verildiğini açıkladı, ayrıca “tek dereceli seçim” başta olmak üzere bazı demokratik düzenlemelerin yapılacağını duyurdu. O güne dek seçimler “iki dereceli” idi. İsmet İnönü 1 Kasım’daki TBMM açılış konuşmasında bir muhalefet partisine gereksinim duyulduğunu ilan etti.

Ancak, hiç kimse o denli güçlü bir çıkış beklememiş, doğrusu biraz cici muhalefet partisi hayal etmişti. Tek parti iktidarından bıkkınlık ve savaş yorgunluğu DP’nin heyecanla desteklenmesine neden oldu. Altı ay içinde 34 il ve 160 ilçede parti örgütlenmesi tamamlanmıştı. Durumu gören CHP, önce seçim kanunu ve üniversite özerkliği gibi bazı alanlarda düzenlemeye gitse de, 1947’de yapılması gereken seçimi telaşla erkene alıp 1946’da yapılmasını sağladı. 21 Temmuz’daki seçimde, DP 465 vekillik için (1924 Anayasası’nda milletvekili sayısı sabit değildi), 273 aday gösterdi ve bunların ancak 62’si seçilebildi. Nasıl bir seçimdi bu? Açık oy gizli sayım yöntemiyle yapılmıştı! Herkes, DP’nin gücünün görünenden fazla olduğunun farkındaydı. DP sonuçlara itiraz etse de faydası olmadı. Dolayısıyla ilk seçimde seçmenin oyu gasp edildi.

DP’nin asıl başarısı ise sonrasında ve o üç-dört yıllık süreç Türkiye’de seçmenin kendi tercihine sahip çıkma kararlılığının bir fragmanı gibi. DP hukuk dışına çıkmadan son derece dirençli bir muhalefet yaparak, örneğin 1947’nin Ocak ayındaki ilk Kongresi’nde yayınladığı Hürriyet Misakı ile “sine-i millete” dönmeyi, belli başlı düzenlemeler yapılmadığı takdirde meclisten çekilme ihtimalini gündeme getirerek ve sonunda İnönü’nün muhalefete güvence veren 12 Temmuz (1947) Beyannamesini yayınlamasına neden olarak, başarıya ulaştı. Kararlı tutumun en önemli ürünü 16 Şubat 1950 tarihli seçim yasasıdır. 16 Şubat 1950 gün ve 5545 sayılı yasa 21 Şubat 1950 tarihli Resmî Gazete’de (7348) yayınlandı. CHP, işine yaracağı düşüncesiyle “il esasına dayalı çoğunluk” sistemini talep etmişti; yani, bir ilde oyların çoğunluğunu alan parti listesindeki adayların tümü seçilecekti. CHP, ağır seçim yenilgisini biraz da kendi “taktiğine” borçludur. Bu yasanın Türkiye ve seçim tarihimiz bakımından en önemli düzenlemesi YSK (Yüksek Seçim Kurulu)’nin kurulmasıydı. (md.57 vd.) Bugün pek dile getirilmiyor, ancak YSK ile ilk kez bir ülke seçimlerin hem yürütülmesini hem denetlenmesini hâkimlerden oluşan bir kurula bırakmıştır ve 1961 ve 1982 Anayasaları’nda yer verilen YSK sayesinde Türkiye, çok partili yaşamında büyük bir skandal yaşamadan seçim yapabildi. AKP iktidarının en büyük zararlardan birini YSK’ye verdiğini ve bunun olumsuz sonuçlarının ileriki yıllarda daha da görünür olacağını düşünüyorum.

Çok partili yaşamın ilk seçimi 14 Mayıs 1950’de yapıldı. Katılım, oy vermek zorunlu olmamasına karşın yüzde 90’a yaklaştı ve seçim sisteminin de büyük katkısıyla DP yüzde 53 oy ile 408 milletvekilliği (487 içinde) kazandı. Bu büyük bir başarı ve seçmenin ilk fırsat verildiğinde nasıl ders verebildiğinin de kanıtıdır. 1946 sonrasında solun ezildiğini, işçi sendikaları ve sol partilerin 1946 sonunda sıkıyönetimce kapatıldığını, çok partili yaşama solsuz geçildiğini dile getirmek gerekiyor. Solsuzluk, farklı tabakaları temsil eden iki burjuva partisinin sınıfsal tercihlerine uygundu. Cem Eroğul, her ne kadar artık unutulmuş gibi görünse de, Türkiye’de “yönetime katılım” üzerine yazılmış en özgün çalışmalardan biri, muhtemelen en özgünü olan Devlet Yönetimine Katılma Hakkı (İmge, 1991) kitabında, bugün bile solun bir kesimi tarafından hâlâ “karşı devrim” iddiasıyla anılan 1950 seçimine ilişkin şöyle der: “Mayıs 1950’de yapılan serbest seçimlerle muhalefetin erk olması ile, Türkiye’de, siyasal katılma alanında, en büyük devrim gerçekleşmiş oldu. O tarihten sonra artık, katılmacılığın bu olmazsa olmaz biçimi, yani siyasal erkin yurttaş oylarıyla belirlenmesi, vazgeçilmez bir ilke olarak yerleşmiştir.”

1950’deki iktidar değişiminin, yıllar süren tek parti yönetimi ardından kazasız belasız gerçekleşmesi, İnönü’nün seçim sonuçlarını kabul ederek iktidarı ağır başlılıkla teslim etmesi de, Türkiye seçim ve demokrasi tarihi bakımından gururla anılacak gelişmelerdir. Celal Bayar, Başvekilim Adnan Menderes (İsmet Bozdağ’ın söyleşi ve derlemesi) adlı kitapta, seçim sonrasında Çankaya Köşküne gidişini ve İsmet İnönü ile konuşmasını şöyle anlatır: “Parlak bir Mayıs güneşinin altında Çankaya merdivenlerini çıkarken, 30 yıllık çeşitli hâtıralarla dolu idim. İnönü beni, çalışma odasında kabul etti. Çok neşeli görünmeye dikkat ediyordu. Kapıya, bana doğru yürüdü. Hararetle elimi sıktı. Başarımızdan dolayı beni, olgun bir devlet adamı vakarı içinde tebrik etti. Karşılıklı koltuklara oturduk. Nazik bir ev sahibi olarak gerekeni yaptıktan sonra: Seçimleri kazandınız, partinizi, memlekete hayırlı olmasını dileyerek tebrik ederim. Siz de zaten milletvekilisiniz. Hükümeti hemen size tevdi etmeye hazırım dedi… Anlaşılan, Demokrat Parti’nin seçimleri kazandığı belli olunca, Hükümet, Cumhurbaşkanına istifa teklifinde bulunmuş, Cumhurbaşkanı da çoğunluk partisi başkanı olarak benim fikrime başvurmuştu…” Bugün, Türkiye’de “AKP seçimi kaybetse de iktidarı bırakır mı?” sorusunun sorulabiliyor oluşu, nasıl bir gerileme yaşadığımızın kanıtı. Aynı kaygının ABD, Brezilya gibi ülkelerde de yaşanmasını, genel olarak demokrasi ve klasik demokrasideki temsil ilişkilerindeki açmazların ve dönüşümün görünür hale gelişi olarak değerlendirmek gerekir belki de.

DP her şeyin yolunda gittiği ve milli gelirin arttığı dört yılın sonunda 1954 seçimlerinde farkı daha da artırmış, deyim yerindeyse muhalefeti TBMM’den tasfiye etmişti. Ancak 1957 seçimleri hiç de DP’nin beklediği gibi olmadı. Önceki yılların olumlu gelişmeleri tersine dönüp de DP meclis içi ve dışında ceberutlaşmaya başladığında, kendisine yönelik seçmen iltifatı azaldı. İktidar özellikle 1955 ardından her kesime baskıyı artırmış ve 1924 Anayasası’nın günümüze miras kalan “milli iradeci” yorumuyla muhalefeti muhalefetlikten atmaya çalışır hale gelmişti. İşler kötüye gidip de muhalefetle başa çıkmak giderek zorlaşınca, DP, CHP’nin yıllar önce yaptığını denedi ve 1958 yapılacak seçimleri bir yıl erkene aldı. Sonuç? Eski heyecan kalmamıştı, katılma oranı yüzde 70’lere gerilemiş, DP oyların yüzde 47,3’ünü almıştı. Bugün için son derece yüksek bir oran, ancak dönemin zihniyetinde yüzde 50’nin altına düşmek önemli bir itibar kaybı anlamına geliyordu.

27 Mayıs’ta darbe olmasa ve seçim yapılabilseydi sonuç ne olurdu, bilinemez kuşkusuz, nihayetinde DP bir askeri darbe ile devrildi. Sonrasında yaşananlar ve biri meclis diğeri anayasa için yapılan iki oylama, halkın seçime-oyuna verdiği değeri göstermesi açısından çarpıcı. 27 Mayıs 1960 darbesi ile 1971 sonu arasında bir anayasa hazırlandı ve meclis seçimi yapıldı. Yeni anayasa bir darbenin koşullarında sağlanan katılıma ne kadar katılım denilebilirse o ölçüde katılımla yapıldı ve 9 Temmuz’da 1961’deki halkoylamasıyla kabul edildi. Eleştirilecek tarafları olmasına karşın Osmanlı-Türk anayasacılığının zirve noktası olup o gün bugündür özellikle sol tarafından takdirle anılan bu anayasa, halkoylamasında yalnızca yüzde 61.5 oy ile kabul edildi. 15 Ekim’de seçim yapıldı ve DP’ye muhalif CHP ve CKMP (Cumhuriyetçi Köylü ve Millet Partisi) toplam yüzde 50’yi zar zor geçerken, DP mirasçısı partiler AP (Adalet partisi) ve YTP (Yeni Türkiye Partisi) toplam yüzde 48.7 oy aldı.

Bu oranların anlamı nedir? Adnan Menderes, son yurt gezisinde İzmir Konak’taki mitinginde büyük bir kalabalığa hitap etmiş, sahille kürsü arasındaki kısacık mesafeyi yürümekte zorluk çekmiştir. Halk sevgisi ve ilgisini göstermesi bakımından önemli bir ayrıntı bu. Böylece, 27 Mayıs darbesi günü ortalıkta görünmeyen milyonlarca yurttaş, darbeye ve darbecilerin yöntemlerine tepkisini, önüne konulan ilk sandıkta gösterdi. Seçmenin oy hakkına müdahale edilmesine duyduğu öfkenin anlamlı örneklerinden biridir, 27 Mayıs sonrası yaşananlar. 1961-65 arasındaki çalkantıda zar zor sürdürülen koalisyon hükümetleri ardından yapılan 1965 seçimlerini, üstelik son derece zor bir seçim sisteminde (milli artık), DP’nin mirasçısı AP yüzde 53 oy alarak kazandı. Oysa bu hareket beş yıl öncesinde düzen dışı ilan edilmişti. Demek ki halk-seçmen aynı kanıda değilmiş.

 

1965 sonrasında işler bir süre iyi gitse de bir-iki yıl içinde yine bozuldu, ekonomik ve toplumsal bakımdan zorlu, çatışmalı bir süreç başladı. Buna karşın AP, 1969 seçimlerini kazandı. Ancak hem oyu yüzde 50’nin altına düştü (46.5), hem de umutsuz seçmenin seçimlere katılım oranı (yüzde 64) azaldı.

Türkiye’de seçmenin sandık konusundaki hassasiyetini gösteren bir diğer örnek 12 Eylül darbesinden sonra yapılan ilk seçim, 1983 milletvekili seçimidir. Seçmen, darbe koşullarında hazırlanan ve tarihimizin en antidemokratik anayasası olan 1982 Anayasasını pek çok gerekçeyle, muhtemelen 12 Eylül öncesinde siyaset yapanlara hissettiği kızgınlık, güvensizlik ve darbeyle yaşamının kurtulduğu, anarşi ve şiddetin sona erdiği yönündeki kanaat ve duygularla, yüzde 91 küsur katılım ve yine aynı oranda yüksek oyla kabul etmiştir. Dolaysıyla bu oylamadaki oy oranını halkın niteliğiyle açıklamak yerine siyasetçilere güvensizlik ve güvenlik arayışıyla ilgili olduğunu düşünmek daha anlamlı olur. Nitekim aynı seçmen kitlesi, 1983 sonbaharındaki ilk meclis seçiminde Kenan Evren’in devlet olanaklarını kullanarak desteklediği emekli askerlerin partilerine değil, Turgut Özal’ın ANAP’ına oy verip (yüzde 45.1) tek başına iktidar yaptı. Demek ki düzen biraz normale döndüğünde oyunu yine tepkiyle kullandı seçmen ve iktidarı darbeyle devirenlere değil, sivil olana vermeyi tercih etti. Bu arada, 1983’teki seçime yalnızca MGK (Milli Güvenlik Konseyi)’nin izin verdiği parti ve adayların katılabildiğini hatırlatmak gerekiyor. Önceki dönem lider ve yöneticileriyse, Anayasa’nın Geçici 4. maddesi uyarınca 10 yıl süresince yasaklıydı.

Bu yasaklar dört yıl sonra yine bir halkoylamasıyla kalktı, dönemin iktidarına rağmen. Siyasi yasakların, Anayasa’da öngörülen 10 yıldan önce sona erdirilmesi için gerçekleştirilen anayasa değişikliği, ANAP iktidarında “anayasa aykırı biçimde” halkoylamasına sunuldu. İktidar var gücüyle “hayır” kampanyası yürütmesine, kamu olanaklarıyla seferber olmasına karşın birkaç bin oy farkıyla evet çıkmış ve siyasi tercihinin yok sayılmasına tepki gösteren yurttaşın duyarlılığıyla Geçici 4. maddeden kaynaklanan yasak kalkmıştır. Bu oylama ve sonucu, aynı zamanda, temel hak ve özgürlükleri halkoylamasına sunmanın ne denli sakıncalı sonuçları olabileceğini de gösteriyor.

Seçmenin oyuna sahip çıkışı ve taciz edildiğinde tepki gösterişine son iki örneğin, 2007’deki erken seçim ve 2019’daki yerel seçim sonuçları olduğunu düşünüyorum. İlki daha ziyade bir tahmin, ikincisi ise inkâr edilemez ölçüde somut bir durum.

2007 yılının ilk aylarında yapılan anketlerde AKP oyları yüzde 30’larda görünüyordu. İlkbahardan itibaren, önce Genelkurmay Başkanlığı’nın yayınladığı ve kamuoyunda “e-muhtıra” olarak bilinen metnin, ardından Anayasa Mahkemesi’nin Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini engellemek için yaptığı kabul edilemez anayasa yorumu sonucunda (367 kararı), TBMM’de yapılan ilk tur oylamasının iptal edilmesinin hemen sonrasında alınan erken seçim kararı ve seçim, en nihayetinde AKP’nin yüzde 47 küsur oy alışı, bana bu tahmini yapmak için fırsat tanıyor. Nitekim sonrasında bazı AKP’li yöneticiler (örneğin Bülent Arınç), söz konusu gelişmelerin (özellikle 367 kararının) işlerine yaradığını dile getirmiştir.

2019 yerel seçimlerinde, YSK tarafından İstanbul’daki seçim sonucunun tarihimizde görülmemiş biçimde, akıl ve izan dışı bir gerekçeyle iptal edilmesi, iktidarın iptal savunusunun kamuoyu nezdinde hiçbir inandırıcılığının olmayışı, seçmeni öfkelendirdi. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ilk seçimi çok az farkla kazanmıştı, ikinci oylamada 800 bin küsur oy farkı oldu. Seçimin iptal edildiği akşam, Ekrem İmamoğlu’nun Beylikdüzü ilçesinde yaptığı kürsü konuşmasının seçmen üzerinde yarattığı heyecan, hafızalardaki canlılığını koruyor. Yurttaş oy hakkına bir kez daha, etkileyici biçimde sahip çıktı.

Tüm bu örnekler, Türkiye’de yurttaşın oy verme hakkına başkaca herhangi bir hakkından daha çok ve istekle tutunduğunu, tercihine yapılan saygısızlığı ilk fırsatta cezalandırdığını gösteriyor. Şimdi önümüzde 2023 seçimi var ve geçen yıl seçim kanununda yapılan, YSK’nin, seçim kurullarının konumunu daha da kırılgan hale getiren değişiklik ardından gerçekleşecek. Seçimin erken mi yoksa zamanında mı yapılacağı ise bu satırların kaleme alındığı 2022 sonbaharında bilinmiyor. Önümüzdeki seçimin, son birkaç seçimde giderek artan biçimde yaşandığı gibi büyük eşitsizlikler ve antidemokratik uygulamalara tanık olunarak yapılacağına kuşku yok. Bir yanda tüm kamusal ve kamunun sivil-güvenlik bürokrasisinin sunduğu olanakları kullanan iktidar, diğer yanda çok sınırlı olanak ve dinmeyecek bir baskıyla propaganda yapmak için çaba harcayacak, muhalefet. İktidar anaakım medyanın neredeyse tümüne hâkim, üstelik kamuoyunda ‘sansür yasası’ olarak bilinen “Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un (13 Ekim 2022 gün ve 7418 sayılı) yayınlanmasının (Resmi Gazete 18 Ekim 2022—31987) ardından, özellikle sosyal medya ve internet haber siteleri de tehdit altında. Sonucu, yalnızca partileri ve bugünün yurttaşını/seçmenini değil, açıkça “laik ve demokratik Cumhuriyet” rejiminin geleceğini de herhangi bir seçimden daha fazla etkileyecek olan 2023 seçimi, Cumhuriyet tarihinin en zorlu ve kritik seçimi olmaya aday. Türkiye’de seçmen büyük bir sınav daha verecek. Yurttaşın bu zorlu sınavı başarıyla geçeceği kanısındayım.

Türkiye’nin hâlihazırdaki parti-devlet iktidar açmazı dışında, daha genel bir katılım sorunu olduğunu hatırlatarak bitirmek istiyorum.

Seçmenin, oy hakkına-tercihine saygısızlık yapıldığında tepki gösteriyor oluşu güzel de yönetime katılmak için elindeki tek aracın oya indirgenmiş oluşu, üzerine düşünülmesi ve çözülmesi gereken asıl mesele. AKP döneminin son yıllarında, yurttaşın seçim haricindeki yollarla, örneğin protesto ederek, karşı çıkarak, yürüyüş düzenleyerek, mitinglerle vs. sesini duyurması, ezcümle seçim dışı araç ve yöntemlerle yönetim üzerinde etkili olma çabası büyük ölçüde engellendi. Anayasaya göre ”izne tabi olmayan” barışçıl gösteri hakkının, artık sıklıkla “izinsiz gösteri” ifadesiyle anılır oluşu ve bu durumun pek yadırganmaması dikkate değer bir durum. Dolayısıyla, yönetime katılım ve onun bir aracı olan seçim, bir yanıyla yönetime katılımın Türkiye tarihindeki seyri ve günümüzün siyasi koşullarıyla, diğer yanıyla, Türkiye’yi de kapsayan daha büyük bir temsil krizinin parçası durumunda. Türkiye’de olup biten üzerine anlamlı bir tartışma, ancak yalnızca Türkiye üzerine konuşulmadığında mümkün.

Yukarıda andığım, Cem Eroğul’un devlet yönetimine katılmayı bir hak olarak ele aldığı çalışmasında yazar, Türkiye ve dünyada tüm engellere rağmen genel eğilimin “daha fazla katılım” yönünde olduğunu tespit eder. Hemen ardından, katılımın hangi yönleriyle ele alınabileceği üzerinde dururken, konunun ekonomik, siyasal ve ideolojik boyutları olan karmaşıklığına dikkat çeker. Dolayısıyla yalnızca hukuk açısından, teknik düzenlemeler alanından değil, bunları da içeren son derece karmaşık ve bütüncül bir yerden bakmak durumundayız. Katılan kimdir, katıldığı nedir, konu devlet ise o devletin yönetimine katılmak ne anlama gelir, dolayısıyla “katılım alanları” nelerdir, katılım nasıl gerçekleşir, katılma biçimleri nelerdir, bir katılım yolunun etken olup olmadığını anlamak olası mıdır, katılım her durumda siyasal sistemin dilediği yönde mi olur, katılım sisteme uyumlu olduğu gibi onu zorlayan ve reddeden bir katılım da olamaz mı, olumlu olumsuz katılım ayrımı ne anlama gelir, peki katılmayanların katılmama gerekçeleri nelerdir ve müesses düzen hangisini teşvik eder, katılım hangi ideolojik ve toplumsal koşullarda daha mümkündür vb.?

Eğer Türkiye’de seçim(ler) üzerine düşüneceksek ve bunu “milli iradeci” sağ ile araya mesafe koyarak yapacaksak, seçimin yönetime katılma ve onu etkileme yollarından yalnızca biri olduğunu, katılımın doğrudan siyasetle ilgisi bulunduğunu ve kitleler siyasetten uzaklaştığı sürece -ki bunu demokratik temsil krizi olarak adlandırmak mümkün- seçimler üzerine konuşmak giderek daha yavan ve anlamsız hale geleceğini hesaba katarak yapmalıyız. Yurttaşını Arayan Demokrasi (İletişim, 2013, çeviren Zeynep Savaşçın) kitabının yazarı Marcel Gauchet, Fransa’daki durumdan şikâyet ederken yalnızca Fransa’yı ilgilendirmeyen şeyler söylüyor: “…Yurttaşları siyasetten uzaklaştıran hareket, tarihsel konjonktürün yarattığı karışıklık dışında başka sebeplere de dayanır. Bunlar toplumlarımızı ilgilendiren temel sorunların değişmesinden ve demokrasinin geçirdiği evrimin kendisinden kaynaklanan sebeplerdir. Siyaset artık, her birimiz için yeniden öğrenilmesi gereken bir şeydir. Bunun tek nedeni kamusal tartışmanın kavramlarının yavaş yavaş değişmiş olması ve bu tartışmanın artık başka bir dil gerektiriyor olması değildir. Buna bağlı olarak siyasete dahil olmanın en kişisel yolu da değişmiştir. Demokrasinin, uzun zamandır oluşum halinde olan, beklenmedik bir hali, şimdi bilincimize kendini dayatmakta ve bizi karşıtlığın ve biraradalığın biçimlerini yeniden oluşturmaya zorlamaktadır.”

Cem Hoca’nın kitabı 1991’de, Gauchet’ninki (Fransa’da) 2002’de yayınlandı. Üzerinden çok zaman geçmemiş olmakla birlikte bu dönem, Bilişim Devrimi’nin her şeyi ve tabii klasik demokrasilerdeki temsil biçimlerini de altüst ettiği yıllar. Sanayi Devrimi’nin ürünü olan çoğu kurum sarsılıyor ve değişiyor, ya da direniyor. Yeni devrim, kâr elde etmek için emek sömürüsünü giderek gereksiz hale getirdiği, yüksek verimliliğin çok daha az emekle elde edilmesi mümkün hale geldiği için bildiğimiz kapitalizmin sonu göründü. Buna iklim krizinin giderek belirginleşen yıkıcı sonuçlarını da ekleyelim. Kapitalizm bu krize, sızacak yeni çatlaklar bularak ve güvenlik devletiyle yanıt vermeye çalışıyor, en aklı başında bilinen demokratik sistemlerin yurttaşı sandıkta sağcı-faşist zihniyetlere oy veriyor. Diğer yandan, gelinen teknolojik düzey doğrudan demokrasiyi, üstelik ulusal sınırları aşar biçimde kullanmanın olanaklarını sunuyor. Yazarın dediği gibi, siyaset ve yönetime katılım, herkes için ve acilen ‘yeniden öğrenilmesi’ gereken bir şey.

Türkiye seçmeninin seçime bu denli düşkün olmasının nedeni, muhtemelen, yönetime katılım yol ve araçlarının sınırlı olması. Ülkenin tarihi bize, en istikrarlı katılım yolu olan seçime müdahale edildiğinde, yurttaş tercihi yok sayıldığında seçmenin bu tutuma ilk fırsatta tepki gösterdiğini de anlatıyor. Hal böyleyken hem demokratik seçim sürecine halel getirecek eşitsiz ve hukuk dışı uygulamalardan kaçınmak, hem sandıktan çıkan sonuca değer vermek, hem de artık demokrasiyi ‘sandık demokrasisi’ olmaktan öteye taşımak, gerçek bir katılımın yollarını aramak, dört-beş yılda bir yapılan oylamayı yurttaş için hayatını kökten değiştirecek bir araç olmaktan çıkarmak gerekiyor.