Kapitalizm, 2000’lerin başında başlayan uzatmalı krizini bir türlü aşamıyor. Her alevlendiğinde devletlerin seferber olduğu müdahalelerle geçici olarak yatıştırabiliyor. Birikim krizini çözmeye çalıştıkça da ekolojik krizi büyütüyor, çevre (doğa mekân) ve emek üzerindeki baskısını artırıyor. Ulusüstü ölçekle ilişkisel olarak ve ülkenin özgül koşulları içinde benzer durumları ulusal ölçekte de yaşıyoruz. Siyasal iktidar krizin varlığını ısrarla inkâr etse de gündelik yaşamlarımızda somut etkilerini yaşıyoruz. Sonunda “dış mihrakların müdahalelerine” bağlayarak bile olsa siyasal iktidar da kriz durumunu kabul etti. Ama devletin sosyal harcamaları üzerinde yeni kısıntılar yapmaya başladığı ve toplumun hayatını emeğiyle kazanan çoğunluğunun meteliğe kurşun attığı bu koşullarda hangi acil toplumsal ihtiyaçları karşılayacağını bir türlü öğrenemediğimiz devasa büyüklükte (mega), “çılgın” projeler/yatırımlar* bütün hızıyla sürüyor.
Harvey’in sermayenin birinci çevriminde yaşadığı krize yanıt olarak ikinci ve üçüncü çevrime yoğunlaştığı tezini[1] doğrulayan dünyadan ve Türkiye’den örneklere yeterince aşinayız. Sermaye, 1970’lerin krizi sonrasında başlayan süreçte giderek artan biçimde kentsel hizmetlere ve kent toprağına yöneldi. Kent mekânı, kente yönelen sermayenin büyüklüğü ile ilişkisel olarak büyük ölçeklerde yıkılıp yeniden yapılarak dönüştürülüyor, ormanları, tarım topraklarını, meraları yok etme pahasına kentsel topraklar genişletiliyor. Sermaye mekânı dönüştürürken ve bilimi, teknolojiyi ve emeğin yeniden üretim alanlarını sermaye birikim alanları olarak kullanırken “ekonomiye karışmaması gerektiğini” iddia ettiği devletin siyasal, hukuksal ve ekonomik desteğini, meşru şiddet araçlarını yanına alarak hareket ediyor. Halen devam eden sermayenin mekânla bu ilişkisi içinde son dönemde sayıları giderek artan örnekler ise daha güçlü devlet desteğine ve çok daha büyük ölçeklere sahip. Neoliberal süreçte tekelleşme oranı artan sermaye, siyasetle işbirliği içinde coğrafyada büyük yatırım projeleri yoluyla hareket ediyor. İktidarların kendini mekâna kodlayarak tarihsel süreklilik kazanma arayışı ise bu büyük ölçekli projelerin ardındaki bir diğer önemli nedendir. Siyasal iktidarlar ve sermaye sınıfı arasındaki sınıf ilişkisel çıkarların yanı sıra iktidarların otoriterleştikçe artan tarih yazma arzusu, yatırım projelerinin ölçeğini de büyütmektedir.
Türkiye’de bu devasa büyüklükteki yatırımları pazarlamak ve aynı zamanda siyasal kazanımlar elde etmek amacıyla kullanılan söylemlerin en önemli argümanlarından biri “çılgın proje”. Çılgınlık, sözlük tanımlamalarına bakılırsa delilik, aşırı davranışlarda bulunmak anlamına gelir. Ama hayatın akışı içinde daha fazlasını içerir aslında. Büyük düşünmek, düşüncesinin ve hayalinin önünde engel oluşturan yerleşik kurallar, yapı ve ilişkiler karşısında gözü pek davranmak, olası sonuçları göze almaktır. Kısacası “normal”in sınırlarını ve hatta olanaksız olanı aşmaya çalışmaktır ki bu da yürek ve hayal gücü gerektirir. Bu anlamlarıyla olumlu çağrışımlarla yüklü bir sözcüktür. Peki çılgınlık buysa, yukarıda belirttiğim mega projelerle kimler, hangi hayallerini hayata geçirmeye çalışıyor, hangi engellerle, ne pahasına mücadele ediyorlar? Bu projelerin sahipleri gerçekten çılgın mı?
Söz konusu mega projelerin ortak özellikleri yan yana getirildiğinde yukarıdaki soruların yanıtları için ipuçları veriyor. Flyvbjerg, Bruzelius ve Rothengatter’in dünyanın farklı yerlerinden somut proje örnekleri üzerinde yaptıkları incelemelere göre[2] dört önemli ortak özellik ortaya çıkıyor: (1) maliyetlerin olduğundan az gösterilmesi, (2) gelirlerin ise tam tersine yüksek gösterilmesi, (3) insani ve çevresel etkilerin olduğundan az gösterilmesi, (4) iktisadi gelişim beklentisinin ise abartılması. Flyvbjerg tam da bu özellikleri nedeniyle mega projeleri Machiavellist projeler olarak adlandırıyor.[3] Kısacası, toplumsal olarak hissedilen bir ihtiyaca ve talebe karşılık gelmeyen bu projeler gereksizdir. Üstelik ekonomik, toplumsal ve çevresel maliyetleri toplum tarafından kabul edilmesi güç oranlardadır. Bu nedenlerle de söz konusu mega projeler, ısrarla teknolojik ilerleme ve modernlik retoriği üzerine kurulu söylemlerle pazarlanmakta, dayatmacı, katılıma kapalı, şeffaflıktan uzak, yüksek devlet desteği ve koruması altında planlanmakta ve hayata geçirilmektedir. Öyleyse, toplumun kaynaklarıyla, topluma rağmen, maliyetleri topluma ve çevreye yüklenerek, devlet ve sermaye işbirliği ile gerçekleştirilen projelerdir bunlar.
Türkiye’de Mega Projeler ve Çevresel Etkileri
Mega projeler, sermayenin kentsel yapılı çevre üretimini içeren ikinci çevrime yoğunlaştığı ve tekelleşme oranının arttığı, devlet ile sermaye işbirliğinin daha önce hiç olmadığı kadar güçlendiği koşullarda yaygınlaşmıştır. Sermayenin bu büyük ölçekli projelere yoğunlaşması, küresel ölçekte görülen bir eğilimdir. Fakat bu süreç ulusüstü ölçeklerle ilişkisel olmakla birlikte her ülkenin kendi özgül koşulları içinde şekillenmektedir. Bu bağlamda, mega projeler, Türkiye’nin gündemine 2011 Genel Seçimlerinde, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Genel Başkanı olduğu AKP adına ortaya koyduğu siyasal vaatlerle girmiştir. Ancak bu mega projelerin yalnızca siyasal bir sürecin ürünü olduğunu düşünmek yanıltıcı olur. Çünkü “Çılgın proje” olarak altı çizilen bu vaatler, duble yollar, kentsel dönüşüm ve HES projeleriyle zaten yaşanmakta olan sermayenin mekânda ve enerji sektöründe yoğunlaşması eğiliminin daha büyük adımlarla süreciğinin beyanından ibarettir. Nitekim devlet yönetiminde merkeziyetçiliğin ve otoriterleşmenin ve muhalefet üzerindeki baskının arttığı, kamu yönetiminin karar ve eylemleri üzerindeki toplumsal denetimin zayıfladığı koşullarda devletin sermayeye desteği de artmıştır. Başka bir deyişle, sermayenin tekelleşme oranı ve devletin otoriterleşme oranı arttıkça daha büyük projeler ortaya çıkmaktadır.
Toplumsal olarak hissedilen ve karşılanması talep edilen bir ihtiyaca cevap vermeyen bu arz yönlü projeler, ölçekleri büyüdükçe daha geniş alanların tahrif edilmesine, el değiştirmesine neden olmaktadır. Tahrifat ve el değiştirme yalnızca kentsel ve özel mülkiyete tabi alanlarla sınırlı değildir. Hatta daha da fazla oranda ormanlar, su havzaları, sulak alanlar gibi müşterek varlıkların kullanım haklarının kamu özel işbirliği modelleriyle uzun süreli olarak sermayeye aktarımı, tahrifi ve kentsel topraklara dönüştürülmesi söz konusudur. Dolayısıyla kentsel ve kent dışı mekânlarda devasa düzeyde yıkıma neden olan ve emekçi kitlelere kölelik koşullarında çalıştıkları sınırlı istihdam olanakları dışında bir şey vaat etmeyen bu yatırım projeleri, ciddi eleştirilerle ve muhalefetle karşılaşmaktadır. Eleştiriler genel olarak çevresel maliyetlerinin büyüklüğü, şeffaflıktan ve kamusal denetim mekanizmalarından uzak işlemeleri, Hazine garantileri nedeniyle yarattıkları riskler, ihalelerde kayırmacılık, ülke ekonomisine yarattıkları yük gibi çok önemli başlıklarda toplanmaktadır.[4] Yoğunlaşan eleştiriler, siyasal iktidar tarafından bu projeler üzerinden elde etmeyi amaçladığı ekonomik ve siyasal kazanımları, yatırımcı firmalar tarafından ise yatırım ortamlarının istikrarını tehdit eden unsurlar olarak algılanmaktadır.
Bu mega yatırımların “çılgın projeler” biçiminde adlandırılmasının ardındaki nedenlerden biri, iktidarın sahip olduğu gücün büyüklüğüne işaret etmektir. Diğer önemli neden ise yukarıda belirttiğim eleştirileri ve muhalefeti etkisizleştirme, projelerin toplumsal kabulünü sağlama çabasıdır. Çılgınlık ve toplumda yaygın biçimde kabul gören büyümeci ve kalkınmacı ideolojiye işaret eden diğer söylemler, bu projelerin ekonomik maliyetlerinin ve yarattıkları çevresel yıkımın neden olduğu olumsuz etkilerin yükünden kurtulmak ve toplumun rızasını elde etmek için izlenen stratejinin parçasıdır. Söz konusu adlandırma diğer yandan da bu projelerle oluşturulan piyasaya yeni sermaye unsurlarını çekmek amacıyla pazarlama stratejisi olarak işlev görmektedir. Nitekim bu projeler, profesyonel reklam çalışmaları yapılarak ve emlak fuarlarında pazarlanıyor. Türkiye’de bu sermayenin özellikle Körfez ülkelerinden beklendiğine ilişkin açıklamalar “çılgın projeler”in aynı zamanda daha büyük projelerin parçası olduğunu göstermektedir.
Ayrıca Türkiye’de söz konusu mega projeler birbirlerinden bağımsız değildir. Marmaray, Kanal İstanbul, 3. Boğaz Köprüsü, İstanbul’a 3. Havalimanı, üç katlı Büyük İstanbul Tüneli Projesi, Ankara-İstanbul Yüksek Hızlı Treni, İzmit Körfez Geçiş Köprüsü, İstanbul-İzmir Otoyolu, Kars-Bakü-Tiflis Demiryolu Projesi Türkiye’nin sanayi, ticaret, enerji ve turizm bölgelerini ülke içinde birbirine ve ulusüstü ölçeklere bağlayacak projeler bütünüdür. Bütün bu ulaşım ve altyapı projeleri ise birbirleri ile bağlantılı oldukları gibi başta İstanbul’un kuzey ormanlarını kentleşmeye açan Kanal İstanbul Projesi olmak üzere diğer kentsel projelerle birbirlerini beslemektedir. Bu projelerin İstanbul odaklı olması, piyasa dinamikleri ve ulusüstü projelerle ilişkileri kadar siyasal iktidarın İstanbul’u bir dünya kenti yapma arzusuyla da ilgilidir. Belki de en büyük mega projenin bu olduğunu söylemek daha doğru olur.
Türkiye’deki mega ölçekli projelere baktığımızda şöyle bir resim çıkıyor ortaya. Mega projeler, en çok korunan/desteklenen inşaat, altyapı ve enerji sektörlerinde yoğunlaşmaktadır. Devlet bu sektörleri vergi ayrıcalıkları, Hazine garantileri, kredi kolaylıkları gibi araçlarla ekonomik olarak desteklemektedir. Öteki önemli bir desteği ise çevrenin korunması gerekliliğinden kaynaklanan engelleri ortadan kaldırarak vermektedir. Söz konusu sektörlerdeki projelerin önüne özellikle yer seçimi ve inşaat aşamasında engel olarak çıkan çevre koruma kurallarını ortadan kaldırmakta ya da etkisiz hale getirmektedir. Bu bağlamda, Yücel Çağlar Hoca’nın altını çizdiği gibi[5] 2011’de çevre koruma ve şehircilik işlerinin aynı çatı altında toplanması yoluyla Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kurulup başına dönemin TOKİ Başkanı’nın getirilmesi (günümüzde de aynı durum söz konusu), diğer yapılı çevre yatırımlarının ve mega projelerin çevre koruma engeliyle karşılaşmadan yürütülmesi için uygun bir çevre yönetimi yapısı sağlamıştır. Torba yasalarla çevre koruma mevzuatında ardı ardına yapılan değişikliklerle ormanlar, sulak alanlar gibi korunan alanlara, meralara ve tarım topraklarına yatırım engelleri ortadan kaldırılmıştır. Çevre korunmasını, ormanları, su havzalarını, meraları ve tarım alanlarını düzenleyen mevzuat, bu tür yatırımları önleme ya da sınırlandırma gücüne sahip değil artık. En önemli çevre koruma yöntemi olan ÇED süreci basitleştirilmiştir ve ÇED Olumsuz kararı ile sonuçlandığı durumlarda proje lehine müdahale edilerek etkisizleştirilmektedir. Yatırımcı aleyhine sonuçlanan çevrenin korunmasına ilişkin davalarda yargı kararlarının uygulanmaması ise neredeyse kural haline gelmiştir. Sonuç olarak, günümüzde Türkiye’de yatırım yapılamayacak toprak parçasının kalmadığı söylenebilir. Çevre hareketlerinin ve çevrenin korunması talebiyle sesini yükseltenlerin kriminalleştirilmesi ise proje sahiplerine sağlanan en önemli kamu desteklerinden biridir.
Nitekim bütün bu mega projelerin en çarpıcı yüzünü, doğada bıraktıkları devasa yıkım ve kirlenme izleri oluşturmaktadır. Çok büyük ölçekli tahrifat ve kirletme ile hayata geçirilmekte olan bu projeler, sayısız canlının yaşam ortamlarının yıkımına ve yok olmasına, kırsal toplumun mülksüzleşmesine, yaşadıkları ve geçimlerini sağladıkları topraklardan kendi iradelerinin dışında koparılmasına neden olmaktadır. Bu projelerden bazıları ÇED’siz hayata geçirildiği (örneğin 3. Köprü), diğerlerinde ise ÇED süreci gereğince uygulanmadığı ve etkisizleştirildiği için gelecekte ortaya çıkacak olası etkiler sistematik biçimde ortaya konamamaktadır. Bununla birlikte bilim insanları ve gönüllü hareketler tarafından ortaya konan etkiler, çevresel sonuçların da mega ölçekte olacağına işaret etmektedir.[6] Söz konusu olumsuz etkiler, yakın çevre ile sınırlı değildir. Ekosistemin bütünsel işleyişi içinde olumsuz etkilerin daha geniş alanlara yayılmasının yanı sıra yatırımcı firmaların dışsallaştırdığı çevresel maliyetlerin toplumun tümüne yüklenmesi söz konusudur.
Mega projelerin çevresel etkilerinin önemli bir kısmı, halen devasa bir metropol kent olan İstanbul’un daha da büyümesine yol açmasıyla ilgilidir. Ayrı bir yazının konusu olabilecek bu meseleye kısaca değinmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Her ekosistemin bir taşıma kapasitesi ve toprakla üzerindeki canlı varlıklar/toplum arasında dengeli bir metabolik ilişki (organik ve inorganik madde alışverişi) vardır. Foster’ın Marx’a atıfla ayrıntılı olarak açıkladığı gibi[7] nüfusun ve sermayenin belirli ekosistemlerde yoğunlaşması hem yoğunlaştığı hem de terk ettiği ekosistemlerde bu metabolik ilişkiyi bozar. Terk edilen topraklar (kırsal alan) fakirleşirken nüfusun yoğunlaştığı topraklar ise taşıma kapasitesinin üstüne çıkan atıklar nedeniyle kirlenir. Kentlerdeki nüfusu besleme zorunluluğu devam eden kırsal topraklar da kimyasal maddelerle takviye edildiği için kirlenir. İşte bu yüzden, nüfusun, sermayenin ve dolayısıyla üretim ve tüketim faaliyetlerinin belirli ekosistemlere yoğunlaştığı yapılar olarak kentler, metabolik yarılmanın başlıca nedenleridir. Bu anlamda, İstanbul, nüfus ve sermaye açısından çekim gücü en yüksek kenttir. Mega projelerin İstanbul’da yoğunlaşması, yeni sermaye ve nüfus yığınlarını, beraberinde de üretim ve tüketim faaliyetlerini buraya taşıyacaktır. Önemli bir ekonomik, kültürel ve siyasal merkez olan İstanbul, söz konusu mega projelerle birlikte daha da büyüyecektir. Büyüdükçe de her gün çok daha fazla sayıda kamyon gıda ve tüketim maddeleri taşıyacak, İstanbul giderek daha büyük bir bulaşık çukuruna[8] dönüşecek, atık miktarı ve atıklarından kurtulma maliyetleri yükselecektir.
Mega Projeler Mega Sorunlar Yaratırken AKP İktidarı Çevreci mi Oluyor?
Türkiye’de çevre siyaseti asıl olarak 1980 sonrasında devletin ve ekonominin dönüşümü koşulları içinde neoliberal piyasa kuralları ve araçları ile şekillenmiştir. Çevre hukukunun oluşmasında Avrupa Birliği’ne üyelik sürecindeki uyum düzenlemeleri etkili olmuştur. Bu yapısıyla çevre yönetimi ve hukuku, sanayileşme ve ekonomik büyüme çabaları karşısında çevre lehine güçlü düzenlemeler içermese bile çevreci hareketler için göreli olarak bazı savunma araçları sağlamıştır. Bununla birlikte, çok güçlü bir çevreci muhalefetin varlığından söz etmek de mümkün değildir. Ana akım çevreci muhalefet, devletin piyasacı çevre siyasetini sorgulamaksızın ve siyasal alanın dışında kalmaya çalışarak tekil yatırım projeleri temelinde çevre savunusu yapmaktadır. Bu nedenle de iktidarın çevre siyaseti üzerinde etkili olma kapasitesi yüksek değildir.
AKP iktidarıyla başlayan 2000’lerin ilk yarısından itibaren sermayenin enerji, maden, inşaat ve altyapı sektörlerindeki varlığının artması ile ilişkisel olarak çevre mevzuatı yatırımlar lehine yeniden düzenlenmeye başlanmıştır. Yukarıda belirttiğim gibi ÇED etkisizleşmiş, sermayenin yoğunlaştığı maden, enerji, inşaat ve altyapı sektörlerinin önünde engel oluşturabilecek çevrenin korunmasına ilişkin hukuksal düzenlemeler zayıflatılarak ya da ortadan kaldırılarak etkisiz hale getirilmiştir. Çevrenin korunması faaliyetleri ise şehircilik işlerini ve kentsel yatırımları önceliklendirerek çalışan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yerine getirilmektedir. İşte kendileri kadar büyük çevresel etkilere sahip mega projeler, bu koşullarda hayata geçirilmektedir. Başka bir söyleyişle, çevre koruma kuralları ve çevreci muhalefet bu projelerin önünde engel oluştur(a)mamaktadır.
Maden, enerji ve altyapı yatırımları, yer seçimleri nedeniyle kentsel alanlardan çok kırsal alanlarda, ormanlarda, su havzalarında, meralarda vb. çok önemli yıkımlara neden olmuştur. Bu nedenle, AKP iktidarının karşılaştığı en önemli muhalefetlerden biri çevresel nedenlerden kaynaklanmaktadır. Yalnızca kentli çevreciler değil köylüler de çevrenin korunması talepleriyle toplumsal hareketler üretmektedir. Her türlü muhalefeti kendi varlığına yönelik bir tehdit olarak algılayan ve toplumu kutuplaştırmayı siyaset stratejisi haline getiren iktidar, çevresel talep ve itirazlarda bulunanları da “yatırım karşıtı” ya da “iktidar karşıtı” olarak kodlayarak susturmaya ve etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır. Bu çatışmalı ilişki içinde siyasal iktidarın temsilcileri zaman zaman kendilerinin daha çevreci olduklarını ileri sürmektedir. Örneğin Başbakan olduğu dönemde Recep Tayyip Erdoğan bunu “Ben çevrecinin daniskasıyım. Asıl çevreci benim.” diyerek ifade etmişti. Ancak şimdiye kadar varolan piyasacı çevre siyasetini sürdürmek ve çevre koruma kurallarının yatırımların önünde engel oluşturmamasını sağlamak dışında “AKP çevreciliği” olarak tanımlanabilecek bir olgu gözlenmemiştir.
Son zamanlarda ise mega projeleri ekonomik ve siyasal olarak varlık sorununa dönüştüren siyasal iktidar, kendi çevreciliğini tesis etme yoluna gitmeye başlamıştır. Ancak bütüncül bir çevre siyasetinden, hatta varolan çevre siyasetinin değişiminden söz etmek mümkün değil. Tam tersine iktidarın bazı kısmi çevre korumacı adımlarla kamuoyu algısında “çevreci” kimliği kazanmaya, bu yolla da çevreci muhalefetin göreli olarak sahip olduğu toplumsal gücü kırmaya ve çevreciliği çevrecilerin elinden almaya çalıştığını söylemek daha doğru olur.
Sözünü ettiğim adımlardan biri ağaç dikimine ilişkin. Başta Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesimine gösterilen tepki ile başlayan ve siyasal yaşamı şekillendiren önemli dönüm noktalarından birine dönüşen Gezi Hareketi olmak üzere, HES’ler, madenler, duble yollar, 3. Boğaz Köprüsü ve bağlantı yolları, Kuzey Marmara Otoyolu gibi yatırımlar nedeniyle yapılan ağaç kesimlerine karşı gelişen muhalefet, ağaç dikiminin iktidar tarafından çevreciliğin göstereni haline getirilmesine de zemin hazırlamıştır. İktidar, çevreci muhalefete “Kesilen ağaçların misliyle ağaç dikmek” olarak özetlenebilecek bir karşı adımla cevap vermeye çalışmaktadır. Ancak daha ilk bakışta, iktidar tarafından ormanların bütüncül ekosistemler olarak değil mekanik bir yaklaşımla ağaçlar topluluğu olarak algılandığı açıkça görülmektedir. Üstelik zaman zaman büyük rakamlarla ifade edilen ağaçların nereye dikildiği de açık değildir.
Medyada yaygın biçimde sunulan diğer bir adım ise yabanıl hayat için ekolojik köprüler yapılmasına ilişkindir. Ormanın ortasından ağaçlar kesilerek yol geçirildiği için bitki ve hayvanların yaşam alanlarının bölündüğü 3. Boğaz Köprüsü bağlantı yolları ve Kuzey Marmara Otoyolu üzerine yapılan ekolojik köprüler, bu projelerin çevre duyarlılığının göstergesi olarak servis edilmektedir.
AKP’nin tesis etmeye çalıştığı çevreciliğin önemli ayaklarından bir diğeri, atık meselesine “hanım eli” ile dokunmaktır. Dünyada yaygınlaşan eğilime ayak uydurarak plastik poşete ücret uygulaması içeren en medyatik çevre koruma işi, Cumhurbaşkanı’nın eşi Emine Erdoğan’ın öncülüğünde “hanımlara” teslim edildi. Nitekim kampanya tanıtımında Emine Erdoğan’ın yanında olan kadınlardan (siyasetçiler, hukukçular, şarkıcılar, modeller, gazeteciler) birçoğunun kamu kurumlarıyla iş yapan, yine çoğu mega projelerin de yatırımcısı olan firmaların sahipleri ile aynı soyadını taşıyor olması da oldukça çarpıcı.[9]
Ayrıca, naylon poşet kullanımının azaltılmasını amaçlayan uygulama, gösterişli kampanyaya karşın atık yönetimini iyileştirme ve geri dönüşüm altyapılarının güçlendirilmesini sağlamak gibi bir içeriğe sahip değil. Poşet ücretleri tüketicilere ödetilirken perakendecilere ve Hazineye gelir sağlayacak yeni bir yol yaratılıyor. Elde edilecek gelirin öteki çevre koruma faaliyetlerine aktarılmasına ilişkin bir düzenleme de içermiyor.
Millet bahçeleri ise kentlerde yaratılan yıkımdan duyulan pişmanlıktan öte 2018 Cumhurbaşkanı Seçimi öncesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasal vaatleri arasında gündeme girdi. Rant odaklı ve hızla büyüyen kentlerin ortasında kalan futbol statların kent parkına dönüştürülmesini içeren bu vaadin de çevreciliği çevrecilerin elinden alma iddiasının sonucu olduğu düşünülebilir. İlk örnekleri İstanbul’da hizmete açılan Millet Bahçeleri, iktidar ideolojisinin mekâna kodlanarak yeniden üretilmesine aracılık eden yeşil alanlar olarak kentsel mekâna dahil oluyorlar.
Bu örneklere bakarak, çevreciliği çevrecilerin elinden alma çabasının AKP iktidarını çevre duyarlı bir iktidara dönüştürmekte olduğunu söyleyemeyiz. Çevre sorunu yaratan siyaset ve uygulamalar sürerken, mega projelerle devasa boyutlara ulaşırken çevre korumaya küçük katkılar sağlayan yeşil aklanma (green wash) faaliyetleri ve günümüz toplumunda yaygınlık kazanan çevreci duyarlılık üzerinden yeni bir meşruiyet yaratma çabası olarak görmek daha doğru olacaktır.
Sonsöz Yerine
Mega projeler, yeni birikim alanları arayan tekelleşmiş sermaye ile büyük işler peşindeki otoriter iktidarların işbirliğinin ürünüdür. Projelerin ölçeği büyüdükçe yarattıkları toplumsal eşitsizliklerin ve çevresel sorunların boyutları da büyümektedir. Bu projeler, çılgınlık bir yana, zaten işleyen piyasa dinamiklerini artan kamu desteği ile hızlandırmaktan başka bir şey değildir. Oysa asıl çılgınlık, akıntıya karşı yüzmektir. Gecekondu mahallelerini sakinlerini yerinden etmeden dönüştürmek, sermayeye değil topluma kulak verip gerçek ihtiyaçlar üzerinden siyaset geliştirmek, üretimde ve bölüşümde eşitliği sağlamak, yalnızca insanların değil tüm canlıların yaşam hakkını güvenceye almak, üretimi ve tüketimi küçültmekten korkmamaktır.
DİPNOTLAR
* Söz konusu projelerin çoğunluğu yatırıma dönüşmüş olmakla birlikte, yazının devamında anlatım kolaylığı bakımından hepsi proje olarak ifade edilmiştir.
[1] Harvey, David, 2016, Kent Deneyimi, çev. Esin Soğancılar, İstanbul: Sel Yayıncılık.
[2] Flyvbjerg, Bent, Nils Bruzelius, Werner Rothengatter, 2003, Megaprojects and Risk: An Anatomy of Ambition, Cambridge, UK: Cambridge University Press.
[3] Flyvbjerg, Bent (2005) “Machiavellian Megaprojects”, Antipode, 37(1): 18-22.
[4] Sönmez, Mustafa, 2017, “Mega Projelerin Ekonomi Politiği”, Mimar.ist, 17(58): 32-35.
[5] Çağlar, Yücel, 2014, Hukuksal Kıskaçtaki Ormanlar ve Ormancılık, Ankara: Türkiye Barolar Birliği Yayını.
[6] Saydam, Cemal, 2015, “Kanal İstanbul’un Karadeniz’e Olası Etkileri”, Kent Akademisi, 8(2): 44-52; Aydınonat, N. Emrah, 2013, “İstanbul’un Son ağaç Limanı” (Değerlendirme Notu), https://www.tepav.org.tr/upload/files/ 1368539971- 1.Istanbul_Son_Agac_Havalimani___ Istanbul___un_3._ havalimani_hakkinda_bilmeniz_ gerekenler_.pdf, Erişim Tarihi: 2.1.2019.
[7] Foster, John Bellamy, 1999, “Marx’s Theory of Metabolic Rift: Classical Foundations for Environmental Sociology”, American Journal of Sociology, 105(2): 366-405; Foster, John Bellamy, 2001, Marx’ın Ekolojisi, çev. Ercüment Özkaya, Ankara: Epos Yayınları.
[8] Foster, John Bellamy, 2002, Savunmasız Gezegen, çev. Hasan Ünder, Ankara: Epos Yayınları.
[9] “Emine Erdoğan Himayesindeki Çevre Dostu ‘Sıfır Atık’ Projesi Tanıtıldı”, 2018,03.15, http://www.hurriyet.com.tr/emine-erdogan-himayesindeki-cevre-dostu-sifir-40773753, Erişim Tarihi: 2.1.2019.