Türkiye’nin Sürekli Polis Reformu ya da Polis Yeniden Yapılandırılırken Ne Yapmalı? Maddeci-Feminist bir Manifesto

Bu yazıda amaç 1980 askeri darbesinden bu yana ve bizzat darbeyle başlamak üzere Türkiye’de gerçekleştirilen farklı “polis reformu” süreçlerine değinmek ve pek muhtemel bir iktidar değişikliğiyle gerçekleşecek olan bir diğer reform dönemini daha donanımlı karşılamanın olanak ve araçları üzerine düşünmek olacak. Buradaki asli önerme o ki, yeni bir polisin yeniden yapılandırılması döneminde, ‘toplumsal sorun’ gözden kaybolmamalıdır. Türkiye’nin kendi özgün tarihinden de kaynaklanan toplumsal eşitsizlikleri bir yönetişim müdahalesiyle çözme ve devlete yapması gerekenleri bildirme yoluyla hak elde etme tarzı siyaset yapma biçiminin gölgesinden biraz uzaklaşmalı ve ne türden yeni bir kamu gücü kurulmasının hedeflenmesi gerektiğini sorgulayan, bütüncül bir bakışı hedefleyen kolektif bir tartışma süreci başlatılmalıdır. Yönetişimci siyasetin gölgesinden uzaklaşılmasından kasıt, mevcut ilerici yasaların işletilmesinin ya da verili kamu kaynaklarının toplum yararına kullanımının talep edilmesinden vazgeçmek değildir. Ancak ‘toplumsal sorun’ tespiti yapmaktan kaçınarak ya da yapılan toplumsal sorun tespitlerini siyaset geliştirme sürecinde rafa kaldırarak, durmaksızın siyasi alandan davranış değişikliği talep eden ve/veya devlete devletlilik öğreten bir siyaset tarzından uzaklaşılması gereğidir. Bu yazı, “gerçekçi ütopya” siyasetine duyulan yakıcı ihtiyacı gözetmeye yönelik bir çağrıdır.

Alman feminist akademisyen-yazar Gabriele Winker, “gerçekçi ütopya”yı, mevcut güncel siyasete yapılan müdahalede aşamacılığa teslim olmayan, kopuş arzusunu ertelemeyen, müdahalenin şimdi ve buradaya olan etkisini feminist bir gelecek öngörüsünü kaybetmeden tartan bir siyaset biçimi olarak tarif ediyor.[1] Özetle, feminist siyaset, bedenli bir canlı olan insanın emeğinin değerlenmesi-değersizleş(tiril)mesi süreçleri üzerinden kendisini yeniden üreten kapitalist toplumu askıya alarak ilerleyemez. Özünde kişinin bedenine hapsedilmesine ve bir bedene indirgenmesi yoluyla emeğinin sömürülmesine karşı çıkan bir düşünce, kendi siyaset arayışında yani bu hapsedilmeye karşı verdiği mücadelesinde, hangi toplumsal kesimlerin ve dahi hangi kadınların kendi mücadelelerinden yola çıkarak yeni bir evrensel kurabileceği sorusunu sessize alamaz. “Gerçekçi ütopya”, (1) geleceğin toplumunu bugünden kimlerin kurabileceğinin/kurması gerektiğinin bilgisine varmak, (2) bu yeni evrenselleşme/normatif inşa momentinin, pratik çıkarlardan yükselerek genele varma, geneli temsil edebilme konusundaki meşru gücün ne türden bir kamu gücü tesis edeceğini/etmesinin arzu edilir olacağı şeklindeki arayışı merkeze koymak anlamına gelmektedir. Kim sorusu anonimleştirme yoluyla ve ne türden bir kamu gücü sorusu “gerçekçi olmak adına” siyasetin merkezinden edildiklerinden, kendimizi bulduğumuz bu yineleyici, çevrimsel “reform” dönemlerine de atılacak bir neşterdir “gerçekçi ütopya”. Yeni bir dil bulmanın, içinde düşünmeye alan açacak yeni bir siyasi düzlem yaratmanın kilidi.

O zaman… Mesela şiddete uğrayan kadınları bugün kim temsil etmektedir? Temsil siyaseti ve söz konusu kadınların “ihtiyaçlarına” odaklanan bir siyaset yeniden yapılandırılma dönemeçleri için yeterli midir? İhtiyaç-odaklı siyaset, ne türden bir kamu gücü imgesini içerisinde barındırır? İhtiyaçlara odaklanıldığında, örneğin hem koruyucu hem onarıcı polislik önlemleri alındığında, pasif yurttaşlığa dayalı bir “devlet feminizmi”nin ötesine geçmek için ne türden mekanizmalar yaratılmalıdır? Yoksa kadınların geniş tabanlı katılımı için mahalle komiteleri kurulmalı, siyasetin merkezine yalnızca ihtiyaçlar değil, aynı zamanda ve belki de “sorunlar” mu yerleştirilmelidir? Sorunlar merkeze konulduğunda, bu ne türden bir kamu gücünü çağırmaktadır? Mesela kapitalist piyasa ekonomisinde kendini yeniden üretmekle mükellef özel hane yapısının mevcut toplumsal formasyonda adeta bir “cinayet alanı” haline dönmesi ne türden bir kamu gücünü gerekli kılmaktadır? Kadına yönelik şiddete özgü karakollar tesis edilmeli midir!? Kadın cinayetlerinin ya da kadın kırımının çözümü için daha fazla hapishane mi işletilmelidir!? Peki şiddet faillerini topluma geri kazandırma perspektifi nasıl ve hangi koşullarda gündem edilmelidir? Komşuların ev-içi şiddet olaylarına müdahil olması doğru bir toplumsallaşma biçimi midir? Halk mahkemeleri kurmak tasavvur dahi edilebilir mi? Yoksa kişisel öz savunma dersleri mi eklenmelidir okul müfredatlarına? Bu ve benzeri türden toplum-temelli polislik uygulamaları doğru mudur? Yoksa demokratik kitle örgütleri mi şiddet karşıtlığının toplumsallaştırılması işini üstlenmelidir? Öyleyse bunun kamu otoritesi ile ilişkisi ne türden bir düzlem üzerinden kurulacaktır?

Bu ve bu türden tüm sorgulamalar “gerçekçi bir ütopya” siyasetinin kapılarını bize açmak, yeni bir feminist reelpolitik üretmek için yararlı olabilir. Bir yandan bu sorgulamalar yalnızca uluslararası örgüt bürokratlarına ya da toplumsal cinsiyet uzmanlarına bırakılamayacak kadar merkezi önemdeler. Öte yandan tüm bu soru(n)ları içinde düşünmek için kullanılabilecek bütünlükçü bir bakış açısı sunan feminist-maddeci bir kapitalist devlet kuramının yokluğunda siyaset yapmanın, taleplerde bulunmanın yarattığı açmazlara işaret ediyorlar. Aslına bakılırsa, buradaki sorularda yer alan tekil önerilerin, önlemlerin, pratiklerin her biri öyle ya da böyle kapitalist devlet mimarisinin son otuz yıllık neoliberal dönüşümü serüveninde bazen sırasıyla bazen de aynı anda yer almışlardır. Sylvia Walby, bu dönemin kadınların modern devletle ilk gerçek buluşması dönemi olduğunu söylerken, önemli bir paradoksa da işaret eder[2]: ev içi şiddetin kadın yurttaşa yönelik şiddet olduğu konusundaki temel kamucu ilke dahi ancak 1990’larda devlete nüfuz edebilmiştir. Neoliberal devlete. Belki de tam da bu nedenle, söz konusu modern ileri atılım, ya da Silvia Federici’nin ifadesiyle “eksik kalan feminist devrim”[3], ne gerçekten etkili olabilmiş ne de gerçek bir hayata kavuşmuştur.

Hal böyleyse ne yapmalı? Gelmekte olan ve sol kamuoyunda “restorasyon” süreci olarak tartışılan yeni bir düzeni koruyarak yeniden üretme sürecinde ve dolayısıyla polis yeniden yapılandırılırken ne türden bir emansipasyon ufkuyla hareket etmeli? Bu soruya yanıt bulabilmek için ilk olarak bundan önceki polisin yeniden yapılandırılması süreçlerine, Türkiye’nin sürekli polis reformuna, kısaca bir göz atmak, hem kendini yineleyen o şeyi görmek hem de bu döngünün dışına çıkmaya bir kapı aralamak açısından faydalı olabilir.

Normatif açıdan mülksüzleştirme yoluyla güç birikimi

1980 darbesi ve sonrasında, Türkiye’de iktidar bloğunun her yönetim krizinden çıkış dönemi, polis aygıtının da yeniden yapılandırıldığı bir dönemin başlangıcı olarak iş görmüştür. Yönetim krizlerine kapitalist düzenin meşruiyeti ya da devamlılığı adına neşter atan asker de sivil de olsa polis aygıtı her türden tarihsel bloğun toplumu idare stratejisinin başat aygıtı olarak yeniden yapılandırılmıştır. Bu süreçlerde yalnızca polisin teşkilatlanma pratiklerinde, toplumsal denetim için kullandığı teçhizat ve tekniklerde modernizasyon gözetilmemiş, aksine polisin gündelik işleyişine ve siyasi işlevine temel sağlayacak bir toplum okuması, dahası toplumsal sorun okuması da geliştirilmiştir. Fakat devletin ya da idareyi yönetenleri toplum okumasının ve dolayısıyla izledikleri polislik politikalarının yalnızca ülke bağlamıyla sınırlı olarak anlaşılması eksik olacaktır. Aksine, Türkiye’de 1980’lerden bu yana yaşanan her polis reformu sürecinin uluslararası belirlenimleri vardır. Diğer bir ifadeyle, Türkiye’nin yönetici sınıfları polisi yeniden yapılandırırken gelişmiş kapitalist ülkelerdeki zor yapılanmasıyla, öykünmenin ya da kozmetik bir norm transferinin ötesinde bir ilişki kurarlar.

İlham alınan daha ziyade toplumsal sorun tarifinin nasıl yapılması gerektiği meselesidir. Burada yerli yönetici sınıflarla, uluslararası alan arasında ikili bir ortaklık söz konusudur. Birincisi, sermayenin toplum üzerindeki tahakkümündeki olası kırılmaların önüne geçilmesi. İkincisi de tekil tekil kapitalist formasyonlarda yaşanan toplumsal erozyonların tahammül edilirlik sınırında tutulması. Tahmin edileceği üzere, ister ‘kırılma’ olsun ister ‘tahammül edilirlik sınırı’, her ikisi de politik mücadelelerin konusudurlar ve genel-geçer objektif bir ölçütleri, tamam şimdi bir ‘kırılma’ var demeye uygun standartları yoktur. Bununla birlikte, küresel polislik ideolojisi üreticilerinin ‘kırılma’ ve ‘tahammül edilirlik sınırı’ olarak kabul ettiği temel birtakım belirlenimler de hiç yok değildir. Diğer bir ifadeyle, her dönemin “polis entelektüelleri” vardır ve bu entelektüeller dönemin verileri ışığında bir tür toplumsal sorun okuması yaparak hem kırılmayı hem de tahammül edilirlik sınırını ölçmeyi ve ön görmeyi arzu ederler.

1970 ve 1980’lerde hem Türkiye’de hem merkezdeki gelişmiş kapitalist ülkelerde asli polislik işi emek mücadelelerini dizginlemeye odaklanmıştır. Bu dönemde polis aygıtlarının, toplumsal kırılmaları engelleyememesi ise polisin yeniden yapılandırılması sürecinin başat belirleyeni olmuştur. Polis aygıtlarının emekçi sınıflarla olan bağının kesilmesi, polisin toplumdan yalıtılması hedeflenmiştir. Ayrıca Türkiye özelinde, “askeri darbelere gerek kalmayacak” kadar güçlü bir polislik yapılanmasına ihtiyaç olduğu tasarrufunda bulunulmuş, bunun için polisin militarizasyonu kadar polisliğin bürokratik bir meslek olarak yeniden yapılandırılması da gözetilmiştir. Yani toplumsal etkilerden arındırmak için kendine özgü bir gayri-şahsileştirme süreci işleme konulmuş, polisin aşağıdakilerle özdeşlik kurmasının engellenmesi hedefi gözetildiğinden “ahlaki panikler” yaratılarak, suçlulaştırma siyaseti ve cezalandırıcı devlet yöntemleri izlenmiştir. Bu dönemde ‘tahammül edilebilirlik sınırı’nı genişletmek konusunda tasarruf tekil tekil polis memurlarına ve emniyet amirlerine bırakılmış, bu da polisin suç örgütleriyle ya da mafyatik yapılanmalarla iç içeliğine de olanak sağlayan göreli özerk bir alan yaratmıştır.

Bu durum erken 1990’lar boyunca egemenler tarafından yer yer sorun yer yer olanak olarak görülmüş ancak bu türden esnek devlet pratiklerinin toplumsal ‘tahammül sınırı yaratmada’ büsbütün işlevsizleşmesiyle birlikte ikinci bir “reform” dönemine giriş yapılmıştır. Fakat burada, 1990’ların ikinci yarısında, egemenler içi ciddi bir yarılma baş göstermiştir. Kimileri söz konusu yeniden yapılanma için poliste ciddi bir tasfiye yapılması gerektiğini savunurken, kimileri de tasfiye yerine yeni bir polislik yaklaşımına geçiş yapılması gerektiğini dile getirmeye başlamıştır. Yeni polislik yaklaşımına geçiş konusunda da farklı sesler yükselmiş, bu mevzi savaşında örneğin Kürt özgürlük hareketine karşı mücadelede polisin âdem-i merkezileşmesi gerektiğini savunan mafyatik polis şefleri bulunduğu gibi ademi-merkezileşme yerine polisin yerelleşmesi, yerelin ileri gelenleri ile sosyal hizmet işlerine başlanması gerektiğini savunan Gülen cemaati yanlısı “polis entelektüelleri” de bulunmuştur.[4] Bu egemenler-içi çatışmada, kazanan 1989’un ardından şekillenen yeni küresel polislik ideolojisine ayak uyduranlar olmuştur.

1989’un ardından yani Soğuk Savaş sonrası dönemde, küresel polislik ideologları ‘kırılma’ olarak özel mülkiyet rejimine ve ideolojisine geliştirilebilecek tikel ya da kolektif itirazları başa yazmışlardır. Toplumların ‘tahammül edebilirlik sınırı’nın mümkün mertebe artırılması için de popülist yöntemleri önermişlerdir. Bu ikincisinin içerisine özellikle toplumların “gelenek ve göreneklerine” saygılı polislik uygulamaları konulmaktadır. Buna göre, toplumsal sorunun yönetiminde kültürel kod ve pratiklere gösterilecek azami saygı çok önemlidir. Polis, modernleşmeci bir müdahalecilikle değil affedici bir hizmetkarlıkla iş görmelidir.

Bu türden bir popülizmin, tahmin edileceği üzere, her ne kadar ilerici muhalif güçlere geçici bir fırsat penceresi de açsa – ya da açtığı düşünülse de- temel olarak işlevi, toplumsal mücadelelerde ortaya çıkan artı-değeri yani Siyasal olana, “olmayan o ülke”ye duyulan arzuyu nötralize etmek olmuştur. Bunu da genel olarak, emekçi sınıfların ve emansipasyon siyaseti yürüten toplumsal kesimlerin değerlerine el koyarak, bu kesimleri yine onları Siyasal olana yönlendiren taleplerin aslî sahibi olma becerisinden alıkoyarak, yani ilerici değerlerden mülk-süzleştirirken güç biriktirerek yapmıştır. Bu yeri geldiğinde ilerici taleplerin bizzat egemenlerin hegemonya inşasında kullanılması, kimi zaman yeni içeriklerle anlamlandırılmaları, yer yer de yeni işlevler verilerek ilerici kesimlere karşı silahlaştırılmaları şeklinde tezahür etmiştir. Buna konumuzla en ilintili yakın dönem bir örnek olarak, kamusal alanda kadına yönelik sözlü ya da bedensel erkek tacizinin çok yaygın bir toplumsal sorun olarak yaşandığı Mısır’da kadın zabıtaların bizzat bu bağlamda Cumhurbaşkanı Sisi tarafından görevlendirilmesi ve yeri geldiğinde kadın zabıtalarca faillere bizzat suç mahallinde ceza verilmesi konusunda göreli bir özerklik tanınması gösterilebilir. Bu duruma, bir tür normatif açıdan mülksüzleştirme yoluyla güç birikimi denilebilir.[5]

Peki o zaman ne yapmalı? Bu denli belirlenmiş, özellikle 1989 yenilgisinden bu yana neredeyse “kader” haline gelmiş normatif-mülksüzleşme hali içerisinde ne türden bir emansipasyon siyaseti hedeflenmeli? Kapitalist bir devletin aygıtlarıyla dans edildiği unutulmadan, polisin yakın dönemde yeniden yapılandırılacağı bir olası senaryoda nerede durmalı? Bunun için yine tarihsel bir analiz gerekmektedir. Zira düzenin tam olarak hangi mekanizmalarla ilerici kesimleri normatif kayba uğrattığını okuyabilmek gerekmektedir. Bu noktada 1980 sonrası Türkiye’sinin en dinamik toplumsal muhalefetlerinden birisi olan feminist harekete odaklanacağım. Türkiye’de feminist hareketin, 1980 sonrasında özellikle kadına yönelik şiddet bahsinde devletle kurduğu ilişkinin iki açıdan çok öğretici olduğu kanaatindeyim. Birincisi, ilerici güçlerin kendi iç dinamikleriyle ve emansipasyon siyasetini kurma yönelimlerindeki dönüşümlerle ilintili. İkincisi ise, kapitalist toplumsal formasyonun alt-yapısal dönüşüm temposuyla söz konusu formasyona şekil veren siyasi biçimlerin – ya da üst yapının – dönüşüm süreçlerinin eş ölçülemezliği/örtüşmeyen zamansallıkları ile ilintili. Bu iki unsur, ana akım feminist siyaseti belirlerken, onun normatif mülksüzleşme karşısında yaşadığı hareketsizleşme sürecinin nedenlerine de ışık tutmuş oluyor.

Feminist Hareket ve Polisin Yeniden Yapılandırılma Dönemleri

Feminist hareketin ilk eylem tarzını ve gündemini belirleyen müdahalelerinden birisini “dayağa karşı mücadele” oluşturmaktadır. Bu mücadelenin kendisini bizzat 1980 sonrasının yoğun devlet şiddeti ortamında sürmüştür. Dönemin feminist entelektüelleri ve öncüleri, bu iki tür şiddet arasındaki bağı kurmak konusunda özel bir çaba gösterirler. 1980’deki devlet şiddeti bir yandan evdeki şiddetin anormalliğine ayna tutarken – ki dönemin önemli isimlerinden Nazik Işık, 1980’lerde onları feminizme çıkaran yolun bizzat devlet şiddetinin aynasında tüm şiddeti yeniden düşünmekten geçtiğini ifade etmektedir[6] – devlet şiddetinin kökenlerinin evdeki şiddette aranması gerektiği iddiası önemli bir toplumsal tespit olarak öne sürülmüştür.[7] Bugünden bakıldığında bunun ne denli önemli bir bakış açısı olduğunu söylemeden edemeceyeceğim. Günümüzde toplumsal şiddetin kaynağının tamamıyla devlet şiddetinde – ya da söyleminde – yattığı düşüncesi ana akımlaşmış durumda.

Oysa, feminizm ilk yola çıkışında, bugünle benzer bir siyasi şiddet ortamında olmasına karşın, tersi bir okuma yapıyordu: Şiddet, siyasal olmadan önce toplumsal bir ilişki biçimidir ve en önce bunun çözülmesi gerekir. Bu bakışın hem stratejik nedenleri vardı. Hem de düşünsel. Stratejik açıdan, feminizm, Türkiye solunu özel alanın siyasal karakterine ikna etmeye çalışıyordu. Düşünsel açıdan da solun içinden çıkan feminist öncüler için devleti anlamak için önce onun içinde yer aldığı toplumsallık anlaşılmalıydı. Yani bugünün aksine, toplumsal sorunların kaynağı, yalnızca (burjuva) siyaset sahnesinde aranmıyordu. Bu türden bir kavrayış, feministlerin polis aygıtıyla olan ilişki üzerinde de temkinli bir yaklaşım geliştirmesini sağlamıştır. Örneğin, dayağa karşı kampanya, kadınları polise gitmek ve bildirimde bulunmak konusunda teşvik etmektedir. Bununla birlikte, burada bu eylemin kendisi, dönemin feminist kurtuluş stratejisinin ancak ve ancak çok sınırlı bir parçasıdır. Görünmez olanı görünür kılma, burjuva hukukundan faydalanma, devlete aslında sahip olmakla pek böbürlendiği şiddet tekeline gerçekte sahip olmadığını hatırlatma, kadınları yurttaşlık hakları konusunda bilinçlendirme gibi işlevleri olduğu düşünülmüştür.[8] Bu açılardan günümüz yaklaşımından önemli farklılıklar göstermektedir. Feminist mücadele, siyasi şiddetin dozunun arttığı dönemlerde de kurtuluş paradigmasından vazgeçmemiş, yönetişim temelli çözümlerden uzak durmuştur. Örneğin, kadın polisler yoluyla kadın militanlara yapılan cinsiyetlendirilmiş şiddet sorunsallaştırılmış, “kadın ya da erkek, polisin elleri polis elleridir” denilerek, feminizmin toplumsal cinsiyet bilgisinin devlet tarafından araçsallaştırılmasına karşı durulmuştur.

1990’lar sonrasında bu refleksin geriye düştüğü, en azından ana akım feminist siyaseti belirlemeyi terk ettiği görülmektedir. 1990’lar sonrasında, feminist siyaset, toplumsal şiddetin ve dolayısıyla kadına yönelik şiddetin kurtuluş perspektifinden analizini terk etmiş ve toplumsal şiddette iyileşmenin asli ajanı olarak devleti belirlemiştir. Elbette bunun böyle olmasında, Türkiye’de devletin, kadına yönelik şiddet vakalarında, sorun “tamamen toplumsal” (bu özellikle kamuoyunda ‘namus cinayetleri’ olarak anılan dönemde güvenlik bürokrasisi tarafından yükseltilen bir iddiadır), “benim elimden ne gelir” diyerek iktidar-sız bir neoliberal iktidar stratejisine yaslanmaya başlaması da önemli bir etken olmuştur. Devlet, kendi koruma yükümlülüğünden kaçındıkça, feminist hareket bu yükümlülüğü hatırlatmayı ve anlatmayı ana strateji haline getirmiştir. Bu durum, bir yandan isabetli bir strateji gibi görünse de feminizmin ilk dönemdeki kadınların örgütlenmesi yoluyla kurtuluşu refleksi terk edildiğinden, nihayetinde toplumsal dönüşümün asli süreci olarak iktidar olma perspektifi de terk edilmiş ve devletin “ne yapması” gerektiği konusunda rehberler, oturumlar, bürokratik aygıtlar geliştiren bir uzmanlaşma/teknokratlaşma dönemine girilmiştir.

Aynı dönem, Türkiye’de polisin yeniden yapılandırılması tartışmalarının bir önceki başlıkta kısaca değinilen farklı aktörler tarafından bir rejim değişimi stratejisi olarak Soğuk Savaş sonrası küresel polislik ideolojisi ekseninde ele alındığı erken 2000’ler dönemiyle örtüşmüş, ana akım feminist müdahaleler bir anda hızla polisin popülist dönüşümü planlarına dahil edilmiştir. Bu durum, feminist hareketin etkili kimi isimlerince önemli bir fırsat yakalandığı düşüncesi ve gerçek bir dönüşüm yaratabilme heyecanı ile karşılanmıştır. Bu dönemde feministlerin, tüm taleplerinin gerçek bir karşılık bulduğunu iddia etmek mümkün dahi değildir. Ancak bu dönemde, bir fırsat penceresi yakalamış olmanın heyecanının, feminist hareketin ana akım damarının 1980’lerdeki kimi reflekslerini iyiden iyiye kötürümleştirdiğini söylemek gerekmektedir. Bu zayıflayan reflekslerin başında, devlet şiddetinin kökenlerinin okumasının kenara bırakılması, toplumsal şiddetin yani kadına yönelik şiddetin, nihayetinde bir yönetişim problemi olduğu düşüncesi ve siyasal şiddetle toplumsal şiddetin birbirinden büsbütün ayrı şeyler olduğu varsayımı gelmektedir. Yani polis reformunun devletteki gerçek sahibi cemaat kadroları, örneğin KESK gibi bir örgüte baskın yapıp, dönemin kadın sendikacılarını göz altına alırken, bu feminist siyasetin genel doğrultusunda çok çok sınırlı bir yankı bulmuştur. Zira o dönemde, aynı cemaatin başka kadroları da göz kamaştırıcı bir kadın hakları taraftarlığı gösterisinde bulunmakta, kadın hakları savunucularıyla açık iş birliği yoluna gitmekteydi.

Burada yer sorunu nedeniyle ele alamadığım başka bir dizi bağlam ve nedensellikler yüzünden, ana akım feminist siyaset şiddetin toplumsal analizini büsbütün dışarıda bırakan, merkeze “davranış değişikliğini” oturtan bir talep çerçeveleme yoluna gitmiştir. Fakat bu dönemde, ana akım feminist siyasette yer almayan kadın hakları yaklaşımlarında da daha önce bahsedilen devletin sorumluluğuna vurgu yapma stratejik bir mücadele hedefi haline gelmiştir. Zira devlet şiddeti, özellikle Türkiye’deki Kürt coğrafyasında Kürt kadınların ev içi şiddet vakalarını bildirmek amacıyla polise gitmesinin önüne geçen asli unsurlardan birisi haline de gelmiştir. Soğuk Savaş sonrası dünyanın ideolojik çölünde, bu stateji, toplumla iyi ilişkiler kurmayı hedefleyen Türk-İslamcı popülist reformcu polis kadrolarının önerdiği “polis etiğiyle” – arzu edilmesinden bağımsız bir şekilde – karşılıklı bir etkileşime girmiş, herkes neredeyse aynı reformist dili konuşmaya başlamıştır: devletin kadınları koruma sorumluluğu için en başta ilk elden temas noktaları olan polis merkezlerindeki polis memurlarının bilinçlendirilmesi ve davranışlarının ölçülü ve kadını koruma öncelikli olması. Burada erkek faillerin ne olacağı konusu neredeyse hiç konu edilmemiş, ısrarla öne çıkarılan bir başlık, kadınların korunması sürecinde izlenecek özel prosedür olmuştur. Bu prosedürün çok önemli olduğu bir gerçek olmakla beraber, prosedürün gerçek karşılığını bulabilmesi için gerekli olan erkek failin ne olacağı meselesi neredeyse hiç gündemleştirilmemiş, bu durum da burada daha detaylı ele almaya olanak bulunmayan çeşitli nedenlerle polisin de benimsediği “cezasızlık” siyasetinin kendiliğinden meşruiyet kazanmasının önüne geçememiştir.

Söz konusu bu sıkışma elbette ne Türkiye’ye özgüdür ne de bu yük tek başına feminist siyasetin omuzlarına bindirilebilir. Dünyadaki birçok başka örnekte, benzeri reform dönemlerinin ya da “demokratikleşme” süreçlerinin, kadın hareketlerinin polis ya da zor aygıtı reformu süreçlerinin çetrefilli doğasını görmesinin önüne geçtiği gözlemlenmiştir.[9] Ayrıca ana akım feminist siyaset, aslında, bir yandan da dönüşmekte olan bir toplumsal gerçekliği, Türkiye’de kadının değişen konumunu temsil etmekte olduğundan, ileri sürülen taleplerin geç bir modernizasyon dönemi mücadelesinin parçası olduğu da gözlerden kaçırılmamalıdır. Bu açıdan, ana akım siyaset öyle ya da böyle neoliberalleşme dönemecinde dönüşen toplumsal formasyon, bu formasyon içerisinde çözülen patriarkal baskı mekanizmaları ve şekillenen genel dişil muhalif bilincin de siyaset sahnesine tercümesine vesile olmuştur. Haliyle, giderek daralan ve yok alan bir kamusallık anlayışına paradoksal da olsa kamucu (özellikle devletin koruma sorumluluğu ilkesi özelinde) bir görev verilmeye çalışılmıştır. Mücadele bu alanda halen sürmekte olsa da ana akım feminist siyasetin bir önceki başlıkta dile getirilen “normlardan mülksüzleştirme yoluyla güç birikimi” mekanizmasını göz ardı ettiği söylenilebilir. Burada kısaca bahsedilen bu iki mekanizma, birincisi giderek yok alan bir kamusallık anlayışına rağmen yükselen yeni toplumsal dinamiklere – şehirli ve eğitimli bir orta sınıf kadın kuşağının olgunlaşmasına – dayanan kamucu bir beklenti ile devletle ilişkilenmek ve ikincisi bu süreçte devlet tarafından ilerici taleplere el konulması, sürecin gerçek karakterini tahlil etmek konusunda geç kalınmasına neden olmuştur.

Feminist siyasetin kendi tarihi içerisinden bakıldığında, toplumsal sorunu büsbütün kenara koyarak bir “devlet feminizmi” beklentisi ile kadına yönelik şiddetle mücadeleyi gözetmenin de bu geç okuma sürecinde önemli bir nedensellik taşıdığı unutulmamalıdır.[10] Özet olarak söylemek gerekirse, 1980 darbesi sonrasında feminist siyasetin polisle ve polise yeni toplumsal ve siyasal misyonlar edindirilmesi süreciyle ilişkisinde, “özel olan politiktir” ilkesinin benimsendiği görülmektedir. Bu durumda da devlet şiddetinin de kendisi özel alandaki şiddetin bir tezahürü olarak görülmüş, toplumsal şiddetin cinsiyetli doğasının altı çizilmiştir. 1990’larda devlet şiddetinin yoğunlaşmasıyla birlikte, feminist siyaset toplumsal ve siyasi şiddet arasındaki bağları daha da kuvvetli bir şekilde kurmaya gayret etmiş, kadının tikel görünen stratejik çıkarlarından evrensel çıkar yaratma ilkesi gözetilerek mücadele etmiştir. Bu süreçte, devlet şiddetinin eleştirisi sistem eleştirisine bitişiktir. 1990’ların sonu ve 2000’lerin ilk yarısı ise, feminist mücadelede “kadının ihtiyaçları” bakışının öne çıktığı, devletin sorumluluğuna yapılan vurgunun arttığı, dolayısıyla toplumsal şiddet ve devlet şiddeti eleştirisinin giderek geride kaldığı ve dolayısıyla kaybolmasa da içerik açısından zayıfladığı bir döneme girilmiştir. Polis reformu sürecine de damgasını vuran bu “ihtiyaç” temelli bakış, ana akım feminist siyasetin yaşanmakta olan dönüşümün karmaşık ve otoriter doğasını kavramasını engellemiştir.

“Gerçekçi Ütopya” Siyasetine Dönüş

Peki “kadının ihtiyaçlarına” odaklanmak, “devlet feminizmi” talebi yaşanan dönüşümün bütünselliğinden ayrı düştüğünde arzu edilmeyen ya da umulmayan sonuçlara neden oluyorsa, nasıl bir yol izlenebilir, olası bir yeniden yapılanma döneminde ne yapılabilir? Aşağıda birtakım önerilerde bulunuyorum. Bu önerileri de bizzat Türkiye’nin içinden geçtiği mevcut toplumsal yeniden üretim krizini ve bununla birlikte yaşanan devlet krizini göz önüne alarak yapıyorum. Önerilerin taslak-vari özelliğinin altını çizmek isterim. Amacım daha geniş bir tartışma açmaya vesile olmak, mevcut tartışmaları genişletmektir.

  • Kamu gücünün yeniden tasarımlanması gerekmektedir. Yeni bir kamusal erk tesisinde, insanları bağımlı ve apolitik özneler olarak kurma riski taşıyan “ihtiyaçlar” yaklaşımı yerine mevcut “toplumsal sorun” ve bu sorunu deneyimleyen toplumsal kesimlerin stratejik çıkarları zeminine yaslanılmalıdır. Bundan kasıt şudur, mevcut toplumsal sorunun bunca görünür olduğu bir dönemeçte, biçimin içeriğe dar geldiği, burjuva aile formunun ve bu formun idealleştirilerek toplumsallaştırılmış genel halinin aslında iflas ettiği ve bu iflas genel bilince çıkarılmadığı müddetçe yaşanan krizin de sürüp gidebileceği, sünebileceği, çözülen formun kendini yanlış okumaya başlayacağı, hatta kendini korumak adına daha da fanatik uygulamalara ihtiyaç duyacağı unutulmamalıdır. Queer hareketin haklı olarak dile getirdiği “aileniz batsın” şiarı, “en temel ihtiyaçlarını karşılamak, barınmak, ısınmak ve beslenmek için yani aslında yaşamak için borç almak zorunda kalan, dayanışmak yerine, birbirinin stres topu haline gelmiş, tükenmiş bireylerin mutsuzluğunun kalesi olan özelleştirilmiş hane halkı yaşam formu iflas etmiştir” şeklinde genişletilmelidir.
  • Güvenlik kavramı yeniden düşünülmeli, kavram egemenlerin elinden geri alınmalıdır. Ancak bunun için “insani güvenlik” demek yeterli değildir. Aksine bir sürü başlıkla “insani güvenlik” kavramı, mevcut sistemin patriarkal yapısına kolayca eklenebilmiştir. Kimsenin kimseye bir şey bahşetmediği, güvenliğin bir mesleğin sağladığı bir hizmet olarak görülmediği bir kavrayışa geçiş yapılmalıdır – zira aksi durumda hizmet siyasetin doğasını belirlemekte, onu siyaset-dışılaştırmaktadır. Kişinin mevcut kapitalist üretim ve yeniden üretim çarklarında yaşadığı değersizleşme süreçleri karşısında güvenliği tesis edilmelidir. Buna “onur” yürüyüşündeki anlamında onur ya da “haysiyet güvenliği” adı verilebilir. Değersizleşme süreçleri, yeni ahlak ekonomileri yaratmakta, ağır sömürü çarklarında ezilenler, değersizleşme süreçleriyle baş ederken, evrensel değil özcü ve dolayısıyla dışlayıcı, nefret-temelli, dişe diş yöntemlerle baş başa kalmaktadır. Evrensel olana itibarı iade edilmeli, ama bunun için tikel çıkarın yansıması olan soyut evrensellerle değil, stratejik çıkarı haysiyet güvenliğinin sağlanmasında yatanlara dayanan somut evrensellerle yol alınmalıdır. Devlet güvenliğine karşı müphem bir insani güvenlik değil, kapitalist sisteme karşı haysiyet güvenliği.
  • Haysiyet güvenliği, yeni bir norm inşası süreci olarak görülmelidir. Dolayısıyla, bu norm inşasının taşıyıcı öznelerinin kimler olacağı çok kritiktir. Kavramın egemenler tarafından yeni anlamlara boğulması, seküler özelliğinin kaybolması, dinselleşmesi çok kolaydır. Aşağıdan norm inşası süreçleri gözetilmeli, aşağıdakilerin toplumsal olanı yeniden nasıl kurabilecekleri üzerinde durulmalıdır. Aşkın olmayan, teknokratik olmayan, egemen keyfiyetine kalmayan bir normu somutluğu içerisinde nasıl inşa edeceğiz? Birlikte yaşamanın zül olmadığı, “farklı ama aynı” olma bilincinin genel sağduyu halini aldığı bir toplumu nasıl inşa edeceğiz?
  • Normun aşağıdan inşası, halkın polisleşmesi anlamına mı gelecek? Burada, hele de Türkiye gibi, yerel olanın faşizan fanatiklikten, sömürücülükten, eril tahakkümden asla muaf olamadığı bir coğrafyada normun aşağından inşasında, polisliği halkın ya da teknik adıyla toplulukların üstlenmesi henüz gerçekçi bir çözüm olarak görünmemektedir. Bu durumda, demokratik kitle örgütlerini ayağa kaldırmak, olmayan alan ve ölçeklerde yenilerini kurmak, toplumsal şiddetin aşağından inşa edilen normlar temelinde engellenmesi, denetlenmesi ve bertaraf edilmesinde öncelikli olarak akla gelebilir. Üretici dernekleri, kooperatifler, kırsal ve kentsel müşterekler, sendikalar, okul-aile birlikleri, öğrenci komiteleri, mahalle evleri, birbiriyle iç içe geçen, yatay ve dikey ölçeklerde kesişen bir örgütlülük kurarak, “haysiyet güvenliğine” dayalı bir toplum yaratmak konusunda ilk araçlar olarak görülebilir. Bu yolla hayatta kalma mücadelesi, başarısız olmasına karşın yerine bir türlü yenisi konulamayan, duygusal dayanışma merkezi olma özelliğiyle de genelleşmiş “burjuva aile biçiminden” geniş anlamda örgütlü topluma kaydırılmalıdır. Bu örgütlerin gelişmesi, özellikle idari işler bağlamında genişlemesi biteviye süren neoliberal polis aygıtının sönümlenmesini sağlamak konusunda asli unsur olacaktır.
  • Bu türden bir örgütlülük mimarisinin, korporatist bir yönelime girmemesi için, ilk sırada belirtilen kamu gücünün yeniden tasarımı meselesi çok önemli görünmektedir. Mevcut dünya düzeni içerisinde, toplum destekli polislik örneklerinde yaratıcılık had safhadadır. Ancak toplum destekli polislik uygulamaları, mevcut siyasi iktidarların sermaye devleti projelerini popülist sosla sürdürülebilir kılmak dışında gerçek bir özellik taşımamaktalar. Dolayısıyla, burada yeniden tahayyül edilmesi gereken mevcut pratikler, davranış kalıpları ya da politika önerileri değildir. Tahayyül edilmesi gereken, zayıf bir devlet-güçlü bir toplum fonksiyonunun nasıl kurulacağı da değildir. Bu türden toplumlarda, yani devlet aygıtlarının topluma nüfuz etmesinin zor olduğu toplumlarda, adli süreçlerin evrensel adalet ilkeleri doğrultusunda sürdürülmesi de tehlikeye girebilmektedir. Yine, mesele, her türden sivil toplum örgütünü polisin halihazırdaki misyonlarını üstlenmeye davet etmek de değildir. Günümüzde, sermaye örgütlerinin örneğin kadına yönelik şiddet bahsinde yürüttükleri kampanyalar, özel yönetişimin egemenlik alanını daha da genişletmeye ve yine özel yönetişimin kamu fikri aleyhine meşrulaşmasına yarayabilmektedir. Dolayısıyla, kamu gücünün yeniden düşünülmesi sadece demokratik katılıma dair yaratıcı bir teknik tasarımla, ya da sınıfsızmış gibi yapılan bir topluma sivil sorumluluk dağıtarak hallolamaz. Kamu gücünün yeniden düşünülmesi, en başta siyasi iktidarla kurulacak ilişkinin yeniden düşünülmesidir.

Bu bağlamda, asgari ücretin altında bir ücretle, küresel firmalara taşeronluk yapan patron şirketlerinde aylıkçı olarak çalışan kadınların siyasi iktidarın neresinde olacağı merkezi önemdedir. Bu bağlamda, 1990’lardan bu yana Türkiye’de kadının proleterleşmesi sayesinde sömürü çarklarını hızla kuvvetlendiren bankalarda çalışan kadın memurların siyasi iktidarın neresinde olacağı merkezi önemdedir. Bu bağlamda, Kürtçe konuşarak çalışabilme, üretebilme ve toplumsal alana katılabilme hakkından mahrum bırakılan yoksul Kürt kadınların siyasi iktidarın neresinde olacağı merkezi önemdedir. Bu bağlamda, tarımsal üretimdeki artık-değerin yaratıcısı, topraksız, mülksüz ve kendi mülkünde ücretsiz çalışan aile işçisi ya da mevsimlik kadın proleterlerin siyasi iktidarın neresinde olacağı merkezi önemdedir. Bu bağlamda, emek piyasasında kendisine alternatif bir meslek seçimi fırsatı bile tanınmayan trans kadın bireylerin iktidarın neresinde olacağı merkezi önemdedir. Bu bağlamda, aldıkları yüksek maaşlara rağmen kendilerini değersiz hissetmekten bir an olsun dahi uzaklaşabilmek için psikoterapi seanslarına ya da sabah meditasyonlarına terk edilen beyaz yaka kadınların iktidarın neresinde olacağı merkezi önemdedir. Bu bağlamda, Hendek’teki havai fişek fabrikasındaki toplu iş katliamının ardından, “biz meğer kendi ölüm araçlarımızı üretiyormuşuz” diye haykıran kadın işçilerin iktidarın neresinde olacağı merkezi önemdedir. Bu bağlamda, çocuk ya da yaşlı bakım merkezlerinin bilfiil yokluğu nedeniyle, ücretsiz ev emekçisi olmak dışında hiçbir çıkış bulamayan ve sayıları milyonları bulan ev kadınlarının iktidarın neresinde olacağı merkezi önemdedir.

Polis yeniden yapılandırılırken, siyasal alanın hangi tikel değerlerin aynasında evrensel normları temsil edermiş gibi yapan bir iktidar tarafından kurulacağı göz ardı edilemez. Siyasi iktidarın antropolojik açıdan yaslandığı ve ondan soyutlayarak kendi normatif düzenini kurduğu toplumsal özne(ler) önemlidir. Kimin kendi stratejik çıkarlarını gerçek bir evrensel norm haline getirebileceği ve getirmesinin meşru olacağı sorusu göz ardı edilemez. Günümüzde dünyanın dört bir tarafında verilen toplumsal mücadelelerin objektif bir olgu olarak “kadınsallaşması” ve bu mücadelelerde dile getirilen haysiyet güvenliği talebi gözden kaçırılmamalıdır. Kadın kırımı/Femisid karşıtı eylemlerde, kadın polisin karşısına dikilerek, “sen nasıl olur da onların tarafında olursun” diyen kadınlar, bir yandan da bugün itibariyle kadınlığın objektif olarak mevcut sisteme sığmayan yeni toplumsal doğasına işaret etmektedir. Bu, her ne kadar ikili cinsiyet sistemini, kimi zaman özcü kimlikleri ve cinsiyet-temelli sağ popülizmi dahi yeniden üretme riskini içinde barındıran bir yükseliş de olsa, aynı zamanda bir kendi kendini yönetme, dolayısıyla basbayağı doğrudan bir siyasi iktidar talebi değil midir? Belki de bir tahakküm sistemi olarak ikili toplumsal cinsiyet sisteminin ilgasının da bir koşulu, haysiyet güvenliği talep eden kadınların doğrudan iktidarıdır.


DİPNOTLAR

[1] Bkz. Winker, G. (2021). Solidarische Care Ökonomie: Revolutionare Realpolitik für Care und Klima. Bielefeld: transcript.

[2] Bkz. Walby, S. (2008). Globalization and Inequalities: Complexity and Contested Modernities. Londra: Sage.

[3] Bkz. Federici, S. (2009). The reproduction of labour-power in the global economy, Marxist theory and the unfinished feminist revolution. In Center for Cultural Studies, University of California, Santa Cruz. Seminar Reading for Jan (Vol. 27).

[4] Bu tarihsel süreç hakkında daha geniş bir değerlendirme için bzk. Hülagü, F. (2011). Restoring Class Power Over the Police: The Role of the International in Neoliberal Police Reform in Turkey. Yayımlanmamış Doktora Tezi. ODTÜ: Ankara.

[5] Türkiye’de devletin iç güvenlik alanında yaşadığı dönüşüm bahsinde, David Harvey’a ait “mülksüzleştirme yoluyla birikim” kavramını buradakinden biraz daha faklı bir şekilde düşünmeyi önerdiğimiz bir çalışma için bkz. Bedirhanoğlu,B., Dölek, Ç. ve Hülagü, F. (2016). Transformation of the Internal Security Structure and the State in Turkey during the AKP Rule: A Class-Based Analysis”, Journal für Entwicklungspolitik, 32:1.

[6] Işık, N. (2002). 1990’larda Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele Hareketi İçinde Oluşmuş Bazı Gözlem ve Düşünceler. In A. Bora, and A. Günal (Der.), 90’larda Türkiye’de Feminizm (s. 1–73). İstanbul: İletişim.

[7] Bkz. Tekeli, Ş. (1987). Kadın ve Yaşam. Feminist, (2), 10–11.

[8] Bu başlıkta daha kapsamlı bir tartışma için bzk. Hülagü, F. (2021). Police Reform in Turkey: Human Security, Gender and Political Violence Under Erdoğan. Londra: IB Tauris.

[9] Bkz. Randall, V. (1998). Gender and Power: Women Engage the State. In V. Randall, and G. Waylen (Der.), Gender, Politics, and the State. Londra: Routledge.

[10] “Devlet feminizmi”, Ortadoğu coğrafyasında kadın hakları mücadelesinde hem tarihsel bir evreyi – özellikle kuruluş dönemlerini – hem de politik bir tarzı imleyen bir kavramdır. Devlet feminizminin paradoksal bir karakteri vardır. Bir yandan kadın hakları konusunda ilerici bir atılımı simgelerken, öte yandan özel alanın tahakkümünden görece özerkleşen kadının bu defa kamusal alanda tesis edilen patriarkaya bağımlı kılınması süreçlerini içerir.