Üçüncü Yol’dan Sonra: Liberal Muhafazakar İktidar ve Yeni İşçi Partisi’nin İnşası

İngiltere’de 2010 yılı seçimlerinde Muhafazakâr Parti’nin, İşçi Partisi hükümeti boyunca yoksulla zengin arasındaki farkın açıldığına dair bir sloganı seçim kampanyası olarak kullandığını duymak şaşırtıcı olabilir. Fakat olgular, çok temel siyasa alanlarında, Blair’ın Üçüncü Yol’unun 1997’den 2010 yılına kadar sergilediği performansın selefi Muhafazakar hükümeti aratmadığını da gösteriyor. İşçi Partisi hükümeti iktidara geldiğinde ülke nüfusunun yüzde birlik kısmı milli gelirin yüzde on yedisine sahipken, aynı hükümetin son yılında bu oranın yüzde yirmi bire çıkması İşçi Partisi’nin başarısızlığının önemli nedenlerinden biri gibi görünüyor.[1]

Bu karmaşık bağlamı takip eden 2010 yılı seçimleri Muhafazakarların ve Liberallerin ittifakıyla kurulan bir koalisyon hükümetini ortaya çıkardı. Ancak Muhafazakarlara seçimi kazandıran aynı ortam, Thatcher tarzı katı bir neo-liberal programı da, uygulanması gerekli ise bile, çok dikkatle yürürlüğe sokmayı da dayatmış gibi görünüyor. Bu dikkatli tutumun önemli bir göstergesi olarak, koalisyon hükümetinin programında yer alan ve toplumsal eşitsizliklerle mücadelenin önceliğinin altını çizen maddeler sayılabilir.[2] Diğer taraftan, artan bütçe açıklarıyla baş etmek için beli başlı mali önlemler alınması yönündeki maddeler de koalisyon hükümetinin zor dengeler üzerinde kurulduğunu daha en başından işaret ediyordu. Bütün bu gerilimler göz önüne alınarak David Cameron’ın Thatcher’dan farklı, daha uzlaşmacı ve daha yumuşak bir tutum almaya eğilimli olduğu yorumcularca vurgulanmaktaydı. İronik olan durum ise Cameron’ın, her ne kadar soylu bir aileden gelen bir Eton mezunu olarak İngiliz müesses nizamıyla daha güçlü bir şekilde özdeşleşiyor gibi görünse de, toplumsal adaletsizliklere dar gelirli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Thatcher’dan çok daha fazla duyarlı olmak zorunda kalmasıydı belki de.[3]

Liberal-Muhafazakarlık

Gerçekten de Cameron, Muhafazakar partinin liderliğine geldiği 2005 yılından beri “liberal-muhafazakarlık” ya da “ilerici-muhafazakarlık” olarak adlandırılan bir bakış açısını gündemde tutmaya çalışıyor. Cameron parti lideri olarak ilk konuşmasında, Thatcher’ın kötü şöhretli “toplum yoktur, bireyler vardır” düsturuna açıkça bir anıştırmayla, “toplum diye bir şey vardır” diyerek başlamıştı. Bunun, tüm neo-liberal reformlar boyunca İngiliz toplumunda oluşmaya başlayan derin ayrılıkları gidermek yönünde bir irade ortaya koyduğunun altı çizilmekte. Ayrıca daha liberal bir muhafazakarlık vurgusu, toplumsal olarak daha liberal bir anlayış benimseneceğinin bir göstergesi olarak da değerlendirilmiştir. Fakat daha özel olarak liberal-muhafazakarlık vurgusunun, devlet müdahalesine karşıt olarak toplumsal sorumluluk ve ödevlerin yeniden hatırlatılması yönünde bir kullanımı olduğu da açık gibi görünüyor. Bu yaklaşım basit ifadesini Muhafazakarların seçim manifestosundaki “devlet kontrolü değil toplumsal sorumluluk, büyük hükümet değil büyük toplum” mottosunda bulmakta. Ancak yenilikçi görünüşüne rağmen liberal-muhafazakar felsefe, tüm toplumsal sorunların nedenini geleneksel ailevi ve toplumsal dayanışmanın zayıflamasında bulan ve bu dayanışmanın artması için devlete bağımlılık kültürünün azaltılması yönünde argümanlara sarılan daha reaksiyoner-gelenekçi bir muhafazakarlıkla da önemli ortaklıklar üretmekte.[4] Aynı şekilde Cameron’ın “ilerici muhafazakarlık” olarak nitelediği duruşun da, Thatcher tarzı bir saldırgan neo-liberal gündemdense Disraeli ve Macmillan ile temsil edilen daha önceki yüzyılların toplumsal sorunlara ve eşitsizliklere daha duyarlı muhafazakarlığını örnek almakta olduğunun altı da yorumcular tarafından çizilmekte. Ama yine de, tüm bu yenileşme çabalarına karşın koalisyon hükümeti temel siyasa alanlarındaki tercihleriyle İngiliz siyasetinin merkezine yaklaşmaktansa sağına kaymış gibi görünüyor.[5]

Neo-liberal Ezber ve Pratiği

Sonuç olarak, koalisyon hükümetinin iş başına geldiğinden beri izlediği temel siyasalara bakıldığında, kendisini önceleyen dönemlerden anlamlı bir yenilikle farklılaştığını söylemek güç görünüyor. Zira büyük ortak oldukları koalisyon hükümeti de temel olarak bütçe açıklarıyla baş edebilmek için vergileri sabit tutmayı seçmiş olsa da sosyal harcamalarda kesintiye gitmek stratejisini benimsiyor. Ekonominin göreli olarak iyileşmesine karşın kamu harcamalarını kısarak ve kamu hizmetlerini azaltarak devleti küçültme yönünde atılan adımların, birçok Batı ülkesinde olduğu gibi İngiltere’de de gelir dağılımındaki adaletsizliği arttıran sonuçları, elle tutulur toplumsal tepkiler üzerinden izlenebiliyor. Yükseköğrenim ücretlerinde koalisyon hükümetinin ilk yılında yapılması planlanan artışın yol açtığı büyük çaplı protesto dalgasını Londra’nın çeperlerinde bulunan mahallelerdeki protesto ve yağma eylemlerinin izleyişi hemen akla gelen örnekler olacaktır.

Bunun dışında konut sıkıntısı, yükselen ev fiyatları, artan hayat pahalılığı da neo-liberal siyasaların bedelini orta ve alt gelir grubunun sırtına yüklemekte. Hükümet tarafından yeni yaptırılmış bir araştırmaya göre İngiltere’de yalnızca en avantajsız yüzde onluk dilimdeki ailelerin çocukları değil, geniş orta sınıf toplumsal katmanlardan gelen ailelerin çocukları da yüz seneden beri ilk kez maddi olarak ebeveynlerinden daha zor koşullarda yaşama ihtimali ile karşı karşıyalar.[6] İngiltere otuz senelik neo-liberal ekonomik politikaların bedelini artan hayat pahalılığı, toplumun geniş katmanlarının yoksullaşması, milli gelirin önemli bir kısmının giderek daha küçük bir azınlığın elinde toplanması ve genel olarak zenginler ve yoksullar arasındaki uçurumun büyümesi ile ödemekte.[7] Muhafazakar hükümetin bu sorunlara yanıtı olan devlet müdahalesine ve toplumsal yabancılaşmaya karşı sivil toplum, cemaat ve aile merkezli sorumlulukların ve ödev bilincinin arttırılması yönündeki yeni yönetimsellik önerisinin ise acil çözümler üretmekte pek de başarılı olduğu söylenemez. Tam da bu şartlar altında, İngiliz siyasetinin, yalnızca İngiliz siyasetine has olmayan, sağ ve solun temel olarak aynı reçeteleri izleyerek birbirinin üzerine çöktüğü ve ancak kozmetik farklarla birbirinden ayrıldığı bir kartelleşme ve yönetim durumundan çıkış sürecinde olabileceğinin de göstergeleri oluşmaya başlamış gibi görünüyor.

İşçi Partisi’nin Dönüşümü

İşçi Partisi, 2010 yılında yaşanan seçim başarısızlığının sonrasında, Ed Miliband başkanlığında partinin siyasal kimliğini yeniden düzenleme sürecine girdi. Bu süreç yaşanan seçim başarısızlığının ardından bir sonraki seçimlerin nasıl kazanılacağına dair bir taktik değişikliği olmanın ötesinde bir dönüşüm olarak tartışılabilir. Küresel ekonomik krizin etkilerinin yoğun bir biçimde hissedildiği İngiltere’de Muhafazakar-Liberal koalisyon, yukarıda ana hatlarıyla betimlendiği gibi, neo-liberal ortodoksiye bağlı kemer sıkma politikalarıyla sosyal devletin alanını daraltan, işgücünü güvencesizleştiren ve genel olarak ekonomik krizin bedelini sorumlularından farklı sosyal kesimlere ödeten bir siyaset izlemekte. Diğer taraftan İşçi Partisi ise Blair’in Üçüncü Yol projesinin çevresinde oluşturulan sembolik düzenin sınırlarına varmış durumda. Miliband’ın başkan seçildikten sonra yaptığı açıklamada belirttiği dönüşümün kapsamını, yöntemini ve sınırlarını tartışmak Blair liderliğinde pek çok sosyal demokrat siyasal partiye örnek olmuş bir modelin ekonomik kriz sonrası içine girdiği yeniden yapılanmayı anlamak için önemli.[8]

Eylül ayı içerisinde gerçekleşen İşçi Partisi genel kurulunda Miliband’ın yaptığı konuşma partinin geçirdiği dönüşümün geldiği son aşamayı temsil ediyor. Bu konuşmada Miliband kendi iktidarlarında enerji fiyatlarının iki sene boyunca dondurulacağını, 2020 yılına kadar senede iki yüz bin konut inşa edileceğini, küçük işletmelere vergi kolaylıkları sağlanacağını, asgari ücretin artacağını ve yatak odası vergisi olarak bilinen ve Muhafazakâr- Liberal koalisyon döneminde yürürlüğe konulmuş vergi türünün kaldırılacağını vaat etti.[9] Bu vaatlerin ve Miliband’ın parti kongresine yaptığı konuşmanın çerçevesi İşçi Partisi’nin yeni dönemde inşa etmek istediği kimliğe dair ayrıntılar sunuyor. Siyasal meselelerin tanımlanması ya da dile dökülmesi siyasal müdahalenin önemli aşamalarından biridir. Bir sorun, çatışma ya da kriz anı siyasal aktörlerce tanımlanmaya başladığı andan itibaren siyasal müdahale başlamış kabul edilmelidir. İşçi Partisi’nin Miliband liderliğindeki dönüşümü de öncelikle İngiltere’nin karşı karşıya olduğu sorunların tanımlanması ile başlıyor. İngiltere’nin ekonomik kriz sonrası durumunu ‘living crisis’ ( geçim krizi) olarak tabir eden Miliband, krizin İngiltere üzerindeki etkilerini yaşamı idame ettirme halinde karşılaşılan zorluklar üzerinden tanımlıyor. Miliband ekonomik krizi, enerji fiyatlarındaki artış, maaşların enflasyon karşısında gerilemesi gibi fenomenler üzerinden okunan bir pratik zorluklar yoğunluğu olarak tercüme etmekte. Bu noktadaki politik müdahalenin niteliği krizi kapitalizme ve piyasa ekonomisine içkin bir durum olarak okumanın tercih edilmemesi ile şekilleniyor. İşçi Partisi bunun yerine, krizin idaresi konusundaki başarısızlık ve krizin İngiltere halkı üzerindeki etkilerinin tespitiyle işe başlamış gibi görünüyor. [10]

İşçi Partisi’nin siyasal kimliğini yeniden yapılandırması sürecinde diğer dikkat çeken politik müdahale ise herhangi bir popülist yarılmanın inşa edilmesinden kaçınılması. Özellikle Miliband’ın açıklamalarında ortaya çıkan bu durum, toplum içinde bir antagonistik öteki yaratılmasından kaçınılması ve hali hazırda kurumsallaşmış olan siyasal alanın elitler-halk, zenginler-fakirler gibi ayrımlar üzerinden okunmaması anlamına geliyor. Her ne kadar Miliband parti kongresindeki konuşmasında Muhafazakar Parti lideri Cameron’ı güçlü ve zayıf arasındaki çatışmalarda hep güçlülerden yana taraf olduğunu belirterek eleştirse de aynı konuşmayı genellikle ‘Britanya’ ve ‘one-nation’ (tek millet) gibi siyasal nosyonlar üzerinden sürdürerek ikilikler üzerinden bir siyasal sınır çizmekten kaçınıyor.

Bu iki husus doğrultusunda İngiliz İşçi Partisi’nin içinde bulunduğu süreç bir dönüşümün varlığından kesin olarak bahsedebilme imkanı tanıyor. Üçüncü Yol projesinin günün sorunlarına cevap vermediği, siyasal çerçevesinin sınırlarına ulaştığı en yüksek makam tarafından belirtilmiş durumda. Muhafazakar Liberaller koalisyonunun başarısız ekonomik performansı da İşçi Partisi’ni neo-liberal ezberde çatlaklar açan yeni bir kimlik teşkil etmeye yönlendiriyor. Bu dönüşümün ikinci dikkat çeken noktası ise ekonomik krizin ortaya çıkardığı sorunlar karşısında piyasalara devlet müdahalesini bir araç olarak kabul eden yeni bir siyasal kimliğin ortaya konulmaya çalışılması. Muhafazakar Parti’nin devletin sosyal ödevlerini topluma yükleyen programından farklı olarak, İşçi Partisi devletin piyasalara müdahalesini tabu olmaktan çıkarmış durumda. Popülist bir yarılma yaratma gibi bir radikallik barındırmasa da bu yeni kimlik edinme çabaları krizin daha iyi idaresi iddiasını ortaya koyarak Kıta Avrupa’sı tarzı bir sosyal demokrat program ile benzerlikler taşıyan yeni bir siyasal proje ortaya koyuyor. İşçi Partisi’nin bu dönüşümünü takip etmek, neo-liberal ortodokside açılan çatlakları görmek ve bu çatlaklar üzerinden imkanlar ve itiraz noktaları olarak beliren siyasal müdahale alanlarını tespit etmek açısından önemli.

 

DİPNOTLAR

[1] Serge Halimi, “Spring in British Politics,” Le Monde Diplomatique, Mayıs, 2010, http://mondediplo.com/2010/05/01ukelection

[2] Koalisyon hükümetinin programına şu bağlantıdan ulaşılabilir: https://www.gov.uk/government/uploads/system/uploads/attachment_data/file/78977/coalition_programme_for_government.pdf

[3] Roland Flamini, “British Politics and the Old School Tie,” World Politics Review, 14 Mayıs, 2010, http://www.worldpoliticsreview.com/trend-lines/5542/british-politics-and-the-old-school-tie

[4] Pete Redford, 26 Ocak, 2012, “Cameron and Welfare: Questioning the liberal Conservatism Project,” LSE British Politics and Policy Blog, http://blogs.lse.ac.uk/politicsandpolicy/archives/25483http://blogs.lse.ac.uk/politicsandpolicy/archives/25483

[5] Simon Griffiths, 19 Temmuz, 2012, “Cameron’s ‘Progressive Conservatism’ is largely cosmetic and without substance,” LSE British Politics and Policy Blog, http://blogs.lse.ac.uk/politicsandpolicy/archives/25216

[6] Daniel Boffey, “Middle-class young ‘to fare worse than their parents’,” The Observer, October 13, 2013, 1.

[7] İngiltere’deki bu uçurumu basit ve çarpıcı bir şekilde ortaya koyan bir animasyona şu bağlantıdan ulaşılabilir:

http://inequalitybriefing.org/ Bu videonun dayandığı istatistiki verilere ise şuradan ulaşmak mümkün: http://www.ons.gov.uk/ons/dcp171776_271539.pdf

[8] Ed Miliband başkan olduktan sonra yaptığı konuşmada Tony Blair döneminden farklı bir İşçi Partisi olacağını net bir şekilde belirtti. Tony Blair’ci Üçüncü Yol Projesi ve Ed Miliband dönemi İşçi Partisi arasındaki farklar ve benzerlikler için şu kaynağa başvurulabilir. Patrick Diamond, ‘The Progressive Dilemma’s of British Social Democracy: Political Economy After New Labour, The British Journal of Politics and International Relations, (2013, sayı 15)

[9] Miliband’ın konuşmasının İngilizce tam metnine şu bağlantıdan ulaşılabilir: http://www.newstatesman.com/politics/2013/09/ed-milibands-speech-labour-conference-full-text

[10] İşçi Partisi’nin gölge kabinesinin üyelerinden Rachel Reeves’in The Observer gazetesine 13 Ekim 2013 günü verdiği röportajda kendi hükümetlerinin sosyal yardımlar ve işsizlik maaşı gibi konularda en az Muhafazakâr Parti kadar sert olacağı yönündeki demeçleri İşçi Partisi’nin içinden geçtiği süreçte birbiri ile çatışan birden fazla söylemsel alternatifin üretildiğini de gösteriyor. Halihazırdaki siyasal durumu bir ‘yaşam (geçim?) krizi’ olarak tanımlayan İşçi Partisi içinde bu krizin idaresine yönelik farklı söylemsel alternatifler üretilmektedir.