Ortadoğu, siyasi tarihin bilinen en uzun geçmişe sahip olan coğrafyasıdır. Çok sayıda toplum-devlet, devlet-devlet çelişkilerinin ve savaşlarının yaşandığı bu coğrafya, tarihsel süreç içerisinde hem pek çok uygarlığın ortaya çıkmasına hem de bazı kültürlerin yok olması sonucu oluşan travmatik toplum evrilmelerine tanıklık etmiştir. Vahabiliğin ortaya çıktığı orta Arabistan’da bilindiği gibi çöl iklimi etkili olduğundan, bu bölge Sümerlerden Osmanlıya kadarki süreçte çoğu imparatorluk için bir cazibe oluşturmamıştır. Arap bedevi kabilelerinin yaşadığı bu bölgenin Ortadoğu’daki ana ticaret yollarının geçiş güzergâhında bulunmaması ise bu bölgenin Ortadoğu ve Arap yarımadasının diğer bölgelerine nazaran hem kültürel hem de ekonomik anlamda daha az gelişmesine neden olmuştur. Orta Arabistan’daki Arap kabileleri, 7.yy.’dan (İslamiyet’in doğuşundan) 18.yy.’ın yarısına kadar geçen tarihi sürecin bilinen hiç bir döneminde, Arabistan yarımadasında siyasi bir güç olmayı başaramamıştır.
Arabistan coğrafyasının merkezine yakın bölgelerinde ortaya çıkan Vahabilik tarikatının her ne kadar Muhammed İbn Abdülvahab (1703 – 1787) tarafından kurulduğu söylense de bu tarikatın asıl kaynağı, İslamiyet’in ilk dönemlerindeki Haricilik mezhebidir. Hariciler, tarih boyunca Sünni ve Şii İslam devletleri tarafından ötekileştirilmiş toplumlardır. Bu nedenle Harici Vahabilik hareketi, merkez-çeper çelişkisi (Ortadoğu’ya özgü aşiret-devlet çelişkisi) ile vücut bulmuş ve bu çelişki, yaklaşık olarak 1300 yıl sürmüştür.
Vahabi Suud Hanedanlığı, 1744’te Muhammed Bin Suud tarafından kurulmuştur. Muhammed Bin Suud, Muhammet İbn Abdülvahab’ın damadı olmasının da getirdiği dini erkin katkısıyla, kısa sürede bölgede büyük bir siyasi güç elde etmiş ve civardaki çoğu küçük hanedanlığı da topraklarına katmıştır. Birçok bedevi aşiretini yerleşik tarım toplumuna dönüştürmüş ve devletleşme adına istikrarlı bir yol izlemiştir. Suud Hanedanlığı, Vahabi cihatçı politikalarından dolayı, kurulduğu tarihten 1821’e kadar Osmanlı Devleti’nin Hicaz Emirliği’ne karşı ciddi bir tehdit unsuru haline gelmiştir. Bu süreç sonunda hanedanlık, Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından yenilgiye uğratılmış ve Osmanlı İmparatorluğu 1819 yılında Suud Hanedanı olan Abdülaziz’in oğlunu (Abdullah) ve 4 torununu İstanbul’da idam etmiştir. Yenilgiye uğrayan hanedanlık püriten (öz) ve tahakkümcü bir inanç yapısında olduğundan dolayı, kısa bir süre sonra toparlanmış ve tekrar Osmanlı’yla savaşır hale gelmiştir.
Vahabi Suud Hanedanlığı Birinci Dünya Savaşı’nda Arabistan yarımadasının pek çok bölgesini ele geçirmiş ve bu ilerleyiş İngiliz Hükümeti’nin dikkatini çekmiştir. Yerel istihbarat kaynaklarından Vahabilerin kimler olduğunu soruşturan İngiliz Hükümeti, Vahabilerin “Mabed Yıkıcıları” oldukları cevabını almıştır [1]. O yıllarda İngiliz Hükümeti’nin Ortadoğu’daki aktif savaş stratejisini yürüten Lord Kitchener ve ardılları ile Hicaz Emiri Şerif Hüseyin ve ailesi, Arabistan’ın geleceği konusunda anlaşma sağlarken, Vahabi Suud ailesi ise Ortadoğu’daki İngiliz politikaları konusunda Lord Kitchener ekibiyle ters düşen ve Kut-ül Amara’da savaşan diğer İngiliz Hindistan (Silma) askeri ve siyasi ekibiyle anlaşarak kendine destek bulmuştur. Lord Kitchener ekibi ile ortak hareket eden Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah, 21 Mayıs 1919’da Arabistan’ın Turaba kentini ele geçirmiştir. Bu tarihten 4 gün sonra (25 Mayıs) Turaba kentine giren Vahabi Suudlar ise Abdullah’ın tüm askerlerini kılıçtan geçirmiş ve 1925’e kadar Arabistan’ın tümüne hâkim olmuştur. Böylece, İngiliz devletinin bölgeyle ilgili olan planları çökmüş ve kısa bir süre sonra Şerif Hüseyin’in oğullarından olan Abdullah’ı Ürdün, Faysal’ı da Irak kralı yapmak zorunda kalmışlardır.
Vahabilik Mezhebi ve Vahabi Hareketi
İnsanlık tarihi boyunca kabul görmüş çoğu inançta (özellikle semavi dinlerde), tanrının emrettiği yaşam biçiminin ancak kendi inancıyla başladığı iddia edilir. Bu doğrultuda Vahabilerde de, peygamberin ölümünden Vahabiliğin doğuşuna kadarki süreçte İslam’ın hiç yaşanılmadığı kabul edilmektedir. Bu kabulün temelinde ise, tarihteki Hicaz yönetimiyle yaşadıkları merkez-çeper çelişkileri yatmaktadır. Vahabiler, Vahabiliğin ortaya çıkışıyla gerçek İslam anlayışının tekrar hayata geçirildiğini iddia ederler. Vahabiler, ilk 4 halife de dâhil olmak üzere İslam tarihindeki hiçbir halifeyi tanımamışlardır. Hatta Vahabilerin inançsal atalarından biri olan İbn Mül Cem, Hz. Ali’yi katletmiştir. Vahabiler, İslam peygamberiyle halef-selef ilişkisi kurduklarından ötürü kendilerini “selefi” olarak da adlandırmışlardır.
Vahabilik; İslam tarihi boyunca oluşan mezhep, felsefi akım ve özellikle İslam kültürünü reddetmiş ve Vahabiliğin püriten algısı nedeniyle Haricilik dışındaki diğer İslami mezhepleri kâfir olarak görmüştür. Vahabilik, İslam tarihi boyunca erk sahibi şahısların aşırı derecede takdis edilmesini, onlardan bereket umulmasını, onları ziyaret etmekle Allah’a yaklaşma isteğinin dini törenler ve dünyevi işlerde başköşeyi işgal etmesini eleştiren ve reddeden bir sav temelinden gelişmiştir [2]. Böyle bir reddedişe temel oluşturan dayanak noktaları ise bidat (din dışı olma) ve şirk (Allah’a koşut olma) olmuştur. Örneğin mevlit okumak, Vahabi inancına göre bidat olarak; Harem-i Nebeviye’de peygamberin mezarı başında dua etmek, cami duvarlarında Allah ile Hz. Muhammed’in adlarının yan yana yazılması ise şirk olarak kabul edildiğinden, bu tür dini ritüeller her ne kadar İslamiyet açısından değerli görülse de Vahabi inancında tamamen reddedilir. Cennete kabul edilecek olanların da sadece Vahabiler olduğuna inanılır. Sayılan bu gibi nedenlerden ötürü Vahabiliğin; sadece kendi inancında olanları üstün gören, tek tipçi bir anlayışa sahip olduğunu söyleyebiliriz. Vahabilikte karşımıza çıkan bu tek tipçi anlayış, özellikle 20.yy.’ın Avrupa’sında karşımıza çıkan faşist ideolojileri hatırlatır. Oysaki Sünni ve Şia mezheplerinde çoklu ve nispeten daha uzlaşmacı bir yaşam oluşmuştur. İslam toplumlarının yüzyıllar boyunca günlük hayatta yaşadığı problemlere Sünni mezheplerin ulemaları icma, Şii mezheplerin müçtehitleri ise içtihatlar oluşturarak çözüm bulmuşlardır. Bunun bir sonucu olarak da farklı inanç yapısına sahip olan topluluklar, birbirlerini kâfir olarak nitelememiş ve bir arada yaşama olanağı bulmuşlardır.
20.yy.’ın başlarında kurulan ve Vahabi olan Suudi Arabistan Devleti, kurulmasından kısa bir süre sonra ülkedeki tüm sahabe mezarlarını yok etmiştir. Yakın zamana kadar da Vahabi örgütler Kuzey Afrika, Irak, Suriye ve Afganistan’da sadece İslamiyet dışındaki inançlara değil, Sünnilere de ait olan kutsal mabet, türbe ve mezarları tahrip etmişlerdir.
Vahabi Suudi Arabistan Devleti, soğuk savaş döneminin son yıllarında yaşanan ABD-Sovyet çelişkisi sonucu ortaya çıkan yeşil kuşak projesinde aktif rol alarak İslam dünyasında Vahabi misyonerliği çalışmalarına başlamıştır. Bu misyonerlik çalışmalarının temel sloganları ise “Kur’an merkezli İslam” ve “cihat” olmuştur. Oysaki Vahabiler; Kur’an da yer alan sure ve ayetlerden, sadece tahakkümcü siyasetleri açısından araç olarak gördüklerini sloganlaştırdıkları için Kur’an’ı bir bütün olarak algılamadıkları anlaşılmaktadır. Cihat kavramı, İslam inancında müdafaayı ifade ederken Vahabilikte saldırı ve tahakküm anlamlarına gelmektedir. Bu sloganların altında yatan temel amaç ise Vahabilik dışında kalan diğer İslam mezheplerine tabi olanları, kendi mezhebi inanç sistematiklerinden ve kültürlerinden uzaklaştırarak Vahabileştirip, boyunduruk altına almaktır.
Vahabilik Hareketi ve IŞİD
Bilindiği gibi Ortadoğu’da ortaya çıkan Hıristiyanlık ve Musevilik dinleri, ancak yüzyıllar sonra devlet dini olmuştur. Oysa Arabistan’da ortaya çıkan İslam dini ise bedevi Arap kültürünün etkisiyle çok kısa bir süre sonra devlet dini olmuştur. Kur’an’da, İslam’ın tebliğ edilmesinin emredilmesine karşın, hızlı devletleşme süreci tahakkümcü bir kültürün oluşumuna sebebiyet vermiştir. Kaynağını bu kültürden alan Vahabilik mezhebi ise bedevi özelliğinden ötürü daha saldırgan ve tahakkümcü bir gelenek oluşturmuştur.
İslam tarihi boyunca Suriye ve Irak coğrafyasında hiçbir zaman Vahabi mezhebine mensup topluluklar yaşamamıştır. Vahabi örgütlerin yayılmacı politikaları, özellikle dünyadaki eşitsiz ve adaletsiz yaşamın oluşturduğu sosyo-psikolojik ortamlardan faydalanmaktadır. Soğuk savaş dönemi ve sonrasında savaş ve çatışma halindeki Çeçenistan, Afganistan, Bosna, Libya, Mısır ve Cezayir gibi Müslümanların da yaşadığı ülkelerdeki Vahabi militer ve siyasi güçlerin varlığı, bu tür kaotik coğrafyaların Vahabi misyonerliği açısından bir cazibe oluşturduğunu düşündürmektedir.
11 Eylül olayı ile adını dünyaya duyuran ve Vahabi olan El-Kaide terör örgütü ile IŞİD gibi diğer Vahabi örgütler, Müslümanlar açısından kanayan bir yara olan Filistin-İsrail meselesinde Filistin lehine kayda değer bir tavır takınmayıp mazlum Müslüman halkların yaşadığı coğrafyaları savaş alanları olarak seçmişlerdir. Bu nedenle Vahabiler özellikle savaş yaşanılan Müslüman ülkelerde, finansal kaynaklarının da verdiği avantajla, hızla legal ve illegal olarak örgütlenmeyi başarmışlardır. Ağırlıklı olarak dünyanın diğer ülkelerinde örgütlenen bu Vahabi militanlar bugün ise, Suriye ve Irak coğrafyasına gelip yerleşmişlerdir. Gelen bu militanlar, basit anlamda bir Vahabi taraftarlığından ziyade, aktif savaş tecrübesi olan Vahabiler ile Vahabi devşirmelerdir.
Suriye ve Irak coğrafyalarındaki bu Vahabi örgütler arasında bugün en etkin olanı IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) adındaki Vahabi terör örgütüdür. Bu örgüt, diğer Vahabi örgütlerle kıyaslandığında, IŞİD’in daha saldırgan ve daha ürkütücü yapıda olduğu, bölge halklarına yaşattığı vahşetten anlaşılmaktadır. IŞİD adındaki terör örgütünün oluşumundan çok kısa bir süre sonra devlet ve hilafetini ilan etmesi, örgütün işgalci bir yapıda olduğunu açığa çıkarmaktadır.
IŞİD, hem Irak ve Suriye coğrafyalarındaki halklar ve mezhepler arasındaki mevcut problemlerden ve Irak’ı yöneten Sünni azınlığın erksel kaybı sonucu Şiilere, Kürtlere, Alevilere, Ezidilere ve Hıristiyanlara yönelik tarihsel düşmanlığından faydalanarak hem de ağırlıklı olarak Sünnilerle dönemsel birliktelikler kurarak, zaman içinde bu coğrafyaları hızla işgal etmiştir. IŞİD, Musul’u ele geçirdikten sonra ilk olarak Hıristiyanların, Ezidilerin, Alevi Türkmen ve Kürtlerin, Şii Türkmen ve Kürtlerin yaşadığı bölgelere, daha sonra ise Sünni Kürt ve Şii Arapların yaşadığı bölgelere saldırmıştır. IŞİD’in Irak ve Suriye gibi ülkelerde ilk olarak özellikle azınlıklara uyguladığı bu savaş stratejisi, dünyada savaşın yaşandığı ve Vahabi militanlarının da aktif olduğu diğer bölgelerde, Vahabi militanların genellikle azınlık olmayan gruplarla çarpışmalarının başarısızlıkla sonuçlanması ile edindikleri tecrübelerden gelmektedir. Bu saldırılarda IŞİD’in, bu bölgelerdeki pek çok insanı köle ve cariye muamelesine tabi tuttuğu ve bugün itibariyle yaklaşık olarak 6 binden fazla masum insana vahşet uyguladığı bilinmektedir. Bir özgürlük hareketi temelinden gelişmemiş olan Vahabi terör örgütü IŞİD’in, hem cihatçı geleneğinin hem de yıllardır savaş yaşanan diğer ülkelerdeki işgalci yapısının doğal bir sonucu olarak yaptığı katliamlar; IŞİD’in Suriye ve Irak’taki halkların özgürlüklerini gasp etme ve onları tahakküm altına alma amacında olduğunu göstermektedir.
Bugün, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) ve yeni enerji geçiş hatları ile ilgili spekülasyonların yolunda gitmediği görülmektedir. Suriye’deki Esat rejiminin devrilmesine yönelik geliştirilen bu projede, başlangıçta aynı fikirdeymiş gibi görünüp sonradan ters düşen ABD ve bazı Ortadoğu ülkelerinin yanı sıra Suriye’deki rejim karşıtı grupların da hedeflerinin farklı olması, Suriye’de kaotik bir ortamın oluşmasına neden olmuştur. İhvan-ı Müslim (Müslüman Kardeşler) geleneğinden gelen Mursi’nin darbeyle indirilmesi, Mısır selefi (Vahabi) partisinin ve Suudi Arabistan’ın darbeci Sisi’ye destek vermesi; Vahabi olmayan İslami örgütlenmelerin siyaset yapmasını engelleme amacını taşımaktadır. Türkiye ve AKP hükümetinin benzer bir yenilgiyi Suriye’de de yaşamasını isteyen Vahabi yönetimler, yine kendileri gibi Vahabi olan örgütlerin Suriye’deki etkinliğini bu bilinçle arttırmışlardır.
IŞİD’in, Bağdadi’nin halifeliğini ilan etmesinden sonra resmi yayın organı olarak çıkarttıkları dergiye “Dabık” ismini vermeleri; 1516 yılındaki Mercidabık savaşı ile Osmanlı’ların Arabistan’ı işgal etmesini hatırlarında tuttuklarını ve Türkiye’yi Osmanlı’nın devamı olarak kabul edip söz konusu savaşın rövanşını yapmak istediğini göstermektedir.
Ortadoğu coğrafyasında İslam dini dışında kalan diğer inançlara ve Şii İslam inancına sahip toplumlar, IŞİD’in kendileri için ciddi bir tehdit oluşturduğunu büyük ölçüde algılarken; Ortadoğu’da savaşın yaşandığı ülkelerdeki ve özellikle Türkiye’deki Sünni İslam inancındaki toplumların büyük bir kısmı, IŞİD’in aynı zamanda kendileri için de bir tehdit oluşturduğunu fark etmek şöyle dursun, genel anlamda IŞİD’i henüz bir tehdit unsuru olarak bile kabul etmedikleri görülmektedir. Ortadoğu’yu dışarıda bırakıp sadece Türkiye’deki Sünnilerin bu konuya olan yaklaşımları ele alınacak olunursa; Diyanet kurumunun ve hükümete yakın medya organlarının suskunluğundan, Sünni kesimin bu konudaki tavrı rahatlıkla görülebilir. Böyle bir tavır sonucunda ise Türkiye ve Ortadoğu’daki Sünni kesimin, IŞİD’in kendileri için de ciddi bir tehdit oluşturduğunu fark edip bu duruma karşı önlemlerini almamalarının, kendileri açısından IŞİD felaketine uğrama riskini daha da arttıracağı açıktır.
IŞİD’in yarattığı bu felaket sürecinin aynı zamanda ülkemizdeki Alevi toplumu açısından da bir tehdit oluşturduğu gerçeği, Alevi toplumunda ciddi bir farkındalık yaratmıştır. Ancak; hem Alevi inanca hem de siyasi anlamda sol görüşe sahip toplulukların büyük bir kısmı, kendileri açısından yıllardır süregelen Amerikan karşıtı olma durumunun getirdiği bir alışkanlık sonucunda oluşan kolaycı bir yaklaşımla, IŞİD’in bir Suudi Arabistan ve Katar projesi olduğundan ziyade, bir Amerikan projesi olduğu yanılgısına düşmüştür.
2002’de başa gelen ve Sünni çoğunluğu temsil eden AKP hükümeti, 2002’den günümüze kadar giderek artan bir oy oranıyla daha da güçlenen bir hükümet özelliği taşımaktadır. Müslüman coğrafya için kanayan bir yara olan Filistin davasında, AKP lideri Erdoğan’ın İsrail’e karşı gösterdiği “one minute” tavrı ve AKP ile aynı politik çizgide olan İhvan-ı Müslim’in Mısır’da iktidarı ele geçirmesi; Erdoğan’ın, Suriye’deki iç savaşa kadarki süreçte Müslüman Arap coğrafyasında büyük bir lider olduğu algısını üretmiştir. AKP’nin giderek artan bir oy oranıyla iktidarda kalması ve Erdoğan’ın Arap coğrafyasındaki kitleler tarafından büyük bir lider olarak algılanmasının ise, hem Erdoğan’da hem de partisinde aşırı bir özgüven oluşturduğu görülmektedir. Bu aşırı özgüven ise hem Ortadoğu’daki Kürtlerin ve Suriye’nin geleceğini, Erdoğan’ı kendisinin belirleyeceği fikrine inandırmış hem de Suriye’de meydana gelen iç savaşla beraber coğrafyaya gelen işgalci Vahabi örgütlenmelerin bölgede ciddi bir güç olacaklarını ön görememesine neden olmuştur. Tüm İslam nüfusunun sadece %2’sini oluşturan ve 20.yy.’ın başlarında ancak devlet olan Vahabilerin; petrolün kendilerine sağladığı ekonomiyle kısa sürede zenginleşip güçlenmeleri sonucu, Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda giderek artan bir siyasi-militer etkinlik kazanmaları ve IŞİD’in Irak ve Suriye’de kısa bir süre içinde geniş bir alanı işgal etmesi Vahabi olan IŞİD’in aşırı bir özgüven kazanmasına neden olmuştur. Aşırı özgüven sahibi olan Erdoğan ve partisi ile bugün Türkiye sınırına dayanan IŞİD terör örgütünün çatışması ise kaçınılmaz görünmektedir. Bu çatışma, tarihsel olarak şekillenmiş olan iki farklı İslam inancını karşı karşıya getirecektir. Oluşacak çatışmada IŞİD’in hedefi bu topraklarda yaratılmış olan maddi manevi bütün İslam değerlerini tahrip etmek olacaktır.
KAYNAKÇA
David Fromkin, Barışa Son Veren Barış, Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı?, Epsilon Yayıncılık.
Muhammed Ebu Zehra, İslam’da İtikad-i, Siyasi ve Fıkh-i Mezhepler Tarihi, Ağaç Yayınları.