Venezuela’da Sosyalizme Geçişte İkinci Aşama ve Chávez Mirasından Geriye Kalanlar

2013, 5 Mart’ta hayatını kaybeden Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chávez’in yerine seçilen Nicolás Maduro için zorlu bir yıl oldu. Seçim sırasında muhaliflerle Maduro taraftarları arasında çıkan çatışmalar, ülkedeki siyasi kutuplaşmanın ne kadar derinleştiğini gözler önüne sermiş; giderek büyüyen ekonomik kriz yüzünden petrol zengini bir ülke, en temel ihtiyaç maddelerinin bile sıkıntısını çeker hale gelmişti. Üstüne üstlük sabotaj olduğu öne sürülen ülke çapındaki elektrik kesintileri, devlet tarafından işletilen bir dizi şirketteki işçi eylemleri, ABD ile derinleşen diplomatik krizler, devlet başkanı ve meclis başkanına yönelik suikast girişimi iddiaları ve Maduro’ya tanınan tartışmalı “özel yetkiler ”ülkeyi içinden çıkılması zor bir kaosun eşiğine sürükledi. Venezuela’daki siyasal rejimin Chávez iktidarı altında aşırı şekilde kişiselleştiği ve Chávez’siz ayakta kalmasının mümkün olmadığı yönünde uluslararası kamuoyunda bugün hâlâ genel bir kanı hâkim. Ne var ki Maduro’nun 8 Aralık’ta gerçekleşen yerel seçimlerdeki başarısı ve hemen öncesinde sosyalizme geçişte ikinci aşama olarak değerlendirilen altı yıllık kalkınma planının mecliste onaylanması, 2014’e girerken Chávez’in Bolivarcı projesinin öngördüğü sosyalist dönüşümün devam edeceği yönünde güçlü bir irade ortaya koydu ve bu yönde bir gündem belirledi. Böylelikle Maduro, zor bir sınavı geçmiş ve Bolivarcı devrimin çelişkilerinden kaynaklanan sorunların aşılması için istikrarlı bir şekilde somut adımların atılmasını sağlayacak bir çerçeve çizmiş oldu. Maduro’nun işi bundan sonraki süreçte de hiç kolay olmayacak, ancak Venezuela’yı bundan sonra neyin beklediğini tartışmadan önce, Chávez’in nasıl bir miras bıraktığını iyice anlamak gerek.

Nasıl bir Sosyalizm?

Chávez, 2004’te Caracas’ta düzenlenen uluslararası bir toplantıda “21. yüzyıl sosyalizmi” kavramını ilk kez ortaya attığında aslında kendisi de bu kavramın hakkını verecek bir tanıma sahip değildi. Ancak 21. yüzyılın sorunlarını çözebilecek yeni bir sosyalist yapının 20. yüzyıl deneyimlerinden farklı ve Latin Amerika’nın kendi direniş tarihinden beslenen özgün bir deneyimin ürünü olması gerektiğini düşünüyor ve bunun için de sosyalizmin yeniden keşfedilmesi ve her gün yeniden inşa edilmesi gerektiğini söylüyordu. Chávez’in entelektüel yönü genelde pek bilinmez ama Brezilyalı ünlü sosyolog Emir Sader’e göre Chávez, Venezuela’nın en önemli entelektüeliydi. Marksist literatüre hâkimdi, sol düşünce üzerine çokça kafa yormuş, sosyalizm hakkında farklı deneyim ve düşünceleri öğrenmek ve tartışmak için çeşitli platformlar oluşturmuştu. Chávez’in Venezuela tarihinde “üç köklü ağaç” olarak bilinen Simón Bolívar ile onun hocaları olan Simón Rodriguez ve Ezequiel Zamora’ya dayanarak geliştirdiği Bolivarcılık, Venezuela’da sosyalizme geçiş için gerekli temelleri atmayı hedefleyen bir proje olarak hayata geçti. Ancak bu sosyalizmin nasıl bir sosyalizm olacağı/olması gerektiği Chávez’in her daim üzerine kafa yorduğu teorik ve pratik bir mesele olarak kaldı.

Bolívar’ın 19. yüzyılın bağımsızlık mücadelesinde geliştirdiği siyasi düşünceleri sol ideoloji içerisinde konumlandıran Bolivarcılık, sadece ülkedeki eski siyasal sistemin yapı ve kurumlarının dönüşmesi için ideolojik bir zemin hazırlamakla kalmıyor, aynı zamanda Latin Amerika ülkelerinin birliğininkarşı-hegemonik bir blok olarak gelişmesinin yolunu açıyordu. Bolivarcı ideolojinin kitlelerce benimsenmesinde ve bunun da ötesinde kurumsallaşarak gelişmesinde Chávez’in kendisini iktidara taşıyan halk kitleleriyle kurduğu güçlü ve sürekli ilişkinin çok büyük bir etkisi oldu. Böylelikle tam da 1958’den beri süregelen iki parti sistemine dayalı “Punto Fijo”[1] düzeninin kurumsal yapılarının işlemez hale geldiği bir dönemde, Chávez’in Bolivarcı projesi, Laclau’nun popülist kırılma (ruptura populista) diye tanımladığı bir kırılmayla toplumsal taleplere cevap verecek yeni bir siyasi aktörün yeni “sembolü” olarak ortaya çıktı ve hızlı bir toplumsal, yasal ve siyasal dönüşüm sürecini hayata geçirdi.[2] Bu süreçte Chávez, Kübalı entelektüel Roberto Fernández Retamar’ın izinden giderek tanımladığı “devrimci demokrasi”[3]ile (katılımcı demokrasi, doğrudan demokrasi ya da radikal demokrasi olarak da tanımlanabilir) halkın yönetim süreçlerine aktif katılımını sağlamaya ve barrio’larda (gecekondu mahalleleri) kurulan yatay örgütlenme modeliyle ulus aşırı sermaye yapılarına paralel bir üretim sistemi oluşturmaya çalıştı. Ne var ki Chávez’in sosyalizme kademeli geçiş için Bolivarcı devrim süreciyle hayata geçirmeye çalıştığı tüm yapı ve kurumlar, dünyanın farklı yerlerinden birçok sosyalistin eleştirisine maruz kaldı. Kimi sosyalistler, sınıfsal çelişkilerin önüne geçmekte, yerel oligarşinin ayrıcalıklarını kırmakta ve karar verme mekanizmalarına dâhil olacak aşağıdan yukarı bir yapılanma oluşturmakta Bolivarcı sistemin yetersizliklerinden ve sınırlılıklarından dem vururken, kimileri Venezuela’da olup biteni “devrim” olarak adlandırmaktan imtina ediyor ve Bolivarcı alternatifin sosyalizme giden bir yol inşa edeceği fikrini hepten reddediyordu.[4]Bütün bu eleştiriler, tam da Chávez’in sürekli sorguladığı sosyalizmin “nasıl”ı üzerine bir tartışma açtığı için çok değerli. Üstelik hâlâ da güncel, zira Venezuela sosyalizme geçişte Chávez’in bıraktığı mirasın izinden gitmeye devam ediyor. Ancak bu yazı, “nasıl bir sosyalizm?” sorusunu cevaplamaya çalışmak yerine, bu soruyu gündeme getiren Bolivarcı devrimin sorunlarını tartışmakla ve Venezuela’daki sosyalizme geçiş sürecini incelemekle yetinecek.

İlk Sosyalist Plan: 2007-2013

Venezuela’da 21. yüzyıl sosyalizmini inşa etmeyi hedefleyen Simón Bolívar Ulusal Projesi kapsamında 2007’de hayata geçirilen İlk Sosyalist Plan (Primer Plan Socialista/PPS), yedi temel direktif üzerine kuruluydu.[5] (1) Sosyalist gelenekten beslenen ancak Bolívar’ın düşüncesinin tarihsel mirasına dayalı yeni bir sosyalist etik, (2) yeni bir sosyal yapının inşası için gerekli olan, Bolívar’ın kendi deyimiyle “Yüksek Sosyal Mutluluk” –Maduro’nun yoksullukla mücadele programlarını koordine etmesi için kurduğu “Yüksek Sosyal Mutluluk Bakanlığı” buna dayanır–, (3) bireyin kendine özgü gücünü kolektif bir güce dönüştürecek olan devrimci demokrasi, (4) toplumsal bölünmeye ve hiyerarşik yapıya son verecek bir sosyalist üretim modeli, (5) ademi merkezi bir teritoryal kalkınma planıyla toprak yapısı ve sosyal yapının modifikasyonunu sağlayacak yeni bir ulusal jeopolitik, (6) Venezuela’nın bölgeyle ve dünyayla entegre bir şekilde kendi kaynakları üzerinde egemen olmasını sağlayacak bir enerji stratejisi ve (7) tek kutuplu hegemonyaya karşı yeni kutupların yükseleceği, toplumsal adalet, dayanışma ve barışa dayalı çok kutuplu yeni bir uluslararası jeopolitik.

PPS, bu yedi temel direktifin her biri için hedeflerle strateji ve politikalar belirleyen bir yol haritası niteliğindeydi. Esasında 2001-2007 yıllarına yönelik Bolivarcı Cumhuriyet’in ilk planı olan Ekonomik ve Toplumsal Kalkınma Planı’nın kazanımları üzerine kurulu olan PPS, sosyalizmi kapitalizme karşı tek alternatif olarak görmesi ve sosyalizme giden yolu inşa etmeyi hedeflemesiyle ondan ayrılıyordu. Bolivarcı devrimin ilk aşamasında kapitalist gelişmenin devamına verilen destek ve özel mülkiyetin korunmasıyla özel girişimin teşvik edilmesine dair anayasal güvenceler, Venezuela’da için bir “üçüncü yol” seçeneğinin söz konusu olacağını düşündürüyordu. Chávez gerçekten de bir dönem, sosyal demokrasinin yeniden kurgulanması anlamına gelen “üçüncü yol” ve “insani kapitalizm” üzerinde durmuş ancak daha sonra tek yolun ancak sosyalizm olduğuna inanmıştı. Bu açıdan 2007’de Bolivarcı devrim sürecinin yeni bir evreye girdiğini ve kooperatifler ve halk meclisleriyle halkın kalkınma plan ve projelerine doğrudan katılımını öngören “devrimci demokrasi” deneyiminin, sosyalizmin inşasını sağlayacak bir araç olarak yine bu evrede şekillendiğini söyleyebiliriz. 24 Mart 2007’de Bolivarcı Devrimi destekleyen siyasal ve toplumsal muhalefet güçlerinin birleşmesiyle kurulan Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi’nin de (PSUV), siyasi partilerin birleşmesiyle oluşan yeni bir parti olmanın çok ötesinde, devrimci demokrasinin öngördüğü aşağıdan yukarı örgütlenme modelini hayata geçirmeye çalışan bir yapılanma olduğunu da vurgulamak gerek.

İktidara geldikten sonra Bolivarcı dönüşüm sürecine yasal yapıdan başlayan ve ilk iş olarak bir Kurucu Meclis’in kurulmasını ve yeni bir anayasa hazırlanmasını sağlayan Chávez, Bolivarcı devrimin ikinci aşamasında da benzer şekilde yasal düzenlemelerle işe başladı. PPS’de belirtilen sosyalist gündemin uygulanması için tasarının Ulusal Meclis’te onaylanması yeterliydi, ancak Chávez bazı anayasal reformlarla sosyalist planın Bolivarcı Anayasa’da da yerini almasını sağlamak ve daha derin bir yasal dönüşümü hayata geçirmek istiyordu. Anayasa’nın 342. Maddesine göre anayasal reformlar Ulusal Meclis’te üçte iki çoğunlukla kabul edildikten sonra ulusal bir referandumla halka sunulmalıydı. İşte bu referandum süreci, Chávez’in ilk ve tek seçim yenilgisiyle sonuçlanacak ve Bolivarcı devrim açısından önemli bir siyasal kırılma noktası olacaktı.

15 Ağustos 2007’de Chávez, Ulusal Meclis’e anayasanın 33 maddesinde değişiklik öngören bir tasarı sundu. Mecliste yapılan üç tur tartışmadan sonra 2 Kasım’da son halini alan reform önerisi, 2 Aralık 2007’de referanduma sunuldu.[6] 21. yüzyıl sosyalizmini hayata geçirecek bir kalkınma planı öngören bu reformların genel olarak özel girişimin gelişmesine yapılan vurguyu kooperatif ve barrio işletmelerin korunması ve geliştirilmesine kaydırdığını ve onlara daha çok ekonomik faaliyet alanı açmayı hedeflediği söyleyebiliriz. Söz gelimi hükümete özel girişimcilerin gelişmesine yardımcı olma sorumluluğu yükleyen 112. Madde’nin, çeşitlendirilmiş bir ekonomik sistem kurma yükümlülüğüne vurgu yaparak kooperatiflere yardımı da içermesi öngörülüyordu. Benzer şekilde özel mülkiyet hakkını koruyan 115. Madde’ye karma mülkiyet ve kolektif mülkiyet gibi yeni tanımlar ekleniyordu. Bununla birlikte Merkez Bankası’nın özerkliğine kısıtlama getiren reform önerisi (318. Madde), referandumun “sosyalizmin oylandığı bir referandum” olarak tanımlanmasına yol açan önemli değişikliklerden biriydi. Referandumda idari yapıdan askeri yapıya, çalışma saatlerinden parasız eğitim hakkına, yerli kültürünün korunmasından cezaevi sistemiyle ilgili düzenlemelere kadar birçok reform da oylandı. Ancak reform paketi yüzde 51hayır oyuyla reddedildiğinde, reddedilen esas şeyin “sosyalist plan” olduğu konusunda kimsenin kuşkusu yoktu. Oysa Chávez’in referandum yenilgisinin altında yatan en önemli sebeplerden birinin, devlet başkanını geniş yetkilerle donatarak görev süresinin altıyıldan yedi yıla çıkarılmasını ve başkanın yeniden seçilmesine yönelik tüm kısıtlamalarınkaldırılmasını öngören anayasal değişiklikler olduğu göz ardı edilmemelidir. Chávez için ömür boyu başkanlığın yolunu açacak bu değişiklikler birçok kesim tarafından tepkiyle karşılanmıştı.[7]

Nihayetinde Chávez, sosyalizme geçişin ilk aşamasında büyük bir yara aldı. Her ne kadar referandumda reddedilen tasarının içeriğini büyük ölçüde kapsayan İlk Sosyalist Plan, çok kısa bir süre içerisinde, 13 Aralık 2007’de Ulusal Meclis’te onaylanarak yasalaştıysa da, Chávez’in öngördüğü anayasal dönüşüm gerçekleşmemişti. Üstüne üstlük 2007 referandumu, post-neoliberal dönemde sol iktidarla halk hareketleri arasındaki ilişkinin en güçlü olduğu Latin Amerika ülkesinde, Chávez yönetimiyle kendisini iktidara taşıyan halk kitleleri arasında ilk defa gözle görülür bir ayrılığa sebep olmuş ve giderek artan siyasi kutuplaşmanın da etkisiyle bu ayrılık Chavista hareketi içinde bir kırılmaya yol açmıştı.[8]Bundan sonraki süreçte Bolivarcı devrim, sosyalizmin inşasını bu kırık çizgi üzerinde sürdürdü.

2007’de başlayan bu yeni dönemde, telekomünikasyon, ulaşım, gıda sanayi ve elektrik enerjisi gibi stratejik sektörler ve ulusal kaynaklar kamulaştırılmaya başlandı ve devlet, zengin petrol yataklarında çok uluslu şirketlerin sahip olduğu hâkim konumu ele geçirdi. Toprak kamulaştırmaları ve dağıtımını öngören reformlardan bir milyondan fazla Venezuelalı yararlanırken, petrol gelirleri “misyon” adı verilen projelerle eğitim, sağlık ve barınma gibi alanlarda yoksul halk kesimlerinin ihtiyacını karşılamak ve yaşam standartlarını yükseltmek için kurulan barrio örgütlenmelerine aktarıldı. Sosyalist üretim ilişkilerine gelince, üretim alanında kolektif üreticilerin yeni toplumsal ilişkiler geliştirmeleriyle yeni birer özneye dönüşmeleri ve yerel ihtiyaçlara yönelik doğrudan üretimde bulunmaya başlamalarının ardından, üretimin mülkiyetini ele geçirmeleri beklenirdi.[9] Ancak Michael A. Lebowitz’e göre, söz konusu olan bir “geçiş süreci” olduğundan “şimdilik” özel sermayenin devrime hizmet edebilmesinin koşullarını oluşturmakla (sosyalist koşulluluk) yetinilmişti.

Chávez’in Ardından

Venezuela’da post-Chávez döneminin, Chávez’in ölümünden önce başladığı söylenebilir. Nitekim Chávez son iki yılını kanserle savaşarak geçirirken, yokluğunda ülkeyi nelerin beklediği üzerine tartışmalar çoktan başlamıştı bile. Ekim 2012’deki başkanlık seçimlerini bu tartışmalar sürerken kazanarak dördüncü dönemine başlayan Chávez, hastalığı yüzünden görevinin başına geçemedi ve 5 Mart 2013’te kansere yenik düştü. Kendinden sonra seçilmesi için desteklediği Nicolás Maduro ise, 14 Nisan’da yapılan seçimleri, yüzde 51 oy oranıyla kazanarak devlet başkanı seçildi. Ancak rakibi Henrique Capriles seçim sonuçlarını tanımadığını açıkladı ve oyların yeniden sayılmasını istedi. Başa baş giden ve çok gergin bir havada geçen seçim yarışının hemen ardından, seçim sonuçlarını kabul etmeyen muhaliflerle Maduro taraftarları arasında şiddetli çatışmalar çıktı, 7 kişi hayatını kaybetti, 61 kişi yaralandı. Bu şiddet tablosu, esasında Chávez’i de önceleyen fakat onun 14 yıllık iktidarı boyunca büyümeye devam eden toplumsal ve siyasi kutuplaşmanın ürünüydü, başka bir ifadeyle Chávez’in miraslarından biriydi. Böylece Maduro’nun iktidara gelişi, daha en başından sancılı bir sürecin başlangıcı oldu.

Maduro’nun gündemindeki sorunların, esas olarak Bolivarcı devrim sürecinin çelişkilerinden doğduğunu söylemek haksızlık olmayacaktır. Keza Ağustos-Eylül 2013 boyunca 2008’de kamulaştırılmış devlete ait bir süt ürünleri işletmesi olan Lacteos Los Andes’deki 300 işçinin fabrikayı işgal etmesiyle gelişen eylemler, esasında kamulaştırma sürecinde ortaya çıkan işçi denetimi meselesiyle ilgiliydi. Barrio örgütlenmeleriyle sürekli temas halinde olan işçi kolektifleri ve sendikalar, sosyalist bir iradeyle kamulaştırılmış şirketlerin yönetiminin devlet bürokrasisinden arındırılmasını ve işçilerin yönetimi denetleyebileceği kontrol mekanizmalarının hayata geçirilmesini talep ediyorlardı.[10]Chávez, 2009’da kamulaştırmanın ardından göreve gelecek olan yöneticilerin işçiler tarafından seçilmesini sağlayacak bir yasadan söz ettiyse de, bu yönde bir adım atılmadı. Maduro hükümetinin Gıda Bakanı Felix Osorio da, Meclis binası önünde toplanan işçilerin eylemini “sabotaj” olarak nitelendirmenin ötesine gidemedi. Oysa işçilerin mücadelesi, kapitalist yönetim yapılarını ve üretim ilişkilerini sosyalist bir bakış açısıyla değiştirmek açısından kritik öneme sahip. Bu açıdan Bolivarcı devrimin bu talepleri reddetmesi büyük bir çelişki doğuruyordu.

Hükümetin diğer sabotaj iddiaları elektrik kesintileri ve gıda ile diğer temel ihtiyaçların karşılanmasında yaşanan sıkıntılara yönelikti.[11]Esasında ülke genelindeki elektrik kesintileri, 14 Nisan genel seçimlerinden önce başlamış, başsavcılık kesintileri araştırmak üzere soruşturma başlatmıştı. Ancak 8 Aralık’taki yerel seçimlerden önce Venezuela daha sık ve daha yaygın olarak karanlığa gömülmeye başladı. 3 Eylül’de ana enerji dağıtım şebekesinde meydana gelen arıza, ülkenin yüzde 70’inin elektriksiz kalmasına neden olmuş, 23 eyaletten 14’ü elektriksiz kalmıştı. Maduro elektrik sistemini sabotajlara karşı korumak için yeni bir güvenlik birimi kurulacağını açıkladı. Diğer yandan ülke, yine Nisan ayında en yüksek seviyeye çıkan temel tüketim maddelerindeki kıtlık sorunuyla boğuşuyordu. Öyle ki hükümet, tuvalet kâğıdı sıkıntısı nedeniyle bir fabrikaya el koymuş, tuvalet kâğıtları subayların denetiminde üretilmeye başlanmıştı. Maduro büyük şirketleri stokçuluk yapmakla suçluyor, “ekonomik savaş” olarak nitelendirdiği duruma karşı perakendecileri fiyatlarını yüzde 60 oranında düşürmeye zorluyordu. Aslına bakılırsa ülkenin makro ekonomik verilerine bakıldığında ortaya çıkan tablonun o kadar da “karanlık” olmadığı, Bolivarcı devrim boyunca belli bir istikrara kavuşmuş olan ekonominin Maduro döneminde hızla “krize girmesinin” ekonomik olmaktan çok siyasi nedenlerinin olabileceği ortada. Nitekim Maduro’nun karşı karşıya olduğu gerilim ve istikrarsızlıkta, Venezuelalı kapitalist girişimcilerin Chávez’in yokluğunda Bolivarcı hükümetten kurtulmak için bir şansları olduğunu düşünmesinin de payı olduğu muhakkak.[12]Ancak sorunun daha temelinde yine sosyalizme geçiş sürecinin çelişkileriyle karşılaşıyoruz.

Kapitalist kesimin, kamulaştırmalara rağmen kamu sektöründen daha hızlı büyümesi ve ekonomideki ağırlığını koruması, Bolivarcı sürecin en büyük çelişkilerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.[13] Hükümet, petrol ihracından elde edilen gelirin büyük kısmını yoksulların yaşam koşullarının iyileştirilmesi için kullansa da, hükümetin harcamalarından bankacılık sektöründe ve gıda endüstrisinde ağırlığını koruyan kapitalist kesim de faydalanıyor. Ayrıca kamulaştırma sürecinde devletin çoğunluk hisselerini satın almasından kaynaklanan bedeli elde eden yine yerel kapitalistler oluyor. Bununla birlikte, özel şirketlerin doları devlet idaresinden almak zorunda olmaları Venezuela para birimi ‘bolivar’ın aşırı değerlenmesine, enflasyonun artmasına ve ithalata dayalı modelin güçlenmesine yol açıyor. Bütün bunlar da bazı temel tüketim maddelerinde kıtlığa neden oluyor. Diğer yandan Maduro’nun bu sorunla başa çıkabilmek için başvurduğu yol ise, tıpkı kendisinden önce Chávez’in de dört kez yaptığı gibi özel yetkiler istemek ve kullanmak oldu. Verilen özel yetkilerle Maduro, 12 ay boyunca Ulusal Meclis’e danışmadan, kararname ile yasama faaliyetlerini yürütebilecek. Ancak Maduro’nun Bolivarcı sürecin çelişkilerini aşabilmek için Chávez’in yöntemlerini tekrar etmekten çok daha fazlasına ihtiyacı var.

Sosyalizme Geçişte İkinci Aşama: Vatan Planı 2013-2019

Chávez’in 2012 başkanlık seçimleri sürecinde tasarlandığı 2013-2019 dönemlerini kapsayan ulusal kalkınma planı, yani İkinci Sosyalist Plan, işte böyle zorlu bir süreçte yaklaşan yerel seçimlerin hemen öncesinde 4 Aralık’ta Ulusal Meclis’te kabul edildi. Vatan Planı (Plan de la Patria) adını taşıyan ve Bolivarcı devrimin bundan sonrakini altı yılını planlayan bu tasarı, Birinci Sosyalist Plan’da tanımlanan kavramları derinleştiriyor, temel hedef ve stratejileri geliştirerek, daha detaylı bir şekilde günlük hayatta nasıl politikalar uygulanabileceği üzerine bir yol haritası çiziyordu. Dahası yeni plan, latifundio’ları (büyük toprak mülkiyeti)tamamen ortadan kaldırmak ve işçilerin karar verme mekanizmalarına tam katılımını sağlamak gibi, sosyalist üretim ilişkilerini inşa etmede çok önemli olan değişiklikleri de içeriyordu. Vatan Planı 2013-2019, Chávez’in seçim platformunu oluşturmanın ötesinde, ülke çapında kitlelerin “tartışma şehirleri” (lasciudades del debate) adı verilen halk meclislerinde bir araya gelerek belirli bir program dâhilinde Chávez’in 39 sayfalık taslağını[14] tartıştıkları ulusal ölçekte bir platforma dönüşmüş, taslağın son halini almasında bu sürecin önemli etkisi olmuştu. Dolayısıyla birincisinden farklı olarak, sosyalizme geçişte ikinci aşamanın, Bolivarcı devrim sürecinde karşılaşılan sorunların açıkça ortaya konması ve bu konuda çözüm üretilmesi açısından daha katılımcı ve etkili olduğunu söyleyebiliriz. Planın taslağında, Chávez bunun bir “sosyalizme geçiş programı” olduğunu açıkça belirtiyor, Venezuela’nın kapitalist karakterinin hâlâ baskın olduğunu ve kendini yeniden üretmeye devam ettiğini vurguluyordu. Dolayısıyla sosyalizmin nasıl kurulacağı bundan sonraki altı yıl için adım adım hesaplanmalıydı. Planda ayrıca, ilkinde yer almayan çevre meseleleriyle kadınların ve eşcinsellerin sorunlarına da yer veriliyordu.

Vatan Planı, beş temel üzerine kuruluydu: 1) Ulusal bağımsızlığı güçlendirmek, 2) 21. yüzyıl Bolivarcı sosyalizmini inşa etmek, 3) Venezuela’yı Latin Amerika içinde sosyal, ekonomik ve siyasi bir güce dönüştürmek, 4) yeni bir uluslararası jeopolitiğin gelişmesine katkıda bulunmak ve uluslararası düzende çok kutupluluğu sağlamak ve 5) son olarak yeryüzünde yaşamı ve insan türünü korumak. Petrol ve maden yatakları üzerinde tam bir devlet egemenliği kurulması ve tarım ve gıda egemenliğinin sağlanması, tam bağımsızlığın sağlanması için temel koşullar olarak belirlenirken, Venezuela’yı ekonomik bir güce dönüştürecek temel unsur olarak da sanayileşme ve teknolojik bağımsızlık şart koşulmuştu. Bu hedeflerin her biri elektrik enerjisi sektöründen askeri savunmaya, madencilikten turizm sektörüne kadar bir dizi reform önerisi içeriyordu. Planın sosyalizme geçişte ikinci aşama olarak değerlendirilmesine yol açan en önemli hedeflerde ise, kapitalist ekonomiden sosyalist üretim modeline dayalı bir sisteme geçişi sağlayacak bir ekonomik sistemin inşasını sağlamak asıl amaç olarak belirlenmiş, bunun için de üretim güçlerinin geliştirilmesi, üretim yapılarının güçlendirilmesi ve yayılması, yeni üretim örgütlenmelerinin hayata geçirilmesi ve mülkiyetin demokratik ve katılımcı bir şekilde yeniden tanımlanması dört alt hedef olarak tespit edilmişti. Bu dört başlık da kendi içinde alt başlıklara ayrılıyor ve en ince ayrıntısına kadar bu üretim yapı ve ilişkilerinin nasıl inşa edileceği somut bir biçimde ortaya konuyordu. Vatan Planı’nın mecliste onaylanmasının hemen ardından, Maduro’nun 8 Aralık’taki yerel seçimlerde kazandığı başarı, bundan sonraki süreçte sosyalizmin inşasının devam edeceği yönünde güçlü bir irade ortaya koydu. PSUV’un öncülük ettiği Büyük Yurtsever Cephe(GPP) oyların yüzde 49’unu alarak 337 belediye başkanlığından 257’sini kazanmıştı. Bundan sonra Maduro’yu yine zorlu ama daha sağlam bir zeminde adım atabileceği bir “geçiş süreci” bekliyordu.

Sonuç

Venezuela’nın sosyalizme giden yolda çok büyük bir siyasi, ekonomik ve toplumsal dönüşüm sürecinden geçmekte olduğu ve bu süreçte inşa edilen maddi ve ideolojik yapılarla Bolivarcılığın kurumsallaşarak derinleştiği ve geliştiği ortadadır. Dolayısıyla böylesine derin bir toplumsal dönüşüm sürecini Chávez’in kişiliğine indirgeyerek, bugün ülkedeki “kriz ve istikrarsızlık” ortamından “Chávez’in ardından ortaya çıkan iktidar boşluğunu” sorumlu tutmak, Venezuela’yı anlamamızı güçleştirecektir. Bolivarcı devrimin bugüne kadar Chávez’in öncülüğünde geliştiği ve hatta bundan sonrasında da onun belirlediği yoldan gideceği doğrudur. Ancak o yolu Chávez’e açan çok büyük bir toplumsal mücadele alanının varlığı olmuştur ve El Caracazo ile başlayan o mücadele bugün hâlâ sürmektedir; ya da başka bir deyişle “Chávez devrimin babası değil, evladıdır.”[15] Bundan dolayı devrimin kaderi bundan önce sadece Chávez’in ellerinde olmadığı gibi, bundan sonra da sadece Maduro’ya bağlı olarak gelişmeyecektir.

Bununla birlikte Wallerstein’in dikkat çektiği bir noktaya da değinmekte yarar var. Buna göre, karizmatik bir liderin ölümünün ardından destekçilerinin onun politikalarını gelenekselleştirmeye çalışması, Weber’in “karizmanın rutinleşmesi” olarak tanımladığı bir sürece yol açabilir ve bu süreçte rutinleşen politikalar öngörülmesi zor yerlere evrilerek belirsiz bir boşluk yaratabilir.[16] Bu eğilimi Maduro’nun söylem ve politikalarında açıkça görmek mümkün. Bu durumda Maduro’nun da en az başkaları kadar Bolivarcı devrimin Chávez’den ibaret olmadığını anlaması ve Chávez’in bıraktığı mirası sürdürebilmek için öncelikle onun gölgesinden çıkması gerektiğini görmesi gerekiyor. Zira Venezuela’da sosyalizm mücadelesinin önünde bulunan güçlü engel ve çelişkilerin aşılabilmesi için, Chávez döneminde elde edilen kazanımların korunması yeterli olmayacaktır. Aynı zamanda Chávez’in hatalarından ders alınması ve liderlikle aşağıdan yukarı örgütlenen kitle hareketinin arasındaki diyalektiğin güçlendirilmesi gerekmektedir. Sosyalizme geçişin ikinci aşmasında belirtilen ve Bolivarcı devrim sürecinin çelişkilerini aşma kapasitesine sahip olan hedefler ancak bu şekilde gerçekleşebilir.

 

DİPNOTLAR

[1] 1958 Başkanlık Seçimlerinin hemen öncesinde, dönemin üç büyük partisi tarafından imzalanan Punto Fijo Paktı, seçimleri kazanan partinin, anlaşmayı imzalayan diğer partileri de kapsayacak şekilde geniş bir koalisyon hükümeti kurmasını öngörüyordu. Askeri darbelerin önüne geçmek için imzalanan bu anlaşmayla, bundan sonraki 40 yıl boyunca iki merkez sağ partinin yönetimine dayalı “Puntofijizm” olarak anılan bir düzen kuruldu ve bu süreçte sol düşünce bastırılmaya çalışıldı.

[2]Ernesto Laclau, “La Deriva Populista y la Centroizquierda Latinoamericana”, Nueva Sociedad, No. 89, Ağustos 2006, s. 56.

[3] Retamar’ın devrimci demokrasiye ilişkin görüşleri için Sergio Marras’ın 16 Latin Amerikalı yazarla yaptığı röportajlardan oluşan América Latina: Marca Registrada adlı kitabındaki röportajına bakılabilir.

[4] Bu konuda önemli bir kaynak: Sungur Savran, “Latin Amerika İşçi Sınıfı Önderliğini Arıyor”, Topal, Aylin (der.), Latin Amerika’yı Anlamak: Neoliberalizm, Direniş ve Sol içinde, İstanbul, Yordam, 2008, s. 225-281.

[5] Planın İspanyolca tam metni için: http://www.slideshare.net/undianosotros/proyecto-nacional-simon-bolivar (erişim tarihi: 12.12.13)

[6] Referanduma sunulan anayasal değişikliklerin kısa bir özeti için: Gregory Wilpert, “Venezuela’s Constitutional Reform: An Article-by-Article Summary”, 23 Kasım 2007, http://venezuelanalysis.com/analysis/2889 (erişim tarihi: 11.12.13)

[7]Üç dönemle sınırlı olan devlet başkanının görev süresinde dönem sınırlaması, 15 Şubat 2009’da yapılan referandumla kaldırıldı ve böylece Chávez’in 2012’de dördüncü kez seçilmesinin yolu açılmış oldu.

[8] 2007’dePSUV’un resmi olarak 6 milyon üyesi varken,“evet” oyu verenlerin sayısı 4 milyondan biraz daha fazlaydı. 2 milyona yakın Chavista referanduma katılmamıştı.

[9] Michael A. Lebowitz,Venezuela: A Good Example of the Bad Left of Latin America”, Monthly Review, Vol. 59, Issue 3, Haziran-Ağustos 2007.

[10]Eric Toussaint, “Bolivarian Venezuela at the Crossroads, Part 1: Nationalization and Workers’ Control”, 30 Haziran 2010, http://venezuelanalysis.com/analysis/5464 (erişim tarihi: 10.12.13)

[11] Gerçekten bir sabotajın söz konusu olma olasılığı bir yana, gerek Chávez’in gerekse Maduro’nun yaptığı gibi, karşılaşılan her sorunu “sağcı faşist saldırılara” ve sabotaj girişimlerine bağlamak, muhalifleri karşı-devrimcilikle ve CIA ajanlığıyla suçlamak ve sürekli olarak bilgi kaynağı belli olmayan darbe ve suikast girişimi iddialarını dile getirmek, Soğuk Savaş koşullarındaki “20. yüzyıl sosyalizmi” tepkilerini hatırlatmaktadır.

[12]Ewa Sapiezynska ve Hassan Akram, “Is Venezuela in Crisis?”, 2 Aralık 2013, http://venezuelanalysis.com/analysis/10206 (erişim tarihi: 15.12.13)

[13]Eric Toussaint, “Bolivarian Venezuela at the Crossroads, Part 3: The Venezuelan Economy: in Transition Towards Socialism”, 31 Temmuz 2010, http://venezuelanalysis.com/analysis/5541 (erişim tarihi 10.12.13)

[14] Taslağın tam metninin İngilizce çevirisi için: http://links.org.au/node/3079 (erişim tarihi: 11.12.13)

[15] Metin Yeğin, Viva Chavez!, Özgür Gündem, 7 Mart 2013.

[16] Immanuel Wallerstein, “After a Charismatic Leader, What?”, Commentary No. 349, 15 Mart 2013, http://www2.binghamton.edu/fbc/commentaries/archive-2013/349en.htm (erişim tarihi: 10.12.13)