Yeni Bir Çevrim, Yeni Bir Kemer Sıkma? Türkiye Ekonomisinde Yakın Döneme Dair Gözlemler

2007’de ABD gayrimenkul sektöründen başlayarak finansal alan aracılığıyla tüm dünyaya yayılan kriz, politika yapıcıları, cevabı önceden verilmiş bir seçenekle karşı karşıya bıraktı. Ya çöküşün daha da derinleşmesi ve uzamasına izin vererek finansal sektörün önemli oyuncularının batmasına izin vereceklerdi ya da bir yerde iflaslara set çekerek “batmak için çok büyük” aktörleri kurtaracak ve piyasaya likidite sağlayarak krizin etkilerini hafifleteceklerdi. Toplumsal maliyetinin yüksekliğine karşın ikinci seçeneğe uzanıldı ve bir kıyamet senaryosu ya da içinden çıkılmaz buhran anlamına gelebilecek olan ilk seçenek tercih edilmedi. Parasal genişleme ile zehirli addedilen varlıkların temizlenmesi için finansal kayıpların toplumsallaştırılması yolu asalak finansal sektör imajını güçlendirdi. Kriz sonrasında Matt Taibbi, Goldman Sachs’ı (ve aslında bütün dev bankaları) nitelemek için “insanlığın suratına yapışmış, kan ağızlığını kokusu paraya benzeyen her şeye durmak bilmeden saplayan bir dev vampir mürekkep balığı” tasvirini kullandı.

ABD’de olan bitenlerin, Merkez Bankası kararlarının ya da bir yatırım bankasının kurtarılmasının Türkiye ekonomisindeki oynaklıklar açısından önemi takip eden yıllarda açığa çıktı. Piyasalara para pompalanması krizin o dönemde çeşitli eleştirel siyasal iktisatçılarca öne sürülenin aksine bir depresyona dönüşmesini engelledi. Finansal sektörün risklerinin toplumsallaştırılması ya da kayıpların toplumsallaştırılması kararlılığı bir yandan etkili ve lanetli bir miras bıraktı. Öte yandan aralarında Türkiye’nin de bulunduğu geç kapitalistleşen ülkeler ilk çöküşün hemen sonrasındaki birkaç yılda çok yüksek ekonomik büyüme temposu sergilemelerine karşın takip eden yıllarda merkezdeki toparlanma ve kendi iç karışıklıklarına gömüldüklerinde batmak üzere olanları kurtarmanın işleri çığırından çıkarmayı engelleyeceğini düşündüler.

Söz konusu politika tepkisi riski öteleme, kredi genişlemesiyle sorunları bir sonraki aşamaya kadar erteleme ve mevcudu koruma formülü olarak özetlenebilir. Muhafazakâr olmakla birlikte daha ziyade teknokrat olarak nitelenebilecek bu anlayış, piyasanın dizginlerinin bırakılması üzerine bina edilen neoliberal anlayış içinde belki de daha ötede bir adımı teşkil ediyor. Piyasa mekanizmasına alternatifin baskıyla susturulmasını normalleştirecek kadar körleştirici bir şiddeti içeriyor. Bu şiddet, bazen açık politik şiddetle desteklenirken bazen biraz daha örtük bir ekonomi-dışı şiddetle birlikte yol alabiliyor.

Nihayetinde Türkiye’de 1968’den 50 yıl, 2008’de zirve yapmış çöküş ve küresel krizden on yıl sonra siyaseti etkileme alanı daha da daralmış olan kitlelerin kendilerini koruma çabalarının görünür olduğu bir çalkantı içindeyiz. Aynı zamanda olağanüstü hal altında baskı ve anti-demokratik uygulamalar nedeniyle adil olmayan bir seçim yarışına sürükleniyoruz. Kendini kurtarmak için batması riskli şirketleri yüzdüren ve kredi genişlemesiyle sorunları engellemeye çalışan, kısaca debelenip duran bir hükümetin önlem ve eylemlerinin acısını deneyimliyoruz. 

Darbe Girişimi Sonrası Önlemler Ve Etkileri

Hükümet 2016 sonbaharında konut kredisi kampanyaları, kredi kartı taksit düzenlemeleri ve vergi indirimleriyle ekonomik çöküşü hafifletmeye çalışırken, bir yandan da yeni kurulan (ancak sonrasında aktif hale getirilemeyen) Varlık Fonu aracılığıyla yaklaşan fırtınaya kendi meşrebince hazırlık peşindeydi. 2016 sonunda çöküş geride kaldı ve 2017 Anayasa referandumuna gidilirken ekonomiyi daha da canlandırma uğraşı Türkiye’nin bütün ekonomik kırılganlıklarının giderek görünür olmasını sağladı.

Kredi Garanti Fonu’nu devreye sokarak uygun koşullarda kredi ile çoğu yeterli performans sergilemeyen küçük ölçekli işletmelerin kapanmasını engellemeyi hedefleyen hükümet vergi indirimlerine devam ederek konut piyasasında yaklaşan durgunluğu da önlemeye çalıştı. İhracatın ithalatı karşılama oranının yüzde 70’ler civarında seyrettiği Türkiye’de ekonomik faaliyetin canlanması cari açığın hızla artmasını da beraberinde getirdi. Cari açığın finansmanının sağlanması ise yüksek sermaye girişlerinin gerçekleşmesine bağlı kalmaya devam etti.

2017 referandum öncesindeki aylarda açığa çıkan ve 2018’e doğru tekrar yürürlüğe konulan reçete yüksek kredi genişlemesi hacmi yaratmak, bu sayede reel sektördeki sorunları ertelemekti. Faizlerin yüksekliği nedeniyle hanelerin kredi borçları radikal bir şekilde artmıyordu. İcra dosyalarının sayısı hızla artsa da bankacılık sistemi sorunlu kredileri varlık yönetim şirketlerine transfer ediyor, bilançolarında bozulma görülmüyordu.

Türkiye’nin büyük sermaye grupları açısından sorunu hafifleten iki unsur vardı: Birincisi AKP hükümetiyle olan kültürel çekişmelere karşın kamu borç oranı düşük seyreden devletin olası kriz anında elinin güçlü olduğunu bilmekti. Bu sayede ve OHAL döneminin sağladığı avantajlar nedeniyle ekonomik öngörülebilirliğin ortadan kalkar durması en azından bir süreliğine katlanılabilirdi. İkincisi ise 2015’te ücretlerdeki kıpırdanmaya ve kısmen bu nedenle gerçekleşen maliyet artışlarına karşın kur riskini yönetebilmeleri nedeniyle sahip oldukları avantaja ek olarak başka bir nimetin halen ellerinde bulunmasıydı. Kendi tedarikçilerinde süregiden insanlık dışı koşullarda üretim ve sömürü sayesinde emek yoğun sektörlerde rekabet güçlerini korumaya devam ediyor, karlılıklarını sürdürüyorlardı.

Politika yapıcılar ve büyük sermaye açısından her şeyde anlaşmak mümkün olmasa da yan yana yürümenin olanaklı olduğu bu darbe sonrası dönemde finansman kalitesindeki bozulma Türkiye’ye sermaye girişi devam ettiği sürece önemsiz addedildi. 2017 yılında Türkiye’de cari açığın yarısı portföy yatırımlarıyla finanse edildi ve üretimle alakası son derece dolaylı olan gayrimenkul yatırımlarının bu kalemdeki ağırlığı arttı.

350 bin şirketin faydalandığı ve garanti verilen kredi hacmi 200 milyar TL’yi bulan KGF’yi kullanmak ve politik müdahalelerle kredi hacmini yükseltmek aslında iç talebi kamçılamak demekti. Bu sayede hem cari açığın hem de enflasyonun birlikte yükselme eğiliminde olduğu 2017, kırılganlıkları artıran ancak ekonominin temel yapısından kaynaklı sorunları ertelemenin mümkün olduğu bir yıl oldu.

Bu dönemde iç talebin kamçılanmasına yönelik önlemlerin yeni istihdam yaratma ayağında sorunlar olduğunu ve hükümetin aktif emek piyasası programları adı altında işverenlerin maliyetinin bir kısmını karşılayarak stajyer ve kursiyer istihdamına ağırlık verdiğini eklemek gerekiyor. Bu aşamada işverenin sosyal sigorta prim ödemelerinin bir kısmının karşılanmasının ötesine geçerek stajyer ve kursiyerlere yapılacak ödemenin şirket büyüklüğüne göre üçte biri ila yarısı arasında kalan kısmının devlet tarafından karşılanması uygulamasına gidildi. Aslında, 2016 Kasım’ından 2017 Kasım ayına kadar yaratılan 1 milyon 200 bin kişilik stajyer-kursiyer kadrosunu bir kenara bıraktığımızda 2017 yılında Türkiye’de neredeyse yeni iş yaratılmadığını söylemek dahi mümkün görünüyor.

Batık KOBİ’lerin piyasadan silinmesine izin verilmemesi, büyük sermayenin yeni hacimli yatırımlarda duraksaması ve Türkiye ekonomisinin yeni istihdam yaratma sorunu kronik işsizliğin derinleşmesini beraberinde getirdi. 2017 yılında gerçek işsiz sayısı stajyer-kursiyer müdahalesine karşın 6 milyona doğru usulca yaklaştı. TÜİK’in açıkladığı dar tanımlı işsizlik oranı yüzde 10’un üzerinde seyrederken, gerçek işsizlik oranı yüzde 16’nın üzerine çıkmıştı.

Kısaca açıklamaya çalıştığım bu debelenen ekonominin sorunlarını ağırlaştıran ilginç bir politika da aynı dönemde görüldü. Kamunun mevduatları 2017 yılı içinde hızla artarken, Türkiye’de kanunlar uyarınca öngörülmüş borç limiti aşıldı. 2017 yılı Ağustos ayında başlayan limit üstü ve dolayısıyla yasaya aykırı borçlanma, bütçe hakkının gasp edildiği bir ek borçlanma limiti düzenlemesiyle Kasım ayı sonunda üzeri kapatılan hukuksuz bir başka uygulamaya dönüştü.

Bir yandan hükümetin 78 milyar TL’lik net borçlanma gerçekleştirerek neredeyse 30 milyar TL’den fazla ekstra borçlanma gerçekleştirmesi, öte yandan hızla kamu mevduatı birikimi yapılması, kamunun piyasadan faizlerin yükselmesi neticesine katlanarak para çekmesi demekti. İç borçlanmanın maliyeti öncelikle 2017 yılında çift hanelerde tutundu. Sonrasında 2018 başında FED faiz oranlarındaki kıpırdanmayı takiben ve Türkiye’deki portföy giriş çıkışları arka planında yüzde 13’ü aştı. Bu zaman zarfında Hazine kasasında biriken milyarlarca lira ağırlıklı olarak Aralık ayında, kamunun yapacağı ödemelerin gerçekleştirilmesiyle harcandı. Sonrasında Afrin’e yapılan askeri harekât ile birlikte sürdürülen ek borçlanmanın nedeni bütünüyle açığa çıktı. Hükümet bir yandan seçim hazırlığı için birikmiş ödemeleri yerine getirmiş, öte yandan askeri operasyon ve jeopolitik belirsizlikler öncesinde bir zırh kuşanmaya çalışmıştı.

Ancak bu önlemlerin ya da müdahalelerin etkisi de pek hayırlı olmadı. Nasıl ekonomiyi canlandırma çabası cari açığı ve enflasyonu kamçılamış, buna karşı ekonomik yapı yeni iş yaratamadığı için işsizlik sorunu ağırlaşmışsa, fazladan borçlanma da hükümetin elini rahatlatmış görünmekle birlikte faiz oranlarının yükselmesine katkıda bulundu. Aynı zamanda Türkiye’de özel ve kamunun bir yıla kadar vadesi gelen yükümlülüklerinin miktarı 170 milyar doları geçti ve finansman ihtiyacı ağırlaştı. Darbe girişimi sonrası çöküşten AKP’nin liberalizm esaslı, kalkınmacı soslu muhafazakârlığıyla çıkmak yüksek faiz, yüksek cari açık, yüksek enflasyon ve yüksek işsizlik gibi bir kâbusun içine çekilmemize yol açtı.

Seçim Sath-ı Maili ve Sonrası

Marx’ın sermayenin eğilimlerini açıkladığı Kapital’in ilgili bölümlerinde fantastik bir dünya içinde yaşayan ölülerden, vampirlerden bahsedildiğini görürüz. 200. yaşını kutladığımız Marx sermaye birikimi ve toplumsal üretim koşullarının yeniden üretiminde her şeyin tersine görünmesi ve emeğin kayıp kılınmasına karşı okuyucusunu sürekli uyarmanın peşindedir. Örneğin şu satırları yazmıştır: “Sermayenin… bir tek dürtüsü vardır: değerlenmek, artık değer yaratmak, değişmez kısmı ile, üretim araçları ile, mümkün olduğu kadar büyük bir artık emek kütlesini yutmak. Sermaye, vampir gibi ancak canlı emeği emerek hayatta kalan ve ne kadar fazla canlı emek emerse o kadar uzun yaşayan ölü emektir.”[1] (vurgu sonradan).

Türkiye’de süregiden boğucu ekonomi tartışması liberal iktisatçıların Türkiye’yi krize sürükleyen ve 1990’lardakine benzer hatalar yapan hükümet suçlamalarıyla devam ediyor. Aslında bu iktisatçılar ve köşe kadıları başlarına bir şey gelmesinden çekindikleri için yakınmalarını kapalı kapılar ardında yapıp, yazılarında daha naif bir eleştiri tonu tutturuyorlar. Bu eleştirmenlerden Türkiyeli emekçilerin sorunlarına dair bir düşünme pratiği beklemek yersiz olur. Ancak 2018’deki seçim sürecinde ve sonrasında yanıt olarak yapısal reform ve kemer sıkmayı öneren çeşitli kalemşorlar ve araştırmacılar sadece liberal taarruzun bayat reçetelerini önümüze sürmüyorlar, aynı zamanda bizzat kendileri de büyük bir çöküş öngörerek vaaz veriyorlar.

Kısaca ve tekrar hatırlatmak gerekirse: OHAL döneminde TL yüzde 33’e yakın değer kaybetti (Temmuz 2016’dan Mayıs 2018’e). Bu kaybın önemli bir kısmı son aylarda gerçekleşti. Artık Merkez Bankası’nın faiz artırımı yapacağına dair kapalı kapılar ardında güvencelerin verildiği ve telefonların açıldığı evredeyiz. Bu dönemde (aslında 2014’ten başlayarak ama özellikle son iki yılda) Türkiye’nin üretim yapısının omurgasını oluşturan ve büyük sermaye gruplarının yüksek karlarını sağlamada esas aracı olan KOBİ’ler birer yaşayan ölüye dönüştü. Kredi mekanizmasıyla sorunları erteleyen hükümet ağır bir çöküşten önce güç devşirmek ve politik gerginlikler nedeniyle seçim kararını (büyük ihtimalle 2017 sonlarında) aldı.

Gordion düğümünü çözecek olan hamle şeklinde değerlendirebileceğimiz bir politik alt-üst oluş görülmediği ve üretim yapısına radikal bir müdahale gerçekleşmediği durumda Türkiye’nin batık KOBİ’lerinin “yaşayan ölü emek” olarak faaliyetlerine devam etmeleri ya da diriltilmeleri emek gücünün piyasa fiyatının baskılanmasına ve daha ağır sömürü koşullarının tesisine bağlı. Bu olmaksızın kredi ile erteleme ancak kamunun üzerine almakta olduğu risklerin yoğunlaşması anlamını taşır. Aslında Türkiye gibi bir ülkede dahi bu tarz kredi aracılığıyla erteleme uzun süre etkili olabilirdi. Ancak kurduğu Varlık Fonu’nu aktif hale getiremeyecek kadar borçlanma kapasitesi aşınan bir ülkede kamunun borçlanma maliyeti de hızla artar ve bütün göstergeler kötüye giderken alınan önlemler ilânihaye etkili olamayacaktır. Yoğun ve hızlı sermaye girişi, ya da keskin bir üretim atılımı olmaksızın Türkiye’nin büyüme temposunun yavaşlaması, talebin azalması ve aynı zamanda sorunların devamı hatta ağırlaşması kaçınılmaz görünüyor.

Bu çöküş karşısında hâkim bakış, Merkez Bankası’nın enflasyonu kontrol altına almak için yüksek faiz artışına gitmesini, hükümetin daha öngörülebilir bir ekonomi politikası belirleme performansı sergilemesini, öngörülebilirlik artışı sayesinde finansman kalitesinde iyileşme ve deyim yerindeyse yeni bir birikim çevriminin başlamasını öngörüyor. AKP ve Saray kadrolarının öngördüğü ekonomi yönetiminde daha merkeziyetçi yapılanma aslında IMF ile anlaşmaya gitmeden klasik bir IMF programı uygulamak için tasarlanıyor. Bu adı konmamış programın ayrıntılarına (okuyucu için çok tanıdık gelecek klasik önerilere) IMF’nin 4. Madde çerçevesinde hazırladığı ve 30 Nisan 2018’de açıklanan Türkiye Konsültasyon Raporu’ndan ulaşılabilir.

Seçim sath-ı mailinde, tartışma alternatiflere çekilmediği müddetçe muhalefetin de iktidara benzer şekilde adı konmamış programı uygulamaya talip hale geldiğini görüyoruz ve göreceğiz.

Tufan Kapıyı Kaç Kere Çalar? Ya Da Biz Ne Yapacağız?

Türkiye’de ekonomi yönetimi tartışmasında geçiştirilen ya da bastırılan husus üretim yapısında radikal bir değişiklik gerçekleşmeksizin deneyimlediğimiz döngünün kırılmayacak olması. Liberal araştırmacılar, AKP’nin içindeki ekonomist kalemler yüksek faiz ve sert iniş senaryosunu pazarlarken farklı terimlerle de olsa canlı emeği daha iyi emebilmesi için sermayenin programını ortaya koyup tartışıyorlar. Yeni bir çevrim, daha fazla canlı emeği içine çeken sermayenin yeni canlılık evresinde daha fazla kar elde etmesi ve döngünün tekrarlanması… Bir sonraki sert iniş ya da çöküş anına kadar.

Türkiye’de AKP’nin darbe öncesinde ve sonrasında yaptıkları, finansal serbestleşme sonrasındaki neredeyse her beş ila yedi yılda bir deneyimlenen çevrimlerden sonuncusunun çöküş evresini uzattıkça uzattı. Benzer bir çöküş ve canlanma evresi deneyimlememek için bu nedenle AKP’yi eleştirdiğimiz kadar, AKP’nin zaman zaman kötü bir uygulayıcısı olduğu ama yine de sadık uygulayıcısı olduğu liberal programı da eleştirmemiz ve kamucu müdahaleyi detaylandırmamız gerekiyor.

DİPNOTLAR

[1] Karl Marx, Kapital, cilt I, Yordam: İstanbul, 2012, s. 230.