Bir önceki yerel yönetimler seçimlerinden bu yana geçen süre zarfında 3 kez Milletvekili Genel Seçimleri, 2 kez Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, 1 kez de Anayasa Referandumu için sandık başına gidildi. Seçimlere duyulan bunca ihtiyaç, ülkede sürdürülebilir ve istikrarlı bir demokratik rejimin olmadığının en büyük göstergelerinden biri. Rejimin istikrarsızlığı nedeniyle artık seçimler önceden belirlenmiş takvimler uyarınca değil, iktidar partisinin konjonktürel ihtiyaçlarına göre yapılıyor. AKP, giderek artan toplumsal meşruiyet eksikliğini, her seçimi bir plebisite dönüştüren sandık performansıyla telafi ederek iktidarını sürdürmeye muhtaç hale geldi. Dolayısıyla 31 Mart seçimleri, özellikle AKP açısından, sadece yerel yöneticilerin belirleneceği bir seçim olmaktan daha önemli anlamlar taşıyor.
AKP’nin seçimlerle kurduğu bu hayati ilişkinin halk iradesine ve demokrasiye olan sarsılmaz inançla ilgili olmadığını da biliyoruz. Seçimlere giderken Türkiye nüfusunun %40’ı, seçimle iş başına gelmemiş, doğrudan iktidar tarafından atanmış isimler tarafından yönetiliyor. Atanmış yerel yöneticilerin bir kısmı AKP içi hesaplaşmaların ürünüyken, daha önemli bir kısmı ise Demokratik Bölgeler Partisi’nin elinde bulundurduğu belediyelere atanan kayyumlardan oluşuyor. Bir önceki seçimlerde Demokratik Bölgeler Partisi’nin kazandığı 102 belediyenin 94’ü şu anda iktidar tarafından atanan “kayyum”lar eliyle yönetiliyor. Erdoğan, gerekli gördüğü halde kayyumlar aracılığıyla yönetime 31 Mart Seçimleri sonrasında da devam edileceğini açık biçimde defaten ifade etti. Zaten Cumhurbaşkanlığı Seçimleri sonrasında Yerel Yönetimlere ilişkin yapılan düzenlemeler, tek adam rejiminin yerel yönetimler üzerinde her zamankinden daha fazla etkili ve yetkili olacağını da gösteriyor.
Yerel seçimlere büyük oranda 24 Haziran 2018’de gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği Genel Seçimleri öncesinde oluşturulan ittifaklaşmalar üzerinden gidiliyor. Ana saflaşmanın bir yanında devlet kurumlarıyla iç içe geçmiş “beka” söylemini öne çıkaran AKP-MHP’nin oluşturduğu Cumhur İttifakı, diğer yanında ise ekonomik krizin de etkisiyle özellikle büyük şehirleri iktidardan koparmak isteyen CHP-İYİ Parti’den oluşan Millet İttifakı bulunuyor. Parlamentoda üçüncü büyük parti konumunda olan HDP ise seçim stratejisini Belediyeleri kayyumlardan kurtarmak ve AKP-MHP ittifakını geriletmek üzerine inşa etmiş durumda.
Sosyalistler açısından seçimlerin en heyecan verici yönlerinden birisi, CHP’nin ÖDP Başkanlar Kurulu Üyesi Alper Taş’ı Beyoğlu Belediye Başkanlığına aday göstermesi oldu. Solun ve sosyalistlerin tüm kesimlerinin bir biçimde destek verdiği bu adaylık, gerek Beyoğlu’nun sembolik önemi, gerekse Türkiye’nin en göz önündeki ilçelerinden birisinde sosyalist bir belediyecilik anlayışının egemen olma olasılığı açısından büyük bir merak ve ilgiyle takip ediliyor. Alper Taş’ın seçim çalışmalarındaki performansı ve sosyalistlerin savunduğu değerleri eğilip-bükülmeden tekrarlamadaki ısrarı, daha şimdiden, önümüzdeki dönemde üzerinde konuşulmaya değer bir muhalefet tarzının açığa çıkmasını sağladı.
***
Seçim dönemlerinde çok daha açık biçimde görülebildiği gibi, siyasal propaganda, büyük oranda, kitleleri mobilize edebilecek duyguların inşa edilmesi üzerine kuruluyor. İnsana ait olan her duygu ve bu duyguları etkilemek için yaratılan her durum siyasal pratiğin kuruluşunda sandığımızdan daha önemli bir yere sahip. 16 yıllık AKP iktidarı, insanların duygularının nasıl yapılandırıldığını ve mobilize edildiğini görmemiz açısından önemli bir deneyim ortaya koyuyor.
Ayrıntı Dergi’nin bu sayısında, Selbin Yılmaz’ın editörlüğünde hazırladığımız dosyamızda duygu ve siyaset arasındaki bu kurucu ilişkinin izini sürüyoruz. Dosya editörümüz Selbin Yılmaz’ın Duyguların Zamanı başlıklı yazısı, duygu-politika ilişkisinin genel hatlarını ve kavramsal çerçeveyi ortaya koyuyor.
Konuya ilişkin en üretken isimlerden biri olan ve Duygu Politikası isimli kitabı Otonom Yayınları tarafından yakın zamanda dilimize kazandırılan Brian Massumi ile Mary Zournazi’nin gerçekleştirdiği önemli röportaj dosyamızın dikkat çekici yazılarından birisi. Can Öztürk’ün özenli çevirisiyle sunduğumuz bu söyleşiyi dergimizde kullanmamıza izin veren, Otonom Yayıncılığa teşekkür ediyoruz. Ernst Bloch’un kült eseri Umut İlkesi’nden yola çıkarak Tanıl Bora ile gerçekleştirdiğimiz söyleşi, dosyamızın bir diğer yazısı. Selbin Yılmaz ve Demet Sayınta tarafından yapılan söyleşi Bloch’un Umut İlkesi’nden, AKP Türkiyesine kadar uzanıyor. Yeni Osmanlıcılık: Hınç Nostalji, Narsisizm kitabıyla bu dosyaya ilhamını veren Nagehan Tokdoğan ile Selbin Yılmaz’ın gerçekleştirdiği söyleşimizde de AKP’nin sıklıkla kullandığı Yeni Osmanlıcılık anlatısı ve yarattığı duygular ele alınıyor.
Esra Sarıoğlu Feminizm ve Duygular yazısında, geçtiğimiz 8 Mart’ta yeniden tüm boyutlarıyla gördüğümüz, Türkiye’deki kadın karşıtlığından beslenen duygulara odaklanıyor. Öfke, hınç, garez, aşağılama, hor görme, yok sayma gibi duygularla bezeli bu saldırganlık karşısında kadınların siyasal ve toplumsal varoluşlarının imkanları ele alınıyor.
Modern siyasal kuramın en etkili isimlerinden Hobbes, korkuyu devletin ve siyasallığın kurucu öğesi olarak tanımlamıştı. Cana Erşen Korkmuşların Hafızası başlıklı heyecan verici yazısında, egemenin şiddetiyle yüz yüze gelen kesimlerin hafızasından hareketle, “korkmuşlar” adını verdiği siyasal figürü bizlere tanıtıyor. Abdurrahman Aydın ise Anksiyetik “Millet” yazısıyla adeta Nagehan Tokdoğan ile Cana Erşen arasında bir köprü kuruyor. Aydın, Homi Bhabba ve Sigmund Freud’un çığır açıcı yaklaşımlarından hareket ederek, anksiyetenin AKP’nin Milletinin kuruluşundaki rolüne değiniyor.
Sadece olumsuz duygular değil, neşe, sevinç gibi duygular da siyaset ve toplumu şekillendiriyor. Selçuk Candansayar Zalim Neşe, Kibirli Kahkaha yazısında, Aile Arasında ve Recep İvedik’in erkek karakterleri üzerinden, toplumsal bütünlüğün imkanları üzerine bir soruşturma yürütüyor. Ömer Türkeş ise korku anlatılarının insan zihninde açığa çıkarttığı duyguları ele aldığı Korkulan Hakikattir başlıklı yazısında, Türk ve Dünya edebiyatındaki önemli korku eserlerini inceliyor. Dosyamızın son yazısında Doğuş Sarpkaya, son yıllarda sinema ve edebiyatta kendilerine has üsluplarıyla dikkat çeken Alfonso Cuaron, Dave Eggers ve Kazuo Ishiguro’nun eserlerini Hardt ve Negri’nin popülerleştirdiği maddi olmayan emek/duygulanımsal emek kavramları ekseninde inceliyor.
Politika-Dünya bölümümüzde ABD’de 2020 seçimleri öncesinde Demokrat Parti’nin Başkan Adaylığı önseçimleri için aday olan Bernie Sanders ile İngiltere’de İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in kendi ülkeleri açısından çığır açıcı siyasal tavırlarına dikkat çeken bir çevirimiz var. James Smith’in Kavga Bitmekten Çok Uzak başlıklı makalesini Berkay Kabalay çevirdi.
Politika-Teori bölümümüzde ise Michael Hardt ve Antonio Negri’nin Ayrıntı Yayınlarından yayınlanan son kitapları Meclis’in ilk bölümü olan Önderlerin Tümü Nerelere Gittiler? Başlıklı makaleyi yayınlıyoruz. Son yıllarda birbiri ardına patlak veren sosyal hareketlerin incelendiği yazı, meclislere ve kolektiflere dayalı yeni mücadele anlayışına ilişkin çok önemli tespitler içeriyor.
Bu sayımızın son yazısında ise Ahmet Mermer, geçtiğimiz aylarda ABD ile gerilen dış politika sonrasında yayından kaldırılan Western Kuşağının önemli temsilcilerinden biri olan High Noon filmini değerlendiriyor.
Bir sonraki sayımızda “Savaş” dosyasıyla çıkacağız, iyi okumalar…