Zor Olanı Denemek: Müziğin İdaresi

Birbirine yakın zamanlarda iki musiki meselesi yaşandı. İlki TRT’nin yasaklı şarkı listesinin dolaşması, diğeri ise Türkiye Musiki Eser Sahipleri Meslek Birliği’ne kayyum atanması. TRT yasakları CHP İzmir Milletvekili ve KİT Komisyonu üyesi Atilla Sertel’in 8 Şubat 2018’de KİT Alt Komisyonu toplantısında TRT’nin hangi program ve şarkıları, hangi gerekçeyle yayınlamama kararı aldığını sormasıyla konuşulmaya başladı.[1] TRT yönetimi verdiği yazılı yanıtında yayınlamama gerekçelerinin 6112 Sayılı Yasanın 8. Maddesine dayalı olduğunu söyleyip yayınlanmaz alanların listesini verdi.[2]

Listede 142 Türkçe, 66 Kürtçe toplam 208 adet güfte görünüyor. “Zorlasam senle dost kalabilecek miyim?/Kendimde o gücü bulabilecek miyim?/Bir daha birini sevebilecek miyim?/Hiç sanmıyorum” diye başlayıp “Peşinden yalınayak koşacak mıyım?/Yolunu kesip önüne atlayacak mıyım?/Yüksekten düşsem ölecek miyim?/Hiç bilmiyorum” diye biten Nazan Öncel şarkısı da var, “Gecenin bi körünce/Uymuşuz şeytana/Yine yan yollardan/Dönücez galiba/Ahh.. Ah ulan sevda/Bir kere de sen ağla/Ahh.. Ah ulan dünya/Ah yalan dünya/Bir kere de bizi anla/Tam severken/Tam bu derken/Baktık ardından/Gel delirme/Gel de içme/Izdırabından” diye biten Demet Akalın şarkısı da var. Fuat Saka’nın Gezi’ye selam eden şarkısı da var Vedat Gündoğdu’nun Kul Himmet’ten söylediği deyiş, Hacı Bektaş-i Veli’nin de.

Görüldüğü gibi listede muhteva karışık ama bir izah yolu var. Buradan MESAM’ı idare etme işi ile devam edelim zira aynı yola çıkacak. Orhan Gencebay’ın MESAM yönetim kuruluna yazdığı dilekçenin basında yer almasıyla başladı polemik. Haberler, dilekçede “MESAM, etnik köken ve inanç üzerinden örgütlenerek faaliyette bulunulacak veya ele geçirilecek bir kurum değildir. ‘Benim adamlarım’ veya ‘bize oy verecekler’ gibi söylemleri kabul etmem mümkün değildir. Üyelerin siyasi görüşü, inancı, kültürü ne olursa olsun; hepsi bizim için değerli, hepsi bizim başımızın tacıdır. Onların arasında kaynaşmayı sağlamak, sadece benim değil, hepimizin görevi” cümlelerinin yer aldığını yazınca MESAM’daki Alevi varlığına ilişkin rahatsızlık ve hedef gösterme tartışması başladı. Ve nihayet Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları Genel Müdürlüğü 5 Mart 2018 tarihli yazısı ile Arif Sağ’ın başkan, Cahit Berkay’ın başkan yardımcısı olduğu kuruma Yavuz Bingöl, Polat Yağcı, İpek Açar, Turhan Taşan, Fuat Güner ve Coşkun Sabah’ı asıl, Vedat Çetinkaya, Celal Yazıcı, Osman İşmen, Yücel Arzen, Ali Kocatepe, İclal Aydın ve Selahattin Akarsu’yu yedek üye olarak atadı.

Şimdi tekrar başa dönelim. TRT yasakları hakkında soruyu da sormuş olan Sertel şöyle bir açıklama yapmış: “Geçmişte bestecisi Ermeni olduğu, halkı isyana teşvik ettiği, devlet memurunu yerdiği, Yassıada’yı çağrıştırdığı, erotik bulduğu, sözlerinde ‘Deniz’ adı geçtiği, halkı içmeye ve intihara teşvik ettiği gibi gerekçeyle çok sayıda şarkı ve sanatçı TRT’de yasaklanmıştı. Darbe dönemi çok gerilerde kaldı ancak AKP iktidarında hemen her konuda darbe dönemini dahi aratan gelişmeler yaşanmaya devam ediyor. Teknolojik gelişmeler sayesinde insanların şarkılara ve sanatçılara ulaşması bu denli kolayken, internet üzerinden milyonlarca kez dinlenebiliyorken ‘TRT hala daha neyin peşindedir’ merak ediyorum. Bu ayıptan bir an önce dönülsün.” Açıklamadaki “hatalı” kısmı düzelterek devam edelim. TRT yasakları hatta daha da genişleterek bu alana, müziğe ilişkin tartışma ve yasaklamalar darbe dönemlerine has değildir, rutin hatta kültürel alanın düzenlenişinde kurucudur. Kısacası bu ülkede musiki aynı zamanda bir devlet meselesidir. En geriden alalım.

2. Meşrutiyet Dönemi’nde, Dar-ül-bedayi’nin müzik kolu olarak açılan ilk müzik okulu Dar-ül Elhan alaturka ve alafranga müzik türlerine ilişkin çalışmalar yapmaya başlamış ancak I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla alafranga bölümü, “Türk musikisinin çöküşünü önlemek, musiki zevkini yaygınlaştırmak ve klasik eserleri aslına uygun olarak tespit etmek göreviyle” bir süre daha devam eden alaturka bölümü de savaş koşulları nedeniyle 1916’da kapatılmıştır.[3] Paçacı’dan aktarırsak, 1923’te “Avrupa konservatuarları gibi asri bir müessese olarak vücud bulması için” İstanbul Valisinin isteği ile tekrar açılıp, repertuar oluşturma, derleme, nota yayını ve Şark Garp Şubelerinin ortak konserleriyle faaliyete geçen okul 1926’da Maarif Vekili Mustafa Necati Bey’in emriyle oluşturulan Sanayi-i Nefise Encümeni’nin çalışmaları sonucunda Türk Musikisi bölümü kaldırılarak İstanbul Belediye Konservatuarına dönüşecektir (1994).

Bu kararla geleneksel musiki okulsuz kalmış, özellikle nazariyat ve aktarım süreci önemli bir kesintiye uğramıştır ve 1930’lardaki radyo yasağı icrayı da zorlaştırmıştır. Evet, 30’lar boyunca milli seçkinler tarafından alaturka musikiye yöneltilen yoğun eleştiriler radyo yasağına kadar varmıştır. Bu müziğin “alkolizme yakalanmış” olduğu, “cinsi hevesleri harekete geçirdiği”, “feryadını” dinlemenin utanç verici olduğu yorumları gazeteler aracılığıyla yaymıştır. Hâkimiyet-i Milliye gazetesi yazarlarından biri Alaturka müzik için şöyle yazmıştır: “zurnanın en çatlağından, darbukanın en patlağına kadar… sesin en ciyaklısından, gazelin en öksürüklüsüne, tıksırıklısına kadar neler ne bangırtılar dinlemedik” (akt, Ahıska, 2005: 124). Peyami Safa’nın Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan ve Yeni Adam dergisinde alıntılanan yazısında ise bu müzik alkoliklikle suçlanmaktadır: “bunlarda bir yayık ağız şivesi, bir kapıp koyverme, bir serdengeçtilik, bir patavatsızlık, bir hayvanlık, bir şey var”dır (akt, Ahıska, 2005: 124).

Tartışma İçişleri Bakanı’nın Millet Meclisi’ndeki konuşmasına dek uzanmış, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, “Matbuat Umum Müdürlüğü Teşkilat ve Vazifeleri Kanunu”nun Millet Meclisi’ndeki görüşmeleri sırasında radyo müzik yayınlarına ilişkin şöyle konuşmuştur: “Şarkılar kahvelerden çıkıp, radyolara, plaklara intikal ettikten sonra devletin vazifesinin daha büyük olması lazım gelmiştir. … Bizim bazı alaturka şarkıları dinlemek için kulakların çok nasırlaşmış olması lazımdır. Hele şimdi, cinsi hevesleri tahrike çalışmayan şarkılar nadir işitiliyor (akt, Kocabaşoğlu, 1980: 90)”

Güneş Ayas’ın aktardıklarıyla örnekleri çoğaltmak mümkün: Hasan Ali Yücel’e göre “’edebiyatta Baki gibi yaz’ demediğimize göre ‘hicazdan marş, nihavendden senfoni yapacak halimiz yoktur (2014: 172). Ve Falih Rıfkı Atay’ın da ifade ettiği gibi: “Alaturka’nun ıslahı üzerine düşünmek, medresenin ıslahı, şeriye mahkemesinin ıslahını, mecellenin ıslahını düşünmekle birdir. Kafamıza, yüreğimize ve asrımıza cevap vermeyen bütün müesseseler gibi, bu müesseseyi de kapamak, garpli Türk musikisinin arayış ve yaratılış hamlesine geçmek lazımdır. Sağdan yazılan Türkçe gibi, boğazdan gelen Alaturka sesin de ömrü bitmiştir. Garp âleminde usul ve ilim, dağlarımıza milli ses vardır… (Cumhuriyet, 25 Aralık 1932, akt. Ayas, 2014: 11).” Ancak radyodan alaturka müziğin kaldırılması 1 Kasım 1934’te, Mustafa Kemal’in Millet Meclisi’ni açarken yaptığı konuşmanın ardından olmuştur. Konuşmada “ulusun yeni değişikliğine ölçü”nün müzik olduğu belirtmiş ve var olan müziği “yüz ağartacak” değerde bulmadığını vurgulamıştır (akt. Ahıska, 2005: 127).

Mustafa Kemal’e göre, “(u)lusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları, bir gün önce, genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu düzeyde, Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir (akt, Ahıska, 2005: 127).” M. Kemal’in bu konuşmasının ardından radyoda alaturka müzik yayını kaldırılmıştır.[4] Yasak boyunca, henüz Türk müziği ile halk müziği arasındaki ayrım muğlak olduğundan bazı halk türküleri radyodan yayınlanmış ve 1936 yılında yasak kalkmıştır.

Alaturka müziğin istenmeyen etkileri konusunda yoğunlaşan eleştiriler milli kimlik konusunda açılan geniş bir tartışma alanının içine yerleşerek bu müziğin Bizanslı ve Doğulu ancak Türk olmadığı konusundaki Gökalpçi yorumu da kuvvetlendirmiştir (Ahıska, 2005: 123). Cem Behar’ın da saptadığı gibi kuvvetlenen bu yorum 1950’lere kadar müzik politikasının kurucu fikri olmuştur. Peki neden? Yeni rejimin tahkimatı için hummalı bir faaliyetin sürdüğü bu dönemde neden musiki bir inkılâba konu olmuştur? Ve ikinci soru neden bu inkılâpta hal’edilen alaturka musiki olmuştur? Yanıt milli kimliğin kuruluşuna ilişkin tartışmalarla ve dolaysız olarak modernleşme tecrübesiyle bağlantılıdır. Bilindiği üzere modernleşmeyi, belli bir tarihselliğe ve bölgesel deneyime bağlayarak ele alan yaklaşım için Batı dışı coğrafyalardaki yani Batıdan sonra modernleşen toplumlar, modernliğe geç kalmıştır.

Jusdanis, işte bu “geç modernleşen” ülkelerin milli kültürü inşa etme sürecinde milliyetçiliğinde yardımıyla, milli kültürün milli çıkar ve ortak amaçların esinlediği, tek sesli, türdeş bir organizma olarak resmedildiğini; milletin inşa edilmesine katılan aracı yorum ve üretim süreçlerinin üzerinin milletin geçmişini, şimdisini ve geleceğini anlatan bir örtü ile kaplandığını söyler (1998: 228). Kültür, gecikmişlik endişesiyle yapılan zorlama modernleştirmenin getirdiği gerilimlerin telafi edici aracı haline gelir; yıpratıcı karşıtlıklar arasında uyumun sağlandığı ve geçmiş kavgaların unutulduğu hayali bir alan rolü oynayacak millet inşa süreci içinde hem bir arena hem de bir araç olur (1998: 229). Kısacası inşa edilen iktidar kültürel olana nüfuz edip, kültürel dinamikleri kendi merkezine bağlayarak; değer ve hazların düzenlenmesinden, giyim kuşam gibi gündelik olana kadar pek çok toplumsal pratiği hegemonya mücadelesinin hem mecrası hem de aracı haline getirir.

Hemen burada Partha Chatterjee’ye bakarak bu aracılığın hangi biçimlerde vücut bulduğunu anlayabiliriz. Chatterjee, sömürge ülkelerdeki milliyetçi düşüncenin seyrini ele alırken bu geç kalmışlığı da hesaba katarak doğu tipi ile batı tipi milliyetçiliği birbirinden ayırır (1996). Buna göre doğu milliyetçiliği “şimdiye kadar kendilerine yabancı bir uygarlığa kısa süre önce giren” ve eski kültürleri giderek egemen olan ölçütlerle bakıldığında başarı ve mükemmelliğe uygun hale getirilmemiş halklar arasında ortaya çıkmıştır, elbette burada geriliğin ölçüsü evrensel hale gelen Batılı standartlardır (1996: 14-15). Burada iki şey önemlidir, biri bu standartların yabancı bir kültürden gelmesi ve diğeri ulusun miras alınan kültürünün ulusu ilerleme standartlarına ulaştıracak uyumlaştırıcı manivela olamayacağı konusundaki farkındalıktır. Bu nedenle bu tip milliyetçilikte ulusu dönüştürmeye kültürel olarak “yeniden-donatmak” yönünde bir çaba eşlik etmiştir (1996: 15). Ancak bir ihtiyatla, çünkü kültürel olarak “yeniden-donatmak” yabancı kültürü taklit ettiği durumda ulusun kendi kimliğini kaybetme tehlikesi doğuracağından “ilerlemenin gereklerine uydurulmuş ama aynı zamanda kendi farkındalığını da koruyan bir ulusal kültürün yeniden canlandırılması” arayışı esas hale gelmiştir (1996: 15).

Reddedişler, yeni standartların saptanması ve bu gerilimin “yerli ve milli” hattında sabitlenmeye çalışılması müzikal düzenlemelerin temel motivasyonu olmuştur. Müzik politikalarının seyri, türdeş bir kökene indirgenemeyen Osmanlı geleneksel musikisinin reddi; medeniyetin standardı olarak işaretlenen Batı müziğinin gerekliliği ve gayr-ı milli olanın tasfiyesinden boşalan haz alanını bu yeni standartlara uyumlu ancak milli bir içerikle dolduracak özün keşfi ile ilerlemiştir.

Aranan öz, milli ses, Falih Rıfkı’nın yukarıda aktarılan sözlerinde de yer aldığı gibi dağlarımızda yani Anadolu’da bulunmuştur. Ancak türkülerin milli musiki olarak tayin edilmesi, keşfedilen bu cevherin gün yüzüne çıkarılıp işlenmesi gerekliliğini de doğurmuştur. Kültürel alanın halk kültürüne uygun olarak düzenlenmesi ve elbette müzikal alanın halk müziğine yani ulusal “öz”e uygun biçimde tadil edilmesi için malzeme tedarikine girişilmiş, müzikal alandaki derleme çalışmaları hız kazanmıştır.[5] Bir halk müziği arşivi oluşturmak üzere köylerde kayıtlar yapılmış, notaya geçirilmiş ve radyodan yayınlanmıştır.

Halk müziğini “millete tanıtmak” radyo müdürü Vedat Nedim Tör’ün ifadesiyle, bu sayede “gönüllerimizi bir araya toplamak ve bütün memleketi tek bir duygu haline getirmek” amacıyla yapılan radyo programları sayesinde zengin bir halk türküsü repertuarı oluşturulmuştur (Ahıska, 2005: 140). Ancak, Ahıska’nın saptadığı gibi, derleme, repertuar oluşturma çalışmaları “halk müziğinin çeşitli kaynaklarını işlemden geçirerek, onları dinsel, etnik ve yöresel karakterlerinden” ayırmış ve “hayal edilen ulusun bütünsel sesi içinde yer almalarını” sağlamıştır. Böylece gayr-ı Müslim ve farklı etnik grupların yerleşim yeri olan Anadolu’nun politik olarak Türkleştirilmesi/Müslümanlaştırılması sürecine eşlik eden kültürel millileştirme gerçekleştirilmiştir (2005: 140-141).[6] Bu homojenleştirme sürecinin iki biçimde gerçekleştirildiği görülmektedir. İlki etnik homojenleştirme amacına yönelik olarak Türkçeleştirmedir. Türkçe olmayan halk şarkıları ya derlemelere alınmamış ve yok sayılmış ya da Türkçeleştirilmiştir. Öyle ki çalgıların dahi milliyetlerinin belirlendiği anlaşılmaktadır.

Poyraz Kolluoğlu radyoda yeni şarkıcı ve müzisyen alımı için yapılan imtihanda Erzurum’dan katılan ve duduk çalan bir müzisyenin enstrümanının “milli repertuarda” olmadığı yanıtını aldığını aktarmaktadır (2012: 217-218). Derlemelerdeki türdeşleştirmenin ikinci boyutu da temizleme/ayıklama işlemidir. Özellikle “müstehcen içerik”ler temizlenmiş, bozulmamış ve kirlenmemiş gerçek halk şarkılarının zaten müstehcen sözler içermeyeceği, ruhani ve yüksek bir aşkı betimlediği iddia edilmiştir (Balkılıç, 2009: 148). Ayşe Hür, CHP’nin 1946 tarihli bir broşüründen şu satırları aktarır: “Halkevlerinde halk ezgilerini gençlere öğretirken bazen bu ezgiler arasında seçme yapmak zarureti hasıl olur. Bu türkülerin evlerde daima hem ezgi, hem sözleri bakımından nezih (temiz, pak) olanlarını seçmek ve yaymak gerekir. Açık saçık sözlü ezgilerin gençler arasında, Halkevlerinde yayılması doğru olmaz. Uygunsuz sözleri kaldırmak lazımdır” Bu yeniden içeriklendirme işlemi ile türküler yüksek milli karakterin bir parçası kılınmış, yerel ve bölgesel özelliklerinden arındırılıp, tercüme edilerek ulusal ruhun Türkçe konuşan ses evrenine dahil edilmiştir. Kimlik inşası sürecine eşlik eden bu girişimlerle bir yandan kültür millileştirilirken iktidar bir haz terbiyesini denemiş, zevk birliği örgütlemeye çalışmıştır.

Bu tarih anlatısı günümüze kadar sürdürülebilir. Darbe dönemlerinden karikatürize anekdotlar da anlatılabilir. Ancak buraya kadar getirip bırakmak yeterli zira bu erken çabalar müzikal alan açısından kurucu niteliktedir. Burada yeni soru beliriyor. Peki başarabilmiş midir? Hazzı terbiye etmeye; kederi, efkârı, neşeyi, aşkı, özlemi müzikle anlatma biçimlerini yönetmeye muktedir olabilmiş midir? Eğer kültür, keskisi en güçlü olanın yonttuğu, mıh ve çekiçle dövdüğü ve düşlediği gibi şekillendirebildiği masif bir malzeme olsaydı, bu soruya evet denebilirdi. Ama öyle olmadığı görülüyor. Kültür, Williams’ın hatırlattığı gibi –ulusal ruh gibi- konsensüs yüklü çağrışımlarına rağmen, devingen ve çatışmalı bir alandır. Kültür, uyarlayıcı ve bütünleyici değil, özgül toplumsal koşullarda “yabancılaşmadan devrim öncesi çöküntülere ve gerçek devrimci etkinliğe dek uzanabilen çeşitli çatlaklardan oluşmaktadır (Williams, 1990: 92). Politik olanla kültürel olanın birbirini içeren, kesişen ilişkisi, politik olanın kendini kültürel olanda ifadesi, hegemonya mücadelesinin sürdüğü bir zeminde gerçekleşmektedir.  Böylelikle başat ile tabi arasındaki mücadeleyi de içeren bir zemin olan kültürel alan, birbirinden yalıtık “kültürler”in yerleştiği bir genel çerçeve değil; karşı-hegemonik anlatıların olanaklarını da barındıran, çelişki, çatışma ve uzlaşma unsurları bulunan; muktedir olanla direnen arasındaki sınır hattı boyunca sızma ve karşı koyma taktikleri içeren bir yerdir.

Yenik mazinin iniltisi sayılan Osmanlı Musikisinin yaşam çevrimine bakmak bu başaramayışı görmek için yeterlidir örneğin. Okuldan atılıp, radyodan kovulan musiki, -musikişinasları kahreden yaralar almış olmakla birlikte- popüler tür olarak varlığını hep korumuş, müzikli eğlence mekânlarında icra edilerek dinleyicilerine ulaşmış, kayıt teknolojisinin ucuzlayıp erişilebilir hale gelmesiyle birlikte müzik endüstrisinde büyük bir paya sahip olmuştur. Öyle ki itibarı iade edilerek Türk Sanat Müziği ilan edilmiş, memleketin Sanat Güneşi buradan doğmuştur.

Peki ya türküler, türkülerimiz? Arzu edildiği gibi milletin gönüllerini bir araya getirebilmiş midir? Türkülerin gönülleri bir araya getirme konusundaki gücü ortada fakat belli ki bütün gönülleri değil, birbirine benzeyen gönülleri. Eğer öyle olmasaydı, türküler bir yandan milli kimliğin yüksek karakterli sesi olmaya memur edilirken diğer yandan ona direnmenin anlatılarını barındıramazdı. Bir yandan “inşa”nın pastoral süsü olup diğer yandan düzene isyanın diline aracılık edemez, “kurma”nın yanında “yıkma”nın da ezgisini üretemezdi. Fakat yapabildi. Türkiye’de toplumsal muhalefetin kıpırdanmaya başladığı andan itibaren, bu kıpırdanışın türkülerini söyleyenler oldu. Bu türküler bütün o temizleme/ayıklama işlemlerine rağmen “fark”ını korumayı başarmış biçimde yeniden şekillenen politik kamusallığa dahil oldular.

Örneğin, kültürün Türkleştirilmesi sürecine eşlik eden Sünnileştirme süzgecine takılan Alevi repertuarı, toplumsal muhalefete kendini iliştireceği kadim isyan anlatılarını sundu. Geleneksel Alevi müziği içinde yetişmiş ozanlar, miting kürsülerinin yanında bağlamalarını çalıp, türkülerini söylediler. Yayın tekelinin devlete ait olduğu ülkede radyo ve televizyonlara zinhar çıkarılmayan ve dahası plakları, şarkıları yasaklanıp haklarında davalar açılan, hapsedilen müzisyenlerin kayıtları satış listelerinin en üst sıralarına yerleşmişti. Konserler, mitingler ve dayanışma gecelerinde binlerce insan bu şarkıları birlikte söyleyip, dinledi. Hemen burada durumun yalnızca politik müzik üzerinde bir baskı olarak okunmaması gerektiği eklenmelidir. Mesele geniş bir kültür politikasını parçasıdır.

Müziğin idare değil icra edildiğini en iyi bilen isimlerden birinin MESAM tartışmasının fitilini ateşleyen Orhan Gencebay olduğu söylenebilir. 1960’ların sonundan itibaren kent yoksulları içinde çok büyük bir dinleyiciye ulaşan Gencebay’ın bugün hala en çok dinlenip söylenen şarkılarının yer aldığı kayıtları döneminin en çok satanları olmuş, TRT yasağına rağmen Türkiye’de müzik tarihinde kırılma yaratacak bir tarz yaratabilmiştir. Devletin müzikal alana müdahalelerinin kıyısında şekillenen müzik piyasası da yasaklamaların etkilediği bir yapıya sahip olmuştur. Radyo ve televizyon yayınlarındaki devlet tekeli, devletin yasaklı müziklerine ulaşabilmenin konserler dışındaki tek yolunu piyasaya bırakmış ve politik müzik de dahil olmak üzere resmi onay görmeyen müzik türleri oldukça yüksek satış oranlarını yakalayabilmişlerdir. Öyle ki dünyadaki eğilimin tersine bu piyasada başat alım-satım yerli türler üzerinden yürümüştür.[7] Sonuç olarak bu alanı yönetmenin idari işlem tesis etmekle, bir takım kurumları kapatıp, işlevsizleştirip yenilerini açmakla mümkün olduğunu düşünmenin müziğe ne kadar uzak olunduğunu göstermekten başka sonucu yok gibi. Memlekette tek bir radyo ve çok sonrasında bir televizyon kanalı varken dahi olamamışı neredeyse herkesin cebinde bir kayıt cihazı, radyo, müzik çalar ve hatta karaoke aplikasyonu taşıyabildiği zamanlarda başarmaya çalışmak… Evet, devlet Yavuzdur, el koyar, tasfiye eder, kapatır, yenisini açar, gücü yeter ama müziği böyle arzuladığı gibi idare edemez, o onu yaratan, icra eden ve dinleyenlerindir. Sanırım o meşhur sözü bunun söylemişler: Bir ülkenin türkülerini yaratanlar kanunları yaratanlardan daha güçlüdür. Ve sanırım Platon bile ideal devletinde bazı müzik türlerini bu nedenle yasaklamıştır.[8]

DİPNOTLAR

[1] Habere bu linkten bakılabilir: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/208-sarki-neden-yasak-trtden-ilk-aciklama-40757178

[2] 6112 Sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkındaki Kanun’un 8. Maddesi şöyledir: MADDE 8 – (1) Medya hizmet sağlayıcılar, yayın hizmetlerini kamusal sorumluluk anlayışıyla bu fıkrada yer alan ilkelere uygun olarak sunarlar. Yayın hizmetleri; a) Türkiye Cumhuriyeti Devletinin varlık ve bağımsızlığına, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, Atatürk ilke ve inkılâplarına aykırı olamaz. b) Irk, dil, din, cinsiyet, sınıf, bölge ve mezhep farkı gözeterek toplumu kin ve düşmanlığa tahrik edemez veya toplumda nefret duyguları oluşturamaz. c) Hukukun üstünlüğü, adalet ve tarafsızlık esasına aykırı olamaz. ç) İnsan onuruna ve özel hayatın gizliliğine saygılı olma ilkesine aykırı olamaz, kişi ya da kuruluşları eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü, aşağılayıcı veya iftira niteliğinde ifadeler içeremez. d) Terörü övemez ve teşvik edemez, terör örgütlerini güçlü veya haklı gösteremez, terör örgütlerinin korkutucu ve yıldırıcı özelliklerini yansıtıcı nitelikte olamaz. (Mülga ikinci cümle: 2/1/2017-KHK-680/18 md.)(…) e) Irk, renk, dil, din, tabiiyet, cinsiyet, engellilik, siyasî ve felsefî düşünce, mezhep ve benzeri nedenlerle ayrımcılık yapan ve bireyleri aşağılayan yayınları içeremez ve teşvik edemez. f) Toplumun millî ve manevî değerlerine, genel ahlaka ve ailenin korunması ilkesine aykırı olamaz. g) Suç işlemeyi, suçluyu ve suç örgütlerini övücü, suç tekniklerini öğretici nitelikte olamaz. ğ) Çocuklara, güçsüzlere ve engellilere karşı istismar içeremez ve şiddeti teşvik edemez. (1) h) Alkol, tütün ürünleri ve uyuşturucu gibi bağımlılık yapıcı madde kullanımı ile kumar oynamayı özendirici nitelikte olamaz. ı) Tarafsızlık, gerçeklik ve doğruluk ilkelerini esas almak ve toplumda özgürce kanaat oluşumuna engel olmamak zorundadır; soruşturulması basın meslek ilkeleri çerçevesinde mümkün olan haberler, soruşturulmaksızın veya doğruluğundan emin olunmaksızın yayınlanamaz; haberin verilişinde abartılı ses ve görüntüye, doğal sesin dışında efekt ve müziğe yer verilemez; görüntülerin arşiv veya canlandırma niteliği ile ajanslardan veya başka bir medya kaynağından alınan haberlerin kaynağının belirtilmesi zorunludur. i) Suçlu olduğu yargı kararı ile kesinleşmedikçe hiç kimse suçlu ilân edilemez veya suçluymuş gibi gösterilemez; yargıya intikal eden konularda yargılama süresince, haber niteliği dışında yargılama sürecini ve tarafsızlığını etkiler nitelikte olamaz. j) Haksız çıkarlara hizmet eden ve haksız rekabete yol açan unsurlar içeremez. k) Siyasî partiler ve demokratik gruplar ile ilgili tek yönlü veya taraf tutar nitelikte olamaz. l) Genel sağlığa, çevrenin ve hayvanların korunmasına zarar verecek davranışları teşvik edemez. m) Türkçenin, özellikleri ve kuralları bozulmadan doğru, güzel ve anlaşılır şekilde kullanılmasını sağlamak zorundadır; dilin düzeysiz, kaba ve argo kullanımına yer verilemez. n) Müstehcen olamaz. o) Kişi veya kuruluşların cevap ve düzeltme hakkına saygılı olmak zorundadır. ö) Bilgi iletişim araçları yoluyla yarışma veya lotarya içeremez, dinleyici ve seyircilere ikramiye verilemez veya ikramiye verilmesine aracılık edemez. p) Medya hizmet sağlayıcı tarafından yapılan veya yaptırılan anket ve kamuoyu yoklamalarının, hazırlık aşamasından sonuçların ilânına kadar noter nezaretinde gerçekleştirilmesi zorunludur. r) Kişileri fal veya batıl inançlar yoluyla istismar edemez. s) Toplumsal cinsiyet eşitliğine ters düşen, kadınlara yönelik baskıları teşvik eden ve kadını istismar eden programlar içeremez. ş) Şiddeti özendirici veya kanıksatıcı olamaz. t) (Ek: 2/1/2017-KHK-680/18 md.) Terör eylemini, faillerini ve mağdurlarını terörün amaçlarına hizmet edecek sonuçlar doğuracak şekilde sunamaz. (2) Radyo ve televizyon yayın hizmetlerinde, çocuk ve gençlerin fiziksel, zihinsel veya ahlakî gelişimine zarar verebilecek türde içerik taşıyan programlar bunların izleyebileceği zaman dilimlerinde ve koruyucu sembol kullanılsa dahi yayınlanamaz. (2) (3) İsteğe bağlı yayın hizmeti sağlayıcıları, çocuk ve gençlerin fiziksel, zihinsel veya ahlakî gelişimini olumsuz etkileyebilecek nitelikteki yayın hizmetlerinin, bunların bu tür hizmetleri normal şartlar altında duymayacakları ve görmeyecekleri şekilde sunulmasını sağlamakla yükümlüdür. (4) (Ek: 17/4/2017-KHK-690/60 md.) Radyo ve televizyon yayın hizmetlerinde, arkadaş bulma amacıyla kişilerin tanıştırıldığı ve/veya buluşturulduğu türden programlara, takviye edici gıdalar ve benzeri destekleyici ürünler de dâhil olmak üzere herhangi bir ürünün ilgili mevzuatına aykırı olarak sağlık beyanıyla satışına, pazarlanmasına ve/veya reklamına, sohbet, arkadaşlık ve eş bulma hatlarının ve hizmetlerinin tanıtımına yer verilemez. Katma değerli elektronik haberleşme hizmet numaraları, yerel aranır numaralar, benzeri özel içerikli hizmetlere ilişkin numaralar ile özel ücrete tabi diğer sabit ve mobil numaralar kullanılmak suretiyle, izleyici ve dinleyicileri yanıltıcı ve/veya haksız kazanca neden olacak şekilde yarışma, çekiliş, lotarya ve benzeri adlar altında ödül ve ikramiye taahhüt edilemez ve bu yöntemle ürün tanıtımı, satışı ve pazarlaması yapılamaz.

[3] Ayrıntılı bilgi için bkz: Paçacı, G., (1994), “Dar-ül Elhan ve Türk Musikisinin Gelişimi”, Tarih ve Toplum, Sayı 121, s.48-55

[4] Kocabaşoğlu, bu yasaklama biçimi ve yasağın kapsamına ilişkin farklı görüşler olduğunu ifade etmektedir (1980: 92). Olayı gazetelerden aktaran Müzik ve Sanat Hareketleri dergisi şu şekilde anlatmaktadır: “Dahiliye Vekaleti bugün Büyük Millet Meclisi’nde Gazi Hazretlerinin alaturka musikisi hakkındaki irşatlarından ilham alarak, bu akşamdan itibaren radyo programlarından alaturka musikisinin tamamen kaldırılmasını ve yalnız Garp tekniği ile bestelenmiş musiki parçalarının Garp tekniğini bilen sanatkarlar tarafından çalınmasını alakadarlara bildirmiştir (akt, Kocabaşoğlu, 1980: 92).

[5] Halk müziği derleme çalışmaları ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Balkılıç, Ö., (2009), Cumhuriyet, Halk ve Müzik, Türkiye’de Müzik Reformu, Ankara, Tan Kitabevi

[6] Ahıska, halk müziğinin derlenmesi ve işlemden geçirilerek yayınlanması sürecine eşlik eden “Türkleştirme”yi saptarken, Necmi Erdoğan, derleme işleminin bizzat kendisinin homojenleştirici ve Türkleştirici sonucuna dikkat çekmektedir (1998). Düzenlenen ve yeniden yazılan türkülerin, masalların, hikâyelerin altına atılan “Türk halkı” imzasıyla, çeşitli toplumsal, yerel, etnik vs. dillerin, üslupların ve “varyantların” aynı milli potada eritilerek tek ve homojen bir “halk”ın icat edilmesine hizmet etmektedir (1998). “Zira bu anlatılar ne denli aslına uygun bir şekilde yazıya aktarılmış olursa olsunlar, bizzat derleme ediminin kendisi muhayyel bir cemaat adına gerçekleşmiştir (1998).”

[7] Müzik piyasası konusunda bir tartışma için bkz: Çakmur, B., “Türkiye’de Müzik Üretimi”, Toplum ve Bilim, 2002,S.94, Güz, s.50- 69

[8] Bkz: Akan, N., (2012), Platon’da Müzik, İstanbul, Bağlam Yayınları

KAYNAKÇA

Ahıska, M., (2005), Radyonun Sihirli Kapısı, İstanbul, Ayrıntı Yayınları

Akan, N., (2012), Platon’da Müzik, İstanbul, Bağlam Yayınları

Ayas, G., (2014), Musiki İnkılabının Sosyolojisi, Klasik Türk Musiki Geleneğinde Süreklilik ve Değişim, İstanbul, Doğu Kitabevi

Balkılıç, Ö., (2009), Cumhuriyet, Halk ve Müzik, Türkiye’de Müzik Reformu, Ankara, Tan Kitabevi

Behar, C., “Ziya Gökalp ve Türk Musikisi”, Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, 1985, C.5

Chatterjee, P., (1996), Milliyetçi Düşünce ve Sömürge Dünyası, İstanbul, İletişim Yayınları

Çakmur, B., “Türkiye’de Müzik Üretimi”, Toplum ve Bilim, 2002,S.94, Güz, s.50- 69

Erdoğan, Necmi, “Popüler Anlatılar ve Kemalist Pedagoji”, Birikim Dergisi, 1998, Sayı 105-106 (erişim: www.birikimdergisi.com)

Hür, A., Cumhuriyetin Üvey Evladı: Halk Türküleri, Radikal, 11.08.2013

Jusdanis, G., (1998), Gecikmiş Modernlik ve Estetik, İstanbul, Metis Yayınları

Kocabaşoğlu, U., (1980), Şirket Telsizinden Devlet Radyosuna: TRT Öncesi Dönemde Radyonun Tarihsel Gelişimi ve Türk Siyasal Hayatındaki Yeri, Ankara, A.Ü. SBF Yayınları

Paçacı, G., “Dar-ül-elhan ve Türk Musikisi’nin Gelişimi I”, Tarih ve Toplum, 1994, C.21, S.121, Ocak, s. 48-55

Williams, R., (1990), Marksizm ve Edebiyat, İstanbul, Adam Yayınları