Zor Zamanlarda Devrim

2011’deki Arap ayaklanmaları siyasi çağımızın ruhunu yeniden tanımlayabilecek, dünyayı değiştiren hadiseler olarak görülüp, göklere çıkartılmıştı. Küresel İşgal Hareketi’nin de kısa bir süre sonra takip ettiği bu çarpıcı kitlesel ayaklanmalar, izleyenlerde bazı ufak şüphelere neden oldu: Benzeri görülmemiş bir fenomene tanıklık ediyorlardı —’tamamen yeni bir şey,’ ‘açık uçlu,’ ‘isimsiz bir hareket;’ kurtuluşa giden yeni yolu müjdeleyen devrimler. Alain Badiou’ya göre Tahrir Meydanı ve orada yer alan tüm aktiviteler —mücadele etmek, barikat kurmak, kamp kurmak, münazaralar gerçekleştirmek, yemek hazırlamak ve yaralı bakımı— geleneksel liberal-demokrat ya da otoriter devlete bir alternatif olarak öne sürülen ‘hareketin komünizmi’ni tesis etti. Bu, yeni bir politika yapma şeklinin habercisi olan evrensel bir kavramdı —gerçek bir devrim. Slavoj Žižek’e göre hegemonik örgütler, karizmatik liderlikler veya parti aygıtları olmaksızın sadece ve sadece bu tür ‘tamamen yeni’ siyasal hareketler onun ‘Tahrir’in büyüsü’ olarak adlandırdığı şeyi gerçekleştirebilirdi. Hardt ve Negri için Arap Baharı, Avrupa’daki indignado(Öfkeliler) ve ABD’deki Wall Street’i İşgal Et protestoları ‘gerçek demokrasi’ye olan kitlesel bir özlemi ifade ediyordu: Kurumsal kapitalizm tarafından giyile giyile eskitilen, artık ümit vadetmeyen liberal çeşitliliğin yerini alabilecek, farklı bir kurumsal yapı. Özetle, bu hareketler ‘yeni küresel devrimler’i tarif etmekteydi.[1] 

Elbette ‘yeni’; fakat bu ‘yenilik’ bize siyasi karışıklıkların doğası hakkında ne anlatıyor? Onlara ne gibi bir değer atfediyor? Kendinden emin, övücü değerlendirmeler ABD ve Avrupa’da yayılmaktayken, Arap önderleri ‘devrimleri’nin geleceği konusunda umutsuz, muhafazakâr yeniden yapılanmanın tehlikesi karşısında ise matem sessizliği içerisindeydiler, bir nevi bedavacılar[2] tarafından gasp edilmişlerdi. Tunus, Mısır ve Yemen’deki diktatörlerin düşüşünden iki yıl sonra, devlet kurumlarında ya da eski elit tabakanın seçmen grupları üzerindeki etkisinde pek fazla bir değişim görülmeyecekti. Polis, ordu ve yargı; devlet kontrolündeki medya; sermaye grupları ve eski iktidar partilerinin kliyentalist ilişki ağları —az ya da çok— sağlam kaldılar. Mısır’ın geçici askeri yönetiminin grev yasağı koyması ve askeri mahkemeler karşısına 12.000’den fazla eylemciyi çıkarması da bu “devrimlerin” karakteri konusunda tuhaf olan bir şeylerin olduğunu göstermekteydi.

Eğer devrimi, en azından, alttan gelen halk hareketleri doğrultusunda bir devletin hızlı ve radikal dönüşümü olarak görüyorsak, bir anlamda, bu çelişkili —övmek ve matem tutmak— tepkiler, Arap ‘devrimleri’nin paradoksal realitesini yansıtıyordu. Fikirlerdeki kutuplaşma devrimin iki önemli boyutu —hareket ve değişim— arasındaki derin ayrışmayı göstermektedir. Şenlikli anlatılar ağırlıklı olarak ‘hareket olarak devrim’ üzerine odaklanıyordu —altrüizm ve ortak amacın büyük fedakârlıklar ve dayanışma üzerine olan çarpısı kesitleri: Tahrir komüniteleri. Her devrimsel harekette tutum ve davranışlar aniden değiştiğinde, ilgiler böyle olağanüstü anlar üzerinde toplanıyor: Mezhep ayrımları kayboluyor, toplumsal cinsiyet eşitliği egemen oluyor, bencillik azalıyor; halk kitleleri aktivizm, öz örgütlenme ve demokratik karar alma süreçlerindeki yenilikler için kayda değer bir dirayet gösteriyor. Bu sıra dışı kesitler kesinlikle vurgulanmayı ve dikkate alınmayı hak ediyor; ancak ‘hareket olarak devrim’ üzerine odaklı kalmak, bu ‘devrimler’in değişim koşullarının tuhaf doğasının ve diktatörlerin koltuklarından feragat ettikleri günün ertesinde ne olacağı konusunun karanlıkta kalmasına neden olmaktadır. Ve hatta, yeni siyasal çağda büyük ayaklanmaların ve özgürlükçü ütopyaların bölük pörçük projelere, geçici önlemlere ve gevşek yatay ilişkilere evirilmesiyle şekillenen bu hareketlerin çelişkisini gözden kaçırmamıza bile neden olabilir.

DÖNÜŞTÜRÜCÜ STRATEJİLER

Biz gerçekten de devrimci zamanlarda mı yaşıyoruz? Bir bakıma öyle. Liberal Batı demokrasisindeki kriz ve dünyanın birçok yerinde hesap verebilir hükümet yetersizliği; artan eşitsizliğe ve neo-liberal döneme maruz kalmış yetenekli ve eğitimli tabakalar da dahil olmak üzere dünya nüfusunun büyük bir bölümünü etkileyen yoksunluk duygusu ile birleşerek gerçek bir siyasal çıkmaza girilmesine sebep oldu ve bu da şiddetli bir değişim ihtiyacı yarattı. On yıl kadar önce, David Harvey bu keyifsiz durumu bir Komünist Manifesto’ya her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğumuzu[3] ifade ederek gösterecekti. Fakat o zaman olduğu gibi şimdi de esaslı bir dönüşüm için gerekli vasıta ve vizyona sahip olmayan bir dünyanın devrim ihtiyacı içerisinde olması, onun bunu gerçekleştirebilecek kapasiteye sahip olduğu anlamına gelmez. Başka bir ifadeyle, devrimci zamanlardan çok, paradokslar dönemi içerisinde olabiliriz. ‘Değişim olarak devrim’ —devletin hızlı ve radikal dönüşümü— ihtimali zayıf düştüğünde, ‘hareket olarak devrim’ göz alıcıdır. Arap dünyasındaki ayaklanmalar bu anomaliyi açığa çıkardı. Yörüngelerinin —devrimci savaşlar olarak nitelenen ve sonra askeri dış müdahalelerin aracı haline gelen Suriye ve Libya örnekleri hariç— siyasal değişim için bilinen yolların hiçbirine benzememesi şaşırtıcı değildir: Reform, isyan ya da içten infilak. Hepsinin kendilerine ait birer karakteri var gibi görünüyor.

Tarihsel olarak, reformist bir strateji izleyen sosyal ve siyasal hareketler, görevdeki rejime baskı yapmak için genellikle devletin mevcut kurumlarını kullanarak bir mücadele yöntemi kullanırlar. Muhalefet hareketi toplumsal gücüne güvenerek —halkın hareketliliği— siyasal eliti kanunlar ve kurumlar konusunda reform yapmaya zorlar; bunun için de genellikle müzakere edilebilir bir çeşit pakt kullanır. Değişim, mevcut siyasal düzenlemeler çerçevesinde gerçekleşir. 1980’lerde Brezilya ve Meksika gibi ülkelerdeki demokrasiye geçiş bu niteliktedir. İran’ın Yeşiller hareketi önderliği de benzer reformist bir yol izliyor. Bu yörünge içerisindeki reformların derinliği ve kapsamı değişebilir: Değişim yüzeysel kalabilir; fakat yasal, kurumsal ve siyasal-kültürel kümülatif reformlar biçimini alması halinde çok derin bir hal de alabilir.

İsyanlar, oldukça geniş bir zaman periyodu boyunca inşa edilmiş ve kabul görmüş, yeni bir siyasal düzen tahayyülü içinde liderlik ve örgütsel yapılar geliştiren devrimci bir hareketi gerektirir. Mevcut rejim herhangi bir değişime direnmeye yönelik polisleri veya askeri aparatları devreye soktuğunda, içeriden ayrılmalar meydana gelerek hükümet bloğu bölünmeye başlar. Devrimci taraf ilerleme kaydeder, ayrılanları kendine çeker, gölge hükümet kurar ve alternatif iktidar yapıları inşa eder. Bu, devletin kendi topraklarını yönetme kabiliyetini yok eder ve böylece rejim ve muhalefet arasında Lenin, Mao, Castro, Humeyni, Wałesa veya Havel gibilerinin kalıbında, karizmatik bir liderin önde yürüdüğü ‘ikili iktidar’ durumu meydana gelir. Devrimin başarılı olduğu yerlerde, ikili iktidar durumu devrimci kampın güç kullanarak iktidarı ele geçirdiği isyancı çatışma ile son bulur; otoritenin eskimiş organları çıkarılır ve yerine yenileri yerleştirilir. Burada, yeni kadrolar, yeni bir ideoloji ve alternatif yönetim biçimiyle birlikte gelen devletin kapsamlı bir revizyonu söz konusudur. 1959 Küba devrimi ya da her ikisi de 1979’da gerçekleşen Nikaragua’daki Sandinista devrimi ile İran devrimi bu isyancı sürece örnek oluşturuyor. Kaddafi rejimi, Geçici Ulusal Konsey (NTC) önderliğinde devrimci bir ayaklanma ile karşı karşıya kalmış; NATO’nun desteğiyle Geçici Ulusal Konsey kurtardıkları Bingazi’den Trablus’u ele geçirmeye yönelmişti.

Üçüncü bir ihtimal daha mevcuttur: ‘Rejimin içten infilakı.’ Ayaklanmalar; grev ve diğer sivil itaatsizlik yöntemleri ya da sermayenin kademeli olarak kuşatılacağı devrimci bir savaş yoluyla ivme kazanabilir; böylelikle rejim en sonunda içten infilak ederek aksaklıklar, siyasal ayrılıklar ve tüm sorunlar arasında çöker. Kargaşa ve düzensizlik durumunda, enkazın yerine, çoğunlukla alternatif konumdan seçkinler tarafından kamu görevleri konusunda tecrübesiz insanlar ile yeni kadrolar oluşturulur ve alelacele yeni iktidar organları şekillendirilir. Çavuşesku’nun Romanya’daki rejimi 1989’da şiddet ve siyasi kaos ortamında infilak etti. Ancak bunu başaran Ion Iliescu liderliğinde yeni kurulmuş olan ve çok farklı bir siyasal, ekonomik düzen öneren Ulusal Kurtuluş Cephesi idi. Hem ayaklanma hem de içten infilak durumunda siyasal sistemi dönüştürme girişimleri, var olan devlet kurumları yoluyla değil, onların dışındaki kurumlarla yapılır —reformist yöntemin aksine.

NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIR HAREKETLER

Mısır, Tunus ve Yemen’deki ‘devrimler’ bu yolların hiçbirine benzememektedir. Dikkate değer ilk özellikleri hızlarıdır. Mısır ve Tunus’taki güçlü, kitlesel ayaklanmalar bazı erken sonuçlar elde etti: Tunuslular bir aylık bir süreçte ve Mısırlılar da sadece on sekiz gün içinde uzun süredir var olan otoriter liderlerinden ve onlarla ilişkili çok sayıdaki kurumdan —siyasi partiler, yasama organları ve bir dizi bakanlık da dahil— kurtulmayı başardılar. Üstelik çeşitli reform ve anayasal değişiklik sözü kendilerine verilmişken. Bu kazanımlar sahip olunan nispi standartlar, sivil ve barışçıl tavırlar yanında hızlı bir tutum sayesinde elde edildi. Ancak bu erken zaferler sonucunda, —Yemen ve Libya’daki uzatmalı ayaklanmalar ya da hala devam etmekte olan Bahreyn ve Suriye’deki isyanlardan farklı olarak— muhalefet için kendi paralel hükümet organlarını inşa edebilmeleri için çok az zaman kalmış oldu, eğer gerçekten asıl niyetleri bu idiyse. Bunun yerine, devrimciler esaslı reformlarla rejimin köklü kurumlarını —örneğin; Mısır ordusu— devrimin lehine dönüştürmek istiyorlardı: Anayasayı değiştirmek, genel seçime gitmek, siyasi partilerin özgürlüğünü garanti etmek ve demokratik yönetimi anayasallaştırmak. Söz konusu devrimlerin temel anomalisi bu noktada ortaya çıkıyor: Muazzam bir sosyal prestij elde edip, onun tadını çıkardılar, fakat idari mercii açısından yoksundular. Kayda değer bir egemenlik seviyesine ulaştılar, lakin ona sahip olamadılar. Böylece çöken rejimler az ya da çok sağlam kalmaya devam etti; Devrimin iradesini somutlaştırabilecek çok az yeni devlet kurumu ya da yeni hükümet aracı vardı. Yeni yapılar ortaya çıktıkça, bunlar devrimciler tarafından değil, diktatörlüklere karşı mücadeleler başladığında, liderleri çoğunlukla kenara sinmiş, fakat geleneksel olarak iyi örgütlenmiş siyasal akımlar yani ‘bedavacılar’ tarafından devralındı.

1989’un Orta ve Doğu Avrupa devrimlerinin şaşırtıcı derecede hızlı cereyan ettiği ve çoğunlukla şiddet içermediği doğrudur: Doğu Almanya’da 10 gün, Romanya’da ise sadece 5 gün sürmüştü. Dahası; Mısır, Yemen ve hatta Tunus’un aksine, ulusal siyasi ve ekonomik sistemlerinin tam bir dönüşümünü gerçekleştirdiler. Simgelemsel olarak, bunu, halkın sahip olduğu —tek partili komünist devlet, planlamacı ekonomi— ile istedikleri —liberal demokrasi ve piyasa ekonomisi— arasındaki farkın çok radikal olduğunu söyleyerek açıklayabiliriz, ki değişim yörüngesi devrimci olmak zorundaydı; yetersiz, yüzeysel reformlar kolayca tespit edilip, karşı konulabilecekti.[4] Bu, Mısır veya Tunus’taki ‘değişim’, ‘özgürlük’ ve ‘sosyal adalet’ taleplerinin üstünkörü tanımlandığı ve hatta bu taleplerin karşı-devrim tarafından bile tahsis edilebileceği kalıptan tamamen farklıydı. Bu anlamda, Mısır ve Tunus’un deneyimleri, Gürcistan’ın 2003’teki ‘Gül Devrimi’ ya da 2004-05 yılları arasında cereyan eden Ukrayna’nın ‘Turuncu Devrimi’ ile daha yakın bir ilişki içeriyordu; her iki durumda da büyük ve süreğen bir halk hareketi yolsuzluk yapan yöneticileri aşağıya indirdi. Aslına bakılırsa, bu örneklerde izlenilen yörünge devrimci olmaktan ziyade reformcu olmuştur.

Yine de, Arap dünyasındaki ayaklanmaların daha fazla umut vaat eden bir yanı vardı. Bu onları Gürcistan veya Ukrayna’daki protestolardan daha eksiksiz kılan ve daha uzağa götüren güçlü devrimci bir yoldu. Tunus ve Mısır’daki diktatörlerin ve onlara ait baskı rejimlerine ait aparatların tasfiyesi vatandaşlar için, bilhassa da alt sınıflardan gelenler için, kendilerini öne sürmek ve toplumlarını iyileştirmek için benzeri görülmemiş bir alan açtı. Birçok devrimci durumda olduğu gibi, muazzam bir enerji açığa çıkarıldı ve benzersiz bir yenilenme hissi kamusal alanı dönüştürdü. Yasaklı siyasal partiler tekrar gün yüzüne çıktı ve yerlerine yeni siyasal partiler kuruldu —Mısır’da en az 12 tane, Tunus’ta ise 100’ün üzerinde. Toplumsal örgütlerin sesleri daha fazla çıkmaya başladı ve kayda değer halk girişimleri faaliyete geçmeye başladı. Zulüm ve işkence tehdidinin kaybolmasıyla birlikte işçi sınıfı kendi hakları için mücadele ediyordu; yasal olmayan grev ve iş yavaşlatmalar ortalığı kırıp geçiriyordu. Tunus’ta ise var olan sendikalar daha belirgin bir rol üstlenmişti.

Mısır’daki işçiler yeni, bağımsız sendikalar için çaba göstermişti. 25 Ocak Devrimi İşçi Koalisyonu devrimin ilkelerini savunuyordu: Değişim, özgürlük, sosyal adalet. Küçük çiftçiler bağımsız sendikalar için çağrı yapmıştı. Kahire’nin gecekondu sakinleri ilk özerk örgütlerini kurmaya başlamış; gençlik grupları yoksul yerleşim yerlerini geliştirmek için mücadele etmiş, sivil projeleri üstlenmiş ve onurlarını geri istemiştiler. Öğrenciler, Milli Eğitim Bakanlığının müfredatını gözden geçirmesini talep etmek için sokaklara döküldü. Devrim sonrası anlamlı reformları hayata geçirebilmek adına otoritelere baskı yapmak amacıyla yeni gruplar kuruldu —Mısır’da, Tahrir Devrim Cephesi; Tunus’ta, Devrimin Hedeflerini Gerçekleştirmek İçin Yüksek Organ. Elbette bunlar olağanüstü zamanlara özgü halk seferberliğinin düzeylerini temsil ediyordu. Ancak sıra dışı özgürlük hissi, kendini gerçekleştirme isteği, adil bir toplumsal düzenin hayali, kısaca ‘yeni olanın’ arzusu, bu devrimlerin ruhunu tanımlayan şeydi. Bu kitlesel sosyal katmanlar kendi seçkinlerinden daha çok ilerledikçe, devrimlerin en büyük anomalisi açığa çıktı: ‘Yeni’ için olan devrimci tutku ile ‘eski’ye demir atmaya kadar varabilecek reformist bir gidişat arasındaki tutarsızlık.

REFORMSU DEVRİMLER?

Mübarek ve Ben Ali’nin tasfiyesinden iki yıl sonra, Arap dünyasındaki ayaklanmalardan anlamlar çıkarmaya nasıl devam edeceğiz? Şimdiye kadar, Ürdün ve Fas monarşileri küçük siyasi reformları tercih ettiler; Fas’taki anayasa değişikliği, parlamentoda çoğunluk olan parti genel başkanına hükümeti kurma yetkisi verdi. Suriye ve Bahreyn’de rejimlerin zora başvuran şiddetine karşı başlayan uzun süreli çatışmalar ayaklanmaları isyancı bir yörüngeye itti ve sonuçlar gün yüzüne çıkmadı. Libya’daki rejim vahşiyane bir devrimci savaşta devrildi. Fakat Mısır, Yemen ve Tunus’taki ayaklanmalar ne kendiliğinden “devrim” ne de sadece “reform” önlemleri olarak nitelendirilebilecek belirli bir gidişatı izledi. Bunun yerine ‘reformsu devrim’lerdan söz etmek mantıklı olabilir: Mevcut rejimin kurumlarında ve bu kurumlar içerisinde çeşitli reformları amaçlayan devrimler.[5]

Hâl böyle olunca, ‘reformsu devrimler’ paradoksal gerçekleri cisimleştirir. Sistemli geçişleri sağlama, şiddetin, yıkımın ve kaosun —değişimin maliyetini çarpıcı biçimde artıran kötülükler— önüne geçme avantajına sahiptirler. Böylece devrimci aşırılıklar, ‘terörün saltanatı’ ve yargısız infazlar önlenebilir. Bununla birlikte, sistematik reformlar ve toplumsal paktlar yoluyla gerçekleşebilecek bir dönüşüm olasılığı, sistematik olarak mücadele eden toplumsal örgütlerin —halk katmanları, sivil toplum örgütleri, sendikalar, toplumsal hareketler, siyasi partiler— devamlı hareketliliğine ve ihtiyatına bağlı olacaktır. Aksi takdirde, ‘reformsu devrimler’ karşı-devrimci yenilenmenin tehlikesini eksiksiz olarak taşır, çünkü devrim onu devlet egemenliğinin kilit kurumları haline getirememiştir. Halk ayaklanmalarının gaddarlığıyla yaralanan, umutsuzca tekrar toparlanmaya çalışan, sabotaj ve kara propaganda ile kundaklanan bir manzarayı hayal edenler olabilir. Yenilen elitler bir önceki rejim altında geçirilen ‘güvenli zamanlar’ nostaljisi üretmek adına korku ve kinizm yayarak kaos ve istikrarsızlığı yürürlüğe sokabilirler. Eski devlet erkanı ve parti apparatçikleri, başyazarlar, güçlü iş insanları, incinmiş güvenlik ve istihbarat elemanları işleri kendi lehlerine çevirmek için güç ve propaganda aygıtlarının içine nüfuz edebileceklerdir.

Yemen’de, her ne kadar yenilenmiş bir özgürlük duygusu ve bağımsız aktivizm, siyasi reformları zorunlu kılmış olsa da, eski rejimin temel unsurları el değmemiş olarak kaldı. Tunus’un eski yönetici kesimleri ve para oligarkları, siyasal gruplar ve ticaret örgütleri ile olan yoğun ilişkileri aracılığıyla geri dönüp savaşmak ve gerçek değişimleri engellemek için hazırlanmaktadır. Mısır’da, Mısır Silahlı Kuvvetleri Yüksek Konseyi (SCAF) geniş çaplı baskıdan, çok sayıda devrimciyi hapsetmekten ve önemli muhalefet örgütlerini kapatmaktan müsebbipti. Yenilenme ya da sadece yüzeysel değişim tehlikesi devrimci coşku yatıştıkça daha da ciddi bir hal alır, normal yaşam yeniden başlar ve halk günden güne inancını yitirir —Arap dünyasının siyaset sahnesinde gün yüzüne çıkmaya başlamış olan durumlar.

DEĞİŞİK ZAMANLAR

Neden Arap dünyasındaki ayaklanmalar, Suriye ve Libya’daki istisnaları da dahil olmak üzere ‘reformsu devrimci’ bir karaktere büründü? Neden eski rejimin temel kurumları değişmeden kaldı ve devrimci güçler ise bir kenara itildi? Kısmen diktatörlerin çok süratli çöküşüyle alâkalıydı. Bu durum iktidar yapısında kayda değer bir değişiklik olmaksızın, devrimlerin sona ererek hedeflerine ulaştığı izlenimini vermişti. Görüldüğü üzere, bu hızlı ‘zafer’, hareketlerin alternatif iktidar organları kurmalarına, hatta bunu amaçlamalarına bile pek fırsat bırakmadı. Bu anlamda bunlar kendi kendilerini sınırlayan devrimlerdi. Ancak bu oyunda başka bir şey vardı: Devrimciler iktidarın dışında kaldı, çünkü devleti devralmayı planlamıyorlardı. Daha sonraki aşamalarda, buna ihtiyaç duyduklarını fark ettikleri zaman, hem eski rejimden hem de ayaklanmada sınırlı bir rol oynamakla birlikte örgütsel olarak iktidara hazır olan Müslüman Kardeşler ya da Selefiler gibi ‘bedavacılar’dan kontrolü ele geçirmek için gerekli olan siyasal kaynaklardan —organizasyon, liderlik, stratejik— vizyon yoksundular. Arap ayaklanmaları ve onların 20. yüzyıldaki öncülleri arasındaki asıl fark; oldukça değişmiş ideolojik zamanlarda ortaya çıkmış olmalarıydı.

1990’lı yıllara kadar üç büyük ideolojik gelenek, temel bir değişimin stratejisi olan ‘devrim’in hamilleriydi: Anti-kolonyal milliyetçilik, Marksizm ve İslamcılık. İlki, Fanon, Sukarno, Nehru, Nasır ya da Ho Chi Minh’in fikirlerine yansıdığı gibi bağımsızlık sonrası toplumsal düzeni, eski kolonyal sisteminin ve ‘komprador’ burjuvazinin siyasi ve ekonomik hakimiyetinin reddi olan bir yenilik olarak tasarlıyorlardı. Yerine getirebilme kabiliyetinden oldukça uzak oldukları vaatlere rağmen post-kolonyal rejimler eğitim, sağlık, toprak reformu ve sanayileşme alanında —ulusal kalkınma sözleşmeleri içerisinde beyan edilen önlemler— önemli ilerleme kaydettiler: Mısır’da al-Mithaq (1962), Tanzanya’da Arusha Deklarasyonu (1967) ve Mwongozo prensipleri (1971). Bunların temel başarıları devlet inşasının içerisinde yatıyor: Ulusal idare, altyapı, sınıf oluşumu. Ancak, milliyetçi hükümetler servetin ve gelirin adil bölüşümünde başarısız oldukları için meşruiyetlerini kaybetmeye başladılar. Eski anti-kolonyalist devrimciler post-kolonyal düzenin yöneticilerine dönüştüklerinde, verdikleri sözleri yerine getirmekte büyük oranda başarısız oldular. Çoğu örnekte, milliyetçi hükümetler eğer askeri darbeler veya emperyalist entrikalar sonucu yıkılmadıysalar, borçları nedeniyle kendilerinden neo-liberal politikalara uygun yapısal düzenlemeler yapması istenilen baskı rejimlerine dönüştüler. Bugün halen ulusal bağımsızlıkları için mücadeleye devam eden Filistin hareketi sanırım bunların sonuncusudur.

Şüphesiz, Marksizm Soğuk Savaş döneminin en önemli devrimci akımıydı. Vietnamlı ve Kübalı devrimciler radikallerden oluşan bir kuşağa ilham verdiler: Che Guevara ve Ho Chi Minh sadece Asya, Latin Amerika ve Orta Doğu’da değil, ABD, Paris, Roma ve Berlin’deki öğrenci hareketleri içerisinde de birer ikonik figür haline geldiler. Gerilla hareketleri 1960’ların radikalizmini simgeler hale geldiler. Gerilla hareketleri Lumumba’nın öldürülmesinden ve Güney Afrika’daki Apartheid’in sertleşmesinden sonra Afrika’da yükseliş gösterdi. 70’lerde “Marksist-Leninist” devrim dalgası Mozambik, Angola, Gine-Bissau ve başka yerlerde sömürge yönetimlerini devirdi. Guevara tarafından düzenlenen foko stratejisi Latin Amerika’da meyvelerini vermese de, 1970’lerin sonlarına doğru Grenada ve Nikaragua’da başarılı ihtilaller görüldü, El Salvador da bu devrimci ilerleyiş için diğer muhtemel adaylardan biri olarak görülüyordu. Bağımsızlık teolojisi, kiliseye bağlı olmayan Katoliklere ve hatta ruhban sınıfının üyelerine bile mücadeleye katılmak için ilham verdiğinde Latin Amerikalı radikaller yeni bir müttefik buldular. Ortadoğu’da, Ulusal Kurtuluş Cephesi İngilizleri Aden’den çıkardı ve Güney Yemen Halk Cumhuriyeti’ni ilan etti; sol görüşlü gerillalar İran, Umman ve işgal altındaki Filistin topraklarında önemli bir rol oynadı. Bu devrimci hareketlerin Batı’nın entelektüel iklimi üzerindeki etkisi yadsınamazdı; 1968’de gençlerin, öğrencilerin, işçilerin ve entelektüellerin dünya çapındaki isyanının patlak vermesinde de payları vardı. 1974’te Karanfil Devrimi Portekiz’deki diktatörlüğü devirdi. Avrupa ve gelişmekte olan ülkelerdeki bazı Komünist Partiler gittikçe reformist (‘Avro-komünist’) bir seyre girerken, Marksist-Leninist gelenek içindeki kayda değer güçler devrim stratejisine bağlı kaldılar. Fakat bu tablo, Sovyet bloğunun çöküşüyle önemli ölçüde değişmiştir. Devrim kavramı, ‘devrimin’ ve planlamacı kalkınmanın da sonunu ima eden, 1980’lerin sonlarında Doğu Avrupa’daki anti-Komünist hareketler ve Batı’nın Soğuk Savaştaki zaferini takiben ‘reel sosyalizm’in terk edilmesiyle ortaya çıkan sosyalizminki kadar bütüncül bir yapıdaydı. Étatisme (devletçilik), kişisel özerkliğin ve inisiyatifin aşınmasına yol açtığı gerekçesiyle verimsiz ve baskıcı olarak nitelendirilmekteydi. Bu durum, devrim fikri üzerinde derin bir öneme sahipken, şimdilerde otoriterlik ve Komünist blokun başarısızlıklarıyla özdeşleşti. 1979-80’de Thatcher ve Reagan’ın zaferleri ile başlayan ve daha sonra dünyanın birçok bölgesinde egemen ideoloji olarak alan genişleten neo-liberalizmin gelişimi, bu söylem değişikliğinde merkezi bir rol oynamıştır. ‘Devlet’ ve ‘devrim’ hakkında konuşmak yerine, STO’lar, ‘sivil toplum’, ‘kamusal alan’ vb. konular üzerine tartışmalarda inatçı bir artış vardı —kısacası; reform. Aşamalı değişim, sosyal dönüşümün kabul edilebilir tek yolu haline gelmişti. Batılı hükümetler, yardım kuruluşları ve STK’lar bu yeni hakikati ısrarlı bir şekilde desteklediler. STK’ların Arap dünyasında ve gelişmekte olan ülkelerdeki büyüyüşü; toplumsal çıkarlar tarafından yönlendirilen sosyal aktivizmden, genel olarak rekabetçi dünyada, bireysel olarak kendi kendine yetmeye vurgu yapılan çarpıcı bir kaymayı gösteriyordu. Bu neo-liberal zamanlarda, özgürlük teolojisinin eşitlikçi tabiatı, kişisel çıkar ve biriktirme ruhuyla donatılmış Protestan Hıristiyanlığın küresel çapta yükselişine neden oldu.

Üçüncü gelenek, onun seküler mührünü taşımasa da, Marksizmin ideolojik rakibi olan devrimci İslam’dı. 1970’lerden itibaren militan İslamcı hareketler Seyyid Kutub’un fikirlerini Müslüman dünyasının laik devletlerine karşı olan savaşlarında resmettiler. Kutub’un kendisi, Hindistan Komünist Partisi’nin örgütsel ve siyasi stratejisinden etkilenmiş olan Hintli İslamcı lider Abul A’la Maududi’den çok şey öğrenmişti. Kutub’un 1964 yılındaki broşürü Yoldaki İşaretler, bir Müslüman öncü tarafından cahiliye devletlerini ele geçirip, gerçek bir İslami düzen kurmayı savunarak, Lenin’in Ne Yapmalı?’sının İslamcı muadili haline geldi. Broşür; Cihad, İslam Cemaati, Hizb-ut Tahrir ve Laskar Cihad gibi militan grupların stratejisine kaynak teşkil etti. Bazı eski solcular —Adel Hussein, Mustafa Mahmoud, Tarek El-Bishry— kendileriyle beraber Marksist-Leninist geleneği de beraberlerinde götürerek buradan İslamcı kampa saptılar. 1979 İran devrimi hem solcu fikirler ve hem de Kutub tarafından beslenmişti —Yoldaki İşaretler, mevcut ruhani lider Ayetullah Hamaney tarafından tercüme edilmişti. Marksist-Leninist Halkın Fedaileri Örgütü ve ‘İslamcı-Marksist’ Halkın Mücahitleri Örgütü Şah’ın diktatörlüğüne karşı muhalefetin radikalleştirilmesinde önemli bir oynadı. Daha da önemlisi, muhtemelen, Fransız solundan Georges Gurvitch’in öğrencisi olarak, ‘kutsal sınıfsız toplum’ çağrısı yapan, Marksist ve dini deyimleri harmanlayıp “devrim” hakkında tutkuyla konuşan popüler teorisyen Ali Şeriati idi.[6] Dolayısıyla, devrim kavramı hem Sünni hem de Şii biçimleriyle, militan İslamcılığın merkezindeydi. Bu gelenek, Müslüman Kardeşler gibi barışçıl yöntemlerle devletin devralınması için yeterli toplumsal desteğin inşa edilmesini arzulayan, seçim odaklı İslamcıların stratejisinin her zaman tam tersiydi.[7]

Ancak 2000’lerin başında, militan İslamcıların devrim konusundaki inancı da gücünü kaybetmişti. Örneğin, İran’da, bir zamanlar el üstünde tutulan ‘devrim’ dili, Muhammed Hatemi’nin 1997’deki başkanlık zaferinin vuku bulmasıyla birlikte yıkım ve aşırıcılıkla ilişkilendirilir hale gelmişti. İslamcılık —İslam’ı kapsamlı bir sistem olarak gören bir hareket olarak anlaşılmış ve tüm sosyal, politik ve ekonomik sorunlara çözüm önerileri sunarken, haklardan ziyade yükümlülükler üzerinde durmuştur— krize giriyordu. Muhalifler, diğerlerinin yanında İran’daki tutucuların, Pakistan’ın Cemaat-i İslami’sinin ve Endonezya’nın Laskar Jihad’ının desteklediği ‘İslam devleti’nin, uygulamada hem İslam’a hem de devlete zarar vermekte olduğunu savunuyorlardı. 90’ların sonu ve 2000’lerin başında post-İslamist eğilimler dediğim şeyin yükselişini gördüm. Bunlar hâlâ laik değil, dindar. Fakat, İslamcı siyaseti, dindar bir toplumu ve laik bir devleti destekleyip, haklarla dindarlığı aşamalı olarak birleştirerek aşmayı hedefliyorlar. Türkiye’nin AKP, Tunus’un Nahda Partisi ve Fas’ın Adalet ve Kalkınma Partisi gibi post-İslamist akımlar politik ve toplumsal değişime yönelik reformist bir yol izliyor; Soğuk Savaş sonrası dönemin —”sivil toplum”, hesap verebilirlik, şiddetsiz ve aşamalı bir yaklaşım— diline hakimler.[8]

AZALAN UMUTLAR

Arap ayaklanmaları, rakip ideolojilerinin —anti-kolonyal milliyetçilik, Marksizm-Leninizm ve İslamcılık— çöküşünün ‘devrim’ fikrini meşrulaştırdığı bir dönemde gerçekleşti. Bu, 1970’lerin sonlarında, İran’daki arkadaşlarımın ve benim, abartılı görünmesine rağmen sıklıkla başvurduğu bir kavramdı; Tahran’ın kuzeyindeki zengin mahallelerde bisiklet sürerken, Şah’ın sarayının nasıl ele geçirileceği ve zenginlerin konaklarının ne şekilde yeniden pay edileceği konusunda tahminlerde bulunmuştuk. Devrimin koşulları içerisinde düşünüyorduk bunları. Fakat, yeni binyılın Ortadoğu’sunda birilerinin mevcut şartlar içerisinde değişim hayal etmesi bile zor görünüyor. Aslında devrim hakkında hayal kurabilirlerdi, fakat sadece birkaç Arap aktivist gerçekten bir devrim için strateji geliştirmekteydi. Genel olarak, arzular reforma yönelikti veya mevcut siyasal düzenlemeler içerisindeki değişiklere. Tunus’ta neredeyse hiç kimse ‘devrim’i düşünmüyordu. Aslında, içlerinden birinin bana söylediği gibi Bin Ali’nin polis devleti altında Tunus entelijansiyası “siyasi ölüm” içerisindeydi.[9] Mısır’da ise Kefaya ve 6 Nisan Hareketi yenilikçi taktiklerine rağmen aslında reformistlerdi, bu durum devleti değiştirip dönüştürecek bir stratejileri olmayışından kaynaklanıyordu. Bu iki grubun aktivistlerinden bazılarının çoğunlukla seçim izleme, şiddet içermeyen protesto ve sosyal ağ-inşası konularında eğitim aldığı söylenmektedir. Sonuç olarak, devrimlerin ortaya çıkışıyla görülen şey tek başına devrim değil, ‘reformsu devrim’di —yani, mevcut rejimleri reformlar yapması için zorlayan devrimci hareketler—.

Halkın ‘devrim’i gerçekleştirmeye yönelik bir fikri olabilir veya olmayabilir; gerçekte ayaklanmaların meydana gelişiyle bunların teorileştirilmiş olmalarının pek bir ilgisi yoktur. İnsanlar bunu tasarlayıp planlayabilmelerine rağmen, isyanlar tasarlanamaz ve planlanamaz. Devrim ‘basitçe’ olur. Fakat, devrim hakkında fikir sahibi olunup olunmaması, onlar meydana geldiklerinde sonucu doğrudan etkiler. Arap dünyasındaki ayaklanmaların ‘reformsu devrimcilik’ karakteri, devrilen rejimlerin —ve bedavacıların, Müslüman Kardeşler’in, Selefilerin— temel kurumlarının ve çıkarlarının, anlamlı değişimler için olan talepleri engellemesi, nihayetinde ayaklanmaların yarım kalmış olduğunu ifade eder. Bu sonuç, adil ve onurlu bir gelecek için hayal kuranlar için acı verici olmalı.

20. Yüzyılın büyük devrimlerinin —Rusya, Çin, Küba, İran— otoriter rejimleri yıkıp, yerine hızlıca buna benzer otoriter ve baskıcı yapılar ortaya çıkarmaları belki biraz teselli edici olabilir. İdarede ve hükümette meydana gelen bozulmalar da radikal devrimci değişimin bir başka yan etkisidir. Kaddafi rejiminin şiddet yoluyla devrildiği Libya, Mısırlı ve Tunuslu militanlar için gıpta ile bakılacak bir gaye olamaz. Kaddafi’nin şiddeti ile Batılı çevrelerin Libya petrolü üzerindeki ilgisi birleştiğinde sonuç berbat ve yıkıcı oldu, NATO destekli ayaklanma eski despotik rejimin sonunu getirdi. Ancak, yeni yönetim henüz eskisinden daha şeffaf ve kapsamlı bir politika ortaya koyamamıştır. Geçici Ulusal Konsey (NTC) karar alma süreçlerini ve üyelerinin kimliğini gizli tutmayı tercih etmişti. İslamcılar ile laikler arasındaki iç bölünmeler, çeşitli militan gruplar üzerindeki etkin otoritenin yoksunluğu ve yönetim kabiliyeti eksikliği NTC’yi devleti yönetme konusunda yeterli donanımdan yoksun bırakmıştır.[10] Ülkede, yönetimin NTC’den seçilmiş sivil bir organa geçişinden önce ciddi sarsıntılar —güvenlikte, idarede ve temel altyapı çalışmalarının temininde— yaşanmıştır.

Mesele, radikal devrim fikrini küçümsemek değildir, çünkü bu deneyimlerin birçok olumlu yönü —en belirginleri arasında yeni bir özgürlük hissi, ifade özgürlüğü ve daha iyi bir gelecek için sınırlanmamış imkanlar— de vardır. Yine de şunu vurgulamak gerekir ki; baskıcı bir rejimin devrimci bir müdahale ile devrilmesi daha adil ve kapsayıcı bir düzeni garanti etmez. Nitekim, radikal ideolojik devrimler içerisinde otoriter bir yönetimin tohumlarını barındırabilir; devletin elden geçirilmesi ve karşıt düşüncenin yok edilmesi çoğulculuk ve siyasi rekabet için yeterli alan bırakmayabilir. Tersine, ‘reformsu devrim’ ise seçim demokrasilerinin güçlendirilmesi için daha iyi bir ortam yaratabilir, çünkü tanımı gereği burada devlet gücü tekelleştirilemez. Çoklu güç merkezlerinin —karşı devrimcilerinki dahil— oluşumu, yeni siyasi elitlerin aşırılıklarını etkisiz kılabilir. Böylece Mısır’ın Müslüman Kardeşler’i ve Tunus’un Nahda Hareketi, İran’da Hümeynicilerin devrim sonrası yaptıkları gibi gücü merkezileştirmekten uzak kaldılar. Çünkü, eski rejiminkiler de dahil olmak üzere bir dizi güçlü çıkar, aktif ve etkili kalmaya devam etmektedir.

Bu durumda Raymond Williams’ın The Long Revolution’da inşa ettiği hat boyunca bir başka ‘devrim’ anlayışını dikkate almak değerli olabilir —Bu ‘zor’ bir süreçtir, çünkü kompleks ve çok yönlüdür; ‘genel’ bir süreçtir, çünkü sadece ekonomik değil sosyal ve kültürel bir dönüşüm içerir; ve ‘insani’ bir süreçtir, çünkü ilişkilerin ve duyguların en derin yapısını ihtiva eder.[11] Sonuç olarak hızlı sonuçlar beklemek veya taleplerin yerine getirilmesi konusunda kaygılanmaktan öte, Arap dünyasındaki ayaklanmaları ‘uzun devrimler’ olarak görebiliriz. On ya da yirmi yılda meyve verebilecek bu süreçte, iktidar üzerine düşünmenin yeni bir biçimini ve yapılacak şeyleri tasarlamakta yeni yöntemler geliştirilebilir. Fakat, söz konusu olan yalnızca devrimlerin anlamsal olarak nasıl tanımlanabileceği endişesi değil, ayrıca iktidar yapılarının ve yerleşik menfaatlerin zorlu muammalarıdır. Bununla birlikte, süreç —‘uzun devrim’ ya da devletin köklü dönüşümü ile başlayan şey— önemli bir soruyu işaret eder: Eski, otoriter düzenden sonra anlamlı demokratik bir değişimin kapısını aralamak için harekete geçildiğinde, şiddet ve adaletsizlikten kaçınırken temel bir değişim nasıl sağlanabilir? Ne olursa olsun, kesin olan bir şey var: Baskıcı ‘eski’den, özgürleştirici ‘yeni’ye olan yolculukta hem kamusal alanda hem de özel alanda amansız mücadeleler ve süreğen halk hareketliliği olmadıkça yarı yolda kalınacaktır. Nitekim, ‘kısa devrim’ nihayete ermesine rağmen ‘uzun devrim’in başlaması zorunluluk ihtiva edebilecektir.

ÇEVİRİ: Ali DEĞİRMENCİ

Kaynak: Bayat, A. (2013). Revolution in bad times. New Left Review, 80 (March–April), 47-60.

DİPNOTLAR

[1] Keith Kahn-Harris, ‘Naming the Movement’, Open Democracy, 22 Haziran 2011; Alain Badiou, ‘Tunisia, Egypt: The Universal Reach of Popular Uprisings’, www.lacan.com adresinden de erişilebilir; Michael Hardt ve Antonio Negri, ‘Arabs are democracy’s new pioneers’, Guardian, 24 Şubat 2011; Paul Mason, Why It’s Kicking Off Everywhere: The New Global Revolutions, Londra: 2012, s. 65.

[2] Bayat, Bedavacı (Free-riders) terimini devrim sürecinde aktif rol oynamamış ancak devrim sonrası oluşan boşlukta iktidarı ele geçirmeyen çalışan grupları tanımlamak için kullanmakta (ç.n.).

[3] David Harvey, Spaces of Hope, Edinburgh: 2000.

[4] Almanya örneğinde, GDR’nin (German Democratic Republic) çökmüş devlet kurumları, FRG’nin (Federal Republic of Germany) hükümet fonksiyonları içerisinde kolayca eritilebilirdi.

[5] Bu terim; ‘reformsu devrim’, Haziran 1989’da Timothy Garton Ash tarafından Komünist otoriteler ile halk hareketlerinin liderleri arasındaki görüşmelerin sonucu olarak, Polonya ve Macaristan’daki siyasi reform görüşmelerinin ilk aşamasında ortaya atıldı: Timothy Garton Ash, ‘Refolution, the Springtime of Two Nations’, New York Review of Books, 15 Haziran 1989. Burada, terimi açıkça farklı bir biçimde kullanıyorum.

[6] Asef Bayat, ‘Shariati and Marx: A Critique of an “Islamic” Critique of Marxism’, Alif: Journal of Comparative Poetics, Sayı 10, 1990.

[7] İlginç bir şekilde, El-Kaide en militarist ve şiddet yanlısı grup olmasına rağmen devrimci olmayan bir öze sahiptir. Bunun sebebi onun dağınık ve ulus üstü hedeflerinden kaynaklanmaktadır, tıpkı ‘İslam’ı kurtarmak’ veya ‘Batıyla savaş’ amacı ve cihadı kendisi için bir son olarak görmesi gibi. Bkz. Faisal Devji, Landscapes of Jihad, Ithaca 2005.

[8] Asef Bayat, ed., Post-Islamism: The Changing Faces of Political Islam, New York 2013.

[9] Ayrıca bkz. Beatrice Hibou, The Force of Obedience, Cambridge 2011.

[10] Ranj Alaaldin, ‘Libya: Defining its Future’, (içerisinde) Toby Dodge, ed., After the Arab Spring: Power Shift in the Middle East?, Londra. 2012.

[11] Anthony Barnett, ‘We Live in Revolutionary Times, But What Does This Mean?’, Open Democracy, 16 Aralık 2011.