Ahmet Murat Aytaç: “Hakikatin kendinden menkul bir enerjisi yoktur, hakikati savunmak gerekir”

Dinçer Demirkent: Türkiye son dönemde en ünlüleri ‘Kabataş Yalanı’ olan birçok kamusal yalan ile yüz yüze geldi. Bizzat en üst düzey politikacılar tarafından dillendirilen inanılması güç, fantezi düzeyi yüksek birçok yalan… Başlangıç sorusunu soralım: Yalan söylemenin politika ile ilişkisi nasıl tanımlanabilir? İnsanların birbirlerini ‘kandırma’sı hali hangi düzeyde politikleşir?

Ahmet Murat Aytaç: Siyaset ve yalan ilişkisinin en çok öne çıkarıldığı alanlardan birini “devlet yalanları” oluşturur. Kabataş yalanı, bu yalan türünün çok bilinen ve çok tartışılan bir örneği olarak gündeme geldi. Devletin en üst basamaklarından yayılan bilgiler, basın mensuplarını, akademik kuruluşları ve giderek ilgili yargı organlarını da kapsayan çok taraflı bir kampanya aracılığıyla inandırıcılığı artıracak ve tutkuları ateşleyecek ayrıntılarla süslenerek dolaşıma sokuldu. Hatırlanacağı üzere, insanları ikna etmek için seferber edilen argümanlardan biri de “kadının beyanı esastır” görüşüne dayandırılıyordu. Kadınlara karşı işlenmiş ve yerleşik hukuki usul ve yollarla kovuşturulması çok zor olan suçlar ile ilgili olarak kadın hareketinin karine olarak kabul görmesini istediği bu görüşün de ileri sürülmesi, yürütülen kamuoyu seferberliğinin cüretini göstermesi bakımından ayrıca ilgiye değer bir durum. Kısacası, yönetenlerin yönetilenlere söylediği, siyasal ve hukuki kurumlarca desteklenmiş, olgusal gerçekliği siyasal alanda yeniden inşa etmek amacındaki “örgütlü yalan” girişimlerin sıradan ve pek de başarılı olmayan bir örneği olarak tarihimize geçti. Ancak bu sorunun arakasında saklı olan ve bence Kabataş yalanın kendisinden daha çok önem taşıyan başka bir nokta üzerinde durmak istiyorum. Amacı kamuoyunu maniple ederek muhalefetin altını oymak olan bu gibi yalanlar, çoğu insan için siyasetin nasıl bir uğraş olduğunun en açık ve kestirme yanıtını da veriyor. Siyasetçiler halka yalan söyler inancından doğrudan siyaset halka yalan söyleme sanatıdır düşüncesine uzanan genel bir anlayışın ürettiği bir yanıttır bu. Yalanın siyaset ile olan bağını devlet yalanına, yönetenlerin yönetilenlere söylediği yalana indirgeyen bu yaygın anlayışın, siyaset ile yalan ilişkisinin içerdiği çeşitlilik ve karmaşıklığın üstünü örttüğünü ve gerektiği şekilde anlaşılmasını engellediğini düşünüyorum.

Dinçer Demirkent: Bu indirgemeden nasıl ve neden kaçınacağız? Daha doğrusu, devlet yalanın ötesinde siyaset ve yalan ilişkisi nasıl düşünülür?

Ahmet Murat Aytaç: Ben siyaset ve yalan ilişkisini, insanların birbirini kandırması ne zaman politik bir mesele halini alır yönündeki sorunun görüş açısından ele almanın daha verimli olacağını düşünüyorum. Aslında siyaset ve yalan arasında kurulan bu “apaçık” bağlantı, siyaseti devlet yalanına indirgediği ölçüde, bizi yalanın hakikatli bir teorisinden uzaklaştırmakta, yani yalanın hakikate uygun bir kavranışını imkansızlaştırmaktadır. Bir bakıma, bize yalan hakkında yalan söylemektedir. Siyaseti, devlet ile vatandaş arasında kurulmuş bir “yönetsel bağa”, yani kamu hizmetlerinin talep edilmesi ve bu talepleri karşılayacak temsilcilerin seçilmesi sürecinde oynanan bir oyuna indirgemeden, devleti siyasete, siyaseti de yalana eşitlemek mümkün değildir. Az önce söz ettiğim yalanın hakikate uygun kavranışıyla ilgili görüşümün bir çelişkiye dayandığı için bazı sıkıntılar içerdiğini düşünebilirsiniz ve ben kısmen bu düşüncelere hak verebilirim. Lakin yalan hakkında bize yalan söylemeyecek bir teori ihtiyacını, kuramsal bilgilerin geçerliliğini araştırma nesnesinin özelliklerine uygunluğundan yola çıkarak tartan genel bilimsel yaklaşımdan yola çıkarak ileri sürdüğümü söylersem, beni içine düştüğüm çelişkiden ötürü bir nebze de olsa hoş görebileceğinizi umuyorum. Gerçekten kuramsal açıdan ilginç bir durum söz konusu: Yalan tüm gücünü ve işlerliğini, yalan olduğunu gizlemekten alıyor. Dolayısıyla bir olumlama ve tanınma talep ettiği ölçüde değil, kendini gizlediği veya olumsuzladığı ölçüde geçerlilik kazanıyor. Yalanda kendi kendini yadsıma kabilinden bir yan mevcut olduğundan, kendisi hakkında da yalan söylemeyen hiçbir beyan, yalan adını almayı hak edemeyecektir. Nesneleri kendi niteliklerinden yola çıkarak anlamak ve çözümlemek “doğru” bir bakışın ilk koşuluysa, yalanı kendi başına bir olgu olarak ele almak, başka bir deyişle “saf yalanın” ne ölçüde mümkün olduğunu sorgulamak ipso facto bir analizin başarması gereken ilk görev halini alacaktır. Çok iddialı olmak istemem, ama yalan ile ilgili düşüncelerin tarihini incelediğimde, konunun anlaşılmasıyla ilgili en önemli sorunun böyle bir yaklaşımın yokluğu olduğunu düşündüm. İnsanlar yalanı tartıştıklarında veya ele aldıklarında, aslında yalandan söz etmiyorlar. Yalan, en kaba haliyle söylenecek olursa, hakikate aykırı olan, en azından hakikatle uyumlu olmayan şey olarak düşünülüyor. Bu bağlamda, yalan hep hakikatin yokluğu biçiminde sorunlaştırıldığı söylemek yanlış olmaz diye umuyorum. Hakikati tanımlamamıza, bulmamıza, uygulamamıza ve son tahlilde hakikati yüceltmemize imkân sunsun diye yalanla ilgileniyoruz. Yalan üzerine düşünenler, hatta bazı durumlarda onu övenler bile olmuştur; ama bunlar yalan üzerine konuştukları her durumda aslında, iyi veya kötü, hakikat üzerinde bir hükme varmaya çalışmışlardır. Konun yalan gibi gözüktüğü birçok durumda, yalan sadece hakikati anlamaya veya onunla hesaplaşmaya hizmet eden bir vasıta gibi kullanılmıştır. Bize yalan üzerine yalan söylenmiştir derken kastettiğim biraz da budur.

Dinçer Demirkent: Hangi araçlarla düşüneceğiz peki hakikate bağlanmayan bir yalanı?

Ahmet Murat Aytaç: Yalana kendi başına bir olgu olarak bakmalıyız, yani hakikatin tersi veya sonuçta bizi hep hakikatin yüceltilmesine götürecek bir mesele olarak ele almamalıyız derken ne kast ettiğimi biraz daha belirginleştirerek yanıt vermeye çalışayım. Yalanı kendi başına bir kavram olarak düşünmenin olanağı var mı? Hatta, bir kavramı tek başına, kendi içinde bir mesele olarak düşünmek ne ölçüde mümkün? Bu sorulara bir yanıt geliştirebilmek için dikkat etmemiz gereken ilk husus, yalanın sadece olgusal bir gerçekliğin “yanlış temsil” edilmesine yol açan bir ifade veya beyan olmanın ötesinde, edimsel bir boyuta da sahip olduğudur. Yalan söylerken, sadece hakikat içeriği tartışmalı bir düşünceyi beyan etmiş olmuyoruz, aynı zamanda bir edimde de bulunuyor veya bir şey yapıyoruz. Kandırıyor, aldatıyor, ikna ediyor, taklit ediyor, bir şeyi gizliyoruz veya bir fantezi kuruyoruz. Bütün bu edimler, yalanın tümüyle gerçekten kopuk olmadığını, hatta belli bir gerçeklik etkisi bile yaratabileceğin gösteriyor. Bazı durumlarda, gerçekten hasta olduğuna inanmış birinin bir süre sonra hastalık belirtilerini “sahiden” deneyimlediği durumlarla karşılaşırız. Evhamlı insanların durumunu anlatmak üzere kullanılan “hastalık hastası” tabiri, yalanın ürettiği bu gerçeklik etkisi karşısında hissettiğimiz çaresizliği teslim etmenin bir yolu gibi görünüyor bana.

Bu ve benzeri gerçeklik etkileri arasında bir tür “aile benzerliği” veya akrabalık ilişkisinin varlığı konusunda bir şüphemiz yok. Bu benzerliği biz genellikle, yalanın yarattığı gerçeklik etkisine rağmen, tümünün hakikate aykırı olma bakımından aynı payda da birleşmesine bağlama eğilimindeyiz. Oysa olgusal gerçekliği odağa alan bu bakış açısı, yalanın tüm bu gerçeklik etkilerinin bütünselliğini sağlayan bir zemin olarak anlaşılmasına önüne büyük engeller çıkarır. Bu açıdan hakikat, düşünsel tasarımlarımızın, bu tasarımların nesnesi olan olgusal gerçeklik ile uygun olması sorunu olarak karşımıza çıkar. Bilginin doğru veya yanlış olması ile ilgili bir problem olarak hakikat epistemolojik bir sorundur. Bilgimizin doğruluğuyla ilgili olan hakikatin yalan bakımından pek önem taşımadığını vurgulamayı gerekli görüyorum. Yalan, esasen, bizim sahip olduğumuz bilgiyle olan duygusal ve zihinsel bağın niteliği tarafından belirlenir. Söylediklerimin gerçek olduğunu düşünüyor veya en azından gerektiğinde onları doğrulamanın mümkün olacağına inanıyor muyum? Yalan bu sorunun cevabının ne olduğuna bağlı olarak tespit edilebilir. Yalan yadsıdığı söylenen bir hakikate bakılmadan, yani bilginin nesnesiyle olan bağıyla ilişkili olarak değil, bilginin öznesiyle olan ilişkisi üzerinden kavranabilecek bir meseledir. Bu yüzden, yalanı anlamak için hakikatin epistemolojik ve etik boyutlarını birbirinden ayırmamız gerekir. Söylediği her söz olgusal olarak yanlış olan biri hiç yalan söylemiyor olabileceği gibi, olgusal olarak söylediği her söz doğru olan birinin sözlerinin yalan olması da pekâlâ olanaklıdır. Tartıştığımız meselenin ahlaki boyutunu gördüğümüzde, bu alandaki hakikatın fazlasıyla değer yargılarıyla yüklü olduğunu ve ona yapılan öznel yatırımlar tarafından biçimlendirildiğini de kolaylıkla görmeye başlayabiliriz. Yalan söz konusu olduğunda, hakikatin ne olduğu konusunda herkesin uzlaşmasını sağlayacak, her türlü tartışmanın ötesinde olan nesnel referanslar bulmak çok zor. Yalandan söz eden ve hakikatleri ifşa eden herkes, bazen şiddetli uzlaşmazlıklara da varabilen ihtilaflı bir alan üzerinde durduğunun, göreliliklerin belirlediği kaygan bir zemine ayak bastığının da bilincinde olmak durumundadır.

Dinçer Demirkent: Çünkü ifşa ya da gerçeklerin dökümünü yapmak, kendi başına insanların yalana inanmasını engellemiyor, burada devreye giren bulanık, başka bir şey var. Siyasal olanla yalanın karmaşık ilişkinin yuvası bu alan mı? 

Ahmet Murat Aytaç: Artık yalanın yalana dayanmayan bir teorisinden hareket etmekten söz ederken neyi kastettiğimi şimdi daha net açabilirim sanıyorum. Hiçbir yalancı yalan söylediğini açığa vurarak yalan söyleyemez. Yalanı insanlar için gerekli veya bir seçenek olarak mümkün kılan şey, yalan ile insanlar arasındaki öznel bağdan yola çıkarak anlaşılabilir. Kişi bu yalan beyanın içeriğinin doğruluğunu, onu çevreleyen “gerçeklik etkilerinin” oluşturduğu aura’dan ötürü peşinen kabullenmiş veya elindeki bilginin olgusal gerçeklik ile çelişki içinde olmasının yarattığı sıkıntıları daha kapsamlı bir bilgi düzeyi ile gerekli bağlantıları kurup o beyanı yeniden konumlandırdığında aşabileceğine inanmasından ötürü kabul ediyor olabilir. Kabataş yalanının, olgusal gerçeklikten hareketle ileri sürülen tüm aksi iddialara rağmen, uzun süre dolaşımda kalması, halen bile o iddianın arkasında olduğunu söyleyen çevrelerin olmasında bu durumun bir örneğini görebiliriz. O dönem ileri sürülen ve bizzat caminin imamı tarafından doğru olmadığı açıklanan camide içki içildiği iddiasını da bu minvalde değerlendiriyorum. Başkaldırıyı itibarsızlaştırmak, toplumsal muhalefetin meşruiyet zeminini ortadan kaldırmak için muhafazakâr kesimlerinin dini ve ahlaki duyarlılıklarını uyaracak kışkırtıcı iddialar ileri sürmek Türkiye’de çok sık başvurulan bir yöntem. Protestoyu “karantinaya almak”, muhalefet karşısındaki dayanışmayı tahkim etmek ve ihtiyaç duyulduğunda mobilize etmek amacında olduğu açık olan bu iddialar karşısında muhalefetin ve onların muarızlarının deneyimledikleri duygusal etkilerin aynı olamayacağı açıktır. Bu “zayıf” yalanları bir yozlaşma veya bozulma biçiminde değerlendiren kişilerin sayısının çok da fazla olmadığını düşünmek için nedenlerimiz var.

Bu yanıtımı yalanın ahlaki bir bakış dışında kavranamayacağını vurgulayarak toparlamak istiyorum. Yalan, kişinin samimiyete aykırı beyanıdır. Toplumsal ilişkilerin tarafları olan bireyleri öngörülebilir kılan ve bu sayede dayanışma ilişkilerinin gelişmesini sağlayan bir değer olarak samimiyet yüceltilir hep. İçtenlik veya samimiyet varsa, söylediğine inanıyorsan ya da inandığını söylüyorsan, sözlerinin içeriğinin doğru veya yanlış olmasından ahlaki olarak sorumlu tutulamazsın. Öbür türlüsü insanlar arası güven ilişkilerinin devamında önemli problemler yaratacaktır. Yalanın, bilgisizlik veya cehaletin ötesinde ahlaki bir problem olması, yalandan siyasete uzanan yolun ilk kilometre taşını oluşturur. Öznellik üzerinden insan davranışlarına yön verebilme gücündeki yalan, siyasal açıdan bir “değer” taşır. Bu yüzden siyaset, hakikatin ne olduğuna veya neyin hakikat olmadığına dair yürütülen tartışmada yalan hep içli dışlı olmuş, siyasal eylem yalanın gerçeklik etkileri olan aldatma, vaat verme, hayal kurma, mitos uydurma gibi edimlerin oluşturduğu bir şebeke içinde icra edilebilir olmuştur.

Yalanın eleştirisi veya “devlet yalanlarının” teşhiri elbette bir ödevdir ve siyasal alanın gelişimine inkar edilmez katkılar sağlar. Ne var ki, her sopanın iki ucunun olması gibi, bu teşhir işinin de bir ucu daha vardır. Yalan eleştirisinin, her şeyi önceleyen ve her türlü tartışmanın ötesinde mevcut olan bir gerçekliğin varlığına atıfla yapılması, siyasal davranış ve beyanların üstünü örttüğü imtiyazlı bir gerçeklik alanı lehine siyasal eylemi talileştirir ve onu bir gölge olguya dönüştürür. Siyasetin uğradığı değer kaybı, yalanın eleştirisi olarak başlamış bu sürecin, hızla bir yalan olarak siyasetin eleştirisine dönüşmesi ve “devlet yalanı” ile siyasal olan arasında bir eşitlik ilişkisi kurulmasıyla sonlanır. Popüler komplo teorilerinden son derece gelişkin ve sistematik kuramsal yapılara kadar uzanan bir yelpazede icra edilen bütünsel bir siyaset eleştirisi ortaya çıkar bu durumdan. Bütün siyasal çatışmaların, arka planda gizlenmiş kötücül tarikatların veya şirketlerin sabotajlarıyla açıklanması veya siyasal olguların aslında ekonomik altyapının veya toplumsal dinamiklerin “baş aşağı” duran yansımaları olduğu yönündeki kuramları bu çerçeve içinde kabul ediyorum. Kısacası, yalanın eleştirisinde can sıkıcı olan yan, bunun siyasal faaliyeti yörüngeselleştiren, nispeten ahlakçı ve siyaset karşıtı yönelimlerden bağımsız yapılamamasından ileri gelir.

Dinçer Demirkent: Son tahlilde Weberyan bir noktaya mı geliyoruz? Siyaset doğru argümanları insanlara anlatmak değil, insanları kendi argümanlarına inandırma meselesiyse; olgusal hakikatler epistemolojik düzeyde, yalan ise etik düzeyde tutulacaksa siyasetle ilişki bakımından bu durum şöyle bir sorun doğurmaz mı: Özellikle 1990’lara kadar Türkiye’de Kürtçe diye bir dil, Kürt adında bir halk olmadığı, bu dilin Farisi, halkın ise Türki olduğu gibi resmi yalanlar, devlet yalanları olarak söylendi. Muhtemelen Kürtçeyi duyan, Kürtlerle karşılaşan birçok insan da bunun açık bir yalan olduğunu görmesine rağmen buna inandı ya da inanmak istedi. Bu varlık sorunu aslında önemli mücadelelerin de kaynağı oldu? Bu mücadelelere rağmen insanların olgusal olarak gördüğü şeye inanmaması, devletin açık yalanına inanması nasıl açıklanır?

Ahmet Murat Aytaç: Sorunuzu doğru anladığımdan emin olmak istiyorum. Şunu mu soruyorsunuz: Olgusal gerçekliğin güvencesi altında olmayan bir siyaset ne ölçüde adil olabilir? Biz bu hakikatin varlığına referans vermeden nasıl politika yapabilir veya dünyayı değiştirebiliriz?

Dinçer Demirkent: Bir boyutu bu. İkincisi insanların bu olgusal gerçekliği görmesine rağmen buna inanması ya da inanıyor görünmesi.

Ahmet Murat Aytaç: Sizin ileri sürdüğünüz gibi, belli bir dışsallık ilişkisi içinde siyasetin belirleyicisi olarak kabul görmesi gereken bir gerçeklik düzeyinin mevcut olduğunu düşünmediğimi tekrar belirteyim. Kültürel, toplumsal ya da iktisadi alanlarda kökleşmiş bir olgusallık değildir siyaseti belirleyen, bu hep iki yönlü bir ilişki olmuştur. Kürt meselesiyle ilgili sorduğunuz soruyu da bu bağlamda yanıtlamaya çalışayım. Türkiye’de resmî ideoloji uzun yıllar Kürtçenin Farsça, Arapça ve Türkçe kelimelerin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş uyduruk bir dil olduğunu ileri sürdü. Bu iddia, Kürtlerin ayrı bir ulus olmadığını, Türkiye’nin düşmanları tarafından ülkeyi bölmek için icat edilmiş bir topluluk olduğunu vazeden komplo teorisini bütünleyen unsurlardan biriydi. Şimdi burada resmî ideolojinin aslında dil, kültür veya toplumsallık tarafından belirlenmiş bir hakikat düzeyine atıfla nevi şahsına münhasır bir “yalan eleştirisi”(!) veya “komplo ifşaatı”(!) yaptığını da görüyoruz. Son tahlilde resmî ideoloji, yalanın yalan olduğunu gizlemesi yoluyla üretilmiş hakikat mitleri, tarihsel gerçeklik senaryoları gibi bir dizi anlatının toplamından oluşan bir bünye olarak kabul edilebilir. Bu ideolojinin eleştirisi, onun tarihinin uzun bir kısmında, resmî ideolojinin olgusal referanslarının ne ölçüde sahte, güçsüz veya çelişik olduğunu gösterme yoluyla yapıldı. Ancak sizin de söylediğiniz gibi olgusal gerçekliklere rağmen, çoğunlukla Kürt olmayanların, fakat kısmen Kürtleri de içine alan, birçok insanın buna inanması veya en azından inanıyor görünmesi meselenin bu yaklaşımla çözüme kavuşturulamayacak kadar karmaşık olduğunu da göstermektedir. Önceden de belirtmiştim, yalan sadece bir içeriği beyan etmez, aynı zamanda edimsel bir boyut da içerir diye. Resmî ideolojinin geliştirdiği mitler kendini asimilasyon süreci içinde edimselleştirdi ve hiç şüphesiz bunun bazı gerçeklik etkileri oldu. Olgu ve olgu karşıtı birçok karşılaşma veya somut durum deneyimine sahip geniş toplumsal kesimlerin resmî ideolojinin iddiaları karşısındaki tutumunu bu çerçevede anlamak mümkündür. Eğer asimilasyon durdurulmasaydı, yani bu argümanların edimselleşme sürecine ket vurulmasaydı, resmî ideolojinin dolaşıma soktuğu iddiaların gözlemciler için giderek somutluk kazanması birazcık daha zamanın halledebileceğinden daha fazla güçlük yaratmayacaktı. Kısacası resmî ideoloji, olgular ile kendi iddiaları arasındaki mesafeyi zaman içinde kapatacak ve saydamlaşacaktı. Dünya yıkılsa değişmeyecek bir kültür, değişime karşı dirençli bir dil veya kalıcı toplumsal dinamiklerin yarattığı dışsal bir gerçeklik düzeyinin inadından çok, gerçekliğini kendi hakikati için mücadele eden ve onun edimsel karakterine kalıcılık kazandırmak isteyen aktörlerin siyasal enerjisine veya dilerseniz direncine borçlu olan bir olgusallık söz konusudur Kürt meselesinde. Günümüz siyaset teorisinde yürütülmekte olan tartışmalar, ulusları tüm tarihi kat eden, doğal varlıklar kabilinden olgular olarak kabul eden primordiyalist yaklaşımların eski gücünden çok şey götürmüştür. Bugün ulusların modern olgular olduğu, hatta icat edilmiş, hayal edilmiş bütünler olduğunu söyleyen yaklaşımların birçok açıdan daha açıklayıcı olduğuna inanıyorum. Tüm uluslarda olduğu gibi, Kürtlüğün de siyasal çatışmalar ve pazarlıklara tabi, bunun mümkün kıldığı sınırlar içinde devinen, kırılgan bir boyutu vardır.

Düşünce tarihimizde ve ahlaki değer skalamızda hakikate çok büyük bir güç atfedildiğini görüyoruz. Bu kadar açıklamanın üstüne, bu yargının büyük bir yanılsama olduğunu söylersem, bunu yadırgamayacağınızı umuyorum. Hakikatin devrimci olduğu, hakikatin eninde sonunda ortaya çıkacağı veya “hakikatlerin inatçı” olduğu, buna karşın yalanın geçicilik, kırılganlık veya uyduruk olmakla malul olduğu söylenir hep. Yalanı hakikatin örtülmesi, çarpıtılması, kirletilmesinden ibaret kabul ettiğimiz müddetçe bu bakışta makul olmayan bir yan da yokmuş gibi durur. Halbuki yalan, sadece hakikatle savaşmaz; onu taklit eder, onun yerini almaya çalışır. Bu yüzden hakikatin kendinden menkul bir enerjisi yoktur; hakikati savunmak gerek. Aksi takdirde “yalan” dediğimiz şey, birgün “hakikatin” ta kendisi olacaktır. Siyasal hayatın işlediği zeminde, eninde sonunda galip geleceği için tüm yalanları boşa çıkaracak, bütün uzlaşmazlıkları da bu çerçevede çözecek büyük bir hakikat yoktur, olmamıştır. Siyasal alan, her biri kendi hakikatinin tek büyük hakikat olduğuna, ötekilerin hakikat kabul ettikleri şeylerin “yalan” olduğuna inanan toplumsal gruplar arasında paylaştırılmıştır. Siyasal hakikatler alanı, tarafları birbirini dışlayan, hatta bazen çatışan, çok katmanlı bir zemine sahiptir. Bu hakikatler, evrensel, değişmez ilkelerden çok, kanaatler alanı tarafından şekillendirilir ve onları şekillendirmeye çalışırlar. Hobbes, birilerinin çıkarına aykırı olsaydı, iki dik açının toplamının üçgenin iç açılarının toplamına eşit olduğunu söyleyen aksiyomatik düşünceye bile itiraz edecek çok sayıda kişi çıkardı, diyor. Sanırım söylediklerimi en iyi özetleyen cümle bu.

Dinçer Demirkent: Bizim yakın siyasi tarihimizde yakın dönemli çok iyi bir örnek var bu tam bu meseleye değen. Ermeni Soykırımı’na ilişkin değerlendirmelerin ‘siyasettin kancasından kurtarılarak bilimin güvenli ellerine bırakılması’ söylemini kastediyorum. Tarihçiler olgusal hakikati ortaya çıkarsın ve siyasileşmiş sorun böylece çözülsün deniyordu. Tabii ki öyle olmadı, olamazdı. Siyasetin açık bir başka yalanı, belki de kozuydu tarihçiler.

Ahmet Murat Aytaç: Ermeni soykırımı tartışmasında geliştirilen bu resmi tezi, siyaset ve bilim ilişkisi bakımından birbirini tamamlayan iki farklı bakış açısından değerlendirebiliriz. İlk bakışta mesele, sanki kanaat ve çıkarlar tarafından belirlenmiş olan siyasi tartışmaların konusu olmaktan çıkarılsın, bir bilim olduğundan böylesi uzlaşmazlıkların ötesine geçebilecek olan tarih disiplinin alanına havale edilsin isteniyor gibidir. Ne var ki, bu görünümün ardındaki kurnazlık çok fazla derine gitmeden bile kendini ele vermektedir. Bu önerinin, sanki bu konuyu devlet bakışı dışından ele alan akademisyen veya aydınlar hiçbir zaman takibata uğramamış, hatta siyasi cinayet şebekelerinin bir hedefi olmamış da böylesi bir konunun açık ve özgür bir söz ortamında tartışılması mümkünmüş gibi ileri sürülmesindeki “samimiyetsizliği” kast ediyorum.

Yerel düzeydeki tüm tartışılma olanakları, özgül bir biçimde siyasileştirilmiş ve buna uygun hukuki yaptırımlar ile çevrelenmiş bir meseleden söz ediyoruz. Türkiye’de bu konu üzerine konuşulduğunda ilk bakılan şey kimin konuştuğu, yani konuşanın etnik aidiyetidir. Eğer etnik aidiyetlerin yarattığı beklentilerin aksine bir durum varsa, diyelim ki Ermeni olmayan biri “Ermeni tezlerini” savunuyorsa, bu durumda genel çerçevesi son aşamada her zaman bu kişinin bir vatanseverlik testine tabi tutulması veya soyunun sopunun araştırılmasıyla çizilecek bir skandal var demektir. Bir bakıma, “Ermeni tezlerine” karşı çıkmak, tarihçi olanlar da dahil, her Türk için bir vatani görev olarak belirlenmiştir. Oysa uluslararası kamuoyuna sunulan resmi görüş, içeride sonuna kadar etnikleştirilmiş bu meseleyi, etnik aidiyetlerin belirlediği çıkarların çizdiği sınırlar içinde iş gören siyasal alanın dışına taşımak, bilimin denetimine sunmak yolunda oluyor.

Siyasetin hararetini artıran, el yakan meseleleri, teknik bir sorun olarak yeniden konumlandırıp depolitize etmek, Batı siyasal geleneğinde de mevcut aslında. Bu gelenek meşruiyetini, toplumsal, ekonomik veya hukuki uzlaşmazlıkları siyasal tartışmanın değil bilimin çözmesi gerektiği yönündeki inançtan alıyor. İnanç derken, tüm insani uzlaşmazlıkların asıl işi hakikat ile uğraşmak olan bilimin ihtimamlı ve titiz ellerine emanet edilmesi yönündeki Aydınlanma yadigarı bir yaklaşıma dikkat çekmek istiyorum. Ekonomi idaresinin özerkleşmesini savunan anayasal iktisat yaklaşımından, mahkemelerde hakikatin nesnel olarak belirlenmesi için yalan makinesinin kullanılmasına kadar uzanan bir alanda etkilerini gösteren bir inançtır bu. Ermeni konusundaki resmi tezin yakalamaya çalıştığı duyarlılık bu olsa gerek diye düşünüyorum. Ne var ki bu duyarlılığın ölçütleri açısından bakıldığında bile pek de fazla ikna edici olmayan bir argüman söz konusu bence.

Az önce sözünü ettiğim tamamlayıcı olacak ikinci bakış açsını burada devreye sokabiliriz artık. Bu açıdan bakınca, beşerî bilimlerin günümüzde varmış olduğu noktada, son derece tartışmalı olan ve bir hayli yıpranmış olan bir bilim anlayışına dayalı bir görüş söz konusudur. Tartışmayı sanki tarihin içinden siyaset çıkmayacakmış gibi veya zaten siyaset tarih görüşleriyle belirlenmiş gibi, saf haliyle bilimsel bir görüş olanaklı olacak ve siyaset buna boyun eğecekmiş gibi kuran anlayışı kast ediyorum. Yalanın kendisi hakkında da yalan söylemesinden söz etmiştik ya, işte tam da ona uygun bir durum ile karşı karşıyayız burada. Dolayısıyla, burada hakikat dostu veya eskilerin tabiriyle “suret-i haktan görünerek”, hakikati rafa kaldıralım, meseleyi arşivin dehlizlerine gömelim demenin bir başka yolu söz konusu.

Tartışmanın varmış olduğu bu düzeyde, ahlaki hakikati, yalanın kendi hakkındaki yalanı olarak görmek çok da yanlış olmayacaktır. Bir noktayı özellikle belirtmek istiyorum. Olgusal gerçeklik diye bir şeyin olmadığını savlayan bir nihilizmin içinden konuşmuyorum. İddiamı yalanın ahlaki bir mesele olduğu üzerine oturttuğum için, burada kast ettiğim hakikatin ahlaki olduğuna da tekrar dikkat çekmek istiyorum. Bu hakikat anlayışını etik ve politik tartışma alanın dışına sürmek, bunu rölativizm olarak mahkûm etmek yönünde güçlü bir karşı eğilim de mevcut. Kant’ın düşündüğü gibi, davranışımızı belirleyen bir kural olarak herkes için genellenebilecek bir “kategorik buyruk” var mı? Kant bu tarz evrensel geçerliliği olan hakikatler olmadan, “iyi istemenin”, dolayısıyla da ahlaki tutumun olanaklı olamayacağını ileri sürer. Gerçekten siyasette herkesin üzerinde uzlaşabileceği, herkesin uzlaşmasının mümkün olmadığı görüşü dışında bir zemin var mı, bu başka bir tartışmanın konusu. Ancak siyasete ve siyasal olana alan açan, fark ve bu farktan kaynaklanan uzlaşmazlıklardır. Siyaset, her zaman çatışma potansiyeli ile belirlenmiş bir yaşam dünyasında, tanımı gereği ihtilaflı olan tarafları bir arada tutmanın, fark ve çatışma potansiyelini idare etmenin yol ve yordamlarının toplamı olarak da anlaşılabilir. Siyaseti ebedi, değişmez, tek bir hakikatin bulunması için verilen bir uğraş olarak gördüğümüz oranda siyasetin yalanla kurduğu bağı anlamamız şöyle dursun, en yalın siyasi problemi bile anlamanın çok uzağında oluruz. Platon’un meşhur “mağara alegorisi”ni bilirsiniz; hani şu içindeki insanların aslında bir yansımadan ibaret olan gölgeleri gerçek sandıkları kıssayı kastediyorum. Bu hikayede insanları bu yanılsamadan kurtarmak isteyen biri, insanları hakikatin “güneşinden” yararlansınlar diye mağaranın dışına çıkarmaya çıkarır. Platon’un hikayesindeki bu kişi filozoftur ve hakikatlerle olan bağından ötürü yönetmek onun ayrıcalığı olmalıdır. Aslında siyasetin başarması beklene iş, tam da Platon’un insanları kendisinden kurtarmak istediği şeydir. Siyasetin hedefi “gölgelerin” ilişkilerini düzenlemek, başka bir deyişle, mağaranın içine bir çekidüzen vermektir, mağarayı terk-i viran eylemek değil.

Dinçer Demirkent: Son zamanlarda gündeme gelen, hakikat sonrası siyaset (post-truth politics) bu zeminde mi düşünülmeli?

 Ahmet Murat Aytaç: Aslında “post truth”, hakikat-sonrası olma meselesi yeni değil, belki yeniden keşfedilen bir şey. Siyaset hiçbir zaman kendinden önce gelen bir hakikati kendine zemin olarak seçmemiştir. Siyaset olgulara değil, kanılara yönelir. Kanıların dünyayı olduğu gibi resmetme, olgusal gerçekliğe uygun bir biçimde resmetme gibi bir eğilimi de sorumluluğu da yoktur. Kanılar kişinin dünyayla kurmuş olduğu öznel bağı anlatır. Kanaat, eski Yunanların “doksa” dediği ve “episteme” ile karşıtlık ilişkisi içinde düşündüğü bir bilinç olgusu gibi düşünülmelidir. Bu bağlamda, bir kanaatin değeri, gerçeğe ne ölçüde uygun olduğundan yola çıkılarak değil, kişinin arzularına ne ölçüde hitap ettiğine bakılarak değerlendirilir. Öbür türlüsü olsaydı, zaten kanaat diye bir şey mümkün olamazdı. Siyasal mücadele, bilim, din veya ideoloji gibi her biri hakikat üzerinde ayrı bir hak iddia eden zihin formasyonların kanaatler üzerinde egemenlik kurmak amacıyla karşı karşıya geldiği bir mekânda gerçekleşir. Örneğin bir deprem olduğunda, bu depremin yeryüzü şekillerinin jeolojik hareketlerinin bir eseri olduğunu, tanrı tarafından günahkarlara verilmiş bir ceza olduğunu veya ihanet içindeki topluluğun müstahak olduğu bir yaptırım olduğu gibi farklı iddialar, depremin bizim için anlamını belirlemeye, kanaatlerimizi şekillendirmeye çalışırlar. Hatırlayacaksınız Van depremiyle ilgili tartışmalarda da bu türden görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştı.

Eğer siyasal tartışmanın yürürlükte olan uygulama ve politikalarla bağının kopması gibi bir olgusal gerçeklikten kopuş anlamında hakikat-sonrası siyasete geçişi kastediyorsanız bunu da benzer şekilde değerlendirdiğimi belirtmek isterim. Siyasal gündemi tartışırken, uygulanan politikaların somut sonuçlarını esas almak yerine, insanların duygularına hitap etmek, tekrar, iddianın onaylanması ve büyütülmesi, yaygınlaştırılması yoluyla kitlelere amaçlanan inancı bulaştırma Le Bon, modern çağı “kitleler çağı” ilan ettiğinden beri siyasal düşünceye yabancı olmayan olgular. Önceleri telkin, sonra propaganda, günümüzde “algı operasyonu” gibi kavramların oluşturduğu soy bilimsel süreklilik içinde düşününce, bir “geçişi” vurgulaması, bir devrin kapanışını haber vermesi anlamında, hakikat “sonrası” evrede olduğumuz görüşüne fazla katılamıyorum. Sanki bir zamanlar, siyasetin dayandığı dışsal ve dokunulmaz olan yüce bir nesne olarak hakikat vardı ve şimdi bu yitirilmiş gibi bir ima içeriyor olması da ayrı bir dezavantaj benim açımdan. Tabii yine de yeni yaygınlık kazanmış ve henüz yeterince teorize edilmiş bir kavram olmadığını da aklımda tutarak söylüyorum bunları. Çok doğru değerlendirmemiş olabilirim anlayacağınız.

Aslında siyasetin oluş ile görünüş arasındaki salınımları idare etmeyle ilgili olduğunu keşfeden ilk modern düşünür Machiavelli olmuştu. Hükümdara verdiği öğütlerde işin hep görünüş kısmını öne çıkardığını görüyoruz: sahtekâr olmak değil, sahtekarmış gibi görünmemek, cömert olmak değil, cömert görünmek vs. önemlidir. Bugünkü dille söylenecek olsaydı, asıl önemli olan imajdır. Çünkü kanaatler imajlara bağlıdır. Hatta kanaatler, insanların gerçeklerle imajlar üzerinden kurdukları bağlar olduğunu söylemenin de çok aşırıya gitmek olduğunu düşünmüyorum. İmajlar, zihnin tahayyülleri olarak, doğruluk/yanlışlık ölçütlerinin sınamasına tabi değildir, imgenin sahiciliği kişinin yaşam deneyimi ile öznel bilinci arasındaki bağa bakarak tayin edilebilir. Yalan ve esasında bir “yalan olarak siyaset” işte imgelerin devindiği tahayyüller alanına özgü olgular olagelmiştir modern çağ boyunca.

Dinçer Demirkent: Burada, en azından bir döneminde kendini bilimsel sosyalizm olarak tanımlamış Marksizme gelmek istiyorum. Lenin bununla ilgili şunu söylüyor: “Marksist öğreti güçlüdür, çünkü doğrudur.” Bu ifade aslında ideolojinin klasik kavrayışına dair de özlü bir ifade. Marksizmin Lenin’in bu sözü söylediği zamandaki doğruluğundan olmasa da gücünü o güne oranla yitirmiş olması ne ifade eder? Daha açıkça söyleyeyim, ideoloji yalan ilişkisi bağlamında Marksizmi nasıl düşünürüz?

Ahmet Murat Aytaç: Marksizmde doğrunun yanlış ile olan mücadelesi, yanılsama, hayal, fetiş gibi bilginin geçerlilik ölçütleri açısından aşağı düzeyde kabul edilen kavramların bütününü yanlışa bağlayan bir anlayışla, topyekûn bir mücadele anlayışıyla yürütülüyor. Böylesi bir mücadelenin en belirgin işaretini Marksizmin kendini aynı zamanda bilimsel sosyalizm olarak adlandırmasında görüyoruz. Bilimselliğin ilk boyutunu, Marksizmi, diğer sosyalizm türlerinden, özellikle ütopyacı olanından ayırt etmek oluşturuyor. Ama bunun kadar önemli olan bir başka boyutunu, burjuva düşüncesi karşısında sosyalizmin bayrağını bilimin yol göstericiliğinde taşımak oluşturuyor. Kabaca özetleyecek olursam, 1848 ihtilallerine kadar burjuva düşünürlerince geliştirilen ekonomi politik bilimi için ölçüm çanları çalmaya başlıyor, Marx’ın sözleriyle ifade edecek olursak, “ideoloji bilime galebe çalıyor” ve Marx bu aşamada ekonomi politiğin eleştirisini, bir tür ideolojinin eleştirisi olarak üstleniyor ve geliştiriyor. Bilimselliğin ikinci boyutu, özel olarak burjuva ideolojisine ve genel olarak ideolojini kendisine karşı mücadele içinde ortaya koyuyor. Tabii Marksizmin bilim anlayışının burada belirttiklerimden daha fazla boyutu içerdiği şüphesiz, ama buradaki tartışma açısından bu kadarının yeterli olduğunu düşünüyorum.

Bu kavramın mucidi olmasa da hiçbir düşünürün ideoloji tartışmalarını Marx kadar etkilediğini sanmıyorum. Hatta bu kavramın günümüz siyaset teorisindeki temel içerimlerini ve tartışma alanlarını belirleyen düşünürün Marx olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Ona göre ideoloji, öncelikle bilinç biçimlerinin maddi gerçekliği çarpıtarak yansıtmasının bir ürünüdür. Eylem fikri belirlemesine, madde düşünceyi koşullandırmasına rağmen, sanki düşünce eylemden önce planlamış veya düşünce maddeyi koşullandırıyormuş gibi kabul ederiz. Toplumsal varlık biçimleri toplumsal bilinci belirler, tersi değil. Alman ideolojisi olarak gördüğü idealist Alman felsefesini bu çerçevede eleştiriye tabi tutar Marx. Burada gerçeklik tıpkı bir “camera obscura”daki (karanlık odadaki) gibi baş aşağı dönmüştür, diyor Marx. İdeoloji, maddi gerçekliğin yanlış bir biçimini sunar. Esas olan maddi hayatın üretimi ve yeniden üretimidir, zihinsel üretim süreçleri bunun sunduğu olanaklar sayesinde mümkün olur. Bu durumda, ideolojik çarpıtmanın önkoşulu temel üretim etkinliği olarak emeğin kendi içinde kafa ve kol emeği olarak ikiye ayrılmasını ve böylelikle maddi emek biçimlerinin diğerine tabi kılınmasını gerektirir. Son olarak zihinsel üretim araçlarının sahiplerinin aynı zamanda bir toplumda egemen olan fikirlerin de asıl sahipleri olmaları, ideolojinin bir başka yönünü dile getirir. Böylelikle ideolojinin sınıfsal karakteri gündeme gelir. Aslında bir toplumun mevcut hakikat birikiminin, farklı gruplar arasında eşitsiz dağılımı sağlayan bir etmen olarak ideoloji ön plana çıkar. Daha sonra ekonomik hakikatin “gölgelerinin” yansıdığı mağara olarak siyaset anlayışının kuramsal varsayımlarının tümünü burada görüyoruz. Bütün bunları bağlayarak şunu söyleyebiliyoruz: egemen sınıflar, toplumda hâkim olan fikir ve kanaatlerin sahipleridirler. Dolayısıyla, ideoloji maddi hayat koşullarının yaklaştırdığı büyük toplumsal grupların, kendi koşullarına denk düşen bilinç biçimlerinin edinilmesinin önünde engeller diker. Sınıf bilinci, kültür, din gibi birçok mesele bu başlık altında tartışılmaya elverişlidir. Bu durumun somut politik ilişkiler yansıması ise aşağı yukarı şöyle olur: Aslında zenginliği, servet yaratan emektir; ancak sermaye insanlara iş ve ekmek sağladığını söyler ve insanları buna inandırır. Devlet egemen sınıfın denetimindedir, ancak ideoloji halkın kendi kendini yönettiğini söyler…

Dinçer Demirkent: Marx buradaki yalanı ifşa ediyor…

Ahmet Murat Aytaç: Öyle görmek ve böyle söylemek de mümkün. Hatta bu güzel bir niteleme oldu, o yüzden sürdüreyim. Siyasal yalan, aslında ideolojinin kurduğu görünümler alanının maddi gerçeklikle çeliştiği durumlarda, onun bütünlüğünü korumak ve aynı zamanda sürekliliğini sağlamak için son derece kullanışlı hale gelebilir. Sizi tamamlamak için şöyle özetleyebiliriz ilişkiyi: yalan ideolojinin etkisidir. Bu yüzden, devrimci siyasetin görevinin bu baş aşağıya dönmüş olan gerçekliği ayakları üzerine oturtmak biçiminde anlaşıldığını söyleyebiliriz.

Genel tablo bu olmakla beraber, bazı sıkıntılar içerdiğini belirtmeden edemeyeceğim. Öncelikle böyle bir ontolojik ayrıcalığı olan maddi bir gerçeklik düzeyinin olduğu varsayımı ziyadesiyle sıkıntılı ve her zaman tartışmaya açık bir düşünce. Marx’ın ideoloji teorisi bu yüzden mesela ideolojinin nasıl olup da kendini oluşturan maddi hayat koşulları üzerinde karşı bir etki yarattığını açıklamada hep güçlük çekmiştir. Hatta denilebilir ki, ideoloji tartışmasının daha sonraki serüvenini büyük oranda bu güçlük belirlemiştir. Ekonomizm eleştirisi, hegemonya tartışmaları, göreli özerklik kavramı, post-marksizm gibi Marx’ın düşünsel mirasının en verimli yönlerini bu soruna çözüm bulma gayretlerinin yoğunlaştığı alanlar oluşturdu. Dokunulmaz ve tabiri caizse düşünce geçirmez bir yücelik veya aşkınlık düzeyi olarak maddi gerçeklik yerine, Marx’ın başka yerlerde kullandığı ve somut olanı her zaman “zihindeki somut” olarak gören kavramını düşündüğümüzde bile, bu ideoloji kavrayışının içerdiği felsefi problemleri görebiliriz.

Bu felsefi problemin yanı sıra, Marx’ın ideoloji kuramının siyasal alanda birden fazla ideolojinin varlığını açıklayamadığını da dikkate almamız gerekir. İdeoloji ile bilim karşıtlığında gerçekliğin haklarını savunması Marx kendi düşünsel sistemini bir ideoloji olarak tasarlamamıştı. Fakat düşüncesi ironik bir şekilde, on dokuzuncu yüzyılın sonunda ve yirminci yüzyılın başında tek hakikati ortaya koyan bir bilim görünümünde çıkıp, daha çok bir ideoloji gömleği giymeye başladı. Marksist gelenek ütopik sosyalist gelenekle, anarşist gelenekle kurduğu ilişkisindeki konumunu savunurken kendi düşüncesinin bilimsel karakterini öne sürüyordu. Mesela ütopik sosyalistler sadece içinde bulundukları koşullardan yakınıp güzel bir geleceği hayal ediyordular. Oysa bilimsel sosyalizm, insanların içinde yaşadığı koşullar hakkında düşünmesi ve bunları anlaması için geliştirilmiş bir yöntem, bakış açısı sunar. Yani geleceğin nasıl olacağına dair hayaller kurmanın ötesinde, içinde yaşadığımız koşulları anlamaya ve dönüştürmeye dair bir araç sunulması söz konusu. Kendisini ideolojinin eleştirisini yapan bir bilimsel duruş olarak sunan Marksizmden diğer ideolojilerin içinde bir ideoloji olarak Marksizme bu geçiş, son derece ilginç ve klasik ideoloji teorisinin sınırları içinde kalarak açıklanamayacak bir durum. Çünkü Marx bütün ideolojileri boşa çıkaracak tek büyük hakikat savunucusu veya ifşa edicisi, açıklayıcısı gibi kendini ortaya koymuştu.

Bu tartışmalar bize son aşamada aslında ideolojinin bir yanlış bilinç biçimi olmaktan çok daha fazlasını yaptığını gösterdi. Günümüzde ideolojileri, insanların karşılıklı ilişkilerinden oluşan bir yaşam dünyası içerisindeki tercihlerini, kararlarını ve eylemlerini dayandırdığı kanaatleri yönlendirecek düşünce sistemleri olarak düşünmeye başladık. İdeolojik akımlar kavramı bu aşamada devreye girdi. On dokuzuncu yüzyıl, ideolojik akımların doğum yüzyılı olması bakımından, bir ideoloji çağıdır da aynı zamanda. Liberalizmin, muhafazakarlığı, sosyalizmin giderek güç kazanması, bugünü belirleyen üç büyük akımın güç kazanması bu yüzyılda olmuştur. İdeolojileri, insanları kandırmak, aldatmakla sınırlı işlevlerinin ötesinde, geniş insan gruplarına toplumsal hayatın bütünsel bir görünümünü sunan, siyasetin karmaşık doğasını basitleştirerek kalabalıkların siyasete katılmasını olanaklı kılan zihinsel formasyonlar olarak bakıyoruz artık. Eğer gerçekten Marx’ın inandığı gibi tarihi kitlelerin yaptığını düşünüyorsak, ideolojik akımların kitle aklının veya toplumların genel zekasının en somut görünümlerinden biri olduğunu da rahatlıkla görebiliriz bence.

Dinçer Demirkent: Marksizmin bilim karakteri konusunda tutkulu biri olarak Cem Eroğul’un bir konuşmasında Marksist bilim ile siyaseti ayırdığını hatırlıyorum. Marksist bilimin öğrettiği artı değer teorisini işçi sınıfının içerisinde örgütlenmek için kullanamazsın orada başka bir dil kullanmak, siyasetin dilini kullanmak zorundasın diyerek. Buna dayanarak soracağım soru, kişisel olarak zihnimi çok meşgul eden bir soru. Uzun süredir devrimci ve sol siyasetin yaptığı şey bir tür teşhir politikasıyla sınırlı kalıyor. Şöyle özetlenebilir, sermaye ve siyasal iktidar sahipleri halka yalan söylüyorlar ve biz bu yalanları ifşa edersek halkın siyasal iktidara olan sempatisini kırabiliriz. Ensar gerçeği, Kabataş gerçeği, cihatçı örgütlere ilişkin yalan ve gerçekler vs. Bu yalanların teşhirinin siyasetin kendisi olarak görmeye başladık çok uzun zamandır. Hakikatin bizzat kendisi olsak da bu türden bir teşhir ve gerçeği açıklama siyasetinin yetersizliği ile sizin bahsettiğiniz yalanın öznelliği arasında nasıl bir ilişki vardır?

Ahmet Murat Aytaç: Bu siyaset yapma tarzı, modern siyasal alanın oluşumu ve örgütlenişi ile ilgili belli eğilimleri anlamadan tam olarak kavrayabileceğimiz bir şey değil. Aslında uzun zamandan beri siyaset, kendine temel problem alanı olarak görünüş ve gerçeklik arasındaki farkı ya da gerilimi işlemeyi temel seçmiş gibi duruyor. Bu hususu daha önce de Machiavelli vesilesiyle belirtmiştim. Kitlesel siyasetin güç kazanmasıyla, küçük kent devletlerinden farklı olarak artık geniş toplumsal gruplar halinde örgütlenmiş siyasal güçlerin yönetiminin içerdiği bir dizi teknik ve ilkesel problemden ötürü anlamlı hale gelmiş bir mesele. Yüz yüze insan ilişkilerinin sunduğu yoğun ve sıkı bir karşılaşma ve denetim ortamının sağladığı olanaklara sahip olmadığımız için, yöneticiler bizim nazarımızda çoğu zaman bir imge olarak mevcut olurlar. Kitlesel siyasetin bu boyutunu ilk fark edenlerden biri olduğu için bu toplumların bir nevi Machiavelli çağı içinde yaşadıklarını düşünüyorum. Machiavelli, siyasal etkileşim alanını, imgelerin üretildiği, dolaşıma sokulduğu ve tüketildiği bir alan olarak düşünmemizi istiyor bizden. Bu yüzden muhalif siyasetin, siyasal alanın bu kuruluş biçimine müdahalesi, çoğu zaman işlerin göründüğü gibi olmadığını göstermek, ifşa etmek ve teşhir etmek eğiliminde olmuştur. Egemenlerin her zaman gerçekleri sakladığını, iktidarın halka yalan söylediğini ortaya koymak muhalefet etmenin alameti farikası olmuştur. Kısacası, temel düşünce şu olmuştur: Devlet yalan söyler ve muhalefetin görevi bunu teşhir etmektir.

Devlet yalanı, yani yönetenlerin yönetilenlere söylediği yalanın farklı tarihsel tezahürleri olmuştur. Siyasal yalanın tarihsel açıdan en fazla süreğenlik gösteren, en sistematik biçimi raison d’Etat, yani hikmet-i hükümet ya da devlet aklı dediğimiz literatür tarafından geliştirilmiştir. Bu literatür, devletin nihayetinde tüm iyiliğin ve kötülüğün olanak koşulunu oluşturmasından ötürü en üstün iyiymiş gibi düşünülmesi gerektiğine inanır. Bu bakımdan da devlet iyi ve kötü gibi değerler çerçevesinde ele alınıp değerlendirilebilecek bir şey değildir, bilakis her türden iyinin ve kötünün kendine göre belirleneceği bir mihverdir. Raison d’Etat geleneği, bu yüzden asıl olanın devletin sağlığını gücünü ve sürekliğini sağlayacak olan siyaseti gütmek olduğunu ileri sürer. Mesela Machiavelli bunun birkaç örneğini vermiştir. Hiç kimse dürüst ama savaş kaybetmiş bir komutana saygı duymaz, o yüzden savaşı kazanman dürüst olmaktan daha öncelikli ve önemlidir. Mesele o halde çok netmiş gibi gözüküyor. Devletin gücünü ve sürekliliğini korumak için, devletin verdiği sözlerden oluşan haklar ve yükümlülükler alanının, yani hukukun düzeninin çizdiği sınırların ötesinde bir eylemlilik alanının veya gerçeklik alanın oluşturulmasına ihtiyaç vardır.

Bu bizim derin devlet adıyla tartıştığımız meselenin kuramsal dayanaklarını gösteriyor. Özellikle on dokuzuncu yüzyılda istihbarat örgütlerinin devreye girmesiyle, fakat bundan önce de komplolar ve siyaset arasındaki ilişkiler üzerinden şekillendirilen, görünüşlerin ötesindeki bir gerçeklik alanı olarak derin devlet siyasetin hep gündeminde olmuştur aslında. Böylelikle devletin hukuk düzenini yok saymadan ve hukuk ile tarif edilmiş alanın sınırlarını çok zorlamadan, onun etki alanının dışında yeni bir siyasal gerçeklik alanının işleyişe açıldığını görüyoruz. Bu “hakikat” (!) düzeyi her zaman görünüşler alanının çekim alanındadır ve etkisine açıktır, ancak onun gözünden uzak durmak zorundadır. Eğer onun gözüne batarsa bu alan her zaman için bir problem oluşturmuş. Snowden meselesinde mesela bunun yarattığı krizin bir örneğini, Irak’ın işgali meselesinde, El Kaide ile yapılan mücadelelerde ise başka örneklerini gördük.

Derin devlet adı altında kavramlaştırdığımız şey bu. Devrimci muhalefetin bu örtülü faaliyet alanını, devlet aklına göre işletilen bu örtülü faaliyet alanını teşhir etmesi yanlış bir şey değildir. Böylesi bir gerilim, böylesi bir deneyim modern siyasetin zaten olanak koşulu olduğu için, sistemin kendi içindeki aksama noktalarını göstereceğinden ötürü, kendi yasasını çiğneyen bir devlet görüntüsünü oluşturacağından ötürü her zaman verimlidir. Teşhir siyaseti devlet yalanına verilmiş olan bir tepki olarak anlamlı ve gereklidir. Fakat bu siyasetin bir sınırlılığını da vurgulamak isterim. Teşhirin amacı, yalanı görünür kılmak veya işlerin göründüğü gibi olmadığını ortaya koymaktır. Bunun için görünüş ile gerçeklik arasındaki örtüşmezliği açığa vuracak tanıklıklara, tutarsızlıklara, başka türden kanıtlara vb. başvurmak teşhir siyasetinde büyük önem taşır. Teşhirin kullandığı bütün yol ve yordamların ortak mantığını ise görünüş ve gerçeklik arasındaki çelişkiyi işaret etmek oluşturur. Başka bir ifadeyle, teşhir siyasetini mantığı çelişmezlik ilkesine dayanır.

Teşhir siyasetinin dayandığı mantığın sınırını da burada görürüz; ifşa edilmiş bilgi veya gerçekliklerin hızı, kanaatlerin duvarına çarparak azalmaya başlar. Çelişkinin yarattığı kriz ile baş etmenin çok değişik yolları vardır. İnanmak isteyen kanaat sahibi, ilk olarak ifşa edilmiş olayı daha büyük bir bütün içine yerleştirmeyi önerecek ve teşhir edenleri resmin bütününü görememekle, hatta başkalarının aleti olmakla suçlayabilecektir. Buradan tutturamazsa, bu sefer olayı küçük öğelerine ayıracak, ifşaatçıları yetersiz bilgiyle konuşmakla, belki de kötü niyetli, hatta “asıl yalancı” olmakla suçlayabilecektir. Bunun da yeterli gelmediği durumlarda… Neyse, hangi yöntem izleniyorsa izlesin, inanmak isteyen birini, çelişki göstererek ikna etmenin mümkün olmayabileceğini görmek yeterlidir.

Bütün bu süreçlerde işleyen mantığı anlamak için belki psikanalizden biraz yardım almak yararlı olabilir. Freud, rüyada gördüğümüz olayların dayandığı mantığı anlatmak üzere bir kavram geliştirir: “çaydanlık mantığı”. Buna göre, komşusundan ödünç aldığı çaydanlığı, daha sonra delik olarak iade eden kişi, bir süre sonra komşusu kapıya geldiğinde kendini üç farklı şekilde savunmuştur. 1) Çaydanlık iade edildiğinde delik değildi, 2) Çaydanlık ona geldiğinde zaten delikti, 3) Çaydanlık hiç ödünç alınmamıştı. Savunular, bütün olası durumları kendi lehine yorumlayacak şekilde düzenlenmişti ve iddia her ne olursa olsun, kişi haklı çıkacaktı. Çelişkinin varlığı bu arzunun gücü karşısında önem taşımaz, yapılması gereken şey rüya öykülerindeki çelişkileri göstermek değil, bu öykülerin hangi arzular yüzünden çelişkili hale geldiğini anlamaktır.

Siyaset ve yalan ilişkisine hâkim olan mantığı, bu “çaydanlık mantığına” benzer bir şekilde değerlendirmek mümkündür. Çelişkinin varlığı, yalanı yaratan arzu gücü karşısında fala anlam ifade etmez. Bu yüzden çelişkiyi görünür kılmak yetmez; çelişkiyi kat etmek, işlemek, hatta derinleştirmek gerekir. Bu çelişkilerin hangi arzulardan kaynaklandığını açığa çıkarmak gerekir. Neden belli bir aldatma veya kandırma biçimi diğerleri arasından seçilmiştir, neden belli bir kanıtlama biçimine başvurulmuş diğerlerine başvurulmamıştır? Çaydanlık mantığı, basitçe gerçeği yadsıyan yalanın yadsınması yoluyla aşılacağı bir diyalektik mekanizma ile çözümlenemez. Neden belli türden hataların yapıldığını, belli türden bir çelişkinin belirgin kazandığını gösteren analiz ve sentez biçimlerine ihtiyaç duyar.

Somutlamak adına başta sorduğunuz Kabataş meselesine geri dönelim. Kabataş iddiasının olgusal olarak çürütülmesi, görüldüğü üzere, olayla ilgili kanaatlerin kamusal görünürlüğünde çok fazla şeyi değiştirmedi gibi geliyor bana. Bu fanteziye hâkim olan mantığı kat etmek yönünde çok fazla adım atılmadığını düşünüyorum. Örneğin neden kendini seküler bir hayat tarzı ile tarif eden toplumsal kesimleri bu şekilde temsil ediyor muhafazakâr kesimler? Belden yukarısı çıplak, bebekli kadına şiddet uygulamış, insanların üzerine işeyen bir insanlar topluluğu biçiminde hayal edilmiş bir muarız imajı, hangi aruzların veya endişelerin dışa vurumu olabilir?

Elbette bu soruların yanıtı, iddiaların yalan olduğunu, gerçeğe uygun olmadığını göstermekten daha fazlasını yapmayı gerektirmektedir. Siyaset sadece yöneticilerin söylediği yalanı açığa çıkarmakla sınırlı bir iş olarak görülemez. Siyaset kanaatlerine ve bu kanaatlerin hitap ettiği arzularına seslenecek hayalleri, vaatleri yani bir geleceği inşa etmenin olanaklarını da açığa çıkarmayı gerektirir. Eğer çoğu insanın inandığı gibi, siyasetin kökü “yalansa”, bu alanda nasıl var olacaksın? Yani açığa çıkardığın yalandan daha az yalan söylüyorsan, siyasette var olman pek de kolay değil. Ziyadesiyle riskli bir alana girdiğimin farkındayım, bu yüzden yanlış anlaşılmamın önüne geçecek bazı belirlemeler yapmak isterim…

Dinçer Demirkent: Devrimci yalanlar mı yoksa…

Ahmet Murat Aytaç: Şimdi şu şekilde açıklayayım: Muarızını teşhir üzerine kurulu bir davranış örüntüsü, siyasetle sürekli negatif ilişki kuran bakış açısı içindedir. Siyaset yapabilmek için öncelikle muarızının, muhatabının bir şey yapmış olmasına ihtiyaç duyar. Bu tarz bir siyaset iktidara muhtaçtır ve onun bir türevdir. Kendi söyleyecek sözü yoktur. Onun bir şey yapabilmesi için karşıtının önce bir şey yapması gerekir. Buradaki en önemli sıkıntı budur. İşte siyasetin genel anlamda devlet etrafında ve devlet uğruna girişilmiş bir mücadeleye indirgenmemesi gereğinin önem kazandığı noktalardan biri burada ortaya çıkıyor. Devlet yalanı dışında yalanlar vardır. Yukarıdan aşağıya örgütlenmiş bir aldatma, kandırma sistemi olarak iş gören siyasal yalandan başka bir gizlenme, saklanma, kamuflaj, hile, kurnazlık, dayanışma, savunma, riskle baş etme anlamında kullanılan bir başka yalan türü vardır. Aşağıdan yukarıya doğru işleyen, halkın veya ezilenlerin devlete söylediği yalanlardır bunlar. Biraz da buradan bakarsak ne demek istediğimi daha net bir şekilde açıklayabilirim diye umuyorum.

Gerçeğin kendi başına devrimci olduğu yönünde bir inanç var. Hâlbuki olgusal hakikatin dostu ve savunucusu olmak anlamıyla, sırları ortaya çıkarmaya çalışan bir işkenceci de bu türden bir hakikat dostu olarak kabul edilebilir. O yüzden olgusal hakikatin kendi içinde devrimci olduğunu söylemek, doğru ve anlamlı gelmiyor bana. Daha farklı bir düzey olduğunu düşünüyorum. Tanıdığım bir arkadaş, ailesiyle başı belada olan eşcinsellere destek olmak için neler yaptığını anlattığında yaşadığım bir duyguyu aktarmak isterim. Bu arkadaş, eşcinsel erkeklerin ebeveynlerine “işler yolunda” mesajı vermek için, son derece çekici bir kız arkadaş rolünü oynamış, hatta evlenmeye hazırlanan bir nişanlı gibi poz kesmesi gereken mizansenlerin parçası olduğunu anlatmıştı bana. Oğulları hakkındaki gerçeğin ne olduğu konusunda şüpheye düşmüş ailelerin karşısında onları aldatan, poz kesen bir söz konusuymuş gibi duruyor ilk bakışta. Ama katı, baskıcı, bazen cinayete varacak şiddetle yüklü değer yargılarıyla çevrilmiş bir dünya içinde var olmaya çalışan insanlara, “Ayıp değil mi! Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.” demek, bana biraz tuzu kurulukmuş gibi göründü. Hayat hakkı arayışındaki insanların, baskıyla baş etme ve baskıya rağmen var olma çabalarının bir parçası olan bu taktikleri yargılama hakkını ne kendimde ne de bir başkasında göremiyorum.

Bu gibi yalanlar bazen açık bir olgusal gerçekliğin tersini söylemek değil de, gerçeği saklamak veya kısmen değiştirmek biçimini alabilir. Polis sorgusunda, polisi atlatmak, arkadaşlarını savunmak için yalan söyleyen bir devrimciyi düşünün. Bu tip şeyleri düşünmeye başladığımızda aslında aşağıdan yukarıya doğru işleyen, olgusal gerçekliğin kendini içine düşürdüğü dezavantajlı durumdan kurtulmak için taktik ve stratejik nedenlerle, ezilenler tarafından söylenen yalanlar olduğunu da görüyoruz. Devrimci yalanla kast ettiğiniz buysa, evet benim bir itirazım yok. Yönetilenlerin yönetenlere söylediği bir başka yalan türü var ve bu yüzden siyasette yalan devlet yalanına indirgenemeyecek kadar çapraşık bir olgu. Mesela kitap çalan birçok öğrenci “kamulaştırma” yaptığını düşünüyor. Bir dönem bazı öğrenci grupları arasında çok yaygın bir deneyimdi bu. “Param yok diye, kitap okumamayım mı?”, “Ben zaten kazanç amaçlı çalmıyorum, okumak için alıyorum” gibi gerekçelerle meşrulaştırılan bir eylemdi. Üstün bir amaç için kötü araçları kullanabileceğimizi düşünmek, arrivismo dediğimiz görüşün pratik gerekçeler aracılığıyla doğrulanması değil midir?

Dinçer Demirkent: Yaygınlıkla öyle. 

Ahmet Murat Aytaç: Bu anlattıklarımı genel olarak yalanla nasıl ilişkilendirebilirim? Artık yalanı kendi adına bir sorun olarak düşünmek derken neyi kastettiğimi açabilecek düzeyde tartışma geliştirebildiğimizi düşünüyorum. Çünkü her ne kadar ben bize yalan hakkında hep yalan söylediler, bize yalanı anlatırken aslında hep hakikati övdüler, hakikati yücelttiler, dolaylı olarak hep hakikat vurgulandı dediysem de, ben de sanki farklı bir şey yapmamış gibi görünüyorum. Samimiyete aykırı bir şey olduğunu söyledim yalanın. Ama bunu zaten bir rezervle söylemiştim, kendimi savunabileceğimi umuyorum. Şimdi daha pozitif bir bakışla, kendi başına yalanın ne anlama geldiği hakkında görüşlerimi söylersem, siyaset, ideoloji ve yalan arasındaki bağı daha net ortaya koyabilirim sanıyorum. Yalan aslında insanın kendi arzularına uygun bir biçimde dünyaya şekil vermek, çeki düzen vermek için yaptığı bir müdahale olarak görmek en uygun bakışmış gibi görünüyor. Henüz ham bir tanım girişimi olduğunun farkındayım, ama yalandaki olumlu yanı görünür kılmaya hizmet eden bir tanım olduğu için kullanmayı deneyeceğim. Yalanı, bir insanlık durumu olarak ele alabilmemizi olanaklı kılacağı için değer veriyorum bu bakışa. Gerçekliği kendi arzuna uygun bir biçimde dönüştürme gücü, insana eylem kapasitesi sunar yalan bu açıdan baktığınızda.

Dinçer Demirkent: Yalanla ne yapacağız peki? Devletli olmayan yalanla barışacak mıyız?

Ahmet Murat Aytaç: Bakın ben size yalan hakkında yalan söylemek yerine yalan hakkındaki gerçekleri söylemeğe çalışıyorum. Hani derler ya, Machiavelli Makyavelist olsaydı Prens’i değil, Anti-Machiavelli’yi yazardı. Açık olmaya, yalan konusunda poz kesmeden, paradoksal da olsa, dürüst (!) olmaya çalıştım. Bu bağlamda, arzu konusunda birkaç şey daha söylemek isterim. Az önce, yalan arzularımız doğrultusunda dünyaya çeki düzen vermektir, insana bir eylem gücü katar dedim. Bazen insana dayanma gücü verir ve bundan ötürü yalana ihtiyacımız vardır. Mesela kanserin ne kadar inatçı bir hastalık olduğunu biliriz. Bazı kanser türlerinin çok agresif çok saldırgan olduğunu biliriz. Doktorlar temizledik, iyileştin kurtuldun dediklerinde büyük bir ihtimalle kısa bir süre içerisinde kanserin nüksedebileceğini de bize söylerler, fakat biz bu olasılığı her zaman göz ardı ederek, geçmiş olsun, iyileştin gibi ifadelerle yaklaşırız. Hasta da buna ortak olur. Çünkü bu ona dayanma gücü veren bir şeydir. Bu arzuya uygundur. Bu yalanın kendisiyle sınanacağı şey objektif gerçeklik değildir, olamaz.

Bunun arkasından neler gelebileceğini biliyorum. Arzuya, kanaatlere seslenen şeyler büyük önem taşır siyaset bakımından. İdeolojiler insanlara, ortak, toplu davranış; eylem kapasitesi yani siyasete katılma gücü kazandırdıkları oranda yalanın değişik formlarına, başta bahsettiğim yalanın gerçeklik etkilerine ihtiyaç duyarlar. Mesela gelecekle ilgili vaatler inşa etmek, hayaller kurmak, geçmişle ilgili mitler uydurmak zorunda kalırlar. Olgusal olarak sınanması mümkün olmayan tarihsel anlatıların içerisinde kurulmuş olan bir geçmişi diriltmek zorundadırlar. Mesela eski veya ilkel bir komünist geçmiş mitosunu ileri sürmek zorundadırlar. Belki zorunda değillerdir, ama bunu yaparlar; “Komünizm mümkün değil diyorlar ama bir dönem mümkündü, neden tekrar mümkün olmasın”, diyebilmek için. Milliyetçilik bunu yapar mesela, “Bir dağın içindeydik, oradan çıktık, bizi bir kurt çıkardı” diyerek mitos kurarlar.

Bilimin kendi mitosları vardır ve en ünlülerinden biri psikanalizdeki “ilk babanın katli” mitosudur. Mitos bize başkasının söylediği şeydir. Platon bu yüzden mitoslardan nefret eder ve yalanla akraba olarak görür. Hatta mitoloji ile felsefe arasındaki karşıtlığı bu zemin üzerinde kurar. Aklın sınanmasından geçmemiş olan bilgi mitolojidir. Başkasından duyduğum şeyin yalan olmadığından nasıl emin olabilirim?. Birinin arzusuna göre uydurulmuş olmadığını nereden bilebiliriz? Bu sorular Platon’u efsaneyi felsefeden ayırmaya yöneltir. Diğer yandan da Platon en büyük mitos uydurucularından biridir. Mesela Devlet’teki alegorileri düşünün. Devlet’teki o meşhur idealar evreni yalanını, üç cevher yalanını düşünün.

Dinçer Demirkent: Platon da yalan hakkında yalan söylemiyor bir bakımdan. Uydurduğu yalanların yalan olduğunu biliyor fakat yöneticilerin halkın bu yalanlara inandırması gerektiğini salık veriyor.

Ahmet Murat Aytaç: Evet, burada şu noktaları da vurgulamakta yarar var. Vaatlere ihtiyacımız var. Vaadi kendisine karşı sınayabileceğimiz hiçbir olgusal gerçeklik düzeyi yoktur ki. Vaat sadece ahlaki bir sınanmaya tabi tutulabilir bir şeydir. Söylediğin şeye gerçekten inanıyor musun? Söylediğin şey için çabalayacak mısın? Vaadi olmayan, bir gelecek tasarımı olmayan bir ideolojinin geniş toplumsal grupları seferber edebilmesi mümkün olabileceğini sanmıyorum? Onları zihinsel bir ortaklıkta buluşturabilmenin en önemli dayanağı budur.

Aslında ideolojiyi hep olumsuz olarak gören ve ebedi hakikat tarafından bir gün gelip bütün ideolojilerin askıya alınacağını söyleyen gelenek; Napolyon’dan, Marx’tan başlayıp kendini son ve tek hakiki ideoloji olarak gören liberalizme kadar uzanan bir çizgi üzerinde aslında hep bunu yaptı. Bir gün gelip ideolojilerin sonunun geleceğini vaat eden ideolojiyi ürettiler. Bunun gerçekleşmesi demek siyasetin, diğerlerinin sahip olmadığı hakikat araçlarına sahip olan dar bir seçkinler grubunun, hakikat soylularının eline geçmesi demektir. Siyaset kitleler tarafından yapıldığı müddetçe, siyaset kitlelerin bir işi olduğu müddetçe ideolojiler de var olacaktır. İdeolojinin reddi, bir anlamda kitlelerin siyasete katılım olanaklarının ortadan kaldırılmasını talep etmek anlamına gelmektedir.

Dinçer Demirkent: Kitlelerin siyasete dahil olabilmeleri bakımından yalan için de benzer bir şey söylemek mümkün bu durumda. Yukarıda konuştuklarımızdan bunu anlıyorum.

Ahmet Murat Aytaç: Yalan ve ideolojinin ortaklaştığı noktalardan bir başkasını da bu temsil ediyor işte. İnsanların verili gerçekliğe müdahale etmek, gerçekliği kendi arzuları lehinde dönüştürebilmek için kendi kendine ve başkalarına söylediği bir yalan olarak belki ideolojiyi tarif edebilmek de mümkündür. Bu açıdan Platon’la başlayan bir geleneğin, hakikatin sürekli değişip giden, istikrarsız ve öngörülemez algının etkisi olmayacağı, hakikatin değişip giden tüm görünümlerin dışında değişmeden kalan ebedi gerçek olduğu kurgusu da pek “gerçekçi” görünmüyor aslında. Yalana her zaman kırılgan, sürdürülebilirliği olmayan, zayıf güçsüz bir statü tanınmıştır. Mesela yalana dayanan aksamaz bir sistem kurulamaz; yalancının mumu yatsıya kadar yanar, gibi folklorik veya felsefi bir dizi belirleme, yalanın bu geçiciliğini hep hatırlatır bize: Yalan her zaman sürelidir oysa hakikat sonsuzdur. Aslında bu şu demektir. Hakikatin bir tarihi yoktur. Hakikat tarih dışı olduğu için zamanı aşar. Oysa yalanın tarihi vardır. Yalanın tarihi olduğu gibi tarihin de söylediği yalanlar vardır.

Üstelik bütün bu yalanın tarihine ya da tarihin uydurduğu yalanlara baktığımızda en büyük yalanın da hakikati tarih dışı olduğunu söylemek olduğunu görüyoruz. Foucault’nun külliyatı, hakikatin bu tarihselleştirilmesi veya bağlamsallaştırılması imkânsız olsaydı, anlaşılamayacak bir eserler toplamından ibaret olurdu. Öte yandan, hakikati tarihselleştiremeyecek olsaydık, düşüncelerin tarihsel sırasını izleyip, düşüncelerin tarihsel gelişimlerini izleyip tartışmamıza da gerek kalmazdı. Felsefe disiplinlerinin önemli bir kısmını, içinde siyasal düşünceler tarihi de olmak üzere, bir kenara koymamız gerekecekti. Ben yalanın bir vaat olması, arzuyu temsil ediyor olması anlamında hakikat kadar güçlü ve hatta hakikatten bazı noktalarda daha güçlü olduğunu düşünüyorum. Tıpkı ideoloji gibi. Siyaset her zaman için zayıf güçlü yalanlar ile kırılgan, savunulması gereken ya da apaçık çok güçlü hakikatler arasındaki tartışmaların karşılıklı olarak sürdürüldüğü bir alan olacak. Zaten siyasetin olanağı burada ortaya çıkıyor.