Türkiye’de sosyalist sol, uzunca bir dönemdir toplumsal yaşamın şekillendirilmesinde etkin bir güç değil. Saman alevi gibi parlayan sınırlı mücadele deneyimlerini bir kenara ayırdığımızda, sosyalistlerin politik ve örgütsel olarak kendini yeniden üretebildiği bir toplumsal pratikten söz etmek oldukça zordur. Solun geniş kitlelerle dolaysız biçimde yan yana gelme imkânını sunan Gezi Direnişi, sosyalistlerin politik ve örgütsel yetersizliklerinin tespit edilebilmesi açısından herkes için öğretici süreç oldu. Sendikalardan meslek odalarına, siyasi partilerden gençlik örgütlerine, dergi çevrelerinden sivil toplum örgütlerine kadar sosyalistlerin her türden örgütsel formu olanca militanlıklarına rağmen direnişin kitlesel mobilizasyonu içerisinde cılız bir damar olarak kaldı.
Türkiye’de devrimci-sosyalist hareketin zayıflığı, gündelik politik pratikle ilgili olduğu kadar, solun kendisini yenileyebileceği ve aşabileceği yaratıcı bir düşünsel etkinliğinin olmamasıyla da ilgilidir. Modern siyasal pratiğin ve düşünüşün temel zemini oluşturan eşitlik, özgürlük ve demokrasi gibi kavramlara içkinliğiyle kendiliğinden bir fikri önceliğe sahip olması gereken sosyalistler, ne yazık ki entelektüel güçlerini de yeterince kullanamamaktadır. Günümüzde sosyalistlerin hegemonik oldukları tek mevzi halkın eşitlik, özgürlük ve adalet duygularına eylem ve söylemleriyle cevap olabilmelerindedir; duygularda ortaklaşan bu bağı akıllarda kurabilmenin etkili yollarından biri sürekli ve disiplinli bir yayıncılık faaliyetinin yürütülmesidir.
“Yayıncılık” kelimesi neredeyse bütün dillerde etimolojik köken olarak bir fikrin geniş kesimlere yayılmasına, bilinir hale gelmesine yani kitleselleşmesine dayanmaktadır. Bu noktadan bakıldığında yayıncılık ile siyaset arasındaki kopmaz bağı tespit etmek kolaylaşmaktadır. Türkiye’de genel anlamda yayıncılık ile fikir dergisi yayıncılığı neredeyse eşzamanlı bir geçmişe sahiptir. Kendi iddialarını çoğaltmak, yaygınlaştırmak ve örgütlemek iddiasındaki her kesim, bu amaca en uygun içeriğe sahip bir yayın faaliyeti sürdürmektedir. Bu yayınların pek azı gerçekten geniş kesimlerle buluşarak örgütsel ve fikri bir çoğullaşmaya hizmet etmekte, çoğu ise kendi mevcut kadro yapılarını pekiştirmekle yetinmektedir.
Kurucu ve yenilikçi eylemler, ilişkiler, fikirler ve tarzlar ortaya koyamayan her yayın faaliyeti, yayınlanma amacı ne olursa olsun, etkisiz ve başarısız olmaktadır. Kendi içinden konuşan, kendi içine konuşan ve sadece kendisiyle konuşan bir siyaset dili egemen hale gelmiştir. Yayınlarımız, bırakınız geniş halk kesimleriyle buluşmayı, birbirine bulaşmaktan, bir başka fikirle temas etmekten bile imtina eder haldedir. Sosyalistlerin alamet-i farikası olan polemikler hızla tükenmektedir. Sanılanın aksine siyasal berraklığın değil, siyasetten kaçışın delili olan bu kaçak dövüş, siyaset dilimizi de kısırlaştırmaktadır. Bu hal, ne fikir dünyamızı ne de gündelik hayatımızı dönüştürme kapasitesine sahiptir.
Türkiye Solunun Teorik Gündemi
Türkiye’de canlı bir toplumsal mücadele geleneğine dayanan köklü bir ideolojik miras ya da yetkin bir “akademik Marksizm” damarının olmaması, solda yürütülen teorik tartışmaların kaçınılmaz olarak “mevcut siyaset yapma biçimleri” tarafından üst belirlenmesine neden olmaktadır. Bu gerçeklik, Türkiye’deki ideolojik tartışmaların içeriğinin, örgütlü siyasal yapıların gündelik ihtiyaçları tarafından tayin edilmesini beraberinde getirmektedir. Tez canlı bir kitleselleşme ve güç sahibi olmaya endeksli gündelik siyasal ufkun güdümündeki ideolojik faaliyet ise en temel teorik sorunları bile “ittifaklar siyasetine” indirgeyerek çözümleme eğilimindedir.
Uzun bir dönemden bu yana Türkiyeli sosyalistlerin teorik faaliyetleri iki ana hat üzerinde yükselmektedir. Bu hatlardan ilki, 1980’li yılların başından itibaren üretim organizasyonundan sermaye hareketlerine, mali sistemden devlet organizasyonuna kadar köklü bir dönüşüme işaret eden “neoliberal kapitalizmi” anlamaya yönelik çabalardır. Küreselleşme süreciyle iç içe gelişen neoliberal dönüşümü algılama yönündeki çabalar, dünya çapındaki akademik tartışmalardan da beslenerek, solda ortak bir fikri birikimin oluşmasına hizmet etmiştir. Ne var ki, neoliberalizmin eleştirisi konusundaki solun fikir birliği, neoliberalizme karşı mücadele konusunda ortak bir muhalefet programına dönüşmemiş ve uzun yıllar boyunca toplumun geniş kesimlerine ikna edici bir siyasal proje olarak sunulamamıştır. Bu başarısızlık, özelleştirme uygulamalarından yolsuzluklara, kentsel ve doğal zenginliklerin talanından güvencesizliğe kadar pek çok alanda büyük bir toplumsal erozyonun yaşanmasına yol açmıştır.
2008’de başlayan ve etkilerini hala hissettiren küresel ekonomik kriz, neoliberalizmin “kendiliğinden işleyen ekonomi” mitinin de alt üst olmasına neden olmuştur. Gelinen aşamada kabul etmek gerekir ki, neoliberal küreselleşme süreci hem savunucularının hem de eleştiricilerinin öngördüğünden çok daha farklı bir yol izlemiştir. Bugüne kadar neoliberalizmi tanımlarken sık sık başvurulan “ulus devletlerin çözülüşü”, “devletin ekonomik rolünün bitişi”, “bekçi devlet anlayışı”, “bölgesel işbirliklerinin etkinliği”, “ulus üstü yapıların yükselişi”, “küresel bir egemenlik anlayışı”, “sivil toplumun belirleyiciliği” gibi önkabullerin yeniden sorgulanması ihtiyacı apaçık ortada durmaktadır. Sosyalistler, içinde bulunduğumuz dönemde neoliberal politikalar karşısındaki moral üstünlüğünü uygulanabilir ve ikna edici bir politik programa dönüştürme şansını iyi kullanmak zorundadır.
Türkiyeli sosyalistlerin yakın dönemdeki teorik çabalarının ikinci hattını ise sosyalizm ideolojisinin kendisine ilişkin tartışmalar oluşturmaktadır. Türkiye solunun 12 Eylül’de yaşadığı yenilginin örgütsel muhasebesi yapılamadan, dünya çapındaki reel sosyalizm deneyimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması adeta bir rezonans yaratarak, sosyalizm fikrine ilişkin tartışmanın ideolojik olduğu kadar örgütsel bir özeleştiri süreci haline gelmesine neden olmuştur. 90’lı yılların başında farklı düzeylerde yürütülen bu tartışmalar Türkiye solunun örgütsel olarak yeniden harmanlanmasını da beraberinde getirmiştir. Kısa sürede anlamını yitiren “legal-illegal”, “partili-partisiz” mücadele tartışmalarını bir kenara bırakacak olursak, bu yeniden harmanlanma döneminde dünya çapında yükselen Post Marksizm-Ortodoks Marksizm saflaşmasında öne çıkan farklı yaklaşımlar, günümüze kadar solun teorik ve örgütsel kümelenmesinde etkili olmuştur.
Sosyalistlerin “sosyalizme” yönelik tartışmalarının çığır açıcı bir ideolojik birikim yarattığını söylemek mümkün değildir. Reel-sosyalizm deneyiminin eleştirisinden öncülük meselesine kadar uzanan hatta yürütülen tartışmalar zaman içerisinde kısır bir “gelenekçiler- yenilikçiler” kamplaşmasına dönüşmüştür. 2000’li yılların başından itibaren daha ciddi ve sistematik olarak yürütülmeye çalışılan “Özgürlükçü Sosyalizm” konusundaki teorik çabalar, bu iddia etrafındaki kesimlerin neredeyse zıt siyasal cephelere ayrılmasıyla kesintiye uğramıştır.
Yaşanan tüm bu gelişmeler, son 20 yıldır devrimci-sosyalist hareketin teorik gündemini belirleyen temel hatların makas değiştirdiğine işaret etmektedir. Bu hatlardaki yığınaklarımızı yeniden tevzi ederek, bütünlüklü bir teorik inşa faaliyetinin yeni unsurlarını tespit etmek, devrimci sosyalist hareketin yeniden harmanlanması ve gelişmesi açısından önemli bir başlangıç olacaktır.
Ulusalcılık-Liberalizm İkiliği
Ülkemizde örgütlü tüm siyasal yapılar kendi geleneklerini 1970’li yıllardaki öncüllerine dayandırsa da, bugün Türkiye solundaki hakim olan siyasal saflaşmaların büyük oranda 90’lı yılların sonlarından itibaren berraklaştığını söylemek yanlış olmayacaktır. 12 Eylül Darbesi’nin yerle bir ettiği dönemin ardından, solun tüm örgütlü yapılarının üniversitelerde, derneklerde, sendikalarda ve meslek odalarında “insan hakları, özgürlük, demokrasi ve örgütlenme hakkı” temelinde yürüttükleri bir tür “çıkar birlikteliği” siyaseti 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren farklı kollara ayrılmıştır.
Günümüz tartışmalarına etkisi bakımından bu dönemdeki en önemli kırılma, Küreselleşme/ Yeni Dünya Düzeni tartışmaları ekseninde Attila İlhan’ın gündeme getirdiği Galiyevcilik ve Avrasyacılık düşüncesi olmuştur. Bu düşünce en basit anlatımıyla, neoliberal küreselleşme sürecinin yıkıcı etkileri karşısında ulus devletlerin birer savunma cephesi olarak görülmesi gerektiğini söylemekte ve Batı Emperyalizmine karşı Rusya ve Türkiye öncülüğünde bir Avrasya Birliği’nin inşa edilmesini önermekteydi.
1996 yılında yayınlanmaya başlayan “Ulusal Dergisi” içerisinde yürütülen tartışmalarla olgunlaşan bu düşünce, Bülent Ecevit ve Doğu Perinçek gibi siyasal figürler tarafından da benimsenerek politik bir zeminde genişleme imkanı yakalamıştır. Zaman içerisinde Galiyevcilik, Bolşevizm, Ekim Devrimi gibi unsurlarından arındırılarak Kemalizmle özdeşleştirilen bir ulusalcılık anlayışına dönüşen bu çizgi, hem ekonomik hem de siyasal içerimleriyle dönemin Küreselleşme tartışmaları içinde en önemli odaklardan birisini oluşturmuştur. 28 Şubat Süreci, Bülent Ecevit’in başbakan olması, Abdullah Öcalan’ın yakalanması, ordunun Türkiye siyasetindeki etkinliği gibi gelişmeler, 2000’li yıllara girerken ulusalcılığın solun en kitlesel fikri kümelenmesi haline gelmesine neden olmuştur. 1990’lı yıllar boyunca “Üçüncü Yol”cu bir sosyal demokrasi arayışındaki CHP, bu dönemden itibaren tamamen ulusalcı bir çizgiye sürüklenmiştir. AKP İktidarı döneminde, Ulusalcılık akımı “aydınlanmacılık”, “ilericilik”, “kamuculuk” gibi kavramlarla entegre edilerek sosyal demokratlardan bazı sosyalistlere kadar geniş bir yelpazede kendini siyasal olarak yeniden üretmeyi başarmıştır.
Bu dönemde sol içerisinde ulusalcılıkla birlikte yükselen bir diğer akım ise kendileri bu ismi hiç kullanmasalar da yaygın olarak “sol liberalizm” olarak adlandırılan siyasal anlayıştır. “Sol liberalizmin” kitle desteği ulusalcılıkla karşılaştırılamayacak kadar sınırlı olsa da fikri etkinliği ondan daha geride değildir.
“Yeni Dünya Düzeni” ve “Küreselleşme” tartışmalarında Ulusalcılığın tam aksi paterninde seyreden sol liberalizmin asıl yükselişi Avrupa Birliği tartışmalarıyla olmuştur. O döneme kadar solun kendi çeperleri içerisinde kapalı devre olarak yürütülen “Devlet-Sivil Toplum”, “Sınıf Mücadelesi”, “Kimlik-Kültür siyaseti”, “İktidar”, “Özgürlük” ve “Demokrasi” gibi kavramlar etrafındaki polemikler, Avrupa Birliği tartışmaları sırasında politik bir saflaşmanın oluşmasına neden olmuştur.
Avrupa Birliği üyeliği tartışmalarında, müzakere sürecinin Türkiye’de hakim olan otoriter, baskıcı devlet geleneğini ortadan kaldırarak sivilleşme ve demokratikleşme yolunda önemli bir adım olacağını savunan bu anlayış, ana akım siyasal tartışmalar içerisinde dolaşım şansı bularak önemli bir popülarite kazanmıştır. Solun örgütsel ve siyasal yenilgi yaşadığı bir dönemde Post Marksizmin dil, kültür, kimlik, özgürlük, demokrasi, çoğulculuk gibi kavramları kullanma kapasitesi ve neoliberalizmin esneklik ve çok merkezlilik anlayışıyla uyum yetenekleri, sol liberalizmi kullanışlı bir paradigma haline getirmiştir.
Sol liberalizmin kendi tarihi açısından dönüm noktası, AKP iktidarı ile kurduğu pragmatik ilişki olmuştur. AKP İktidarının yükselişiyle birlikte devlet iktidarı içerisinde yaşanan açık kamplaşma ve çatışmada “otoriter devletçi” güçler karşısında “liberal-demokratik” güç olarak tanımladıkları AKP saflarında yer alan ya da AKP politikalarını destekleyen sol liberaller kendi sınırlarının çok ötesinde bir siyasal etkinliğe kavuşmuşlardır.
Politikayı Gerçek Zeminine Oturtmak
Birbirine taban tabana zıt gibi görünseler de Ulusalcılık ve Sol liberalizm temelde aynı yanılgının ürünü olarak gelişmişlerdir. Bu yanılgı, sosyalist stratejiyi “büyük güçlerle” ittifak siyasetine indirgeme anlayışıdır. Eşitlik ve özgürlük değerlerinin merkeze konulmadığı, halkın kendi yaratıcı gücüne dayanmayan hiçbir stratejik birlik, solun ve sosyalizmin toplumsal etkinliğinin gelişmesine ve genişlemesine hizmet etmemektedir. Bu tespit ve eleştiri yeni olmamakla birlikte, ne yazık ki bugüne kadar Ulusalcılık-Sol liberalizm saflaşması karşısında güçlü bir üçüncü seçenek yaratılamamıştır.
Türkiye toplumunun güncel sorunlarını Ortodoks Marksizm-Post Marksizm, ulusalcılık-liberalizm gibi ikilikler ve bunların yarattığı kerametleri kendilerinden menkul kavramlarla çözümleyebilme şansımız bulunmamaktadır. Bugün ihtiyacımız olan şey, ülkede ve dünyada yaşanan gelişmeleri eşitlikçi-özgürlükçü-devrimci perspektiften çözümlememizi sağlayacak etkin bir fikri odağın yaratılmasıdır. Bunu yapmak için, ulusalcılık-liberalizm arasında sıkışmış düşünce iklimini yeni fikirlerle zenginleştirmek gerektiği gibi, yüksek akademizm, yüksek siyaset ve yüksek kültür duvarlarıyla kendi konumunu dokunulmaz hale getiren mevcut yayıncılık anlayışını da sarsmak gerekmektedir. Bunun için sosyalist-devrimci hareketin siyasal perspektifini yeniden oluştururken analizlerinden ve tartışmalarından beslenebileceği, bu siyasal perspektifin gelişmesi için gerekli teorik-entelektüel-politik-kültürel alet kutusuna katkıda bulunacak, yürütülen devrimci-sosyalist mücadele ile kader birliği içinde bir teorik-politik müdahale aracının yaratılması gerekmektedir.
Ayrıntı Dergi, bu ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkmıştır ve her şeyden önce sosyalist-devrimci hareketin düşünsel olarak desteklenmesi amacını taşımaktadır. Güncel siyasal sorunların çözümüne rehberlik edecek yaratıcı bir devrimci-sosyalist teorik faaliyetin inşa edilememesi muhafazakar, ulusalcı ve liberal düşünce akımlarının toplumu boydan boya kuşatmasına neden olmaktadır. Kürt Meselesi’nden özgürlükçü sosyalizm tartışmalarına, devlet analizlerinden sınıf tahlillerine, iktidar tekniklerinden egemenlik biçimlerine, güvencesizlerin örgütlenmesinden sendikal sorunlara, yoksulluktan şiddete, toplumsal cinsiyetten ekolojiye kadar çok sayıda sorunun hala devrimci-sosyalist bir perspektifle çözümlenme ihtiyacı olanca yakıcılığıyla ortada durmaktadır.
Yirminci yüzyılın düşünce ve eylem deneyimlerinin içinden geçen yirmi birinci yüzyılın kuruluşunu anlamaya ve değiştirmeye dönük bir düşünsel kapasiteye ihtiyacımız var. Düzen içinde tanımlanmış sorulara cevap arayan değil; sorunsalı değiştirme uğraşında olan, yüzünü eyleme dönen bir düşünceye.
Söz dediğiniz, hayatla tutuştuğu her kavgada yenilgiyle yazgılıdır. Hayat aktığı, söz ise ağızdan çıktığıyla kaldığı sürece bu yazgının değişmesi mümkün değildir. Ne var ki bu yazgı, ne sözün değerinden bir şey eksiltir, ne de hayatı anlamlandırma çabasını gereksiz kılar. Sözün hayat karşısındaki bu çaresizliğinin bilincinde olmak, hayatla aramızdaki mesafeyi kapatabilmek için söz ve fikir üreticiliğine olan ihtiyacın da bilincinde olmak demektir. Yeni ve yaratıcı fikirler, bir öncekinin tekrarıyla değil, ancak sorgulanmasıyla ortaya çıkabilir. Bu sorgulamada cesur olmak zorundayız, çünkü hep denildiği gibi, ayrıntılar önemlidir…
AYRINTI DERGİ YAYIN KURULU
(Kasım, 2013)