Günümüzde Aşırı Sağ’ın Türkçe Baskısına Önsöz

Çev. S. Erdem Türközü

The Far Right Today’in [Günümüzde Aşırı Sağ, Nika Yayınevi tarafından yayına hazırlanıyor] İngilizce baskısının son taslağını göndermemin üzerinden üç yıldan fazla zaman geçti ve o zamandan bu yana çok şeyin değiştiğini söylemek abartı ya da klişe gibi gelmiyor. En etkili değişiklikler, özellikle zaten krizlerle dolu 21. yüzyıldaki iki yeni “kriz”, aşırı sağın dışında gelişti. COVID-19 pandemisi hepimizin yaşama biçimini temelden değiştirdi ve muhtemelen kişisel anlamda 21. yüzyılın en etkili krizi haline geldi. Rusya’nın Ukrayna’yı yeniden işgali, klasik devletlerarası savaşı Avrupa Kıtası’na geri getirerek, potansiyel olarak Avrupa ve ötesindeki ittifakları ve tutumları yeniden şekillendirdi. Bu önsözde, bu “kriz”lerin küresel aşırı sağ üzerindeki etkisini kısaca tartışmak istiyorum. Ama bunu yapmadan önce, Türkiye’nin bu kitapta nasıl yer aldığına dair birkaç şey söylememe izin verin.

Yakın geçmişte yapılan popülizm araştırmalarında, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, dünyanın en önemli “popülist lider”lerinden biri olarak öne çıkıyor. Giderek artan sayıda çalışma, Erdoğan’ın özellikle şu anda (neredeyse) 20 yıllık sürekli yönetiminin belirli aşamalarında “saf halk” ve “yozlaşmış seçkinler” arasındaki temel popülist ayrımı kullandığını gösteriyor. Erdoğan’ın popülist -her ne kadar sınırda olsa da, popülizmi dönüşümlü olarak, özünde seçkinci olan İslamcılıkla “kullandığı” için- ve bir sağcı olduğuna katılsam da, bu kitapta onu tartışmıyorum. Bu, kullandığım “aşırı sağ”ın, temel ideolojik özelliğinin yerlilik, yani milliyetçiliğin yabancı düşmanı bir biçimi olduğu özgül yorumuyla ilgili. Erdoğan ve üst düzey AKP siyasetçileri zaman zaman belirli etnik azınlıklara karşı yerlici retorik kullanmış olsalar da, yerlilik onların ideolojilerinin temel bir özelliği değildir. Dolayısıyla, Türkiye’deki ana aşırı sağ aktör, Parti lideri Devlet Bahçeli’nin yönetiminde AKP destekli bir partiye dönüşen Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve özellikle onun (resmi olmayan) paramiliter kanadı Ülkücüler olmaya devam ediyor.

COVID-19 pandemisi, 11 Eylül terör saldırılarından, Büyük Durgunluktan ve sözde “mülteci krizi”nden sonra hala nispeten genç olan 21. yüzyılın dördüncü “kriz”iydi ama gerçek anlamda ilk küresel olanıydı. Dünyanın her yeri pandemiden aynı şekilde olmasa da etkilendi ve çok az insan ne COVID-19’un kendisinden ne de devletin onunla savaşmak için aldığı önlemlerden kurtuldu. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, uzmanlar pandeminin siyaseti, özellikle 2016’dan bu yana aşırı sağ siyasetin kısaltması olarak hizmet eden “popülist siyaset”i sonsuza dek değiştireceğini, hızlı bir şekilde iddia etti. Aylar içinde yeni bir bilgelik ortaya çıktı. COVID-19 pandemisi, varlığını ve ciddiyetini inkar ettiğine ya da görmezden geldiğine inanılan aşırı sağın yetersizliğini gösterecek ve hayal kırıklığına uğramış seçmenler yığınlar halinde partileri terk edecekti. Gerçeklik, çoğu zaman olduğu gibi, çok farklıydı.

“Popülist”lerin COVID-19’u reddettiği ya da görmezden geldiği fikri, esas olarak Donald Trump ve daha az ölçüde, hastalığın ciddiyetini (varlığından ziyade) inkâr eden ve -en azından, haklı olarak inandığı gibi, yeniden seçilmesine mal olacak bir iktisadî darboğazı önlemek için, katı karantina önlemlerine karşı çıkan Brezilya cumhurbaşkanı Jair Bolsonaro’ya dayanıyordu. Ama Trump ve Bolsonaro, yalnızca fikirlerine ve siyasalarına uyduğu için, yani “kapalı sınırlar”la savaşılması gereken bir “dış tehlike” olduğu için, COVID-19’u genellikle ilk ciddiye alanlar arasında yer alan küresel aşırı sağ içinde aykırı şahsiyetlerdi. Sonuç olarak, en azından 2020’deki ilk dalgada Avrupa’da, temel COVID-19 istatistikleri (yani vakalar, ölümler, aşılar) açısından, aşırı sağ partiler tarafından yönetilen ya da aşırı sağ partileri içeren hükümetler, içermeyenler kadar iyi (ya da kötü) performans gösterdi. Üstelik pandeminin aşırı sağ partiler ya da hatta herhangi bir parti ailesi üzerinde net bir seçim etkisi olmadı.

Adil olmak gerekirse, pandeminin aşırı sağ üzerinde bazı etkileri oldu. Muhalefetteki aşırı sağ partiler, ilk dalga sırasında hükümetin karantina önlemlerini en az destekleyenler arasında yer alırken, birçoğu o zamandan beri neredeyse tüm önlemlere açıkça düşman oldu. Pek çok ülkede aşırı sağ, müstakil olarak aşılara karşı çıkmak zorunda kalmadan, zorunlu aşılamaya karşı muhalefete öncülük ediyor. Esas olarak, muhalefetteki aşırı sağ, “ana akım” partileri, virüsle savaşmaya gerçekten yardımcı olmadığı, ekonomiye zarar vermediği ve hatta demokrasiyi baltaladığı söylenen “aşırı” önlemleri dayatmak için pandemiyi kötüye kullanmakla suçluyor. Başka bir deyişle, onlar -kısmen yerlici çerçeve, yani sınırların kapatılması, nedeniyle- COVID-19 pandemisi hakkında popülist bir çerçeveyi benimsedi; bu da siyasî yelpaze boyunca yer alan partiler tarafından hızla desteklendiğindi. Tam tersine, hükümetteki birçok aşırı sağ parti, zaman zaman (liberal demokrat) muhalefeti hastalıkla mücadele çabalarını sabote etmeye çalışmakla suçlayarak, diğer hükümetlerle benzer COVID-19 karşıtı önlemler getirdi.

Pandemi, aşırı sağ seçim siyasetini fazla etkilememiş olabilir ama sokaklarda ve sosyal medyada bazı yeni ittifaklar yarattı. Karantina karşıtı protestoların çoğu, aldıkları orantısız medya ilgisine rağmen küçük olma eğiliminde olsa da, bazı alışılmadık yatak arkadaşlarını kendilerine çekti. Çok çeşitli konularda (5G’den UFO’lara kadar) devlete güvenmeyen daha genel komplo kuramcılarına ek olarak, karantina karşıtı protestolar, şimdiye kadar büyük ölçüde ayrı kalmış iki alt-kültürü, yani aşırı sağ ve alternatif sağlık topluluğunun bir kısmını bir araya getirecekti. Bazı belirsiz düzen karşıtı ve “doğal sağlık” yanlısı görüşler dışında, bu alt-kültürler hem ideoloji hem de sosyo-demografik profil açısından oldukça farklıdır; bu nedenle bu yeni ittifakın pandemi-sonrası dönemde (ki o döneme erişmeli miyiz) de devam edip etmeyeceği görülecektir.

Belki daha da önemlisi, Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna’yı yeniden işgal etmesinin bir sonucu olarak hâlihazırdaki krizdir, ki bu şimdiden parti tutumlarını ve ilişkilerini sınamış ve değiştirmiştir. Medya, yıllardır aşırı sağı, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e ya mali olarak bağımlı ya da ideolojik olarak destekleyici olduklarını öne sürerek, “Rusya yanlısı” olarak tasvir ediyor. Fransız Ulusal Cephesi’nden (şimdi Ulusal Birlik [Rassemblement national]) Daha İyi Bir Macaristan Hareketi’ne (Jobbik) kadar, aşırı sağ partiler ve siyasetçiler, Putin’in iddia edilen en değerli varlığı olarak ABD Başkanı Trump ile “Putin’in Kuklaları” olarak anılıyor.

Savaşta Ukrayna’ya verilen geniş halk desteği ve Putin’le Rusya’nın, özellikle Batı demokrasilerinde yaygın olarak reddedildiği göz önüne alındığında, uzmanlar, aşırı sağın “Putin yanlısı” konumları için bir bedel ödeyeceğini çabucak öne sürdü. Şimdiye kadar, bu fiilen olmadı. Rusya’nın Avrupa Birliği içindeki ana müttefiki olan Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, seçimler bir kez daha serbest olsa da adil olmasa da ezici bir zaferle yeniden seçildi. Partisi Kremlin’e yakın bankalardan önemli miktarda finansal kredi alan Marine Le Pen, ikinci tur puanını neredeyse yüzde 10 artırarak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura katılmaya hak kazandı. Ama bu öykünün tamamı değildir.

İlk olarak, Ukrayna Savaşı’nın (veya bu konuda başka bir “kriz”in) aşırı sağ üzerinde genel bir etkisinin olmasını beklemek asla gerçekçi değildi. Bu kitabın iddia ettiği gibi, çağdaş aşırı sağ son derece heterojendir; yani tekilden çok çoğul olarak daha iyi görülür. Popüler “Putin’in Kuklaları” imajına rağmen, aşırı sağcı partilerin yalnızca bir azınlığı, onu arzu ettikleri dünya lideri olarak gördükleri için gerçekten “Putin yanlısı” idi. Çok sayıda parti Rusya’yı ideal bir devlet olarak değil, kendi ülkelerinde savaştıkları çok kültürlü “liberal uluslararası düzen”e karşı yararlı bir karşı ağırlık olarak gördü. Ayrıca, özellikle Baltık ülkelerinde ve Polonya’daki aşırı sağcı partilerin önemli bir azınlığı, doğrudan Rus düşmanı olmasa da her zaman sıkı bir Putin karşıtı olmuştur. Başka bir deyişle, “Putin’in Kuklaları” en iyi ihtimalle, önde gelen aşırı sağcı şahsiyetlerin yalnızca küçük bir azınlığına uygulanabilen bir klişeydi.

 

İkincisi ve Putin için ideolojik olmaktan çok araçsal desteği yansıtan aşırı sağcı partilerin çoğu Rus işgalini reddetti ve Ukrayna’yla dayanışma ifade etti. Birçoğu, çoğunlukla kendi yurttaşları için iktisadî maliyetleri nedeniyle önerilen yaptırımlar konusunda şüpheci olsa da, çok azı hâlâ Putin’in yanında yer alıyor -bir istisna Hollanda Demokrasi Forumu (FvD). En utanmaz “dönüşüm”, Putin tişörtlerini çıkaran ve Polonya-Ukrayna sınırına giderek kendisini Ukrayna şampiyonu olarak yeniden icat eden ve Putin yanlısı duruşunu hâlâ hatırlayan yerel belediye başkanı tarafından herkesin önünde küçük düşürülen İtalyan Ligi lideri Matteo Salvini’ye ait.

Üçüncü ve son olarak, Ukrayna Savaşı küresel aşırı sağ içindeki bazı önemli ilişkileri gerdi. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bu özellikle Avrupa Kıtası’nda geçerlidir. Macaristan ve Polonya yıllardır birbirlerini AB eleştiri ve yaptırımlarından koruyup kollayarak, sıkı bir ittifak içindeydi. Daha yakın zamanlarda, önde gelen iki aşırı sağ parti, geçen yıl sağcı Avrupa Halk Partisi’nden (EPP) ayrılan ve utanç verici bir resmi kovulmayı önleyen Fidesz ve Hukuk ve Adalet Partisi (PiS), Avrupalı Muhafazakârlar ve Reformistler’den (ECR) ve Kimlik ve Demokrasi’den (ID) partileri birleştirerek AB içinde büyük bir aşırı sağcı siyasî grup oluşturmaya çalışıyor gibi görünüyordu. Bu grup, Brüksel’de önemli bir güç vererek Avrupa Parlamentosu’ndaki üçüncü en büyük grup haline gelebilirdi. Ancak dış siyasanın Avrupa siyasî tartışmasına egemen olması ve PiS liderliğindeki Polonya’nın en Putin karşıtı ve Fidesz liderliğindeki Macaristan’ın en Putin yanlısı AB üye devleti olması nedeniyle, bu ittifak giderek daha az olası görünüyor; bu da aşırı sağın 2025’teki Avrupa seçimlerinde bir kez daha bölünmüş ve görece zayıf bir siyasî güç olarak mücadele edeceği anlamına gelebilir.

Ukrayna Savaşı’nın sonuçları ne olursa olsun, bu kitapta savaş sonrası aşırı sağcı siyasetin “dördüncü dalgası” dediğim şeyin temel özelliklerini temelden değiştirmesi pek olası değildir. Benzer şekilde, Bolsonaro’nun görevden alınıp alınması ya da Trump’ın yeniden göreve başlayıp başlamaması da bu kitabın ana fikirlerini değiştirmeyecek. Aşırı sağ, bugün dünya siyasetini anlamak için gerekli olan küresel bir siyasî olgudur. Bu kitap, hem küresel aşırı sağa bir giriş hem de onun önemine dair bir açıklama sağlamayı amaçlamaktadır.