Erdoğanizmin Hukukçuları: Fiili Rejimin Failleri

Türkiye 2011’de kurulan Meclis Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmaya başlamasından beri yapay bir tartışmanın içine çekildi. Bu tartışmanın her kanadının uzlaşmış göründüğü tek şey 12 Eylül Anayasası’nın kurduğu rejimin değiştirilmesiydi. Fakat uzlaşma komisyonunun uzlaşamayacağı ve uzlaşmasının istenmediği daha komisyonun kuruluşundan belliydi. Komisyona meclisteki her parti eşit sayıda üye vermiş ve oy birliği aranmaktaydı. İşin özüne baktığımızda uzlaşma mümkün değildi. Çünkü tartışmanın hakim unsuru, 12 Eylül faşist rejimini çok daha güçlü biçimde kullanarak yeni bir rejimin inşasını amaçlıyordu. Bu nedenle tartışmalar, başkanlık ve yurttaşlık tanımı gibi meselelere henüz gelmeden masa dağıldı. Erdoğan’ın, sonucu masanın devrilmesi olacağı açık olan bu kurguya girmesinin nedeni bugünden bakıldığında açıkça görülmektedir.

Erdoğan, açıkça sermayeden yana, sağ iktidarları konsolide etmeye dönük ve kuvvetler ayrılığını yürütme lehine açıkça bozmuş bir anayasadan niye rahatsız olsundu? Dolayısıyla mesele 1987’den itibaren anti demokratik unsurlarının önemli bir oranda değiştirildiği anayasayı değiştirmek değil, kendisini sınırlayan bir anayasa fikrinden kurtulmaktı. 12 Eylül referandumuyla başlayan iktidarın anayasaya uyma zorunluluğunun söylemsel düzeyde ortadan kaldırılması süreci, uzlaşma komisyonunun faaliyetleri ile zirveye ulaşmıştı. İçişleri Bakanı’nın, Başbakan’ın doğrudan ağzından söylenenler bu sürecin kanıtıdır. Milli iradenin temsilcilerinin önünde anayasa dahil hiçbir gücün duramayacağının fikri altyapısı bu süreç içinde oluşturulmuştur.

Türkiye’yi fiili bir ara rejime taşıyan hareketin fikri zemini bu yolla oluşturulurken ilk büyük karşı çıkış Türkiye’de milyonların sokaklara döküldüğü Gezi direnişinde ortaya çıktı. Gezi’nin en temel talebinin Erdoğan’ın başkanlık arzusuna yöneldiğini ve Gezi’nin bir eski dönem savunusunun çok ötesine geçerek kendisini temsil ettiği iddiasında olan bütün kurumları aştığını da unutmamak gerekir. Gezi direnişinin ardından Erdoğan’ın 2014’te cumhurbaşkanı seçilmesi ve hemen ardından cumhurbaşkanı ve o dönemin anayasasına aykırı olmasına karşın parti başkanı olarak katıldığı AKP’nin birinci olağanüstü kongresinde “kuruculuk” vurgusunun öne çıkması yapay tartışmanın gerçek yönünü ortaya koymuştu. AKP ilkesiz ittifaklar, nüfusun yeniden düzenlenmesi ve diktatörce yönetimin “demokratikleşme” gerekçesiyle hakim kılınması stratejileriyle geçirdiği hazırlık sürecini 2014’te tamamlamıştı. Dolayısıyla CHP ve ulusalcı kesimlerin 2007’deki yardımıyla başlayan hazırlık süreci yine aynı ekiplerin 2014 cumhurbaşkanlığı seçiminde gösterdikleri performans ile tamamlanmıştı. 2007’de Gül’ü bir anayasa referandumu sonucu meclise seçtiren ve anayasaya cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesini, başkanlığa giden yolu sağlayan ulusalcı ittifak 2014’te “Ekmek için Ekmeleddin” kampanyası ile hazırlık sürecinin tamamlanmasını sağlamış oldu.

Hazırlık sürecinin tamamlanması şu anlama geliyordu. Erdoğan’ın bekası ülkenin bekası ile özdeşleştirildi. Artık demokratikleşme adı altında olsun ya da olmasın diktatörce yönetim meşrulaştırılmıştı, çünkü yürütme gücünü sınırlayacak bir anayasal kuvvet varsayımı zihinlerden silinmişti. Artık gücün hangi ittifaklarla büyütüleceği ve hangi blokların tasfiye edileceğine odaklanmak gerekirdi. Hazırlığın ardından artık Erdoğan’ın fiili rejimi konsolide etme süreci başladı. Hazırlık sürecinde döşenen yol, her seçimin bir plebisite dönüştürülmesiydi. Milli irade kavramı, hazırlık sürecinde oluşturulan zemin üzerinde emekçi sınıfların ve azınlığın demokratik haklarının ortadan kaldırılması için en basit biçimiyle kullanıldı. 2015 Haziranında Erdoğan’ın partisi tek başına iktidarı kaybettiğinde, bunun nedeni olan partinin ve liderinin cezalandırılması, Erdoğanizmin konsolide edilmesi süreci başka bir boyut aldı.

7 Haziran 2015’ten 1 Kasım 2015’te yenilen seçimlere kadar geçen süreçte ülke kan gölüne döndü. Masalar devrildi ve fiili rejim, fiili olarak başladı. 2016’da AKP’nin 2013’e kadar ittifak yaptığı, devlet kadrolarına özellikle yargıya özenle yerleştirdiği Fethullahçı askerler, enişteden öğrenilen, iki yüzün üzerinde yurttaşın ölümüne neden olan ve bütün boyutlarıyla karanlıkta bırakılan bir darbe girişiminde bulundular. Ardından 20 Temmuz’da ilan edilen ve bir anayasal statünün çok ötesinde bir düzen kuran olağanüstü hal rejimi ile devletin yeniden inşası süreci başlamış oldu. Mottosu basitti: Allah’ın lütfu. Anayasa’dan kalan ne varsa kaldırılması için, ülkeyi kararnamelerle yönetmek, meclisi tasfiye etmek, milletvekillerini ve muhalifleri cezaevine atmak, kamu kurumlarından Fethulllahçı darbe girişimine karışanların yanında muhalifleri ihraç etmek OHAL teknolojisi içinde yeni devletin inşa yollarını temizlemek için kullanıldı. Bu temizlik elbette muhalif medyanın tasfiyesi ile, Erdoğan tarafından kendisine bağlı kalmak kaydıyla oluşturulan medya-sermaye havuzunun bütün ülkeye hakim kılınması ile birlikte düşünülmelidir.

Türkiye’de fiili rejimin süreklileştirilmesi olarak anlaşılabilecek ve bir anayasa değişikliği kanunu ile bildiğimiz anlamda anayasayı ortadan kaldıracak anayasa referandumu işte bu ortamda yapıldı. Türkiye bir rejim değişikliğine, hazırlanmış koşullarda gitti. 16 Nisan 2017’de imam hatip ruhuna bağlılığını bugün açıkça ilan etmekten çekinmeyen YSK Başkanı Sadi Güven’in açıkladığı kararla iki buçuk milyon mühürsüz oyun kanuna aykırı olarak geçerli sayılması ile rejim değişikliği gerçekleşmiş oldu ve bütün maddeleri ile birlikte 24 Haziran’da seçim adaleti ve güvenliğinin olmadığı bir yeni plebisitin ardından yürürlüğe girdi. Mottosu referandumun ardından dile getirilmişti: Atı alan Üsküdar’ı geçti.

Bu yazı yazılırken Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile bütün devlet teşkilatı tek kişinin kaleminden çıkan imzalarla yeniden düzenleniyor; milliyetçi cephe Erdoğan’ın ve Erdoğanizmin bekası ve devletin yeniden fethi için rant ve ayrıcalıkları paylaşıyor. Ülkenin kaderinin kendini sınırlayan bağlarını koparmış bir liderin kaderine bağlanmış durumda. Bu yazıda özünü ve içeriğini defalarca tartıştığımız rejimin nasıl meşrulaştırıldığına ilişkin kritik bir kitap incelenecek. Kitabın kritik olması içinde taşıdığı fikirlerin değerinden değil, yazarı eski TKP’li hukukçu başdanışmanın hukuk ve devlet anlayışının somut düzeni meşrulaştırma yollarından kaynaklanıyor ve kavgayı bu düzeye taşımanın gereğinde anlam kazanıyor.

Kuruculuk ve 1920’lere Dönüş

Bugünlerde fikirlerini değiştirmiş olan Osman Can, 2013 yılında yayımladığı Kurucu İktidar adlı yapıtında AKP’nin yeni düzen oluşturma çabalarının yukarıda özetlediğim hazırlık aşamasında kullanışlı bir aparat üretmişti. AKP MKYK üyeliği yapmış dönemin kronjurist adayı, AKP’nin yeni anayasa çalışmaları sonucunda Türkiye’nin gerçek anlamda ilk anayasasına kavuşacağını yazmıştı o dönemde. Tabii bunun için kurucu iktidarın demokratik teorisini tamamen eğip bükmüş, Türkiye açısından son on yılda kurucu rol oynamış darbe, vesayet ve derin anayasa gibi yapılandırılmamış kavramlar üzerinden Birinci Meclis ve 1921 Anayasası’na dönmüştü. Tabii bu dönüşün amacı da bürokratik seçkinler-halk; darbeciler-seçilmişler yapılandırılmadan kullanılan kavramlar yoluyla AKP’nin Türkiye’nin ilk gerçek anayasasını yapacağını kanıtlamaktı.[1] Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk gerçek kurucusu olarak Tayyip Erdoğan işaret edilmiş olacaktı.

Hazırlık aşamasından inşa aşamasına geçişte bir ölçüde sol fikirlerden beslenen Osman Can yerini eski TKP’li kronjuriste bıraktı. Mehmet Uçum’un kitabının akademik nitelik olarak Osman Can’ın eserine bile yaklaşması mümkün olmamakla birlikte, politik olarak yüklü bir içerik taşıyor. “15-16 Temmuzun görkemli direnişçileri olan Demokrasi Şehitleri ve Gazileri”ne ithaf edilen kitap, 15 Temmuz’u bir milli demokratik halk devrimi ve birinci kurtuluş savaşının ikinci kurtuluş savaşı ile tamamlanması olarak görüyor ve kuruluşun ikinci kurtuluşun tamamlanmasıyla başladığını deklare ediyor. Sol jargonun yerinden edilme uğraşıyla dolu olan kitabın dili, yazarın düşünsel zavallılığını ortaya koymanın ötesinde bir anlam taşıyor, demokratik kuruculuğun başka biri dili olmadığını bir kez daha kanıtlamış oluyor.

Tabii Uçum için “tarihin gördüğü en büyük barışçı devrim” olan 15 Temmuz milli demokratik halk devrimi liderle halkın özdeşleşmesi sonucu oluşuyor. “Gerici faşist” olarak nitelendirdiği FETÖ çetesinin işgal girişimine karşı yapılmış bu devrim Uçum’a göre millidir çünkü emperyal faşist güçlerin işgal girişimini püskürtmüştür, demokratiktir çünkü milli iradeye sahip çıkmıştır. Halk devrimidir çünkü vesayete karşı halkla özdeş olan lideri savunmuştur. Gerici, faşist, devrim, emperyal gibi kavramlarla süslenen hamasetin Uçum’un siyasal dünyasındaki karşılığı şudur: Türkiye Erdoğan liderliğinde yeni bir devlet kurmaktadır. Anayasal kurumlar, milli irade ile özdeşleşmiş tek kişi önünde artık engel olamayacaktır, çünkü bürokrasi tasfiye edilmiş, yargı halkıyla özdeşleşmiş bir liderin kararlarına karşı çıkacak demokratik meşruiyete sahip değildir. Dolayısıyla yeni düzende artık vesayet yoktur, çevre merkezdedir, merkez yirmi birinci yüzyılın büyük devrimcisi Erdoğan’dır; Mustafa Kemal’in başlattığı ve sonradan “emperyal faşist” güçlerin ağından kurtaramadığı birinci kurtuluş savaşı sonrası düzen ikinci kurtuluş savaşı ile tasfiye edilmiştir.

Şimdi bu saçmalığı eski TKP’li Uçum’un siyasal evrenine yerleştirdiğimizde eksenler şöyle belirmektedir. Uçum’a göre Türkiye’de toplumsal sınıflar olmadığı için (tanıdık bir düşünce olsa gerek) çelişki devlet ve toplum arasındadır. Yine Osman Can’daki gibi fakat bu sefer daha kötü bir Küçükömer çarpıtması ve Mardin uyarlaması ile toplum dediği devletten uzak tutulmuş kesimler ile devlet ya da iç iktidar denen yapı karşı karşıyadır. Yani halk sınıfsız bir bütündür, devrimci liderle özdeşleşir ve tarihin gördüğü en büyük devrim ile kurtuluşunu tamamlayarak liderin arkasına dizilerek yeni kuruluşu kutsar. Lider ve halk özdeşleşmesinin demokrasiye değil, faşizme işaret ettiğini eski solculuğundan ve hukukçuluğundan bildiğine kuşku duymadığım Uçum’un bunu böyle formüle etmesinin de bilinçsiz olduğunu düşünmek saflık olur.

“Hukuk İçinde Temizlik”

Kronjurist, “Devrimin Devletteki Temizliğe Yönelik Sonuçları ve Hukuk İçinde Kalınma İlkesi” başlıklı bölümde, her ne kadar dalga geçiyor izlenimi verse de gayet ciddi ve açık bir tonda konuşuyor. Tasfiye edilenleri suçlu, darbeci gibi kategoriler yerine “halk düşmanı” kategorisi içine alıyor. Yani imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış halkın karşısına çıkmış düşmanlar olarak… Hakkında hiçbir soruşturma açılmamış on binlerce insanın yargılanmadan kamudan tasfiyesini hukuk içinde kalma olarak yorumlayarak “devrim”in hukukunu OHAL düzeni ile özdeşleştiriyor. Hukuk yolunun kapatılıp çok sonra kurulan ve karar vermede çok cimri davranan bir idari komisyonu da hukuk devletinin en üst noktası olarak sunuyor.

Elbette bunu da bir saçmalama olarak görmemek gerek. Çünkü Uçum yeni devlet inşası sırasında kamu personel rejimine özel bir öncelik de veriyor. Tek irade, tek teşkilat ilkesi bağlamında bütün kamu personelinin hukuka değil teşkilatın başında bulunan ve halk ile özdeşleşmiş Cumhurbaşkanına tabi ve kamu güvencesi taşımayan insanlardan oluşacağını öngörüyor. Tek irade, tek teşkilat, tek tip kamu personeli. Dolayısıyla tasfiyeler devletin fethi için açıkça gerekli olarak görülüyor ve içinde kalınan hukukun niteliğini zaten bu akıl yürütme ortaya koyuyor. Uçum’un hukuk dünyası bu anlamda hayali değil, aksine gerçekçi bir ilkeye dayanıyor, hukukun kaynağını anayasa değil, meşruiyetini halktan alan cumhurbaşkanı oluşturuyor. Dolayısıyla onun iradesiyle yapılan tasfiyeler de bu hukukun içinde kalıyor.

Tek irade, tek teşkilat ifadesini Uçum’un Erdoğanizmin temeli olarak gösterdiği temsil siyaseti ve sosyoloji siyaseti olarak kavradığı tuhaf ikiliden yola çıkarak açmak mümkün. Uçum için Erdoğan’ı yüzyılın devrimcisi yapan içinden geldiği sosyolojinin (her ne demekse) taleplerinin sesi olmasıdır. Büke Koyuncu’nun çok iyi adlandırdığı biçimiyle “Benim Milletim”in dışında kalan “sosyoloji” tek iradenin de tek teşkilatın da dışına itilmiştir. Yani kaynaşmış kitleyle kaynaşmayan, liderle özdeşleşmeyen halk kesimleri iradeden de teşkilattan da sayılmamaktadır. Böylece sürekli genişleme potansiyeli taşıyan bir halk düşmanları kategorisine de zemin hazırlanmaktadır. Kamudan tasfiyelerin “hukuk içinde temizlik” bağlamında devlet kadrolarının çok ötesine taşınması da böylece mümkün hale gelmektedir.

Uçum’un kitabının geri kalanı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen fiili rejimin nasıl da devrimci bir demokrasiyi getirdiği uydurmalarıyla doludur. Dolayısıyla normatif düzenlemelere ilişkin gerekçelendirmeleri üzerinde durmayı bu yazı bağlamında anlamlı bulmuyorum, bu bölümler için ancak şu söylenebilir: Böylesine tutkulu bir apoloji ancak bir dönek tarafından yapılabilir.

Sonuç Yerine

Türkiye siyasal, ekonomik ve toplumsal boyutları olan çoklu bir kriz içinde, bir fiili siyasal rejim altında debelenmekteyken kurucu iktidar kavramı başta olmak üzere demokrasiye ve devrime yazgılı kavramları içeriksizleştirerek kullanan sermayenin ve rejimin organik aydınlarıyla bu düzeyde mücadele etmenin bir görev olduğunu unutmamalıyız. Kavramlarını Türkiye’nin devrimcilerinin birikimlerinden devşirenlerin ve rejim için kullananlardan almalı ve o çok başlı canavarın elinde yeniden şekillendirmenin yollarını aramalıyız. Uçum haklı olduğu bir şey var, yeni bir devlet kuruluyor, tek irade ve tek teşkilat şiarı ile. Fakat kurucu iktidarın o çok başlı canavarı olan halkın tek iradenin de tek teşkilatın da içine sığmayacağı ve gerçek anlamını bulacağını öğretecek araçları yaratmak her zamankinden daha zor olsa da her zamanki kadar mümkündür.

 

DİPNOTLAR

[1] Osman Can kitabındaki ifadeleri hala sahipleniyor mudur bilmiyorum ama kitap hakkında düşülen bir not için http://birgunkitap.blogspot.com/2013/03/akpnin-kronjurist-aday-ve-eseri-dincer.html adresine bakabilirsiniz.