Herhangi bir olayın üzerinden 50 yıl geçmiş olması, onunla ilgili söyleneceklerin tüketilmiş en azından önemini kaybetmiş olduğu kanısını yaratır nedense. Devlet sırlarının açıklanması, kişisel hatıratın serbestçe yayınlanması, kimi vasiyetlerin açıklanması, “evrak-ı metrukenin” ortalığa dökülmesi o elli yılın geçmesini bekler… Çünkü artık o yoktur! Sır olarak saklanacak bir şey kalmamış, parçalar kopmuş kaybolmuş, bellekler zayıflamış, intikam ateşleri sönmüş, aşklar bitmiştir. Söylenecek, gösterilecek hiçbir şey artık kimseyi heyecanlandırmayacak, şaşırtmayacaktır. Dünyanın ‘68’i için bu böyle oldu gerçekten. Fransa’da, Amerika’da, İngiltere’de, İtalya’da, kısacası bütün Batı dünyasında, şarkılar, afişler, simgeler, gittikçe silikleşen anılar kaldı… Bir şenlikti, heyecandı, gençliğin isyanıydı, geldi geçti…
Türkiye’de böyle olmadı.
Türkiye gençlik hareketi, büyük ölçüde, “dipteki derin kaynama” üzerinde yüzen bir köpüğe benzetilebilirdi. Eğer ‘68’i Batı’da olduğu gibi bir yıllık bir zaman olarak değil, 1965-1980 arasını kapsayan bir süreç olarak görürsek, dünyanın ‘68’iyle Türkiye’nin ‘68’i arasındaki büyük farkı ortaya çıkaran özellikleri daha açık görebiliriz.
Türkiye’nin ‘68’i yalnızca bir gençlik hareketi değildi. Gençlik hareketi, yüksek bir işçi köylü hareketinin rengini belirlediği yaygın toplumsal muhalefetin görünen yüzü idi. 12 Mart Darbesi’nin başındaki generalin, “toplumsal uyanış, ekonomik gelişmenin önüne geçti; buna bir son vermek lazımdı” biçimindeki “vecizesi”, sürecin temel özelliklerinden birinin, muhalefetin sınıf temelli bir kitlesellik göstermesinin doğru bir özetiydi. Bu sözün ifade ettiği korkunun nedeni, uyanan toplumun, işçisi köylüsüyle, devrimci gençlik hareketinin militan, antiemperyalist, demokratik hareketiyle birleşme eğilimine girmiş olmasıydı. Kısacası, bir sosyal devrim ihtimaliydi korkunun sebebi. Deniz’lerin idamının, Kızıldere’de girişilen katliamın birer “ibret-i âlem” olarak adlandırılması, yani bütün toplumu korkutacak bir siyasi şiddet hareketi olarak gerçekleştirilmiş olmaları da bunun açık ifadesidir.
Bütün faşizan şiddete rağmen Türkiye’de toplumsal gelişmenin dinamikleri canlı kaldı ve ‘70’li yıllar boyunca yaşanan büyük hareketlilik içinde bir bakıma ‘68 devam etti. 12 Eylül 1980 darbesi, on yıl önce “yarım kalmış” darbeyi tamamlamak üzere çok daha büyük bir şiddetle ve dünya koşullarının da yardımıyla gerçekleşti.
Aradan geçen 50 yılın en önemli başkaldırısı kuşkusuz Haziran İsyanı’dır. Gerek süresi, yaygınlığı ve katılım bileşimi bakımından gerekse yeniden birleşik bir halk muhalefeti yaratmanın örneklerini göstermiş olması bakımından, bence, ‘68’den daha öğretici bir harekettir. En önemli eksikliği ve kendisini geleceksiz kılan özelliği örgütsüzlüğü, örgüt kavramına yabancılığıydı.
1960’lı yıllardan söz edildiğinde, dünya çapında faşizmin yarattığı korkunç ve yenilmez zannedilen savaş ejderhasının kellesinin kesildiği büyük savaşın sona ermesinin üzerinden henüz yirmi küsur yılın geçtiği bir dönemi anlıyoruz… Harabeye dönmüş Avrupa’da “her şeye yeniden başlıyoruz” heyecanının dumanı tüterken, Büyük Savaş’tan hemen sonra doğan bebeklerin yirmili yaşlarında başka bir dünyanın kurulabileceğine inandıkları ve bunun için kendi güçlerine güvendikleri bir hareketi anlamamız gerekiyor. Üstelik bütün dünyada devrimler ve halk savaşları, gerilla mücadeleleri alevlenmiş, savaşın yıkıntıları içinden yeni edebiyat, yeni felsefe, yeni müzik doğuyor, yeryüzü tepeden tırnağa yenilenmek için hazır görünüyordu.
‘68, bir “sıkışma” sonucu doğmuş bir cevap olarak da yorumlanabilirdi bu. Sıkıştırılmış olanın patlaması olarak da… Bugün başka bir dünyada yaşıyoruz. Bir savaşın sonrasında değil, öncesinde olmanın ağır bunalımlı beklentisi içindeyiz. Kesinlikle, pek çok şey tıkış tıkış sıkıştırılmış durumda. Bizim açıkça hissettiğimiz, ama dünyanın pek çok ülkesinde üstü hissettirilmeden örtülmüş sıkışmışlık, yalnızca ekonomide ve toplumsal hayatta değil, kültür dünyasında ve doğada da yaşanıyor.
Ama bunun güncel cevabı, bir yeni ‘68 olmayacak. Hareket halindeki toplumsal güçlere, düşünsel birikime ve bunların doğasına denk düşebilecek siyasal biçim arayışlarına bakınca, bunun yepyeni bir isyan şeklinde ortaya çıkacağı sezilebiliyor. Geçmiş tarihsel deneyimlerden hareket ederek bunun biçimini şimdiden söylememiz mümkün olmayabilir; ama bunca harikalar yaratmış olan insanlık, hayatın daha kötüye götürülmesine asla izin vermeyecektir.
Yeni bir dünya yaratma umudu, eskisinin bütün imkânlarını tükettiğinin apaçık görülmesi ve yakıcı bir ihtiyaç halinde kendisini hissettirmesine bağlıdır. Emperyalizm, yarattığı ve günden güne derinleştirdiği dünya çapındaki gerilimle bu ihtiyacı her gün büyütmektedir.