Almanya’da geçtiğimiz Eylül ayının 22’sinde yapılan federal seçimler, sadece Almanya Federal Parlamentosu’nun karakterinin ya da Alman toplumsal yapısının yeniden şekillenişinde değil, ekonomik krizin yangın yerine çevirdiği Avrupa’nın siyasi kartografisinde de önemli bir yere haizdir. Tam da bu yüzden seçimler dünyanın pek çok yerinde, özellikle krizden doğrudan etkilenen Avrupa’nın pek çok ülkesinde merakla izlenmiştir. Lakin bu kriz-temelli Avrupa’nın geleceğine odaklı transnasyonal ilgi, Engel Yasası’na benzer bir şekilde federal seçim sürecinde azalmıştır.
Almanya içindeki sağlık sigortası, eğitim, vergilendirme, ekolojik enerji vs. gibi toplumsal-çevresel sorunlar ulusal gündelik hayattaki önceliğini artırdıkça ulus-ötesi ve küresel siyasal ilişkiler dikkat ekonomisindeki yerlerini kaybettiler. Aslında bu seçimler tam da ulusal ile küresel, ekonomi ile siyasal, kültürel ile ideolojik süreçler arasındaki ilişkiselliğin ve durumsallığın ne tür iktidar stratejilerine dayanarak yerlerinden edildiğine iyi bir örnektir. Lakin her iki büyük partinin, Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) ve Sosyal Demokrat Parti (SPD), gerek seçim bildirgelerinde, gerekse kullanılan afis, pankart, rozet vs. gibi görsel malzemelerinde krizin esamisinin okunmaması bu halkla ilişkiler uzmanlarınca özenle hazırlanan taktiğe işaret etmekteydi. Kriz yönetim stratejisi olgusunun her ne kadar söyleme yoğun olarak aktarılmasa da bu seçimlerde nihai sözü söylediğini iddia edilebilir.
Bu ön açıklamaları yaptıktan sonra bir kaç teknik bilgi seçimleri daha geniş tarihsel ve toplumsal bağlama oturtabilmemizde yardımcı olacaktır: Yaklaşık 61,8 Milyon seçmen 631 milletvekilinden oluşan federal parlamentonun 18. dönemi için oy kullanma hakkına sahipti. Bunların 3 milyonu ilk defa oy kullanacak genç seçmenlerden oluşuyordu. Seçime katılım oranı her ne kadar 2009 yılına göre % 0,7 artarak, % 71,5 olmuşsa da 1970’li yıllardan beri biteviye azalan bir grafik çizmektedir. % 5 seçim barajının bulunduğu Federal Almanya’da toplam 30 parti seçime katılmıştır, fakat bunlardan sadece 5 tanesi meclise girebilmiştir. Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) ve Bavyera Eyaleti menşeli Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) blok olarak girdiği seçimlerden % 41,5 oy alarak, % 25,7’lik Sosyal Demokrat Parti’nin açık ara önünde seçimin tartışmasız galibidir. Bu geleneksel iki büyük parti oylarını arttırırken (Hıristiyan Blok % 7,7, Sosyal Demokratlar % 2,7), diğer partiler için bu seçimler tam anlamıyla bir başarısızlık öyküsüdür. Nitekim siyasi yelpazenin bir şekilde soluna yerleştirilebilecek olan Yeşiller geçen seçimlere nazaran oy kaybederek % 8,4 ile % 8,6 oy alan sol partinin ardından meclise girebilen son parti olmuştur. Seçimlerin en ilginç sonucu ise, ekonomik liberal cenahın siyasal parti bazında en saf temsilcisi olan Hür Demokratik Parti’nin (FDP) neredeyse % 10 oranında oy kaybederek % 4,8 oyla kurulduğu tarihten beri ilk defa meclis dışında kalmış olmasıdır.
Seçimlerin Galibi
Bu teknik bilgiler aslında dikkatli okunduğunda Almanya’da iktidar ilişkilerini analiz etmek ve sosyolojik güncel diyagnostik açıdan oldukça değerli bilgiler içermektedir. Geçtiğimiz iki dönemde (2005-2009, 2009-2013) iktidarda bulunan Hristiyan Blok’un oylarını artırıp mecliste neredeyse mutlak çoğunluğu alacak milletvekili sayısına ulaşması, toplumsal güç dengeleri açısından ele alınması gereken temel veridir. Hristiyan Blok (HB), her ne kadar hükümeti tek başına kuramayacak olsa da, CDU başkanı Angela Merkel olası koalisyon hükümetinin başında 2005’ten beri yürüttüğü Alman şansölyeliğini büyük ihtimalle devam ettirecektir.
Yazının başlığında da belirtildiği gibi bu seçim başarısında HB’un uyguladığı politikaların yanı sıra Merkel’in Alman toplumu için sembolize ettiği sosyal rollerin belirleyici bir konumu vardır. Nitekim 2010 Yunanistan iflasının ardından Avrupa Birliği’nde yaklaşık 17 ülkede hükümet değişikliği olurken, Merkel yönetimindeki Almanya’da aksine ciddi bir destek gözlenmektedir. Bunda siyasetin karizmatik bir lider hakkında oluşturulan imajlar aracılığıyla siyasal çıkar çatışmalarının alanı dışına taşınarak kişiselleştirilmesinin de payı vardır. Neticesinde demokratik katilim mekanizmaları, birer firma gibi yönetilen şekilsel temsili demokrasilerde içi bos birer vaade dönüşürken, ekonomik gücün, teknokratik yöntemlerle birleşimden ortaya çıkan dönemin krizle örselenmiş/dizginlenmiş demir leydisi Merkel tipinde (Doğu Alman geçmişi, akademisyenliği, güzelliği/çirkinliği, moda anlayışı, evliliği, ailesi, vs.) açıkça görülmektedir. Politik olanın bu özelleştirilmesi dış dünyada yankılarını, Almanya’nın sempati skalasında dibe vuruşunda Merkel’in ön planda olmasında bulmaktadır. Lakin ciddi bir eleştirel bir yaklaşım bir iktidar tekniği olarak bu siyasal alanın darlaştırılması semptomunun ötesine geçerek siyasal partinin hangi aktörlerin ve politikaların çıkarlarını savunduğuna bakmalıdır.
Hristiyan Blok’un adından anlaşılacağı gibi, temelleri Hristiyan-sosyal, muhafazakar kültürel değerler ve liberal bir ekonomi yönetimine dayanmaktadır. HB “sosyal piyasa ekonomisini sadece ekonomik olarak değerlendirmeyip, özgürlüğün, zenginliğin ve güvenliğin temeli olarak bir toplum modeli tarif etmektedir. Sosyal piyasa ekonomisinin gücünün, daha fazla özgürlük ve rekabette yattığını iddia eden HB, serbest piyasanın ve adil rekabetin olumlu yaratıcı gücüne güvenir. Ekonomi politikasının amacı nüfusun tam istihdamı, sürekli ve yeterli ekonomik büyüme ve sağlam bir bütçe sağlamaktır. Ayrıca, HB tüm teşekküllerin özelleştirilmesini amaçlamaktadır. Emek politikasında, “esnek işgücü piyasası” ve toplu sözleşmeyi savunur. HB’nin, evin rızkını sağlayan erkek ve ev işlerini üstlenen kadın iş bölümüne dayanan heteronormatif aileyi toplumsal dokunun temel hücresi olarak gören aile ve cinsiyet modeli neoliberal politikaların etkisiyle krize girmişse de, etkisini özellikle metropollere uzak yerlerde göstermektedir. Lakin bu sosyal muhafazakârlık neoliberalizme eklemlenirken çeşitli değişimler göstermemiş değildir. Örneğin, Merkel’in Almanya’nın ilk kadın başbakanı olması ve çevresinde karizmatik, güçlü kadın politikacılar toplaması, lakin anti feminist politikalarıyla kadınların uğradığı yapısal ayrımcılığın pekiştirilmesine önayak bir kadından sorumlu devlet bakanı (Schröder) atamış olması, bu çelişkili yapıyı gözler önüne sermektedir.
Alman seçmenlerinin Merkel’e verdiği desteğin temelinde krizin ve heyulasının yattığını belirtmiştik. Almanya Avrupa’da pek çok ülkenin iflaslarla boğuştuğu bir küresel kriz atmosferinde, alacaklı ülke olmanın verdiği kibir ve güvensizlik arasında temel aktörlerden biri olarak, ulusal refahını ve yaşam standartlarını diğer ülkelerdeki kolektif yoksulluğu ve çöküntüyü göze alarak kararlı bir şekilde uygulamaktadır. Bu milliyetçi kriz yönetimi, Almanya’nın Avrupa ve dünyadaki tarihsel kötü imajının tavan yapmasına sebep olsa da, sıradan Alman yurttaşlarının güvensizlik kaygı ve korkularının ifadesi olarak okunabilir. Zira R+V isimli Almanya’nın en büyük sigorta şirketlerinden birinin seçimlerden hemen önce Eylül ayında yayınladığı temsil edici bir araştırma, Alman yurttaşlarının korkularının en başında Avro-krizinin geldiğini ortaya koydu. Nitekim bu gelecek kaygısı krizden göreceli olarak en az etkilenen ( ya da bir diğer görüşe göre “Merkeltilismus”[1] bir politik zeminde, sizin borcunuz bizim ihracat gelirlerimiz diye özetlenebilecek ihracata dayalı güç politikası ile krizden kazanan), Almanya’da “Standortnationalist” ideolojinin kök salmasında önemli bir itkidir. Standort iktisat dilinde üretim mekanı olarak geçer. Yani üretim mekanı milliyetçiliği. Bununla kastedilen, sosyal devlet mekanizmalarının yok edilmesiyle birlikte, Balibar’ın deyimiyle, ulusal-sosyal uzlaşmanın daha direkt olarak üretim mekânı üzerinden sağlanmasıdır.
Çöküş Milliyetçiliği
Bilindiği üzere özellikle sanayi üretiminin Batı Avrupa ülkelerinden üretim giderlerinin az, emek sömürünün daha yoğun olduğu Doğu’ya kayması son yıllarda Almanya’da da pek çok fabrikanın kapanmasına yol açmıştır. Bununla birlikte korporatist bir ideolojik saldırıyla bu fabrikaların taşınması sırasında, aslında söz konusu olanın, işçi-işveren ayrımının ötesinde Alman ulusal zenginliği ve sosyal politikası olduğu, böylece meselenin Alman yaşam standartlarını uluslararası rekabette korumak gerekliliği fikri paranoyak bir milliyetçiliğin gelişmesine yol açmaktadır. Paranoya, patolojik bir korku ve aşırı kırılgan ve kendini sürekli tehdit altında hissetmeyi ifade etmektedir. Var olmayan bir tehdit algılama, ya da varsa, onu olduğundan daha büyük görme eğilimi söz konusudur. Bireyin ulusla olan bağlanımda endişenin hakim olduğu takıntılı bir sınır siyaseti ön plana çıkar. Almanya’da popüler olan söylemde, güneşte uzanan, tembel, rahatına düşkün Yunanlı (Güney Avrupalı) imajının, Protestan iş ahlakıyla tüm ötekilerin borcunu ödemek zorunda kalan dürüst Alman arasındaki dikotomik sert karşıtlık bu endişenin tezahürüdür. Lakin Avrupa’nın “tembel ve yozlaşmış fakir kolektifleri” bizim çalışarak hak ettiğimiz zenginliği kıskanıyorlar söylemi, dahası elimizden almaya çalışıyorlar hissiyatı, Alman emekçilerini de egemen iktidar bloğunun oluşturduğu dar sınırlı ulusal çerçevede içerilen prekar üyeleri haline getiriyor.
Uysal, sempatik, ihtiyatlı, ulusun annesi rolüyle Merkel, Almanya’daki kemer sıkma, sosyal kesintiler, esnek istihdam vs. gibi “reformlardan” oluşan ‘Gündem-Modeli’ni (Agenda Model) tüm Avrupa’ya yayarken, Güney Avrupa devletlerine dair, kibirli paylamaların eşlik ettiği, “yardım” ve “kurtarma” lafazanlıkları, Merkel’in tezatlarını ortaya çıkarmaktadır. Bir yandan sosyal dayanışmayı, “bakım”ı (care) öne çıkaran, ittifak halindeki siyasal aktörleri (işveren/işçi, üretici/tüketici, atom enerjisi devleri/çevreciler vs.) ayırt etmeden kollayan özverili anne, diğer yandan ise kendi politik gündemini buz gibi uygulayan, bunun için düşman yaratmaktan çekinmeyen saldırgan bencil anne. Fakat Merkel ve CDU’nun seçim sansasyonunun arkasında aslen SPD’nin, Yeşillerle birlikte 2003’de yürürlüğe koyduğu “Agenda 2010” yatmaktadır.
Agenda 2010 Almanya’da son yıllarda sosyal devlete yapılan en köklü bütünlüklü saldırıyı ifade eder. İş gücü piyasasında ve sosyal sistemde modernleşme ve yapısal reform çarptırmalarıyla lanse edilen, yoksulluk, esnek iş, düşük ücretli çalışma, sendikasızlaşma, prekarlaşma vs. gibi toplumsal eşitsizliği ve adaletsizliği derinleştirici içeriğinden ötürü ciddi protestolara maruz kalan Agenda 2010, Merkel’in CDU’su tarafından ilk günden itibaren desteklenmiş ve hararetle savunulmuştur. 2002 seçimlerinde SPD’nin % 38,5 oy oranının 2009 seçimlerinde % 23’e gerilemesinde hiç kuşkusuz Agenda’dan rahatsız olan kesimlerin protestosunun önemli bir payı vardır. Nitekim Agenda’nın sosyal açılardan getirdiği yıkımın artık kendi meşruluk zeminini kaydırdığını gören sosyal demokratlar bu genel seçimler öncesinde Peer Steinbrück başkanlığında yeniden sol bir açılım içerisine girmeye çalıştı. Temelinde daha fazla sosyal adalet sözü bulunan seçim programının bileşenlerini egemen mali kapitalizmi kontrol altına alma, adil bir vergi ve eğitim sistemi, asgari ücret, genel sağlık sigortası, kira artışlarının frenlenmesi vs. oluşturdu. İnandırıcılığı olmayan bu vaatler, Steinbrück’ün anti-popülerliği ile birleşince SPD’nin seçim fiyaskosu kaçınılmaz oldu. SPD, bu dönemde muhtemelen Hristiyan Blok ile birlikte koalisyonun ortağı olarak ülkeyi yönetecektir. Daha önceki büyük koalisyon deneyiminden SPD’nin zararlı çıkacağı genel kanısı hakim olmakla birlikte, yapılan koalisyon pazarlıklarında SPD’nin eskiye oranla elinin güçlendiğini iddia edenler de vardır.
Seçimin dikkate değer sayılabilecek bir diğer sonucu, Hür Demokrat Parti’nin (FDP) % 5 barajını aşamayarak tarihinde ilk defa meclis dışı kalmasıdır. II. Dünya savaşı sonrası Alman siyasal hayatına damgasını vuran özellikle ekonomik anlamda liberal düşüncenin mimarlarından ve en uzun süre iktidara koalisyonların müzmin küçük ortağı olarak eşlik eden FDP % 10 civarında oy kaybederek, aslında çok da sürpriz olmayan bir şekilde seçmen tarafından cezalandırılmıştır. Hristiyan Blok’un dört yıllık hükümet pratiğinin kendi koalisyon ortakları FDP’nin sonunu hazırladığı savı FDP’nin seçim fiyaskosunu açıklar. Lakin Hristiyan Blok her ne kadar köktenci bir piyasa ekonomisi savunusu yapsa da, retorikte ve performatif düzeyde sosyal yardımlaşma, toplumsal tutunum gibi kavramlara gönderme yaparak, sosyal adalete değinmektedir. Zira geçtiğimiz dönem çalışma bakanlığı yapan Ursula von der Leyen, Agenda 2010’u eleştirirken, aslında temellerinin oldukça sağlam olduğunu belirtip, sadece pratik (makyaj) hatalarının düzeltilip sahiplenilmesi gerektiğini belirtmiştir. FDP ise bu neoliberal “yaratıcı yıkım” politikalarını şevkle savunmaya devam etmekte, özellikle emek piyasasında esnek isçiliğin işsizliği azalttığını, sosyal kesintilerin kamu bütçe açığını kapattığını savunup, asgari ücrete karşı olan tavrı ile seçim öncesinde popülaritesini iyice yitirmişti. Esasen, iyi eğitimli, piyasa özgürlükçüsü burjuva sınıfından oy toplayan FDP’nin başarısızlığı Almanya’da tüm insani ve sosyal değerleri piyasalaştıran neoliberal hegemonyanın gücünün tanrı vergisi olarak kabul edilmediğinin göstergesidir. Kaldı ki FDP’nin meclis dışında kalması ilginç bir meclis aritmetiği yaratmıştır: % 41,5 oy alan Hristiyan Blok’un dışındaki üç partinin (Sosyal Demokrat Parti, Yeşiller ve Sol Parti) toplam oy oranı % 58,5 ile yapısal bir sol çoğunluk oluşturduğu gerçeği çarpıtıcıdır. Zira gerek SPD, gerekse Yeşiller Sol Parti ile kesinlikle koalisyon oluşturmayacaklarını seçim öncesinde belirtmişlerdir.
Yeşillerin Zemin Kaybı
Seçimlerde hüsrana uğrayan diğer bir parti hiç şüphesiz Yeşillerdir. 80’lerde atom-karşıtı, çevre hareketi gibi sosyal hareketler ve yeni solun birlikteliğinden doğan, 1998-2005 arasında SDP ile ittifak yaparak hükümete ortak olan Yeşiller, aslında 2011 Fukushima nükleer felaketiyle birlikte popülaritesini oldukça arttırmıştı. Keza bu hızla zengin Baden-Wüttenberg eyaletinin başkanlığını da ilk kez Yeşillerden bir aday kazanmıştır (2011). Ancak Yeşillerin üzerine oturduğu ekolojik sürdürülebilirlik politikası, artık ana akım politik partilerin dahi göz ardi edemeyeceği bir öneme haiz olduğundan, Yeşillerin tekelinden kaymaktadır. Zira Merkel yönetimindeki CDU dahi, atom enerjisinden yenilenebilir enerji kaynaklarına geçişi temel alan, özellikle ekolojik elektrik üretimini arttırmayı ulusal bir proje haline getirmişken, Yeşillerin ekoloji konusunu sosyal politikalar ve adalet konularından bağımsız kişisel ahlaki bir emir buyruk gibi değerlendirmesi neticesinde sisteme eğreti bir evrilmeyi beraberinde getirmiştir.
Sistem analizi ve eleştirisinin kibirli/buyurgan (patronising) moral değerler aracılığıyla bireylerin vicdan muhasebesine terk edilmesi beraberinde eğitimli, iyi bir ise sahip, hali vakti yerinde, orta sınıf habituslu, çok dil bilen, çokkültürcü, organik ürünler kullanan, ekolojik dengeye önem veren, yoga yapan vs. bir seçmen kitlesine hitap eden bir parti haline getirdi yeşilleri. Lakin bu post-materyalist, hedonist kitle sosyal sorunlardan ve politikalardan kendini soyutlayarak kendi tüketim alışkanlıklarının ve tüketici hakları bilincinin dünyayı adil bir yer haline getireceği fikrinin, yeşillerin daha adil bir vergi sistemi parolasıyla uyuşmadığını görünce yeşillere olan sempatisini kaybetmiş görünüyor. Bunun en pür-i pak örneğini Berlin Prenzlauer Berg ilçesindeki düşüş sergilemektedir. Burada ortaya çıkan “Spießbürger”[2] Yeşillerin, sosyal adalet fikrinden ziyade FDP’nin temsil ettiği liberal yurttaşlık hakları, devlet karsısında ekonomik özgürlük, bilgilerin korunması, virtuel alanda özgürlük vs. gibi konulara yoğunlaşmanı istemektedir. Parti içindeki realist kanatta yankısını bulan bu yönelim, seçimlerdeki hezimetle birlikte, partinin gündemine hakim olacak gibi görünmektedir.
Son olarak her ne kadar barajı aşamamış olsa da sağ popülist “Almanya için Alternatif” (AfD) Partisi’nin seçim başarısından bahsetmek önemlidir. 2013 Şubat ayında kurulan AfD, Almanya’nın Avro para biriminden tekrar Alman Markına dönmesi gerektiğini savunan, AB eleştirisi üzerine kurulu muhafazakar elit bir partidir. Avro kritiğinin ötesinde AfD ısrarla ne sağcı ne solcu olduğunu söylemekle birlikte merkezdeki Hristiyan Bloktan daha sağda pozisyon almaktadır. AfD, teknokratik karar mekanizmalarına karşı, namuslu, fakat ayrımcılığa uğramış yurttaşların haklarını savunduğunu iddia eder. Amaçları bir iktidar alternatifi olmaktan ziyade Hristiyan Blok’un Avrupa Birliği (para) politikalarından rahatsız kesimlerin taleplerini artık göz ardı etmemesi için bir baskı unsuru yaratmaktır. AfD kendisini, politikanın teknokratik ve özelleştirilmiş bir idare aygıtı haline gelmesine radikal bir yurttaş tepkisi olarak göstermektedir. Zira seçim sürecinde neredeyse diğer tüm partiler krizi teğet geçerken, AfD bu konuya yoğunlaşarak prim yapmıştır. Lakin son olarak belirtilmesi gereken bir konu daha vardır ki, bu da partinin gelecekteki yönelimini belirleyecektir. Yukarda kısaca değinildiği gibi, partinin siyasi yelpazenin ne kadar sağında yer aldığı en sık tartışılan konulardan biridir. Her ne kadar, kültürel muhafazakârlık, milliyetçilik ve elitizm ekseninde yer alsa da AfD, kendisini NPD gibi aşırı sağ ve Neonazi partilerinden uzakta konumluyor. Bu konuda yeşillere yakın (Nordhein Wetfalen eyaleti) Heinrich Böll Vakfı’nın Eylül ayında uzman Alexander Häusler tarafından yürütülen çalışması en kapsamlı bilgiyi içermektedir. Häusler’e göre de, AfD Neonazi partilerinden ayrılmakla birlikte, hem içerik hem de kadrolar (kişisel) acısından açıkça sağ popülist bir yönelime sahiptir. Refah şovenizmi, milliyetçi ve kültürel özcü, piyasa radikalizmi, çokkültürlülük karşıtlığı açıkça savunulmaktadır. Bu tutum, AfD’ye seçimlerde inançlı sağ kesim dışında, önemli miktarda protesto oyları getirdi. İlginçtir geçen seçimde Sol Partiye oy veren 340 bin hayal kırıklığına uğramış seçmen bu seçimde AfD’ye yönelmiştir.
Gelelim Sol Partiye… Sol Parti özellikle gecen yıldan beri mütemadiyen gerileyen seçmen desteğinin tavan yapıp % 5’lik seçim barajını geçemeyeceği kaygısıyla girdi seçime. Her ne kadar oy oranı 2009 seçimlerine nazaran % 11,9’dan % 8,6’ya gerilediyse de, meclise girebilmiş olmak büyük sevinç yarattı. Sol Parti için sevindirici diğer önemli bir gelişme de, artık sadece Doğu Almanya’nın değil (Batı’da daha az oy almakla birlikte) tüm Almanya’nın partisi olduğu gerçeğidir. Parti içi koltuk ve iktidarının ötesinde ciddi bir politik yarılma tehlikesi parti içinde hep var olagelmiştir. Bu yarılmalardan önemli bir tanesi, Agenda 2010 karşısında alınacak tavır konusudur ki, bu da taraflar arasında aslında temel politik duruş farklılığını açığa vurmaktadır. Devrimci jargonla konuşursak, reformist kanat, ki sanıldığının aksine eski Bati Almanyalı değil Doğulu solcular, Agenda gerçeğinin tanınması, lakin bunun daha sosyal taraflarının ön plana çıkarılması gerektiğini savunurken, radikal kesim, Agenda’nın sosyal kıyımın tetikleyicisi olduğu ve tamamen kaldırılması gerektiğini savunmaktadır. Özellikle reformist kanadın daha önceki dönemde Berlin’de Sol Parti- Sosyal Demokrat Koalisyon iktidarında hükümette kalabilme pahasına sosyal konutlardan, ulaşıma kadar pek çok özelleştirmeye sessizce onaylaması sonrasında ciddi tartışmalara ve eleştirilere yol açmıştır.
Bu tartışmalar, temsili parlamenter bir demokraside radikal bir sol Partinin ne tür imkanlar ve handikaplar yaratabileceği sorusu açısından önemlidir. Neoliberal kapitalizmin gizli iktidar mekanizmalarının toplumsal bilinçaltına bu kadar sirayet ettiği bir dönemde, sol bir alternatifin sanırım herhangi bir sol partiden değil, sosyal hareketlerden çıkabileceğini söylemek haksızlık olmaz. Almanya için de böylesi bir sosyal hareketin nerede nasıl gelişeceğini önceden kestirmek mümkün değil. Lakin Badiou diliyle konuşursak, politik olayın püf noktası, beklenmedik oluşu ve sonrasında olaya sadakatin öznelliklerde de kolektiflerde getireceği hakikat inancı ve eyleminde yatmaktadır.
DİPNOTLAR
[1] Merkantilizmin Almancası “Merkantilismus”a atıfla…
[2] Spießbürger, toplumsal normlara aşikar bir uyumluluk gösteren, olağan yaşam tarzını değiştirmeye direniş ile karakterize edilebilecek bir dar kafalı yurttaş/burjuvayı temsil eder.