Federal Almanya’da 2021 Eylül ayında yapılan parlamento seçimleri, sonunda Aralık ayında üç farklı partili bir koalisyon hükümetinin kurulmasına yol açtı. Bu yazıda ne tür yeni parametrelerin ortaya çıktığına ve hangi tartışmaların seçimlerin yönünü belirlediğine kısaca değindikten sonra, hükümetin ne tür bir politik hat izleyeceğini tahmini olarak analiz etmeye çalışacağım. Son olarak da sol politikaların olası reaksiyonlarına değineceğim. Bu metin ne bilimsellik iddiasında ne de derinlikli ve sistematik olma lüksüne haiz. Yazının amacı, Türkiyeli okura Almanya’daki aktüel siyasi gelişmeler hakkında soldan küçük bir pencere açmak.
Sosyal Demokrat Partinin (SPD) liderliğinde (sembolü kırmızı renk) Yeşiller ve liberal Hür Demokrat Parti’nin de (FDP) (sarı) küçük ortaklar olarak katıldıkları yeni hükümet mecliste %56,9’luk bir çoğunluğu temsil ediyor. Hristiyan Birlik Partileri (CDU-CSU), radikal sağcı Almanya için Alternatif (AfD) ve Sol Parti (Die Linke) muhalefeti oluşturan partiler. Genel seçimler pek çok açıdan “ilk”lerin yaşandığı bir seçimdi: Angela Merkel’in 16 yıllık (ilk kadın şansölye) şansölyelik dönemi bitiyordu ve Merkel aday olmayacağını açıklamıştı (ilk defa bir şansölye aday olmuyordu). 25 yaş altındaki bir kuşak kendini bildi bileli – ki bunların nüfusun neredeyse ¼’ini oluşturuyor – Merkel’den başka bir şansölye tanımamışlardı. Merkel dönemi, krizler dönemi olageldi: Finans-avro krizi (2006), mülteci daha doğrusu Avrupa göç rejimi krizi (2015), çevre ve nihayet Korona krizi (2020).
2021 seçimlerinde SPD oylarını 2017 seçimlerine göre %5,2 artırıp -kamuoyu yoklamalarını adeta alt üst ederek kendi seçmenlerini dahi şaşırtacak kadar yüksek bir sıçrayışla- %25,7 ile en çok oyu olan parti olurken, CDU (CSU ile birlikte) 8,8 puan kaybedip %24,1 oy alarak 2. parti oldu. Yeşiller Partisi bu seçimde oy oranlarını en çok artıran partidir (%5,9), fakat bu artış beklenenin altında kaldı ve Yeşiller 3. Parti olarak (%14.9) seçimin mağlup-galibi oldular. Zira seçimlerin birkaç ay öncesinde yapılan anketlerde neredeyse 1. Parti konumundaydı – o yüzden şansölye adayı gösterdi[1] –. CDU ise 16 yıllık iktidarından sonra tarihindeki en düşük oyu alarak en büyük muhalefet partisi haline geldi. %11,5 oy oranı ile 4. büyük parti olan FDP 2000’li yıllardaki krizinden çıkarak siyasette güçlü bir aktör olduğunu kanıtladı. %2,3 oy kaybetmesine rağmen %10,3 oy olan AFD ise sağcı, ırkçı, kadın düşmanı, islamofobik güçlerin parlamentodaki temsilciliğini süreklileştiriyor.
735 milletvekilinden oluşan mecliste kadınların temsiliyeti hâlâ oldukça düşük, %34,7. İki ilerici parti olan Yeşiller ve Sol Parti’nin kadınlara yönelik pozitif politikaları olmasa parlamentodaki yaşlı erkek egemenliği sınırsızca devam edecek. Yeşiller %58,5 ile en yüksek kadın milletvekili oranına sahip. Bunlar arasında ilk 2 trans kadın da var. Yeşillerdeki kadın vekil sayısı CDU ve FDP’nin toplamından fazla. Sol Parti de ön seçimlerde yüzde elli kadın kotasına dikkat ediyor ve vekillerinin %53’ü kadın. SPD’nin %42, FDP ve CDU’daki kadın vekil oranı %23 civarında. Kadınların CDU’ya geçen seçimlere göre daha az oy verdiği görülmekte, bunda Merkel’in artık aday olmaması ciddi bir sebep olarak gösteriliyor.
Kuşaklar ve çevre/iklim meselesi seçimlerin önemli parametrelerinden birini teşkil etti. Yeşiller mecliste en genç yaş ortalamasına sahip parti. 45 yaş altındakilerin sayısı 45 yaş üstündekilerden daha fazla, ayrıca 25 yaş altında 4 vekili var. CDU ve AFD yaş ortalaması en yüksek partiler. Kuşakların dünya daha doğrusu gezegen ile ekolojik, kültürel ve sosyal ilişkileri ve gelecekteki korkuları, beklentileri, politik görüşleri ve ideolojik öncülükleri Almanya’daki seçimin sonuçlarını belirleyen en büyük faktördü. Son yıllarda ayyuka çıkan çevre ve iklim krizinin, doğal felaketler ve nihayetinde İsveçli genç aktivist Thunberg’in sembolü olduğu, Fridays for Future (Gelecek için Cumalar), Ende Gälende gibi çevre hareketlerinin tetiklediği söylemler ve pratiklerin ve ekolojik dönüşüm konusunun genel seçimlerde de belirleyici olacağı tahmin ediliyordu. Pek çok genç çevre aktivistinin Yeşiller Partisi ile derin bağlantısı var, hareketten bazılarının Yeşiller’den meclise girmesi yeni bir gelişme. Medyada, kamusal alanlarda ve sokakta kendi gösteren çevreci hareketlerin gençler arasında popülaritesi bilinirken, seçimlerde beklenilmedik, kötü bir sürprizle karşılaşıldı. İyi eğitimli, çevreci, vejetaryen vs. aktivist figürüne karşı yine iyi eğitimli, vejetaryen ama kişisel refahı ve bireysel özgürlüğü çevreye ve kolektif refaha tercih eden bir genç figürü. Gençler arasında (yukardan-sınıf-savaşının partisi) FDP neredeyse Yeşiller kadar popüler ve o kadar çok oy aldı. Bunda FDP’nin liberal özgürlük kavramı ve iş performansı, yaratıcılık vs. gibi neoliberal normlara vurgu yapması, dijitalleşmeyi öne çıkarması, Korona önlemlerine karşı olması ve genç bir karizmatik parti lideri önemli rol oynadı.
Seçimlerde önemli diğer bir değişken, coğrafi konum, kır-kent ve bölgesel farklılıklardır. Yeşiller hâlâ kendisini hem sosyal statü ve refah düzeyinde hem bireysel/ailesel biyografi hem de kültürel kolektif hafızalarda hâlâ derin bir uçurumla gösteren Doğu-Batı Almanya ayrımında Batılı seçmenlerden oy alırken, AFD doğudaki Saksonya ve Thüringen eyaletlerde 1. parti oldu. CDU en zengin eyaletlerden Baden-Württemberg ve Bavyera’da birinci parti olurken, SPD geri kalan eyaletlerde en çok oyu aldı. Yeşiller büyük (ve orta büyük) kent merkezlerinde formel iyi eğitimli seçmenler tarafından tercih edilirken, AFD kırsalda eğitim durumu en az olanlar arasında (orta yaşlı seçmenler) en popüler parti (AFD kuruduğu ilk dönemde muhafazakâr profesörler partisi olarak anılıyordu, fakat parti içi dengeler son yıllarda dönüştü ve radikal sağ ağırlığını koyarak partiyi yönetmeye başladı). Geleneksel olarak devlet memurlarının büyük bir bölümü hâlâ CDU ve SPD’yi seçiyor, fakat Yeşiller’e olan ilgi de artıyor. Özellikle sendikalı işçiler arasında SPD en popüler parti olarak kalmaya devam ederken (%32), AFD’ye olan sempati artmış durumda (%12 civarında).
Merkel’den boşalacak koltuğa kimin oturacağı sorusu seçim arifesinde siyaseti oldukça kişiselleştirdi. SPD seçim planını, kontrollü, disiplinli, fevkalade sıkıcı bir bürokrat olmasıyla ünlü Olaf Scholz’u Merkel’in halefi, egemen sınıfların, kurumların mirası ve – yoğun bir değişim talebinin olduğu bir dönemde – istikrarın ve devamlılığın garantörü olarak şansölye adayı yaparak bu oyunu, rakiplerin daha iyi oynadığını gösterdi. CDU ve Yeşiller’in adayları ise hem deneyim eksikliği hem de yaptıkları kişisel hatalar ve de parti içi sürtüşmeler dolayısıyla puan kaybettiler. Sol Parti ise parti içindeki temel politik yönelim ve strateji tartışmalar[2] da dahil pek çok sebeple oylarının yaklaşık yarısını, 2 milyondan fazla, kaybetti, fakat seçim sistemine özgün bir düzenleme sayesinde %5 seçim barajının altında kalmasına rağmen kıl payı meclise girebildi (%4,9). Hâlâ görece güçlü olduğu (Doğu) Berlin, Leipzig, Dresden gibi büyük merkezlerde ciddi bir oy kaybı yaşadı. Pek çok toplumsal sorunun ayyuka çıktığı, özellikle Covid-19 salgını koşullarında sağlık ve bakım alanlarında kamusal sektörün ve sağlık emekçilerinin hayati öneminin alenen belirdiği bir dönemde ciddi bir umut ve politik adres olarak ortaya çıkamadı.
Hiçbir partinin tek başına iktidara gelemeyeceği bilindiğinden hangi koalisyon tercihi beraberinde tarihsel korkuları ve önyargıları getirdi. CDU, SPD’yi ve seçmenleri olası bir sol blok heyulası ile tehditle karışık uyarırken, Sol Parti’nin NATO’ya ve askerlerin Almanya dışındaki müdahalelere dahil olmasını eleştirel tavrını Batılı dünyadan kopma ihtimali ile eşdeğer tutarak bir korku siyaseti propagandası yaptı.
Seçim sonrasında yapılan anketlerde oy tercihlerinde birkaç konunun öne çıktığı görülüyor: Sosyal güvenlik %28, çevre/iklim %22, ekonomi ve iş %22.[3] Sosyal refah, emek, dijitalleşme ve Ukrayna ve Afganistan’da yaşanan son gelişmelerle birlikte Almanya’nın dış politikası diğer önemli konular arasındaydı. Yeşillerin seçim parolası ekolojik (biraz da sosyal) dönüşüm olurken, SPD sosyal politikalarda, örneğin saatlik asgari ücreti 12 Euro’ya yükseltmek gibi reformları öne çıkardı. Sol Parti ise sosyal sorunu merkeze alıp, kira artışı, yoksulluk, sağlıkta tekrar kamusallaştırma gibi akut taleplerle seçim çalışması yaptı. AFD, geçen seçimlere nazaran mülteci ve göç meselesini çok merkeze almadı, fakat Yahudi soykırımı reddinden, sınır kontrollerine kadar milliyetçi söylemin tüm argümanlarını kullanmaktan da geri kalmadı.
Koalisyonun Muhtemel Politik Hattı
“İlerleme için daha fazla cesaret. Özgürlük, Adalet ve Sürdürülebilirlik için ittifak” başlığı ile yayınlanan 177 sayfalık koalisyon sözleşmesi toplumun farklı kesimlerdeki değişim taleplerine kulak tıkamamış gibi görünüyor. Örneğin dijitalleşme, modern devlet bürokrasi, çevre ve iklim konusu, ulaştırma, eğitim, konut, göç vs. konularının hepsine ayrı başlık atılarak, önemlerinin altı çizilmiş. Bu konulara ayrıntılı ele almak bu yazının çerçevesini aşacağından, genel olarak sosyal ve ekolojik transformasyon meselesine ayrıntılı değinmekte fayda var, ki bu önümüzdeki dönemde (sol) siyasetin, en azından Almanya’da, belkemiğini oluşturmaya devam edecek.
Koalisyon iklim değişikliğine karşı mücadele veya çevre açısından nötr bir ekonomiye geçiş ister kamu yönetiminde ister okullarda olsun dijitalleşme, ulaşım, enerji ve telekomünikasyon alanlarında büyük altyapı projeleri gibi iddialı söylemlerde bulunuyor, sosyal ve ekolojik dönüşümden bahsediyor. Hem politik hem de sosyal ve kültürel alanda modernleşmeden yana ve kendini geleceğin koalisyonu olarak tanımlıyor, fakat eleştirel bir bakışla, Mario Candeis’in tabiriyle bir “geçiş dönemi modernleşme koalisyonu”ndan bahsetmek daha doğru olur.
Hükümet, tüm bu dönüşümlerden ve gerekli projelerden bahsederken, aynı zamanda liberal FDP’nin öncülüğünde vergi artımı yapmayacağını, servet vergisi koymayacağını ve borç freninin kalkmayacağını vurgulamakta. Tabi bu durumda bu sözde sosyal-ekolojik-dijital dönüşümün nasıl finansa edileceği sorusu akla geliyor. Ya da bu dönüşüm fikri çok da ciddi olarak düşünülmüyor. Seçimler öncesinde, çevre politikalarının büyük yatırımlar gerektirdiği, bunun büyük oranda piyasa mekanizmalarına terk edileceğine dair sol kesimde ciddi bir şüphe vardı. Hoş, FDP bunun ancak serbest girişimle olacağını seçim manifestosu yapmıştı. Karbon vergisi gibi düzenlemeler da tam da piyasa yönelimli müdahalelere örnek teşkil ediyordu. FDP fosil enerji kapitalizmin temsilcisi ve çevre konusunda ciddi bir dönüşümün önünde bir fren işlevi görmekte. FDP’nin Finans Bakanlığını alması ve borç freninde ısrar etmesi, bu koalisyonun sosyal ekolojik transformasyonu gerçekleştirmesi için büyük yatırımlar yapacağı beklentisini boşa çıkartıyor. Ayrıca bu konuda ne kadar bütçe ayrıldığı tam belli değil. Fakat bu bütçenin ABD’de çevre politikaları için düşünülen bütçe ile kıyaslandığında oransal olarak çok daha az olduğu söyleniyor. Bunun dışında enerji politikalarının dönüşümü için yüzlerce milyar avroluk bütçeye ihtiyaç var. Kısacası sanayinin ekolojik dönüşümü, sosyal altyapının korunması (ki koalisyon bunun genişletilmesinin bahsini dahi etmiyor) ve korona ekonomik-politikalarının etkileri ile bahsettiğimiz finans olanakları yaratılmadan nasıl bahsedileceği belirsiz.
Almanya’da yeni bir iktidar bloğunun oluştuğunu görüyoruz. FPD fosil enerji kapitalizmi, Yeşiller yeşil kapitalizm temsil ediyor. Pek çok sanayici dahi, örgenin Almanya’nın en büyük sanayicisi, otomobil devi Volkswagen içten yanmalı motorlu araçların artık zamanının geçtiğini ve ekolojik dönüşümü desteklediğini söylüyor. Alman Sanayiciler Birliği, koalisyon görüşmeleri sürerken bir metin hazırladı ve çevrenin korunmasına yönelik yapılması gerek yatırımlar için önümüzdeki 10 yıl için yıllık 86 milyar avronun gerekli olduğunu söyledi. Peki sanayici kapitalistleri buna iten sebep ne, ne oldu da çevreci oldu bunlar? Aslında Almanya’da kapitalistler diğer ülkelere kıyasla geç bile kaldı denebilir. Zira kapital her daim yeni yatırım olanakları yaratmaya çalışır. Öte yandan eski ve hali hazırdaki yatırımlarının da getirisini sonuna kadar kullanmak ister. Bu aslında modernleşme için ciddi bir tezat yaratır. Büyük sanayi şirketleri, kapitalizmin yeşil dönüşümünü destekliyor, zira bu iş modeli ciddi bir kar etme potansiyeline sahip. Dönüşüm için yatırımları kendilerinin de yapması mümkün, fakat bunu devlet yardımları ve finansmanıyla gerçekleştirmek tabi ki daha kârlı. Bu durumda devletin aktif olarak ekonomide rol alması gerek. Ayrıca devlet müdahalesi küresel rekabete karşı da bir koruma sağlıyor. Yani örneğin Çin ya da ABD firmalarına karşı Alman şirketlerinin desteklenmesi. Küresel açıdan da muazzam kazançlı yeni bir piyasa. Kapital açısından bakıldığında, oldukça anlaşılır. O yüzden dev Alman otomobil şirketleri bu dönüşümü hızlandırmak istiyor. Dünya çapında elektrikli araba yapıp, satacaklar. Almanya teknolojik olarak ileri seviyede mallar üretip ihraç ederken, bunların hammaddelerini ve enerjiyi ithal edecek ve bu ticari döngüden yine kazançlı çıkacak. Böylece pek çok ekolojik, sosyal sorunu dışsallaştıracak, dışsallaştırmaya devam edecek. Bunun küresel eşitsizliği arttıracağına şüphe yok. Fakat bunun sadece küresel değil, ulusal etkileri de olacak, özellikle sınıfsal çelişkilerde. Yeşillerin çevre konusunda nasıl pragmatik kapitalist bir politika izlediğini elektrikli araba konusunda görüyoruz. Elektrikli arabaların modern insanın ulaşım ihtiyacına karşılık geleceği, piyasaları canlandıracağı, çevreyle uyumlu olduğunu yıllardır savunuyorlar. Arabanın doğum yeri sayılan ve ekonomisinin ve emek piyasasının can damarı otomobil olan Baden Württemberg’de (CDU ile) iktidardaki Yeşillerin belediye başkanı her fırsatta bunu lanse ediyor. Peki elektrikli arabalar çevre, enerji ve ulaşım konusunda köklü bir değişim getirebilir mi? Tabii ki elektrikli araba benzin ya da mazotla çalışan arabalardan çevre bilançosu açısından daha iyi, ama bu yaygınlıkta yine de çevre için bir felaket. Zira, e-araba yapımı için gerekli doğal kaynakların da bir sınırı var. Bunların hepsini sömürmek, doğaya geri dönülemez zarar verecek.
Çevre korunması ve enerji, ulaşım konusu ile yakından ilişkili. Koalisyon hükümeti, çevreye en uygun ulaştırma aracının demir yolu taşımacılığı olduğunu bildiği halde, dediğim gibi sınıfsal çıkarlarını temsil ettikleri kesimleri küstürmek istemiyorlar. Örneğin Alman Demiryolları Şirketi’ni modernleştirmek, alt yapısına yatırım yapıp hakikaten işleyen bir kurum haline getirmek yerine, bunu parçalara ayırıp özelleştirmek istiyor.[4] Böylesi bir tezat ancak Yeşiller ve SPD içerisinde serbest piyasa ve rekabet inancının ne kadar kök salmış olduğu ile açıklanabilir. Tüm yanlışlarına rağmen özelleştirmede dayatıyorlar. Bunu son yıllarda hastanelerde vs. yaptılar. Özel sermaye kamu kaynakları ile yapılan alt yapının üzerinde yarışmaya, rekabete giriyor ve en kazançlı şeyleri seçip satın alıyor.
Sosyal politikalar açısından koalisyonun nasıl bir politika izleyeceğini de şimdiye kadar söylediklerimden çıkarmak çok zor değil. Yoksulluk, emeklilik ve işsizlik parası bazı temel konular: Emeklilikte sermaye geliri temelli düşünüyor ve emeklilik fonunu borsaya açmayı planlıyor. Bunu SPD ve Yeşiller koalisyonu daha önce Neoliberal Agenda 2010 programında Riesterrente (devlet yardımı ve özel ödenek yardımı ile Almanya’da finanse edilen emeklilik maaşı) ile denedi. Yoksul emekliler için hiçbir getirisi olmayan bir sistem. (Kapitalizmin yoksullara yönelik savaşının en yıkıcı silahlarından biri olan Agenda 2010 sosyal eşitsizliği artırdığı gerekçesiyle son yıllarda o kadar çok eleştirildi ki, SPD bile artık buna mesafeli duruyor.) Fakat SPD seçmeninin büyük bölümü artık yoksul isçi sınıfından gelmiyor. O yüzden emeklilikte yoksulluk da ciddi bir seçmen politikası bile değil. SPD, işsizlik meselesinde Hartz 4 olarak adlandırılan sistemi değiştirip, işsizlik parası yerine Bürgergeld (yurttaşlık geliri) getirmeyi planlıyor. Fakat asıl eleştirilen konu bu paranın insanca yaşamaya elvermeyecek kadar düşük olması. Artış olacağına dair herhangi bir şey söylemiyor koalisyon. Birkaç kozmetik müdahalenin dışında ciddi bir değişiklik olmayacak gibi görünüyor. Örneğin işsizler için yaptırımlar hâlâ devam edecek. Bu, toplumun yoksul kesimlerinde, kimi sol kesimlerde, hele de oyunu Yeşillere vermiş bazı seçmenler arasında, ciddi bir hayal kırıklığı yaratacaktır. Bu yazı yazılırken, Yeşillerin emekçilerden, yoksullardan ne kadar kopuk bir orta, üst sınıf partisi haline geldiğini gösteren yeni bir açıklama Yeşillerin realist kanadının temsilcisi, koalisyonun Tarım Bakanı Cem Özdemir’den geldi. Özdemir, gıda maddelerinin artık kelepir (hurda vs.) fiyatına satılmaması için yeni düzenlemeler yapılması gerektiğini belirtti. Çevre, üretici ve hayvan haklarını öne çıkaran (ve özünde haklı bir iklim duyarlılığı ile yapılan) bu beyan Yeşillerin ekolojik sorunları sosyal politikalardan ayırdığını ve dahası bunu yoksulların sırtından gerçekleştireceğini gösteriyor. Zira yoksulların ucuz büyük marketlerden aldığı gıda maddeleri -son bir yıl içerisinde Almanya için son 25 yılın en büyük enflasyonun da etkisiyle- yoksullar için zaten ucuz değil. Alman refah derneklerinin yoksulluk sınırını kişi başına 650 € ile hesaplarken işsizlik maaşı (Hartz 4) 450 € civarında. Buna bir de çalıştığı halde maaşı ile özellikle büyük şehirlerde yüksek kira giderleri vs. sebebiyle geçinemeyen emekçiler eklendiğinde, yoksulluğun ciddi bir toplumsal sorun ve kültürel bir tercih olmadığını Yeşiller’e inandırmak toplumsal muhalefetin görevi.
Özellikle 2015/2016 büyük mülteci göçünden sonra pek çok yerde olduğu gibi, Almanya’da da göç, mültecilik, insan hakları önemli konular. Burada yukarda bahsettiğim gibi, sadece Sol Parti değil, aynı zamanda Yeşiller’de de ciddi bir kakofoni egemen. Yeşiller insan hakları, demokrasi konularında hem kendisi aktif olarak hem de son dönemde sağcı gruplar ve AFD’nin onları hedef göstermesiyle ön plana çıktı. Yeşillerin içerisinde özellikle genç kuşaklar arasında ırkçılık karşıtı hareketin içinde yer alanlar da partinin daha aktif bir tavır takınmasını istiyor. Fakat Belarus’daki mülteci krizinde Yeşiller mültecilere yönelik bilgilendirme kampanyasıyla göçmenlerin kendi ülkelerinde kalmasını sağlayacak “müthiş” otantik fikri kamuoyuyla paylaşarak, yeşil kapitalizmin kibar yüzünün küresel dayanışmaya ihtiyacı olanlara sinik tarafını gösteriyor. Yeşiller, hükümette oldukları eyaletlerde sınır dışı etme pratiklerini oldukça yaygın kullanmakta. Sorun pek çok kimsenin de belirttiği gibi, Yeşillerin dış politikada realist bir yaklaşım benimsemiş olmaları ve pek çok pratiği (sınır dışı etme vs.) devlet ciddiyeti/devlet bekasına dayandırarak bir zorunluluk gibi kavramaları.
Son olarak sosyal hareketlerin, çevre konusunun bu kadar hegemonik olduğu ortamda özellikle çevre hareketlerinin, siyasi yönü ne olacak sorusuna kısaca değineyim. Doğal olarak bu hareket tekli bir yapıya sahip değil, oldukça heterojen hem fikren hem de kuşaklar arasında farklılıklar var. Bu hareketlerin bölünmesi daha doğrusu iki temel aksin birbirinden kopacağı yönünde açıklamalar duyuluyor. Özellikle daha radikal, solda yer alan Ende Gelände gibi antikapitalist iklim adaleti aktivistleri ve Fridays for Future’un daha radikal gençleri ile hareketin daha burjuva bileşenleri arasında kopuş yaşanır mı sorusu tartışılıyor. Radikal olanlar sivil itaatsizlik, işgal eylemleri, grev hatta açlık grevleri gibi eylemler yaparken, çevre derneklerinin taleplerini daha “uysal” yollarla dile getirdiklerini görüyoruz. Fakat bu farklılıklar, bir kopuş olabileceği ve genel olarak harekete zarar verebileceği gibi, bir gayri resmi iş bölümü yaratıp, hareketin ikili bir strateji izleyerek sağlam bir zemine oturmasına yol da açabilir. Örneğin çevre derneklerinin lobi faaliyeti yapması ve hükümette seslerini duyuracak bir partinin olması aslında çok da kötü olmayabilir. Fakat bunların başarılı olmasının yegâne koşulu toplumsal hareketlerin yeterince güçlü olması ve bunların bu hareketlerden destek almasıdır. O yüzden bu derneklerin lobi yaparken, sosyal hareketlerle aralarına mesafe koyması ve söylemlerinde çekingen davranmaları başarılı olacağı şüphelidir.
Keza işçi sendikaları için de aynı şey söylenebilir. Sanayi işçileri sendikaları SPD ile aralarını iyi tutuyor ve ekolojik modernleşmede, devlet, sermaye ve sendika üçgeninden memnun görünüyorlar. Ama hizmet sektörü için aynı şey geçerli değil gibi. Sağlık emekçilerinin özellikle Korona döneminde yükselişe geçen mücadelesi, yine taşımacılık sektöründe çalışan işçiler ve kuryelerin güvencesiz çalışma ve yaşam koşulları, bu grupları koalisyon üzerinde en çok baskıyı yapacak aday gruplar olarak gösteriyor. Ayrıca “pasif”, sendikada örgütlenmemiş pek çok işçi var ki, özellikle alt gelir ve statü grubunda olanlar, bunların kolektif bir mücadelede örgütlenmesi sol politikanın ödevi gibi görünüyor. Sol öncelikle sosyal adalet ile ekolojik transformasyonun ayrı düşünülemeyeceğini, aynı anda yürüyeceğini göstermek zorunda. Hele de elde olanın savunulması, SPD’nin yaptığı gibi, yetersiz hem de zamanı geçmiş bir sol siyaset. Sosyal altyapının kamunun elinde olması, yüksek kaliteli kamu hizmetlerinin geniş toplumsal kesimlere ulaşması, daha önce özelleştirilmiş tesislerin, kurumların, hizmetlerin tekrar belediyelerin eline geçmesi ve toplumsallaştırma solun önemli görevleri olarak beliriyor. Farklı sosyal hareketlerin (örneğin yüksek kira karşıtı, çevre, alternatif ulaşım vs.) bağlantılarını bulmak, yaratmak, bunları bir araya getirmek önemli. Başarı şansı olan kampanyalar buna ön ayak olabilir. Örneğin Berlin’de genel seçimlere paralel olarak yapılan referandumda kiralardaki aşırı artışın önlenebilmesi amacıyla çok sayıda toplu konutun emlak şirketlerinden alınarak kamulaştırması oylandı ve seçmenlerin %59,1’i kamulaştırmadan yana oyunu kullandı. Bu oranın, Alman yurttaşlığı olmadığı için referanduma katılamayan göçmenleri de hesaba kattığımızda daha da artacağını düşünürsek, bu tür kampanyaların önemli projeler olacağını gösteriyor. Keza Fridays for Future’un genç aktivistleri hizmet sektöründe organize verdi sendikası ile taşıma sektöründe toplu pazarlıkta birlikte hareket ettiler. Yine 2018 yılında 240 bin insanı sokağa döken sosyal devlet, göç ve mülteciliğin birbirlerine karşı kullanılmamasını savunan Unteilbar (Bölünemez) Hareketi hâlâ aktif. Yeni hükümetin izleyeceği politikaların aslında solun (örgütlenme) potansiyelini açığa çıkaracağı düşünülebilir. Ve fakat asıl soru nasıl bir sol? ■
DİPNOTLAR
[1] Bu, Almanya genelde seçimi kazanma şansı olan SPD ve CDU’nun tekelinde olan bir pratiktir.
[2] Kaba hatlarıyla Sarah Wagenknecht öncülüğünde neo-fordist bir toplumsal model tasavvuru ile refah şovenizmini savunan ve ulusal sınırlar icinde sınıf politikasına geri dönelim diyenler ile “yeni” sosyal hareketleri (çevre, feminist, ırkçılık karşıtı hareket vs.) kapsayan kozmopolit ve çokluğun örgütlenmesini savunanlar arasında bir çatışmadan bahsedilebilir. Fakat bunun ötesinde çevre/iklim, feminizm, dış politika vs. alanlarında da farklı gruplaşmaların olduğu söylenebilir.
[3] Seçmenlerin büyük çoğunluğu uzun yıllardır devam eden Merkezlim ve büyük koalisyon hükümetlerinden usanmış ve toplumsal sorunlarla bahsedebilmek için ciddi bir değişim gerekliliğinden bahsediyordu. Fakat farklı kaynaklar yine de devamlılığın ve istikrarın seçimlerde önemli bir rol oynadığını belirtiyor.
[4] Bu şirketin tamamı devlete ait olmakla birlikte, özel şirket statüsünde yönetilmekte. Son yıllarda ciddi bir kriz yasamakta. Biletler çok pahalı olduğu için, pek çok insani uçağı kullanmaktan caydıramayacağı ortada.