Fransız şiirinde güzel mi güzel bir cümle vardır. Aslında Racine’in bir oyununda geçer bu cümle. Fransızcası: “C’était pendant l’horreur d’une profonde nuit.” Yani “Upuzun bir gecenin dehşeti esnasındaydı.” Kim bilir, belki de Racine, Trump’ın seçilmesini düşünerek yazmıştı bu dizeyi. Upuzun bir gecenin dehşeti esnasındaydı. Ve işte bu yüzden, böylesine bir olay hakkında, burada olumsuz bir şekilde konuşmayı ve tartışmayı kendime bir görev biliyorum. Çünkü bugün burada sizlerin karşısında akademik olarak ilginç başka bir konuyu konuşmak benim için mümkün değil. Bana kalırsa bu upuzun gecenin dehşetinde, yani dün gerçekleşenleri düşünmek ve tartışmak bir zarurettir. Biliyorsunuz, benim için ve bence birçok insan için de, bir şekilde sürpriz oldu bu sonuç. Ve bizler, bu sürpriz karşısında sıklıkla duygulanım yasasının etkisine kapılıyoruz: korku, depresyon, hiddet, panik vb. Ama felsefi açıdan biliyoruz ki, böyle yapmak, düşmanın önünde duygulanımlarımızı fazlasıyla göstermek olacağı için, tüm bu duygulanımlar aslında iyi birer reaksiyon değiller. Ve bana kalırsa, duygulanımın ötesinde, korkunun, depresyonun ötesinde düşünmek, bugünkü durumu, Trump’ın ABD başkanı seçilmesinin mümkün olduğu dünyanın bugünkü durumunu düşünmek de bir zarurettir.
Amerika Birleşik Devletleri’nin bugünkü durumunun değil de, çok genel bir anlatıyla, dünyanın bugünkü durumunun anlatısıyla başlayacağım. Trump’ın seçilmesi gibi bir gerçekliğin mümkün olabildiği bugünün dünyası nedir? Bunu anlamak için en önemli başlangıç noktasının küreselleşen kapitalizmin tarihsel zaferi olduğunu düşünüyorum. Bu olayın farkında olmamız gerekiyor. Kimi bakımlardan, geçtiğimiz yüzyılın seksenli yıllarından günümüze dek, yani yaklaşık 40 yıldır, yani neredeyse yarım yüzyıldır, küreselleşen kapitalizmin tarihsel zaferi ile karşı karşıyayız. Bunun çeşitli sebepleri var. İlki, elbette Rusya ve Çin gibi sosyalist devletlerin total başarısızlığı ve daha genel olarak bu ülkelerin iktisadi ve toplumsal yasalarının kolektivist tasavvurunda yaşanan başarısızlık. Ve bu nokta, ufak bir nokta da değil. Bu nokta aslında sadece bugünkü dünyanın nesnel durumundaki bir değişimi değil, aynı zamanda öznellik düzeyinde bir değişime de işaret ediyor olabilir. 200 yıldan uzun bir süredir, insanların kaderleri hakkında iki yol olduğu konuşulagelmiştir. 1980’lerden önce, genel anlamda insanların tarihsel kaderleri hakkında iki ihtimal vardı. Bunlardan ilki, klasik anlamıyla liberalizmdi. Burada, liberal sözcüğü birçok imleme işaret ediyor olabilir ancak ben kelimeyi en temel haliyle kullanıyorum. Yani, temelde özel mülkiyeti başlıca toplumsal teşekkül olarak gören ama bunu da devasa eşitsizlikler pahasına yapan bir liberalizm. Diğer tarafta ise soyut açıdan eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasını beşeri siyasal faaliyetin en temel amacı olarak gören sosyalist ya da komünist (başka başka kelimelerle ifade edilse de) yol vardır. Eşitsizliklerin bitirilmesini kanlı devrimler pahasına amaçlayan bir yol… Başka bir deyişle, bir tarafta tarihin, bir hayli eski bir varsayımın – başlıca toplumsal teşekkül olarak özel mülkiyetin- devamı olduğu görüşündeki uysal tasavvur; diğer tarafta ise ilkinin aksine bir hayli yeni, muhtemelen Fransız Devrimi ile başlayan, komünizm, sosyalizm, anarşi gibi farklı isimlerle de ifade edilebilen, liberalizmden başka bir yolun mümkün olduğu önermesi… 19. yüzyılı ve 20. yüzyılın büyük çoğunluğunu bu ikilik üzerinden anlamlandırmamız mümkündür.
Yaklaşık olarak iki yüzyıldır, sadece yerel düzeydeki siyaset, ulusal yükümlülükler, savaşlar ve benzeri lokal olaylara değil, insanlığın -bir inşa olarak insanlığın- tarihsel kaderinin gerçekte ne olduğuna dair bir stratejik tercih de yapıyoruz. Bizim zamanımız, yani seksenlerden bugüne dek, bu tercihin belirgin şekilde sonlanışına tanık olduğumuz bir zaman. Bu tip bir tercihin gittikçe kayboluşu… Bugün elimizde kalan şey aslında küresel bir tercihin falan olmadığı, başka türlü bir çözümün olamayacağını söyleyen hakim bir düşünce… Liberalizmden ya da günümüzün tabiriyle neoliberalizmden başka bir çözüm olmadığını söyleyen o düşünce… Başka çözüm yok. Bu nokta çok önemli çünkü Thatcher’ın da bizzat söylediği gibi bu çözüm aslında öyle çok iyi bir çözüm de değil. Thatcher için mevzu iyi olup olmaması değildi zaten. Mevzu bu çözümün tek çözüm olması. Ve bildiğiniz gibi günümüz propagandasında ana nokta küreselleşen kapitalizmin mükemmelliği değil, ki bunun böyle olmadığı çok açık. Herkes biliyor bunu. Devasa eşitsizliklere gebe bir çözümün insanlığın tarihsel kaderi olamayacağını herkes biliyor. Herkes biliyor bunu. Ama argüman şu: “Tamam, iyi değil, ama tek gerçek olasılık da bu.” Ve bence dünya çapında tüm insanlığa dikte ettirilmeye çalışılan bu argüman, yani insanlığın tarihsel ilerleyişinde sadece tek bir yol olduğu kanısı, bizim zamanımızı tanımlamaktadır. Ve bunu, bu tercihin mükemmel ya da çok iyi bir yol olduğunu bile söylemeden, sadece başka bir çözümün, başka bir yolun olmadığını söyleyerek yapmak…
Bu yüzden “an”ımızı, liberalizmin, özel mülkiyetin ve serbest piyasanın, insanlığın yegane kaderini oluşturduğu şeklindeki hakim kanının “an”ı olarak tanımlayabiliriz. Bu aynı zamanda bir insan öznesi tanımıdır da. Bu tasavvur içinde bir insan öznesi nedir? İnsan öznesi bir dilencidir, tüketicidir, sahiptir ve başka da bir şey değildir. İnsanın ne olduğunun günümüzdeki tam tanımı budur. Günümüz dünyasının genel tasavvuru, genel problemi ve genel yasası da budur.
Peki tüm bunların siyasal yaşam seviyesindeki siyasi etkileri nelerdir? Sadece tek bir yol bulabildiğimiz bu hakim tasavvurun sonuçları nelerdir? Tüm hükümetler kabul etmelidir ki durum budur: bugün dünyada mümkün tek bir yol olduğu ve onun da liberalizm olduğunu söyleyen tasavvuru kabullenmeden, devletler için bir yön belirlemek olanaklı değildir. Dünyada şu anda başka bir şey söyleyen bir hükümet de yoktur. Neden “sosyalist” Fransız hükümetinin, Çin Komünist Partisi’nin diktatörlüğünün, ABD hükümetinin ya da Japon hükümeti ya da Hindistan hükümetinin pozisyonlarını incelediğimizde herkesin aynı şeyi söylediğini, insanlığın var oluşu için tek yolun küreselleşen kapitalizm olduğunu söylediklerini görüyoruz? Bana kalırsa günümüzde devlet düzeyinde tüm politik kararlar, benim “canavar” olarak adlandırdığım bir şeye sıkı bir bağımlılık içerisindeler. Bu canavar, küreselleşen kapitalizm ve onun getirdiği eşitsizliklerdir. Yani, bugün bir hükümetin özgür bir şey olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. Hiç mi hiç özgür değil. Devletler, küresel bir belirlenimin içindedirler ve dahası, yaptıklarının bu küresel belirlenimin sınırları dahilinde olduğunu beyan etmek zorundadırlar. Ve canavar giderek daha da canavarlaşmaktadır. Eşitsizliklerle ilgili asıl durumu bilmemiz gerekiyor. Sermayenin bir yerde toplanması gibi temel bir olgu var karşımızda ve sermayenin bu merkezileşmesi günümüzde oldukça olağan dışı bir şeydir. Bilmemiz gerekiyor ki bugün en zengin 264 kişinin sahip olduğu zenginlik, en fakir 3 milyar insanın sahip olduklarına eşittir. Monarşi ve benzeri zamanlardaki durumdan daha da ötesi, daha da vahimi demek bu. Eşitsizlik, bugün, insanlık tarihinin tüm aşamalarında olduğundan daha da önemli. Ve böylesi tarihsel bir canavar, ki bu canavar aynı zamanda insanlığın varoluşunun tek yolunun da kendisi olduğunu söylemektedir, daha fazla özgürlük değil ama giderek daha fazla eşitsizliğin ortaya çıkışının arkasındaki dinamiğin de ta kendisidir.
Ve devletin içinde bulunduğu pozisyon dünyanın her yerinde aynıdır. Bu kanı, yani liberalizmin tek ihtimal olduğu kanısı, Fransız hükümeti, Çin Komünist Partisi, Rusya’nın güçlü lideri Putin, Suriye’deki İslam Devleti ve elbette doğal olarak ABD başkanı tarafından kanun gibi kabul edilmiştir. Bu yüzden, gittikçe -ve bu Trump’ın seçilmesinin en önemli sonucudur- tüm siyasal oligarşi, tüm siyasal sınıflar, dünya çapında aynı gruba dönüşüyor. Ve bu siyasal oligarşi sadece soyut bir şekilde bölünüyor kendi içinde: Cumhuriyetçiler ve Demokratlar, Sosyalistler ve Liberaller, Sol ve Sağ, ve bunun gibi. Bütün bu tip bölünmeler günümüzde soyuttur ve hakiki değildir. Çünkü hepsi aynı siyasi ve ekonomik arka plan üzerinde yer almaktadırlar. Batı dünyasındaki bu siyasal oligarşi, kapitalist mekanizmanın kontrolünü giderek kaybediyor, hakikat budur! Krizle ve bu krizlere getirilen sahte çözümlerle, tüm klasik/ana akım hükümetler, büyük ölçekte, yönettikleri insanlar arasında hayal kırıklığı, anlaşmazlık, öfke ve üstü kapalı bir isyana sebep oluyorlar. Bu siyasal sınıfa dahil olanların önerdiği şey ufak farklılıklarla hep bu tek yol oluyor. Günümüzde siyaset faaliyeti denilen şey aynı küresel yol içerisinde, küçücük farklılıklar üzerinden yürütülen bir faaliyettir. Fakat tüm bunlar aynı zamanda genel anlamda insanlar üzerinde çeşitli etkilere de yol açıyor: yön şaşması, başıboşluk, insanlığın geleceği için stratejik bir tasavvura sahip olmaması gibi. Ve böylesi bir durumda, insanların birçoğu belirsiz bir arayışın içinde buluyorlar kendilerini. Sahte yenilikler, irrasyonel tasavvurlar ve çoktan ölmüş geleneklere yeniden sarılma gibi. Bu yüzden, bu siyasal oligarşinin karşısında, ortaya çıkan yeni çeşit aktivistleri, şiddet ve bayağılık içeren demagoji taraftarlarını görüyoruz ve bu adamlar eğitimli siyasetçilere değil, daha çok mafya ve gangsterlere benziyorlar. Ve bu sebeple, seçim bu tip adamlarla geriye kalan eğitimli siyasetçiler arasında yapılıyor. Bu seçimin sonucu ise hepimizin gördüğü gibi, siyasal söyleminde bayağılık ve subjektif bir şiddet içeren bu yeni biçimin legal bir şekilde seçilmesi oldu.
Bir bakıma, bu yeni siyasal figür –Trump ve daha birçokları- otuzlu yılların faşistlerine yakın bir noktadalar. Benzer bir noktaları var. Tabi otuzlardaki faşistlerin güçlü bir düşmanı vardı: komünist partiler. Bugünkü durumu bir çeşit demokratik faşizm –çelişkili bir tespit olsa da- olarak görebiliriz. Demokrasi uçağının içindeler, demokratik aygıtların içindeler, doğru. Fakat demokrasi bağlamının içinde farklı türden bir oyun oynuyorlar. Ve bu sadece ABD’de yaşanan, sadece Trump’la yaşanan bir durum değil. Yani ırkçı, maço, şiddet yanlısı – ve ayrıca bir faşist karakteristiği olduğu üzere- mantık ya da rasyonalite dahilinde bir muhakeme yapmayan (Çünkü bu tip bir demokratik faşizmin konuşurken kullandığı söylem, açık olarak dilin altüst edilmesi, her şeyin her şeye karşı söylenmesinin mümkün kılınması anlamına geliyor. Onlar için dert değil, çünkü dili bir açıklama aracı olarak değil, bir duygulanım yaratma aracı olarak kullanıyorlar. Duygulanımı ortaya çıkaran ve sahte fakat kullanışlı bir birlik üreten bir dil bu.) liderlerin varlığından bahsediyorum. Şimdi burada Trump’tan konuşuyoruz ama daha önce İtalya’da Berlusconi vardı örneğin, ki bence Berlusconi yeni demokratik faşizm diye tanımladığımız bu figürlerin karakteristiklerini tam tamına taşıyan ilk örnektir: Bayağılık, kadınlarla patolojik bir ilişki ve insanların birçoğu için kabul edilemez olan şeyleri herkesin önünde söyleyebilmek ve yapabilmek… Macaristan’da Orban da böyledir, ve bence, Fransa’da Sarkozy ile olan da budur. Hindistan’da, Filipinler’de, Polonya’da ya da Türkiye’de gerçekleşen durum da budur. Yani bahsettiklerim kesinlikle dünya ölçeğinde yaşanan bir durum: Demokratik anayasal düzen içinde, ama bir anlamda da onun dışında yer alan yeni siyasal figürlerin ortaya çıkışı… Ve bence bunları faşist olarak nitelemekte bir sakınca yoktur, çünkü otuzlarda da durum buydu, Hitler de seçimlerde zafer kazanarak gelmişti göreve. Demokrasi oyununun hem içinde hem de bir anlamda dışında yer alan bu figürlere faşist diyorum: içinde ve dışında. En sonunda dışında olmak için içinde olmak…
Aslında Trump’ın temel etkisi, yeni bir şeyin etkisi. Detaylara baktığımızda yeni olan bir şey yok, çünkü ırkçı olmanın, maço olmanın vs. yeni bir şey olduğunu düşünmek mümkün değil. Bunların hepsi o kadar eski şeyler ki… Fakat günümüz klasik oligarşisinin bağlamı içinde düşünürsek tüm bu eski şeyler yeniymiş gibi görünüyor. Ve böylece Trump kendini, yeniliğin ta kendisinin “Trump” olduğunu söyleyebileceği bir pozisyonda, basit, eski ve modası geçmiş şeyleri söylediği bir anda buluyor. Ve dolayısıyla bizler de kendimizi modası geçmiş şeylerin yeniymiş gibi gözükebildiği bir zamanda buluyoruz. Yeni olanla eski olan arasındaki bu dönüşüm de yeni faşizm diye adlandırdığım olgunun bir karakteristiği aynı zamanda.
Bence tüm bunlar siyaset düzeyinde bizlerin halihazırdaki durumunu da tanımlamakta. Dört aşamalı vahim bir diyalektiğin içinde bulunduğumuzu anlamamız gerekiyor.
Bunlardan ilki, günümüz kapitalizminin katıksız gaddarlığı ve kör şiddetidir. Tamam, Batı dünyasında bu gaddarlığı ya da şiddeti tam olarak göremiyor olabiliriz, ama eğer Afrika’daysanız ya da Ortadoğu’da iseniz, ya da Asya’da, bunu gerçekten görürüz. Bu aşama günümüz dünyasının çok temel bir aşamasını oluşturuyor. Kapitalizmin aslında temelde olduğu şeye dönüştüğü, yani hakimiyet için yapılan vahşi fetihlere, herkesin herkese karşı yaptığı vahşi kavgalara dönüştüğü aşamadır. Yani günümüz kapitalizminin katıksız gaddarlığı ve kör şiddeti: ilk aşama.
İkinci aşama: klasik siyasal oligarşinin dağılması. Demokratlar, Cumhuriyetçiler, Sosyalistler gibi klasik partilerin, bir çeşit yeni faşizmin ortaya çıkışı istikametinde dağılmaları… Bu tip bir ortaya çıkışın akıbetini bilmiyoruz. Trump’ın geleceği ne olacak? Gerçekten bunu bilmiyoruz ve belki Trump kendi bile bilmiyordur kaderini. Seçim gecesi çok barizdi bu durum. Gücü ele geçirmeden önceki Trump ile seçildikten sonraki Trump arasında fark vardı. Bir bakıma korkmuştu; onun için tam bir memnuniyetten söz etmek mümkün değildi, çünkü artık eskisi gibi fütursuzca konuşamayacağını biliyordu. Kaldı ki fütursuzca konuşmak Trump’ın tam da gücünü aldığı şeydi. Şimdi ise hükümet, yönetim, ordu, iktisatçılar, bankacılar ve dahasının katılımıyla yeni bir hikaye başlıyor onun için. Ve seçim gecesi yine gördük ki, Trump bir oyundan diğerine, bir tiyatro sahnesinden diğer sahneye geçiyordu ve yeni geçtiği bu tiyatroda eskisindeki kadar iyi olduğunu söylemek pek de mümkün değil. Fakat hakikaten bilmiyoruz, böyle bir adamın başkan olduğu zaman gerçekleşmesi imkan dahilinde olan şeyler nelerdir, bilmiyoruz. Her halükarda, klasik siyasal oligarşinin dağılmasının ve yeni faşizmin yeni figürünün doğuşunun sembolü olan biriyle karşı karşıyayız ve yeni figürün getireceği gelecek hakkında da pek fikrimiz yok. Ama bana kalırsa, genel anlamda insanlar için pek de eğlenceli bir gelecek olmayacak gibi duruyor.
Üçüncü aşama: Toplumdaki genel hayal kırıklığı, belirsiz bir düzensizlik hissi… Bunu özellikle fakir halkta, taşrada yaşayanlarda, birçok ülkenin köylülerinde, işsizlerde yani günümüz kapitalizminin gaddarlığı tarafından giderek daha da zayıflatılan kitlelerde görmek mümkün. Kapitalizmin, işsiz, parasız, hiçbir varoluşsal gayesi olmayan bir hiçliğe indirgediği topluluklar bunlar. Günümüz küresel durumunun üçüncü en önemli noktası da bu: Bir yön şaşması yaşayan, dengesini kaybetmiş insanların, yerine yenisi konulmadan, kendi eski dünyalarının yıkılışı hissiyatı: yani manasız, faydasız, boş bir yıkılış…
Dördüncü ve son aşama: Başka bir stratejik yolun tamamiyle eksik oluşu ve bu eksikliğin yarattığı boşluk… Günümüzde birçok politik girişim bulunuyor – Bu tarafta hiçbir şeyin olmadığını da söylemiyorum. Yeni ayaklanmalar, işgal edilen yeni yerler, yeni hareketlenmeler, yeni ekolojik kararlılıklar vs. Bunlar varlar. Yani bahsettiğim şey, direniş ve protestonun her formunun yok oluşu değil.- Hayır, bunu iddia etmiyorum. Kapitalizmin tek mümkün yol olduğuna dair güncel kanıyla aynı seviyede olabilecek başka bir stratejik yolun eksikliğinden bahsediyorum. Başka bir yolun olduğuna dair güçlü bir iddianın olmamasından… Benim İdea veya büyük İdea dediğim şeyin olmamasından… Tüm direniş ve türetilerin küresel ve stratejik bir şekilde bir araya gelişini mümkün kılacak bir büyük İdea… İdea dediğim şey, bireysel özne ile kolektif tarihsel ve siyasal vazife arasında bir çeşit aracılık yapar ve bu İdea sayesindedir ki birbirinden oldukça farklı öznelliklerin aynı İdea altında harekete geçebilme ihtimali doğar.
Bu dört nokta, -küreselleşen kapitalizmin genel ve stratejik hakimiyeti, klasik siyasal oligarşinin dağılması, halkın genelinde görülen yön şaşması ve hayal kırıklığı ve başka stratejik bir yolun olmaması- benim fikrimce günümüzün krizini oluşturmaktadır. Fikrim odur ki, günümüz dünyasını, geçtiğimiz yılların ekonomik krizlerine indirgenemeyecek, bundan daha fazlası olan küresel ve öznel bir kriz üzerinden tanımlayabiliriz. Çünkü insanlığın kaderi, onlar için gitgide daha belirsiz bir hal almakta.
Peki tüm bunlardan sonra, ne yapmalı? Lenin’in sorusu… Bence, Trump’ın başkan seçilmesi hususunda yapılması gereken şey, bu durumun bir sebebinin de günümüzün doğru, hakiki ve en önemli karşıtlığının aynı dünyanın iki formu arasında olamayacağıdır. Küreselleşen kapitalizmin ve sömürgeci savaşların hüküm sürdüğü ve insanlığın kaderine ilişkin başka bir İdea’nın olmadığı dünyada bu olamaz. Hillary Clinton ve Donald Trump biliyorum ki birbirlerinden çok farklılar. – Hillary Clinton ve Donald Trump’ı bir tutalım demiyorum. Ama aralarındaki önemli fark sadece yeni faşizmle eski siyasal oligarşi arasındaki farktır. – Ve tüm siyasal oligarşi elbette yeni faşizmden daha az korkunçtur ve kesinlikle bu karşılaştırmada Hillary Clinton’ı tercih edenlerden yanayım. Fakat unutmamamız gerekir ki bu fark hala aynı dünyanın içindeki iki görüş arasındaki farktır. İki farklı stratejik dünya tasavvuruna sahip kutupların arasında değil. Zaten Trump’ın başarısının arkasındaki sebep de dünyadaki hakiki karşıtlığın Hillary Clinton ve Trump arasındaki rekabetle açıklanamayacak, sembolize edilemeyecek olmasıdır. Çünkü bu iki isim de, kendi aralarında oldukça farklılıklar barındırsalar da, aynı dünyanın siyasal figürleridir. Aslında, ön seçimler sırasında Trump ve Bernie Sanders arasındaki rekabet günümüzün hakiki karşıtlığını ifade edebilen bir rekabetti. Trump yeni faşizm tarafında, Sanders ise temelde sosyalist diye isimlendirilebilecek olan tarafta yer alıyordu. Neticede Sanders, Clinton’ın yanında yer almak zorunda kalmış olabilir ama bence sembolik olarak, ki bence oldukça önemli, hakiki karşıtlığı Hillary-Trump arasında değil, Sanders-Trump arasında görmeliyiz. Çünkü Sanders, dünyayı olduğu gibi görmenin ötesinde şeyler öneriyordu. Hillary Clinton’da böyle önermeler görmedik. Bu açıdan, Hillary Clinton ve Trump arasındaki karşıtlık, göreceli bir karşıtlıktı, yani mutlak değildi. Aynı parametrelerle aynı dünya yorumunun içinde yapılabilecek bir karşıtlık… Ama Bernie Sanders ve Trump arasındaki karşıtlık, günümüzün hakiki karşıtlığının mümkün olduğunu gösteren bir başlangıçtı: Dünyayı olduğu gibi gören ve olduğunun ötesinde görenlerin karşıtlığı…Trump tepkisel ve kıyıda köşede kalmış halkın dünyayı olduğu gibi gören halk öznelliğinin, Bernie Sanders ise rasyonel, etkin ve belirgin olan halkın, dünyayı olduğunun ötesinde -her ne kadar bu “öte” belirsiz olsa da- görmeye meyilli halk öznelliğinin tarafındaydı.
Seçim sonuçlarına baktığımızda, sonuçların tamamıyle muhafazakar bir özellikte olduğunu söyleyebiliriz, çünkü seçimlerin kendisi zaten bahsettiğim hakiki değil de sahte karşıtlığın sonucuydu ve aynı zamanda da yukarıda açıkladığım günümüzün dört aşamalı krizinin bir devamı niteliğindeydi. Bugüne gelindiğinde, Trump’a karşı Clinton’ı ya da aynı figürdeki başka birini isteyemeyiz. Eğer mümkünse, hakiki karşıtlığa bir dönüş gerçekleştirmemiz gerekiyor. Böylesi vahim bir olayın bize öğrettiği bu olmalı. Yani, dünyayı olduğu gibi görenden öte bir siyasal yönelimi önermemiz gerekiyor. Bu önermemiz başlangıçta çok net ve belirgin olamasa bile yapmamız gerekiyor. Bir şeye başladığımızda, o şeyin nasıl gelişeceğini bilemeyebiliriz. Ama başlamamız lazım, ki asıl konu da budur. Trump’ın seçilmesinden sonra başlamamız lazım. Sadece karşımızdakine direnmek ve onu etkisiz duruma getirmek için de değil. Bu başlangıç, insanlığın kaderiyle ilgili başka bir stratejik yola, gerçek bir alternatife, hakiki karşıtlığa geri dönüşün de başlangıcı olacaktır. Günümüz kapitalizminin devasa eşitsizliklerine ve Trump gibi yeni ortaya çıkan siyasal gangsterlere karşı bir İdeayı yeniden inşa etmemiz gerekiyor. Sadece tek bir stratejik tasavvurun değil, iki farklı stratejik tasavvurun bulunduğu bir siyasal alan üretmek mümkün. 19. yüzyılda ve geçtiğimiz yüzyılın başlarındaki büyük siyasal hareketleri ortaya çıkaran ortam gibi bir ortama geri dönüşten bahsediyorum. Felsefi olarak söyleyebilirsem, Bir’in ötesine geçip, İki’nin istikametinde yol almalıyız. Tek bir yönelim değil, iki farklı yönelim… Politikanın özünün, en temel düzeydeki bir tercihle tanımlanabildiği yere geri dönüş… Eğer ortada sadece tek bir tasavvur varsa, zaten siyaset giderek ortadan kayboluyor demektir ve Trump da bu tip bir kayboluşun simgesidir. Trump’ın siyasi görüşü nedir hakikaten? Kimse bilmiyor. O daha çok bir figür gibi, siyaset denemez buna. Bu yüzden siyasetin geri dönüşü hakiki bir alternatifin varlığına ihtiyaç duyuyor. Ve son olarak, felsefi genellemeler açısından diyebiliriz ki, bu, Bir’in ötesindeki hakiki İki’nin diyalektik dönüşüdür ve bu dönüşe çeşitli isimler vermek mümkündür.
Benim “Komünizm”in kanlı deneyimlerle lekelenmiş adını hala kullanmamla ilgili görüşümü biliyorsunuz. Bu sadece bir isimdir, başka başka isimler verebiliriz, dert değil. Ama bu eski ve lekelenmiş kelimenin basit anlamına bakıldığında ilginç bir şey vardır. Ve bu anlam, dört noktadan, dört prensipten oluşur. Ve böylesi prensipler, içinde iki stratejik tasavvur barındıran bir siyasal alanın yaratılmasına yardımcı olabilir.
İlk nokta toplumsal yapının temelinin özel mülkiyet ve devasa eşitsizlikler olması gerekmediği gerçeğidir. Bu kesinlikle bir mecburiyet değildir. Bunun böyle olmadığını tekrar tekrar söylemeliyiz. Bunun böyle olmadığını, özel mülkiyet ve devasa eşitsizliklerin insanlığın yasası olmadığını göstermek için ufak çaplı deneyimler örgütlemeliyiz. Bu ilk nokta.
İkinci nokta ise işçilerin, bir yanda entelektüel yaratı, yöneticilik, hükümet işleri gibi saygın işler ve diğer yanda beden işleri olmak üzere ayrılmasının bir zaruret olmadığıdır. Bu işçilere verilen isimlerin özelleştirilip alt kollara ayrılması ebedi ve ezeli bir yasa değildir. Özellikle entelektüel iş ve beden işi arasındaki karşıtlık uzun vadede ortadan kaldırılmalıdır. Bu da ikinci nokta.
Üçüncü nokta: İnsanların ulusal, ırksal, dinsel ya da cinsel sınırlarla ayrıştırılması bir zaruret değildir. Farklılıkların üstünde bir eşitlik olmalı ve bu farklılıklar eşitliğe birer engel olmamalılar. Aksine, eşitlik, farklılığın diyalektiğinin ta kendisi olmalı. Yani eşitliğin mümkün olmadığını farklılıklardan yola çıkarak söyleyen fikre itiraz etmeliyiz. Sınırların varlığı ve Öteki’nin inkarı tüm formlarıyla birlikte ortadan kalkmalı. Bu da doğal bir yasa değil çünkü.
Son prensip ise birbirinden sınırlarla ayrılmış ve silahlanmış biçimiyle devletin varlığının bir zaruret olmadığıdır.
Bu dört prensip, özetlemek gerekirse,: özel mülkiyete karşı kolektivizm, özelleşmeye karşı çokbiçimli işçilik, sınırlı kimliklere karşı somut bir evrenselcilik ve devlete karşı özgür birliktelik. Bunlar sadece birer prensip. Program değil. Ama bu prensiplerle tüm siyasi programları, kararları, partileri, fikirleri değerlendirebiliriz. Bir kararı alın ve bu karar bu dört prensip doğrultusunda mı değil mi? Buna bakın. Bu prensipler, diğer tüm kararlar, fikirler ve önermelerle ilgili değerlendirmeler yapmak için bir protokol. Eğer bir karar, fikir ya da önerme bu prensipler doğrultusunda ise, diyebiliriz ki o iyidir. Mümkünatını o vakit tartışırız o fikrin. Eğer bu prensiplere karşıysa, kötüdür. Yani neticede elimizde siyasal alanda muhakeme yapabilmek ve yeni bir stratejik proje inşa edebilmek için bir grup prensip var. Bir bakıma, insanlığın tarihsel kaderi olabilecek yeni bir stratejik yöne dair bir tasavvur ihtimali anlamına da gelir bu.
Bernie Sanders, Our Revolution (Bizim Devrimimiz) başlığı altında yeni bir siyasal grup inşa etmeyi öneriyor. Trump’ın seçimlerdeki zaferi, Sanders’ın önerdiği tarzda yeni bir şansın kapısını aralamalı. Şimdilik ona güvenebiliriz, yukarıdaki dört prensipten yola çıkarak, önerdiği şeyin var olan dünyanın ötesine geçip geçmediğini değerlendirebiliriz. Bir şeyler yapabiliriz. Ve yapmalıyız da. Çünkü eğer hiçbir şey yapmazsak, kendimizi sadece Trump’ın can sıkıcı başarısı karşısında aptalca büyülenmiş şekilde bulacağız. Onların tepkisine karşı bizim devrimimiz… Neden olmasın? Güzel bir fikir bu. Her ne olursa olsun, benim seçtiğim taraf budur.
Çeviri: Erdem CEYDİLEK
Not: ABD seçimlerinin hemen ertesinde University of California’da yapılan bu konuşmanın İngilizce aslına şu linkten ulaşılabilir: http://www.versobooks.com/blogs/2940-alain-badiou-reflections-on-the-recent-election